Şampiy10
Magazin
Gündem

Can çekişen Ortadoğu’yu anlamanın ipuçları

Irak, Amerikan işgaliyle beraber yaşamaya başladığı iç savaştan bir türlü çıkamadı; yine her gün onlarca insan hayatını kaybediyor ancak haber bile olmuyor.

Suriye’deki iç savaş da bir süredir kanıksanmış durumda. Bunun yerine “Rojava” denilen ülkenin kuzey bölgelerinde Kürtler ile El Kaide ve ona yakın gruplar arasındaki çatışmalar daha fazla öne çıkıyor.

Mısır, askeri darbenin ardından adım adım iç savaşa sürükleniyor. Müslüman Kardeşler’in başını çektiği darbe karşıtı gösterilerle baş edemeyen askeri rejim katliam üzerine katliam yapıyor.

“İç savaş” denilince akla ilk gelen ülke olan Lübnan da Suriye’deki gelişmelere paralel olarak yeniden, ama bu sefer mezhep temelli bir iç savaşın esiri olacağa benziyor.

“Arap baharı”nın başladığı yer olan Tunus da peşpeşe gelen siyasi suikastler nedeniyle tam da yeni anayasasını yapmanın arifesinde istikrarsızlık riskiyle karşı karşıya...

Hep kaynayan bir kazan

Listeye Libya’yı, Bahreyn’i, tabii ki Filistin’i ve diğer ülkeleri de katabiliriz. Kısacası eskiden beri hep “kaynayan kazan” olarak tanımlanan Ortadoğu yine çok ciddi bir şekilde kaynıyor. Ama bu sefer, geçmiştekinden çok farklı, çok daha riskli bir durum söz konusu. Çünkü Ortadoğu’da varolan ezberler tamamen bozulmuş durumda: kimin, neden, kimin yanında olduğunu anlamak zor, bu birlikteliklerin ne kadar ve hangi şartlarda süreceğini kestirmek imkansız.

Örneğin Suriye’de karşı karşıya olan Rusya ile Suudi Arabistan, Mısır’da yan yana, askeri rejime destek veriyor. Suriye’de yan yana olan Suudi Arabistan ile Türkiye ise Mısır’da karşı karşıya. Bu tür örnekleri artırabiliriz çünkü Ortadoğu’da yaşanan gerginliklerin kiminde Kürt-Arap gibi etnik farklılıklar, kiminde Sünni-Şii gibi mezhep farklılıkları, kiminde Müslüman-Hıristiyan gibi dini farklılıklar rol oynuyor. Ayrıca Mısır’da olduğu gibi İslamcı hareketlerin de yorum farklılıkları nedeniyle karşıt kamplarda yer aldıklarını; bazı ülkelerde yaşam tarzlarına müdahale endişelerinin de çatışmaları körüklediğini görüyoruz.

Stratejik kavgalar

Tabii bütün bunların ötesinde, Ortadoğu, esas olarak, tüm bu çelişkileri sonuna kadar sömüren, gerektiğinde bunları kışkırtan stratejik rekabetlerin kurbanı oluyor. Bunların başında hiç kuşkusuz, ABD başta olmak üzere Batı dünyasının büyük bir kısmının temel önceliği olan “İsrail’in güvenliği” geliyor. Ancak Ortadoğu’da son dönemde yaşanan her gelişmenin arkasında doğrudan ya da dolaylı olarak “İsrail parmağı” aramak (ve tabii bulmak) tek başına yeterli olmuyor.

İkinci olarak Tahran’ın başını çektiği “Şii uyanışı” ve bunun karşısına Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin “Sünni blok” çıkarma çabaları da örneğin Irak ve Suriye’de olup bitenleri anlamada bir yere kadar yardımcı oluyor ama yetmiyor. Örneğin İran yönetimi, Suriye muhalefetine destek verdiği için Mursi’ye hep mesafeliydi, ancak darbe ve özellikle katliamların ardından Mursi ve onu destekleyenlere destek mesajları yayınlayabildi.

Yükselen güç: Kürtler

Ortadoğu’daki çatışmaların bir diğer kaynağı da, toplumların özgürlük ve demokrasi talepleri. Butür arayışların bölgedeki otoriter ve totaliter yönetimleri epey ürküttüğü ortada. Örneğin Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin Mısır’daki askeri rejime kol kanat germelerinin temel nedeni bu korku olsa gerek.

Son olarak bölgeye her geçen gün daha fazla damgasını basan “Kürt uyanışı”na dikkat çekmek gerek. Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi dört önemli ülkeyi doğrudan ilgilendiren bu olgunun, bölgedeki dengelerin daha fazla altüst olmasına, ezberleri daha fazla bozulmasına katkıda bulunduğu ortada. Nüfus olarak en küçük Kürt topluluğunu oluşturan Suriye Kürtlerinin, El Kaide karşısında gösterdikleri duruşla ABD, Rusya, İran ve Türkiye tarafından ayrı ayrı muhatap alınmaları, Kürtlerin nihayet bölgede kendi ayakları üzerinde duran bağımsız bir aktör olduklarını gösteriyor.

Yazının devamı...

Büyük çaresizlik

Dün Mısır’da yine katliam oldu. Bu üçüncü. Kahire sokaklarında, meydanlarında günlerdir askeri darbeye karşı tamamen barışçıl yöntemlerle direnen insanlara karşı yine devlet şiddeti uygulandı. Çok sayıda sivil hayatını kaybetti ve yaralandı; yüzlerce kişi gözaltına alındı. Meydanlar zorla boşaltıldı boşaltılmasına ama sorun çözülmedi. Çözüleceğe de benzemiyor ve Arap dünyasının kalbi olan Mısır hızla iç savaşa doğru sürükleniyor.

15 gün önce yaşanan ikinci katliamın ardından kaleme aldığım “Üç soruda katliam” başlıklı yazımın

(http://www.rusencakir.com/Uc-soruda-katliam/2070)

büyük ölçüde bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum. O yazının omurgasını koruyarak son katliama bakacak olursak önce yine “neden?” sorusu karşımıza çıkıyor.

Her şeyden önce şunu söylememiz, tekrarlamamız şart: Askeri darbe ile katliam sözcükleri birbirlerine çok yakışıyorlar. Dünkü katliamın da yegâne sorumlusu Mısır’daki darbecilerdir. Devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin geri gelmesi için günlerini sokaklarda geçiren insanlara bu katliamların sorumluluğunu şu ya da bu ölçüde yüklemek ne mümkün ne de anlamlıdır.

İkinci olarak, daha önceki iki katliamın uluslararası toplulukta büyük tepkilere yol açmamış olması da darbecileri cesaretlendirmişe benziyor. Hatta Körfez ülkelerinin katliamların ardından askeri rejime cömert yardımlarda bulunduklarını biliyoruz. Bu arada ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin bütün katliamlara rağmen Mısır ordusunu (olmayan) “demokrasinin garantörü” olarak göstermiş olduğunu da unutmayalım.

Üçüncü olarak, daha önceki katliamlar nedeniyle Mısır’daki darbecilerin toplumsal desteğinde belirgin bir azalma da görülmedi. Özellikle Mursi yanlısı medyaya getirilen yasaklar ve devletin, geri kalan medya kuruluşlarını tam bir dezenformasyon ve manipülasyon aracı olarak kullanmasıyla bütün katliamlar genel kamuoyuna bambaşka şekillerde aktarılabiliyor.

Dördüncü olarak, önemli liderlerinin tutuklu ya da aranıyor olması, yeterli uluslararası desteğe sahip olmamaları ve tecrübesizlik gibi nedenlerle başta Müslüman Kardeşler (İhvan) olmak üzere darbe karşıtı hareketler toplumsal destekleri fazla artıramadılar ve büyük ölçüde İslami hareketlerle sınırlı kaldılar. Bunun sonucunda gerek Mısır’da, gerekse de dünya çapında, yaşananların “darbeciler ve darbe karşıtları” değil de “İslamcılar ve sekülerler” arasında cereyan ettiği izlenimi oluştu. Bu da darbe karşıtlarının aleyhine sonuçlara yol açtı.

Çözümsüzlük sürüyor

Darbecilerin üçüncü kez katliama başvurmalarının esas nedeni çaresizlikleri. Çünkü değişik yollarla İhvan’ı “yenik bir şekilde” yeni sürece eklemeye çalıştılar ama onlar içeriden ve dışarıdan gelen onca baskı ve telkine rağmen buna yanaşmadılar. İhvan olmadan kalıcı bir çözüm üretmek de mümkün olmadığı için darbeciler her seferinde bildikleri tek şeye, silaha ve katliama başvurdular, böyle giderse başvurmaya da devam edecekler. Buna karşılık darbe karşıtlarının da barışçıl yollarla direnmekten, dolayısıyla katliamlara açık olmaktan başka çareleri yok gibi gözüküyor.

İşte bu tıkanıklık hâli darbenin ilk anlarından itibaren Mısır’ı esir almış durumda. Burada yine şu kritik soru karşımıza çıkıyor: İhvan, darbecilerin zulmüne karşı silaha sarılır mı? Sanmıyorum. Peki barışçıl yöntemlerle askeri dize getirebilirler mi? Buna da pek ihtimal vermiyorum. Darbecilerin baskı, zulüm ve katliam yoluyla darbe karşıtlarını pes ettirebileceklerine hiç ihtimal vermiyorum.

Geriye ABD, AB ve Körfez ülkeleri başta olmak üzere, uluslararası kamuoyunun askeri rejimi geri adım atmaya ikna etmesi seçeneği kalıyor ki maalesef bunun işaretlerini de, en azından şimdilik göremiyoruz.

Yazının devamı...

Cemaatten manifesto gibi açıklama

Fethullah Gülen hareketinin “amiral gemisi” olarak tarif edebileceğimiz Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı dün çok kapsamlı bir açıklama yaptı

(http://gyv.org.tr/Haberler/Detay/2454/)

ve haklarında ileri sürülen 11 iddiaya cevap verdi. Son günlerde medyada yaşanan polemiklerin hemen ardından gelen açıklama birçok açıdan önemli:

1) Açıkçası cemaatin şu günlerde bir açıklama yapması şaşırtıcı olmadı ancak ben daha çok Fethullah Gülen’in konuşmasını bekliyordum. Muhtemelen, bu açıklamanın yankılarına bağlı olarak daha sonra kendisi de konuşabilir.

2) Hükümet ile Gülen cemaati arasında mevcut olup geçen yıl 7 Şubat günü patlak veren MİT kriziyle alenileştiği ileri sürülen sorunların (bunu “gerginlik, gerilim, mücadele, kavga”, hatta “savaş” olarak tanımlayanlar var) varlığı böylece Gülen cemaati tarafından resmen kabul edilmiş oldu.

3) Normal şartlarda hükümet ile cemaatin aralarındaki sorunları üçüncü şahısları bulaştırmadan çözmeleri gerekirdi. Nitekim biz de MİT krizinin hemen ardından, “Üçüncü şahıslar heyecanlanmasın, krizin geleceğini iki taraf belirler”

(http://rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-4-Ucuncu-sahislar-heyecanlanmasin-krizin-gelecegini-iki-taraf-belirler/1675)

diye yazmıştık. Ancak böyle olmadığı anlaşılıyor. Cemaat her ne kadar iktidar partisini muhatap almış olsa da, açıklamada üçüncü şahıslara yönelik mesajlar da var.

4) Dolayısıyla artık “aramızda sorun yok, kimse boşuna fitnecilik yapmasın” dönemi geride kalmış, bundan böyle hükümet ile cemaat arasındaki anlaşmazlıklar, sorunlar vb. tüm kamuoyunun tartışmasına açılmış oluyor.

Açıklamanın analizi

Açıklamanın kendisine bakacak olursak şu noktaları vurgulamak doğru olabilir:

1) Açıklamanın tümü savunma diliyle kaleme alınmış ancak bu, kesinlikle başı, boynu eğik bir savunma değil. Tam tersine birçok iddia üzerine söylenenler savunmadan çok suçlama olarak tanımlanabilir. Yani Başbakan Erdoğan’ın çok sevdiği tabirle, Gülen cemaatinin “diklenmeden dik durduğunu” söyleyebiliriz.

2) Buna bağlı olarak, cemaatin iktidar partisine karşı “özür dilemeci” bir tavrı olmadığını, kendisini hükümete “şirin gösterme”ye çalışmadığını da söyleyebiliriz.

3) Öte yandan bu açıklamayı cemaatin bir tür manifestosu olarak görmek ve bunun esas muhatabının da iktidar partisinin ötesinde tüm Türkiye olduğunu ileri sürmek abartılı olmayacaktır.

İlginç ayrıntılar

Açıklamadaki 11 iddia ve o iddialara verilen cevaplar hakkında ayrı ayrı çok şey söylenebilir, söylenmeli de. Bu yazıda şimdilik en çok dikkatimi çeken noktaları aktarmakla yetineyim:

- Gezi direnişinin ilk günlerine sahip çıkmaktaki ısrar;

- Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının tasfiye edildiği iddialarının doğrulanması;

- Siyasi eleştiriler karşısında “siyasete karışma”, “öyleyse parti kur”, ya da “seçimleri bekle” denmesinden duyulan rahatsızlık;

- Bürokrasideki cemaate yakın isimlerin fişlenmesi ve tasfiye edilmesinden kaygı duyulması;

- Hükümetin KCK davalarının faturasını kendilerine kesmek istemesine itiraz;

- “Cemaat Başbakan’ı tutuklayacaktı” iddialarının yol açtığı öfkeyle karışık rahatsızlık;

- “Siyasi partilerle ittifaklar yapmamakla birlikte, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları, inanç özgürlüğü, adalet gibi temel ilkelerine uygun politikaları ve uygulamaları hangi parti tarafından yapılırsa yapılsın” destekleme kararlılığı...

Sonuç olarak, Fethullah Gülen cemaatinin ülkemizin önde gelen güç odaklarından biri olduğu, bir süredir de AKP ile belli bir mücadele içinde olduğu tescillenmiş ve bu tartışma/mücadelenin kapıları herkese açılmış durumda.

Yazının devamı...

Demek ki fitne dışarıda değil içerideymiş

Perşembe günü çıkan yazımızda

http://rusencakir.com/Polemikler-uzerinden-yeni-tur-iktidar-savaslarina-bakis/2077

medyadaki polemiklerden hareketle Fethullah Gülen hareketiyle AKP hükümeti arasındaki iktidar mücadelesinin seyrini ele almış ve “yerel seçimler yaklaşırken Gülen hareketinin tutumu normalin ötesinde bir anlam taşıyor. İzlemeye ve tartışmaya devam edeceğiz” demiştik.

Daha bir hafta geçmeden tartışma hız kesmediği gibi iyice yoğunlaştı. Örneğin dünkü Zaman Gazetesi’nde tam dört yazar, Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç, Ali Ünal ve Ekrem Dumanlı bu konu hakkında yazdı. İçlerinde cemaati en fazla temsil ettiğini düşüneceğimiz kişi, gazetenin Genel Yayın Müdürü olması nedeniyle hiç kuşkusuz Dumanlı’dır.

Onun yazısı

http://www.zaman.com.tr/ekrem-dumanli/yahu-siz-cekilin-bir-aradan_2118890.html

cemaat-hükümet ilişkilerindeki sorunları anlamamızda epey ipucu barındırıyor. Önce sonundan başlayalım. Dumanlı bir “sözde” anketten söz ediyor: “Güya cemaat içinde anket yapmışlar da büyük bir çoğunluk ‘Kim ne derse desin oyum AK Parti’ye...’ demiş (...) Bu tür uyduruk operasyonlar kitleyi kenetler, anketçilerin ağır bir tokat yemesine sebebiyet verir. Hiç gerek yok böyle palavralara.”

Bu satırlardan da görüleceği gibi, tartışmanın ana eksenine yerel seçimler yerleşmeye başlamış durumda. Buna bağlı olarak cemaatin siyasi tercihi konusunda çok sayıda spekülasyon yapılıyor. Gördüğüm kadarıyla Gülen cemaatinde hem “AKP’ye mahkûm” imajından rahatsızlık, hem de AKP’ye alternatif aramaya kalkmanın doğurabileceği sonuçlar nedeniyle tedirginlik hâkim. Tabii bir de “bizden çok onların bize ihtiyacı var” düşüncesinin verdiği özgüven. Kısacası karmaşık bir durum söz konusu.

Dışarıdaki fitne

Geçen yıl 7 Şubat gününde patlak veren MİT kriziyle birlikte hükümet ile Gülen cemaati arasındaki iktidar savaşları gerçeği ortaya çıkmış, bu aleniyet kısa bir süre sonra her iki tarafı da rahatsız eder olmuştu. Öyle ki, tarafların sözcüleri defalarca, aralarında herhangi bir anlaşmazlık, iktidar mücadelesi filan olmadığını, üçüncü şahısların aralarına nifak sokmak istediğini ama fitneyi el birliğiyle bozacaklarını ifade ettiler.

Bu anlaşılır bir durumdu çünkü hükümet ve cemaat 2007 seçimlerinden sonra ittifak hâlinde, başta ordu olmak üzere Türkiye’nin eski iktidar sahiplerini tasfiye etmeyi başarmışlardı. Mağluplar da yeniden kazanabilmenin yegâne yolunun galipleri birbirine düşürmek olduğunu pekâlâ biliyorlardı. Bu nedenle onların arasına nifak sokmak için ellerinden geleni yapmaları beklenirdi.

İçerideki fitne

Ancak cemaat-hükümet ittifakının, düşmanlarının dışarıdan müdahalesi (fitne) sonucu değil de düşmansız kalmanın verdiği rahatlamayla içeriden çatladığını anlamak o kadar da zor değildi. İşte Ekrem Dumanlı’nın son yazısı, sorunun dışarıdan değil içeriden kaynaklandığını öfkeli ama samimi bir dille ifade ettiği için önemli. Örneğin Dumanlı, adlarını vermediği bir siyasetçi, bir bürokrat ve bir gazeteciyi tarif ederek, bunların zamanında kendilerine gelip AKP ve Başbakan’ı çekiştirdiklerini, ama bir süredir Gülen hareketi aleyhine tavırlar takındıklarını yazdı.

Şu sözlerinin altını çizmek şart: “Bazı sorunları bahane ederek egolarını tatmin edenler hem sırtını dayadıkları yapıya hem Türkiye’ye zarar veriyor. Üstelik sakil de kaçıyor. O yüzden işgüzar birilerine, ‘Siz çekilin aradan kardeşim; riyakârlığın âlemi yok!’ demek gerekiyor.”

Demek ki fitne “dışarıda” değil “içeride”ymiş. Bakalım, Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki sorunlar “çok eski yıllara dayanan arkadaşlık ve kardeşlik hukukunun devreye girmesiyle” çözülüp “ihtilaftan rahmet devşirilebilecek” mi?

Gelişmeleri yakından izleyip bu sorunun cevabını vermek de biz “dışarıdakiler”e düşüyor.

Yazının devamı...

Eve dönüş

Suriye’deki iç savaş er ya da geç, şu ya da bu şekilde sonlanacak. Nasıl iç savaş Türkiye’yi doğrudan ve genellikle olumsuz bir şekilde ilgilendiriyorsa, sonuçlanmasından da doğrudan etkileneceğiz. Etkilerin olumlu mu, olumsuz mu olacağı kuşkusuz birçok faktöre bağlı ve kestirilmesi kolay değil. Ancak öyle bir konu var ki, Suriye sorunu nasıl çözülürse çözülsün, Türkiye için ciddi riskler içeriyor: El Kaide çizgisindeki gruplarda savaşan Türkiyeli gönüllüler.

Sayıları hakkında çok fazla bilgimiz yok ancak bugüne kadar sağda solda çıkan haberlerden, özellikle son günlerde Rojava’daki Kürt grupların yaptıkları açıklamalardan çok sayıda Türkiye vatandaşının Suriye’de savaştığını öğrendik. Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü sayıları Arap ülkelerinden gönüllüler kadar olmasa da, daha Afgan cihadından itibaren Türkiye’den çok sayıda genç, Çeçenistan, Bosna, Keşmir başta olmak üzere dünyanın dört bir tarafındaki cihatlarda yer aldı, yakalanıp hapis yattı, yaralandı ve hayatını kaybetti.

İşgal sonrası Irak’taki iç savaşta da El Kaide ve/veya ona yakın çizgideki silahlı gruplar içinde çok sayıda Türkiyeli’nin bulunduğunu duyduk. Anlaşılan büyük bölümü, El Kaide’nin strateji değişikliğine paralel olarak Suriye’ye geçmiş. Ama Türkiye’den (ve Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerden) Suriye’ye çok sayıda tecrübesiz ismin de aktığını anlıyoruz. Bunun önde gelen nedenlerinden biri Baas/Beşar Esad rejiminin ömrünün çok az kaldığına dair yaratılan algıdır. Yani başlarda Suriye’de gönüllü olmak o kadar da riskli bir olay olarak görülmüyordu, diğer bir deyişle “erken bir zafer” garanti gibiydi. Diğer önemli bir neden de Suudi Arabistan, Katar gibi Suriye rejimin devirmeye angaje olan devletlerin, kendileri için de ciddi tehdit oluşturmasına rağmen, Özgür Suriye Ordusu’nun yetersizliğini aşmak için profesyonel El Kaide’yi bu ülkeye gitmeye teşvik etmeleridir. Ankara’nın Suriye’de El Kaide varlığı konusunda başından itibaren ciddi bir tavır sergilememiş olması da Türkiyeli gönüllü adaylarını cesaretlendirmiş olsa gerektir.

Yemen örneği

Soru ortada: Suriye’de profesyonel birer savaşçı hâline gelen bu gönüllüleri o ülkedeki savaş bittikten sonra nasıl bir gelecek bekliyor? Daha doğrusu, içlerinden başka cihatlara katılmak yerine ülkelerine dönmek isteyenler olursa (ki muhtemelen çoğu dönecektir) Türkiye’de ne yapacaklar? Bugünün koşulları göz önüne alındığında endişelenecek pek bir şey olmadığı söylenebilir. Ancak daha önce de yazdığımız gibi “El Kaide’nin tarihini, kendisini kullandığını sananları kullanmak“ olarak özetleyebiliriz. Bu konuda ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’a ek olarak Yemen’i de örnek gösterebiliriz.

Geçtiğimiz günlerde ABD yönetimi, Yemen’deki vatandaşlarına ülkeyi terk etme çağrısı yaptı. Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü Usame bin Ladin’in de asıl memleketi olan Yemen günümüzde El Kaide’nin en etkili olduğu ülkelerden biri. Zaten El Kaide 13 yıl önce 12 Ekim 2000’de Aden limanındaki USS Cole destroyerine yönelik, 17 Amerikan askerinin ölümüne neden olan intihar saldırısı gerçekleştirmişti.

Bu saldırının, Aden-Abyan İslami Ordusu lideri Zeynel Abidin el Mihdar’ın, bir yıl önce 17 Ekim günü idam edilmesine misilleme boyutu olduğu da söylenmişti. O tarihlerde internette yaptığım bir araştırmada, Yemen devletinin İngilizce yayın yapan resmi yayın organı Yemen Times’taki bir haber dikkatimi çekmişti. Haberde El Mihdar öncülüğündeki bir grubun savaşmaya gittikleri Afganistan’a törenle uğurlandıkları yazıyordu...

Vahşet kayıtları hakkında

Sosyal medyada El Kaide militanlarının farklı yer ve zamanlarda gerçekleştirdikleri infazların kayıtları dolaşımda. Çok kişi bu vahşet görüntülerini dolaşıma sokarak El Kaide ile mücadele ettiklerini sanıyorlar ama kesinlikle yanılıyor; hatta tam tersine, dolaylı olarak El Kaide propagandası yapıyorlar.

Çünkü bunların çoğu zaten El Kaideciler tarafından çekilip dolaşıma sokulan videolar. Kendilerine zarar verecek olsa herhalde bunları kaydedip yaymazlardı. Dolayısıyla El Kaidecilerin o görüntülerin dolaşımından fazla rahatsız olmadıklarını düşünebiliriz.

Sonuç olarak bu vahşet videolarını izlemenin, yaygınlaşmasına katkıda bulunmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

Demokrasi ya da barış değil, iktidar için mücadele ediyorlar

Hiç kuşkusuz milat 7 Şubat 2012’de patlak veren MİT krizidir ancak, 2007 seçimlerinin ardından “askeri vesayet”e karşı şekillenmiş olan ve Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalar aracılığıyla giderek güçlenen siyasi ittifak çatırdamaya çok daha önce başlamıştı. Hatırlanacaktır, 2011 sonlarına doğru, yapılan onca tasfiye ve sindirmeye rağmen medyada hükümete yönelik çok sert eleştiriler geliyor ve gerek siyasi iktidar, gerekse onun medyadaki uzantıları ve destekçileri bunları savuşturamıyorlardı.

Hükümetlerin eleştirilmesi kuşkusuz sıradan bir olaydır ama burada sıra dışı olan, eleştiri sahiplerinin ciddi bir bölümünün, özellikle 2007 sonrası AKP hükümetiyle iyi ilişkiler içinde olması, hatta onu nerdeyse kayıtsız şartsız desteklemesiydi. İşte bu eleştiri furyası üzerine, 2012 yılının ilk günlerde şöyle yazmıştım: “Taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla, kendileriyle birlikte hareket etmeyen herkesi tasfiyeye koyulan ve bunda belirgin bir başarı elde eden söz konusu ittifakın bileşenleri, iktidar sahnesinde yalnız kalınca birbirleriyle mücadele etmeye başlamışa benziyorlar. (http://www.rusencakir.com/Taraflar-altust-oldu-daha-da-olacak/1651 )

Taraf’ın bölünmesi

Sonra malum, 7 Şubat günü MİT krizi patlak verdi ve ana bileşenleri AKP hükümeti ile Fethullah Gülen hareketi olan o koalisyonun çatırdamanın ötesinde dağılmakta olduğunu gördük. 7 Şubat’tan sonraki günlerde, AKP ve Gülen cemaatiyle organik ilişkileri bulunmayıp bu koalisyon içinde yer alanlar epey bocaladı. Çoğu MİT krizinin çözülmesini temenni edip aleni tavır almayı sürekli erteledi. Fakat bir aşamadan sonra krizin çözülmesinin, hatta aşılmasının imkânsız olduğunun berraklaşmasıyla gönülsüz saflaşmalara tanık olduk. Taraf Gazetesi’nin nerdeyse ortadan ikiye bölünmesi bunun en bariz örneğidir.

Bu örnek bize, Gülen cemaatine daha yakın duranların hükümeti demokrasi konusunda eleştirdiklerini, daha doğrusu Başbakan’ı otoriterleşmekle, “tek adam” olmaya çalışmakla suçladıklarını; siyasi iktidara yakın olanlarınsa her şeyin önüne “çözüm süreci”ni koyduklarını net bir şekilde gösteriyor. Diğer bir deyişle tartışmanın ekseninde barış ve demokrasi ikilemi var.

Taraf olmaya gerek yok

Daha doğrusu öyle gözüküyor. Şahsen bu mücadelede tarafların ana kaygılarının bir yanda demokratikleşme, diğer yanda barış olduğunu düşünmüyorum. Muhakkak taraflar bu arayışlarında ayrı ayrı samimi olabilirler ama olayın esasında bir iktidar mücadelesi olduğu, demokrasi, barış gibi kavramların/değerlerin bu mücadele sürecinde araçsallaştırıldıkları kanısındayım.

Her iki tarafın demokrasi ve barış iddialarındaki sorunları/çelişkileri ortaya serecek yakın geçmişten nice örnek bulabiliriz. Gerek yok. En azından şimdilik. Ancak şunu vurgulamak da elzem: Dün, yani 2007 sonrası süreçte hep birlikte, kendileriyle birlikte hareket etmeyenlere yönelik dezenformasyon, karalama, ihbar vb. kampanyaları düzenleyenlerin, bugün, yollar ayrıldıktan sonra kendilerine yönelik benzer kampanyalardan şikâyetçi olmaları son derece manidar.

AKP hükümeti ve Gülen cemaati arasında, kuşkusuz üçüncü şahıs ve grupların da katılımıyla süren ve daha da tırmanması ihtimali bulunan bu iktidar mücadelesinde illa bir tarafı tutmak zorunda mıyız? Üç yıl önce, farklı bir konuda yaşanan kavgada tavrımı “İktidar kavgasında tarafsız ama demokrasiden yana” (http://www.rusencakir.com/Iktidar-kavgasinda-tarafsiz-ama-demokrasiden-yana/1249 ) olarak tarif etmiştim. Bunu güncelleyerek “İktidar kavgasında tarafsız ama barış ve demokrasiden yana” diyebiliriz.

Bunun anlamı, “yesinler birbirlerini” diyerek var olan mücadeleyi keyifle seyretmek değil; tam tersine, olabildiğince bu sürece müdahil olup, tarafları, ayrı ayrı demokrasi ve barış savunuculuğu iddialarını sahiden hayata geçirmeye davet ve teşvik etmek olmalı.

Yazının devamı...

Polemikler üzerinden yeni tür iktidar savaşlarına bakış

Ergenekon kararlarını değerlendirdiğimiz dünkü yazımızı “Eski iktidar sahiplerinin tasfiyesi faslı artık kapanmışa benziyor. Dolayısıyla ileriye ve yeni iktidar ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine bakmak lazım” diye bitirmiştik. Dediğimizi yapmak için yine biraz geriye, 7 Şubat 2012’ye, yani MİT krizine gitmemiz şart.

AKP iktidarıyla Fethullah Gülen hareketi arasındaki ilişkilerde sahici bir milat olan MİT krizi hâlâ kapanmış, aşılmış değil, yani sürüyor. Hatta, her ne kadar dışarıya yönelik birlik-kardeşlik mesajları verseler de iki taraf arasındaki güvensizliğin arttığını, mesafenin açıldığını söyleyebiliriz. (Krizin hemen ardından kaleme aldığımız beş yazılık analiz dizisi için:

http://www.rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-1-Kokleri-derinlerde-olan-bir-rekabet/1672 )



İnişli çıkışlı grafik

MİT krizinin ilk günleri çok sert geçti. Gülen cemaatine yakın yayın organları ve gazeteciler MİT’e yönelik soruşturmayı meşrulaştırmaya yönelik yayın yaparken AKP’ye yakın medyada da “yargı vesayeti” olarak tanımlanan girişimi bertaraf etmeye yönelik haber ve yorumlar yapıldı. Bu arada Başbakan Erdoğan da farklı vesilelerle, bir savcının birkaç bürokrata yönelik tasarrufundan öte hükümetin siyasi kararlarının sorgulanmak istendiğini, yani asıl hedefin kendisi olduğunu söyledi.

Bir süre sonra kriz yatıştı. Genellikle sosyal medyada her iki taraf adına konuşuyor gözüken ama temsil kabiliyetleri olmayan (zaten yazan çizenlerin bir kısmının adı, internet sitelerinin de künyesi yok) karşılıklı atışmaları dışında ortalık sakindi. Sakinden de öte, gerek Erdoğan, gerekse Gülen her fırsatta birbirlerine zeytin dalı uzattılar.

Ama her iki tarafa da eşit mesafede olup gelişmeleri dikkatle izlediğinizde bir şeylerin yolunda gitmediğini görüyor, en azından seziyordunuz. Nitekim Gezi Parkı direnişi başlayınca aradaki makasın iyice açılmış olduğu ortaya çıktı. Hükümet, Ergenekon, Balyoz, referandum, son genel seçimler gibi hayati süreçlerde çok ciddi desteğini almış olduğu cemaat medyasının, kendisine doğrudan bir tehdit olarak algıladığı Gezi direnişini ele alışından hiç memnun olmadı. Özellikle Gülen hareketiyle organik ilişkisi olmayan bazı “dışarıdan” yazarların (ki bunların hemen hepsi yakın zamana kadar siyasi iktidara genellikle olumlu bakan kişilerdi) hem Gezi’ye destek verip hem hükümet ve Erdoğan’ı sistemli, açık ve sert bir şekilde eleştirmeleri ciddi rahatsızlık yarattı.

Baydar krizi

Aynı zamanda Today’s Zaman yazarı olan Sabah Gazetesi Ombudsmanı Yavuz Baydar’ın, Gezi haberleri nedeniyle gazetesini eleştirdiği için işinden atılmasıyla birlikte, cemaatin “içeriden” isimler de tartışmaların içinde aktif bir şekilde yer almaya başladılar. Bu noktada Sabah Başyazarı Mehmet Barlas ile Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın polemiğinin şaşırtıcı ama son derece dikkate değer olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Ama hükümet-cemaat tartışmasının en aleni örnekleri olarak şu üç yazıyı gösterebiliriz:

Bülent Korucu (Zaman): 7 Şubat efsanesi

http://www.zaman.com.tr/bulent-korucu/7-subat-efsanesi_2116250.html )



Cem Küçük (Yeni Şafak): 7 Şubat tarihin kırılma anıdır

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/CemKucuk/7-subat-tarihin-kirilma-anidir/38898 )



Mehmet Kamış (Zaman): Fitne ateşine odun taşıyanlar

http://www.zaman.com.tr/mehmet-kamis/fitne-atesine-odun-tasiyanlar_2117812.html



Aynı zamanda Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olan Kamış yazısını şöyle bitirmiş: “Normal demokrasilerde, kendi istediği partiye seçmenin oy vermesini sağlamak için halkı ikna etmeye, onun kaygılarını gidermeye çalışan bazı kalemlerin, Türkiye’nin en dinamik kitlesinin partiye küsmesi için her türlü yolu deniyor olması size de garip gelmiyor mu?”

Evet, AKP ve Erdoğan için son derece hayati bir öneme sahip olan yerel seçimler yaklaşırken Gülen hareketinin tutumu normalin ötesinde bir anlam taşıyor. İzlemeye ve tartışmaya devam edeceğiz.



Bayramınızı kutlar, sağlık ve mutluluklar dilerim.

Yazının devamı...

Ne demokrasinin düğünü ne cumhuriyetin cenazesi

Kimin ne kadar ceza aldığı önemli olsa da, Ergenekon davası çoktan, hatta belki de açıldıktan kısa bir süre sonra bitmişti. Kuşkusuz derin devletle, darbeler ve darbecilerle hesaplaşma anlamında sembolik önemini hep koruyacak; temyiz sürecinde bazı tartışma ve gelişmeler olacak ama Ergenekon konusunun bundan böyle gündemimizde çok fazla yer alacağını düşünmüyorum.

Bunun birinci nedeni, iktidar savaşlarında bir tarafın alenen mağlup, diğerinin de galip olmasıdır. Nitekim 7 Şubat 2012’de patlak veren MİT krizi, bundan böyle ülkemizdeki yeni tür iktidar mücadelelerinin, eski iktidar sahipleriyle yeniler arasında değil, yenilerin; diğer bir deyişle, eskiyi tasfiye etmek için ittifak yapmış olanların arasında yaşandığını ve yaşanacağını gösteriyor.

Her ne kadar gerek iktidar partisi, gerekse Fethullah Gülen hareketinin sözcüleri aralarında böyle bir gerilim olmadığını, üçüncü şahısların (büyük ölçüde de iktidarlarını kaybetmiş olanların) aralarına nifak sokmak istediğini söyleseler de, medyadaki tartışmaların dozu giderek artıyor, genellikle soğukkanlı bilinen umulmadık aktörlerin devreye girmesiyle gerilim tırmanıyor.

Karar açıklandığından beri sosyal medyada, bugünkü gazetelerde üç tepki türü dikkat çekiyor: Sevinenler, üzülenler ve ne çok sevinip ne de çok üzülenler. Ergenekon sürecinin ilk günlerinden itibaren “orta yolcu” bir çizgi izlemiş biri olarak (bu konuda şu iki yazımı özellikle hatırlatmak isterim:http://www.rusencakir.com/Taraf-olan-bertaraf-oluyor/1075 ve www.rusencakir.com/Ne-savciyim-ne-avukat/1076 ) tabii ki sonuncu grupta yer aldım. Çünkü Ergenekon davasından bir “demokrasi düğünü” veya bir “cumhuriyet cenazesi” çıkartmanın fazlasıyla zorlama olduğu kanısındayım.

Düğün değil

Bu bir “demokrasi düğünü” değil çünkü:

1) Yakın tarihimizin karanlık onca olayının üzerine ciddi bir şekilde gidilmedi.

2) Belli bir aşamadan sonra “derin devlet” yapılanmasının tamamının çökertilmesi gibi bir hedefin olmadığı ortaya çıktı. Örneğin başlarda hep lafı edilen “Bir Numara” ya bulunamadı ya bulunmak istenmedi. Sonuçta lideri olmayan bir “terör örgütü” mahkûm edilmiş oldu.

3) Hâl böyle olunca, soruşturmanın esas amacının derin devletten ziyade, AKP’nin başını çektiği yeni iktidar bloğunun en gözü kara muhaliflerinin oluşturmaya çalıştığı ulusalcı bloğun tasfiye edilmek istendiği algısı hâkim oldu.

4) Soruşturma ve yargılama boyunca yapılan usulsüzlükler “hukuk devleti” algısını ciddi bir şekilde zedeledi.

Cenaze de değil

Bu bir “cumhuriyet cenazesi” de değil çünkü, muhtemelen haksız yere cezalandırılmış olabilecekleri bir kenara bırakacak olursak, yargılananların ezici bir çoğunluğunun, cumhuriyetin evrensel ilkeleri olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” uğruna bir şey yaptıklarına tanık olmadık. Hatta tam tersine, kendilerini cumhuriyetin, hatta tüm ülkenin “gerçek sahibi” ilan ederek, çizdikleri onca kırmızı çizgiyi ihlal ettikleri iddiasıyla bu ülke insanlarına kötülük etmiş olanları biliyor, tanıyoruz.

Başa dönecek olursak: Eski iktidar sahiplerinin tasfiyesi faslı artık kapanmışa benziyor. Dolayısıyla ileriye ve daha çok yeni iktidar ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine bakmak lazım. Bunu yaparken, yine taraf olmamaya çalışmak gerekecek.

Zira iktidar (ve ona ulaşmak için mücadele) insanı kirletiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.