Şampiy10
Magazin
Gündem

Süreç sadece iyi niyetle yürümüyor

Perşembe günü Cemil Bayık’ın “çekilmeyi durduruyoruz” sözleri PKK’ya yakın internet sitelerine düştüğünde iki uç tepkiyle karşılaştık: “Aslında öyle dememiştir, Kürtçeden Türkçeye çevirirken yanlış yapılmıştır” veya “aslında öyle demek istememiştir” diyen iyi niyetliler ve “gördünüz mü, çözüm süreci zaten yalandı” diyen kötü niyetliler.

Aslında çözüm süreci başladığından beri benzer durumlarla karşılaşıyoruz. Bazıları süreç boyunca yaşanan sorunları alabildiğine abartırken, başkaları da her sıkıntıda “endişeye mahal yok, çünkü sorun yok, ortalık sütliman” diyor. Halbuki sürece esas olarak, niyetlerimizden arınmış bir şekilde gerçekçi bir perspektiften bakmaya çalışmalıyız. Türkiye’nin en temel ve çetin sorunu söz konusu. Çözmek tabii ki kolay olmayacak, bir dizi sorun yaşanacak. Dolayısıyla bu sorunları serinkanlı bir şekilde ciddiye alıp çözüm yolları aramak yerine, yok saymak veya ortalığı paniğe vermek yanlış olur ve süreci riske atar.

Panik yapmadan ciddiye almak

Dün, KCK’nın uzun yazılı açıklamasıyla Bayık’ın sözü doğrulandı ve “ateşkesin sürdüğü ama geri çekilmenin durdurulduğu” ilan edildi. Böylece “iyi niyetliler”in yanılmış olduğu ortaya çıktı. Peki buradan “kötü niyetliler”in haklı çıktığı sonucuna varabilir miyiz? Sanmıyorum. Çünkü süreç bitmiş değil, kolay kolay biteceğe de benzemiyor. Dolayısıyla Bayık’ın sözleri üzerine önerdiğim “Panik yapmadan ciddiye almak gerek” (http://www.rusencakir.com/Cemil-Bayikin-son-aciklamasi-Panik-yapmadan-ciddiye-almak-gerek/2100 ) yaklaşımını bu sefer de tekrarlamak istiyorum. Ayrıca, hükümet ile PKK arasında doğal olarak var olan, ama süreçle birlikte azaldığını tahmin (veya temenni) ettiğimiz, lakin hiç de öyle olmadığını gördüğümüz karşılıklı güvensizliğin nasıl aşılabileceği üzerine birkaç şey söylemek istiyorum.

Açığa düşen BDP

Normal şartlarda bu sorunun aşılmasında BDP’ye çok görev düşmesi beklenir. Ancak BDP’nin PKK üzerinde ciddi bir etkisi olmadığını bu son olayda bir kez daha gördük: “Bayık öyle demek istememiştir” diyen Eş Başkan Selahattin Demirtaş, KCK açıklamasıyla açığa düşmüş oldu. Hâl böyle olunca BDP’nin devlet nezdinde çok fazla kredisi olmuyor. Sonuçta ihale dönüp dolaşıp bir kez daha Abdullah Öcalan’a kalıyor.

Birçok kişi gibi ben de bu sürecin en büyük şansının Öcalan olduğunu düşünüyor, onun sürecin merkezine alınmasını doğru buluyorum. Ancak Kürt siyasi hareketinin diğer aktörlerini önemsizleştirip bütün yükü Öcalan’ın sırtına yüklemek çok akılcı bir strateji değil. Üstelik bu, onun gerek Kürt hareketi, gerekse genel kamuoyuyla iletişimini bu derece sınırlı tutularak yapılınca süreç ister istemez sık sık kesintiye uğrayabiliyor.

Devlet bu süreci, kazasız belasız, Kürt sorununun kalıcı çözümüne ulaşacak bir şekilde tamamlamak istiyorsa ya Kürt siyasi hareketi içinde Öcalan dışındaki aktörlere daha geniş bir inisiyatif alanı açmak (ki böylesi bir girişime karşı Öcalan’ın tavrı ne olur, belirsiz) ya da Öcalan’ın konumunu, onun deyimiyle “araçsal”dan “stratejik”e taşımak durumunda. Tabii kendi üzerine düşen, demokratikleşme paketi gibi ödevleri de yerine getirmesi şart. Aksi takdirde süreç sahiden tehlikeye girebilir. Böylesine olumsuz bir ihtimalin sadece Türkiye’nin iç barışını değil, aynı zamanda tüm bölgeyi etkileyeceği de ortada. Özetle: Kötü niyetlileri sevindirmek istemiyorsak, sadece iyi niyetle değil aynı zamanda gerçekçi bir şekilde hareket etmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Alevilere Alevilik öğretmekten bir vazgeçseniz...

Kamuoyunda, yan yana cami ile cemevi inşa etme fikri, Alevi dedesi Prof. İzzettin Doğan ile Fethullah Gülen’in “ortak projesi” olarak biliniyor. Dün bu konuda ilk adım atıldı ve Ankara Mamak Cami-Cemevi ve Kültür Merkezi’nin inşaatına törenle start verildi. Törende Devlet Bakanı Faruk Çelik ile birlikte Prof. Doğan da yer aldı ama bu projeye yönelik olarak yine bazı Alevilerden çok güçlü itirazlar geliyor. Dün ağırlıkla Tuzluçayır Mahallesi’nde yaşanan olaylar da bu itirazları ciddiye almak gerektiğinin kanıtı. Çünkü Alevilikle ilgili konularda “ben yaptım/biz yaptık, oldu!” mantığı son derece sakıncalı. Dün bunu bir kez daha gördük, yaşadık.

Gülen’in Alevilik ilgisi

Yaşananları irdelemeye Gülen’in Alevilik ve Alevilere bakışıyla başlayalım. Gülen’in Sünni kesimde Alevilik konusuna en fazla ilgi duyan, onlarla temas kurmak isteyen ve kuran isim olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz. Örneğin İstanbul’da Gazi olaylarının ardından “Ben de aleviyim” demiş, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’e cemevi açması için ricacı olduğu söylenmişti. O tarihlerde Milliyet Gazetesi için sorularımıza yazılı cevap verdiğinde “Bütün Alevilerin ayaklarının altına başımı rahatlıkla koyabilirim” gibi iddialı bir cümle kurabilmişti. Ancak söyleşinin tümüne bakıldığında http://www.rusencakir.com/Fethullah-Gulen-Butun-Alevilerin-ayaklarinin-altina-basimi-rahatlikla-koyabilirim/2065 Gülen’in Aleviliğin farklı yorumları arasında seçmecilik yaptığı, özellikle sosyalist sol ile yakınlık içinde olanları “gerçek Alevi” olarak kabul etmediği görülür.

Aslında Gülen’in tutumu, Türkiye’de gerek devletin, gerekse Sünni muhafazakârların çoğunun Aleviliğe bakışıyla örtüşüyor. Tabii böyle bir perspektifi sürdürebilmek için Aleviler içinde muhatap sahibi olmak gerekiyor ki bu noktada karşımıza esas olarak Prof. Doğan ve onun kurucusu ve başkanı olduğu Cem Vakfı çıkıyor.

Alevilik içi ayrışma

Prof. Doğan ve Cem Vakfı, Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren yaşanan Alevi uyanışı ve hareketliliğin kutuplarından biri, ama tek değil. Onun gerek devlet, gerekse Sünni cemaatlerle kurmak istediği ve kurduğu ilişkiler, birçok başka Alevi kurum ve kişi tarafından kategorik olarak reddediliyor. Sonuçta bir Alevinin “doğru” gördüğüne diğerinin “yanlış” dediği nice olay yaşandı, yaşanıyor ve yaşanacağa benziyor.

Burada devletin ve Gülen başta olmak üzere bazı Sünni muhafazakâr şahsiyetlerin temel yanlışı, Aleviliğin ne olduğu/olması gerektiği tartışması ve tabii ki rekabetinde, farklı Alevi kurumlarına eşit mesafede durup onları kendi sorunlarını çözmede yalnız bırakmak yerine, taraflardan birini alenen destekleyip, sunduğu bazı imkânlarla onu diğer Alevilere karşı daha avantajlı duruma getirmeye çalışmaları.

Hâl böyle olunca, diğer Alevi kurumlar, devletin ve Sünni cemaatlerin tercih ettiği Alevi şahsiyet ve kurumları bir tür “Truva atı” olarak görüyor ve geliştirilmek istenen her türden projenin esas amacının “Aleviliği ve Alevileri Sünnileştirme” olduğuna inanıp karşı çıkıyorlar.

Beyhude sentez arayışı

Hükümetin başlattığı “Alevi açılımı”nın tıkanmasının ana nedeninin yine “Aleviliği Alevilere bırakmama” inadı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Suriye krizinin iyice tırmandığı ve bölgemizde mezhep çatışması riskinin arttığı bir dönemde devlet ve etkili Sünni cemaatlerin, Aleviler arasındaki tartışmalarda taraf tutmaktan vazgeçmeleri, Alevilere yönelik olarak zaten yıllardır var olan ötekileştirmeyi kuvvetlendirici tutum ve davranışlardan uzak durmaları gerekiyor.

Tabii bir de Alevilere aleviliği öğretme, onları Sünnileştirme veya Sünniliğe yaklaştırma çabalarının beyhude olduğunu da artık kabul etmeleri şart.

Bu noktada Alevilik konusunun önde gelen uzmanlarından Prof. Ahmet Yaşar Ocak ile yaptığım ve 6 Eylül 1998 tarihli Milliyet’te yayınlanan söyleşinin http://www.rusencakir.com/Alevi-Sunni-sentezi-olamaz/86 başlığı yeterli olabilir: “Alevi-Sünni sentezi olamaz.”

Yazının devamı...

“Savaş karşıtlarının karşıtları”

Bölgemizde ne zaman bir kriz çıkıp ABD’nin silahlı müdahalesi söz konusu olsa ülkemizde hep aynısı oluyor: Bir yanda savaşa karşı çıkanlar, diğer yanda savaşa karşı çıkanlara karşı çıkanlar.

“Savaş karşıtlarının karşıtları”, alenen savaş istemek kolay bir şey olmadığı için, sözlerine “Ben de savaşlara karşıyım, zaten savaşı kim ister...” diye başlayıp argümanlarını peş peşe sıralıyorlar. Sonunda öyle bir noktaya geliyorlar ki söz konusu krizin çözümü için savaş dışındaki seçenekleri devre dışı bırakıyorlar.

Haksızlık etmemek lazım, “savaş karşıtlarının karşıtları”nın hepsi aynı değil. Örneğin dün Irak’a, bugün Suriye’ye, yarın yaşanırsa İran’a askeri müdahalelere hiç tereddütsüz onay veren ya da verecek olan katıksız Amerikancılar var ki, ABD’deki savaş karşıtı toplumsal duyarlık göz önüne alınırsa, bunları pekâlâ “kraldan çok kralcılar” olarak tanımlayabiliriz. İkinci gruptaysa istemeye istemeye savaş yanlılığına sürüklenenler var. Sayılarının son Suriye örneğinde epey arttığını üzülerek gözlüyoruz. İçlerinde, ABD’nin Irak işgaline birlikte karşı çıktığımız çok sayıda İslamcının bulunması bu üzüntüyü katlıyor.

“Savaş karşıtlarının karşıtları”nın son Suriye krizindeki gerekçelerini ele almaya 10 yıl önceki radikal savaş karşıtlığından günümüzde aynı ölçüde radikal savaş taraftarlığına geçmiş olanların ana teziyle başlayalım:

- “Irak ile Suriye olayları çok farklı”

Tabii ki doğru. Ama en önemli stratejik farklılık, dün Irak işgaline örtülü destek veren İran’ın bugün açık bir şekilde Suriye rejiminden yana tavır alması, ki olayın bu boyutunu Suriye’ye müdahale yanlıları görmek/göstermek istemiyor veya önemini küçümsemeye çalışıyorlar. Halbuki, daha önce de vurguladığımız gibi (http://rusencakir.com/Suriyeye-mudahale-Bu-filmi-daha-once-gormemistik/2093), İran faktörü Suriye’ye dış askeri müdahaleyi tüm bölge, dolayısıyla Türkiye için Irak’tan fazlasıyla riskli kılıyor.

Öte yandan farklılıklar kadar benzerlikler olduğu da doğru. Tabii en önemli benzerlik, müdahale için yine Birleşmiş Milletler’den karar çıkarılamaması ve yine ABD öncülüğündeki bir “gönüllüler koalisyonu”nun söz konusu olması. İlginç olan, Irak’ta ön saflarda yer alan İngiltere bu kez yokken, 10 yıl öncenin savaş karşıtı Fransa’nın fazlasıyla gönüllü olması.

- “Suriye’de savaş zaten var”

Bu argüman basit ve anlamsız bir söz oyunundan ibaret, dolayısıyla fazla bir anlam ifade etmiyor. Zira bugün Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıkanların çoğu (tıpkı dün Irak krizinde olduğu gibi) bu ülkede yaşanan iç savaştan da derin bir şekilde rahatsızlık duyuyorlar. Halbuki bugün Suriye’deki savaşı sonlandırma adına dış askeri müdahaleyi savunanların önemli bir bölümünün, (tıpkı dün Irak’ta olduğu gibi) bu ülkede yaşanan acılarda ciddi biçimde sorumlulukları bulunuyor.

Kaldı ki tarih boyunca savaş yanlılarının en çok sarılmış oldukları “savaşları sonlandıracak savaş” önermesinin içinin ne kadar boş olduğu nice örnekle ortaya çıktı. Son olarak Afganistan ve Irak’ta yaşananlar buna örnektir.

- “Ama masum insanlar, çocuklar ölüyor”

Doğru. Ama maalesef herhangi bir dış askeri müdahalenin ardından bu ölümlerin kesileceğini garanti edemiyoruz. Hatta tam tersine, bu tür bir müdahalenin insani kayıpları daha da artırması riski söz konusu olabilir. Kaldı ki ABD başta olmak üzere Suriye’ye müdahalesi söz konusu olan güçlerin temel kaygısının insani olduğu herhalde iddia edilemez.

- “Peki siz ne öneriyorsunuz?”

“Savaş karşıtları karşıtları”nın çoğu en çok bu soruyu seviyor, her fırsatta soruyor ve bu şekilde savaş karşıtlarını köşeye sıkıştırdığını düşünüyor. Halbuki bu sorunun cevabı çok basit ve muhakkak kendileri de biliyor: Savaşın dışındaki her yol ve yöntem. Kısaca söyleyecek olursak siyaset+diplomasi.

Örneğin Ankara yakın bir zamana kadar Suriye rejimini ikna etme konusunda bir dizi avantaj, imkân ve mekanizmaya sahipti. Zaman Gazetesi Genel yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, pazartesi günkü yazısının (http://www.zaman.com.tr/ekrem-dumanli/madem-bir-tuzak-var_2128108.html) “Suriye iflah olur mu?” başlıklı bölümünde nasıl bir fırsatın kaçırılmış olduğunu tarif etmişti.

Tabii hükümetin Şam’a karşı sertleşmesinde kendi camiasının katkılarını es geçmek kaydıyla. Bu hatırlatmayı da biz yapalım.

Son bir söz: 10 yıl önce Irak işgaline destek için kendilerini paralayanların çoğu kısa süre sonra mahcup duruma düşmüştü. Bugünkü Suriye’ye müdahale yanlılarına hatırlatmış olalım.

Yazının devamı...

Dün Saddamcı bugün Esadçı yarın Hameneyci...

Bundan 10 yıl önce ABD’nin Irak işgaline ve daha önemlisi Türkiye’nin buna ortaklık etmesine karşı ülkemizde çok ciddi bir toplumsal duyarlık ve muhalefet söz konusuydu. Kimisi İslamcı, kimisi solcu, kimisi apolitikti. Kuşkusuz her birinin farklı gerekçeleri vardı ama hepsi “savaşa hayır” gibi bir slogan altında birleşiyordu. Değişik jeostratejik hesaplarla işgale ve Türkiye’nin de bunda aktif olarak yer almasına taraftar olan kesimlerse, savaş karşıtlarının tümünü “Saddamcı” ilan edip işin içinden çıkmaya çalıştılar. Ama başarılı olamadılar. 1 Mart 2003 günü TBMM, savaş karşıtı toplumsal muhalefetin etkisiyle tezkereye evet demedi ve Türkiye’yi uçurumun kenarından kurtardı.

Sonrası malum. Saddam rejiminin yıkılmasını saymazsak, işgal öncesi verilen vaatlerin büyük çoğunluğu gerçekleşmedi. Her şeyden önce Irak’a barış gelmedi. İç savaş nedeniyle sayısız sivil öldü, yaralandı; ülke bölünmenin eşiğine geldi. Öte yandan, işgal güçleri çok ciddi insanlık suçlarına imza attı.

Ve tabii, Türkiye’de işgale karşı çıkanları “Saddam’ın insanlık suçlarına ortak olmak”la suçlayan kişiler, 10 yıl boyunca yaşanan insanlık suçları ve dramlarına karşı sessiz kaldılar, hiç üstlerine alınmadılar.

Bugün Esadçı

Bugün Suriye’deki iç savaş nedeniyle de benzer bir durumla karşı karşıyayız. 10 yıl öncesine nazaran daha zayıf bir savaş karşıtı cephe görüyoruz. Bunun iki temel nedeni var: 1) Hükümet bu sefer olaya çok daha fazla angaje, hiçbir tereddüt belirtisi göstermiyor; 2) Esad rejimine karşı ayaklanmanın başını İslamcılar çektiği, ama tek başlarına yıkacak güçleri de olmadığı için, İran’a yakın duranlar haricindeki Türkiye İslamcılarının ezici bir çoğunluğu dışarıdan askeri müdahaleleri destekliyor, hatta teşvik ediyor.

Irak ve Suriye krizleri arasında muhakkak çok ciddi farklılıklar var. Ama şu nokta aynı: Bugün de Suriye’ye dışarıdan askeri müdahaleye karşı çıkanlar “Esadçı” (pardon “Esedçi”) olarak yaftalanmak isteniyor. Buna, dünkü yazısında Akif Beki’nin yaptığı gibi “Nusayrici” suçlamasını da ekleyebilirsiniz ki bu sonuncunun mezhep temelli ciddi bir ayrımcılık içerdiğini ve o yüzden son derece sakıncalı, hatta tehlikeli olduğunu söylemek şart.

Suriye’ye ABD öncülüğünde bir askeri müdahale yapılması kesin gibi. Bunun hiçbir şeyi çözmeyeceğini; tam aksine, krizi derinleştireceğini daha önce (http://rusencakir. com/Suriyeye-mudahale-Kriz-cozulmez-derinlesir/2094 ) yazmıştık. Diyelim ki maksat hasıl oldu ve eninde sonunda Esad/Baas rejimi yıkıldı. Sonra sıranın İran’da olacağı açık. Açık olan bir diğer husus da şu: Benim gibi savaş karşıtları İran’a müdahaleye de karşı çıkacak ve savaş yanlıları tarafından bu sefer “Hameneyci” diye yaftalanacak.

Cemil Bayık’ın son açıklaması: Panik yapmadan ciddiye almak gerek

Son günlerde değişik PKK sözcülerinin yaptığı açıklamalar göz önüne alındığında Cemil Bayık’ın son sözleri çok fazla şaşırtıcı değil. Ancak şaşırtıcı olmaması onun bu çıkışını önemsiz kılmıyor. Bu çıkışı ciddiye almak gerek çünkü:

1) Çözüm sürecinin ilk ve belki de en kritik aşaması “geri çekilme”ydi. PKK bunun büyük ölçüde tamamlandığını söylerken, devlet çok az militanın ülkeyi terk ettiğini söylüyordu. Daha kimin haklı olduğunu anlayamadan geri çekilmenin durdurulması ihtimalinin bu kadar güçlü vurgulanması, çözüm sürecinin de duraklaması riskini beraberinde getirecektir.

2) Ankara’nın dikkat, enerji ve imkânlarının büyük kısmını Suriye’ye kanalize ettiği bir dönemde PKK’nın yeniden bir tehdit olarak ortaya çıkması ihtimali bütün dengeleri altüst edebilir.

3) Bayık’ın geri çekilmeyi durdurma ilanının, bu sürecin başarısızlığa uğraması için içeride ve dışarıda ellerinden geleni yapan odakları epey heyecanlandırdığı muhakkak. Bu noktada özellikle, askeri müdahale tehdidi altındaki Şam rejiminin ve onun en büyük destekçisi İran’ın adını anmak gerekir.

Bununla birlikte fazla panik yapmaya da gerek yok. Çünkü:

1) Bayık, “eğer operasyon yaptıklarını görürsek, bu operasyonlara karşı meşru savunma yapacağız” diyerek topu devlete atıyor, yani bir nevi şantaj yapıyor. Mutlaka yeniden çatışma ortamına geçilecek diye bir şey yok.

2) Gerek PKK sözcülerinin önceki açıklamalarının, gerekse Bayık’ın son sözlerinin ana amacı Abdullah Öcalan’ın elini kuvvetlendirmek ve önünü açmak. Diğer bir deyişle çekilmenin ve buna bağlı olarak çözüm sürecinin kaderini yine Öcalan belirleyecek. Onun kararının ne olduğunu öğrenmek için bir-iki gün beklememiz gerekecek. Çünkü bu hafta sonu BDP heyetinin yeniden İmralı’ya gitmesi söz konusu.

3) Öcalan’ın Bayık ve diğerlerini çok zor durumda bırakmadan, hatta onların son çıkışlarıyla kendini daha güçlü hissederek çözüm sürecinin (ve tabii ki geri çekilmenin) kaldığı yerden aksatılmaksızın devamını isteyeceğini tahmin ediyorum.

Yazının devamı...

Medyanın iktidarı, iktidarın medyası

Gazeteciliğe 1985’te, o dönemin tartışmasız en cesur yayın organlarından biri, belki de birincisi olan haftalık Nokta Dergisi’nde başladım. Türkiye, Turgut Özal liderliğindeki ANAP iktidarı eliyle 12 Eylül 1980 askeri rejiminden kurtulmaya çalışıyor, bu “yeniden özgürleşme” havası basına da yansıyordu. Nokta’nın sahibi ve şu ana kadar tanıdıklarım içinde “liberal” sıfatını belki de en fazla hak eden kişi olan Ercan Arıklı, bizleri, siyaset, dini hayat, cinsellik gibi temel konulardaki birçok tabunun üzerine gitmeye teşvik ederek Türkiye’nin özgürleşme ve buna bağlı demokratikleşme çabalarına epey katkıda bulundu. Ruhu şad olsun.

Medyanın iktidarı

ANAP’ın zayıflamaya başlayıp Türkiye’nin yıllar sonra yeniden koalisyonlarla yönetilmeye başlamasıyla, artık “medya” olarak tanımlanan basın-yayın kuruluşları (daha doğrusu onların patron ve üst düzey yöneticileri), güçleri oranında siyasi iktidardan pay almaya ve bu sayede ekonomik imtiyazlarını daha da artırmaya başladılar. Öyle ki sandıktan çıkan hükümetler ne kadar güçsüzse, medyanın iktidardaki ağırlığı o kadar fazlaydı.

“Ana akım” olarak tanımlanan medya, iktidarın önemli bir bileşeni hâline gelince, artık toplumu özgürleştirip ülkeyi demokratikleştirmekten ziyade kendi çıkarlarını korumayı her şeyin önüne koydu; yani kelimenin gerçek anlamıyla statükocu oldu. İşte bu yüzden ana akım medya, yükselmekte olan İslami hareketi ve Kürt hareketini kendi iktidarına yönelik birer tehdit olarak algıladı ve bunların önünü kesmek için iktidarın diğer bileşenleriyle, özellikle de “derin devlet” olarak tanımlanan kesimiyle yoğun ve etkili işbirliklerine gitti.

İktidarın medyası

2002’nin kasım ayından itibaren Türkiye’yi tek başına yöneten AKP’yi oluşturan kadroların çoğu o dönemde medyanın en fazla mağdur ettiği kişiler arasında yer alıyorlardı. Özellikle R. Tayyip Erdoğan, beş yıl önceki bir yazımıza başlık yaptığımız gibi

(http://www.rusencakir.com/Erdoganin-kisa-tarihi-Medya-ona-o-medyaya-vurdukca-buyudu/1018 )

“medya ona, o medyaya vurdukça büyüdü.”

Örneğin medyanın gayretleri olmasaydı İstanbul gibi bir dünya kentinin belediye başkanı, sırf bir şiir okudu diye hapse atılamaz, başkanlığı elinden alınmazdı.

Geçen süre zarfında AKP ülkedeki iktidar yapısını tamamen değiştirdi. Buna bağlı olarak ana akım medya da siyaset üzerindeki belirleyici gücünü yitirdi, hatta son aşamada etkileyici olmaktan bile büyük ölçüde çıktı. Kuşkusuz Erdoğan ve kurmayları bu süreçte medyadan geçmişte yaşamış oldukları mağduriyetlerin de hesabını sormuş oldular.

Yine de medyada giden ve kalanlara baktığımızda bu hesaplaşmanın çok da adil bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu söyleyemiyoruz. (Gereksiz polemiklere yol açmamak için isimlendirmelere gitmek istemiyorum.)

Hiç tartışma yok ki Türkiye’nin “medya iktidarı”ndan büyük ölçüde arınmış olması son derece iyi oldu. Ne var ki “medya iktidarı” yerini, belli bir süredir “iktidarın medyası”nın egemenliğine bırakmış durumda.

Buradan demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir medya atmosferi çıkması tabii ki mümkün değil. Bu sorunu aşıp aşamayacağımız, aşacaksak bunu nasıl yapabileceğimiz de belli değil.

Yazının devamı...

Suriye’ye müdahale en çok Kürtlere mi yarar?

Başlıkta “Suriye’ye müdahale en çok Kürtlere mi yarar?” diye sordum ancak ABD’nin liderliğindeki askeri bir müdahalenin kimsenin işine yarayacağını düşünmüyorum. Çünkü Suriye’de uzun süredir, kısa ve orta vadede, kazananı olmayan ve olmayacağa benzeyen bir kriz yaşanıyor. Dolayısıyla tarafların Suriye’de “en çok kazanma” yerine “en az kaybetme”yi hedeflediklerini söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, Kürt olmayan kesimlerde şöyle bir algının egemen olduğunu görüyoruz: Orta Doğu’daki her türlü çalkalanma ve altüst oluştan bir şekilde Kürtlerin kârlı çıktığına ve hep böyle olacağına inanılıyor. Hatta çalkalanma ve altüst oluşların bazı egemen güçler tarafından sırf Kürtlerin lehine olması için bilinçli olarak organize edildiğini düşünenlerin sayısı da hayli yüksek.

Rojava devrimi çok şeyi değiştirdi

Tabii kanıt olarak hemen Irak’ı, bu ülkenin kuzeyindeki Kürt yönetimini ve her geçen gün bağımsızlığa yaklaşıyor olmasını gösteriyorlar. Aslına bakılacak olursa Suriye’deki krizin ilk dönemlerinde Kürtlerin durumu son derece parlaktı. Irak’ın aksine, ülkede yaşanan savaşa dâhil bile olmadan, yaşadıkları bölgelerde güç biriktiriyorlardı. Öyle ki ister Esad rejimi ayakta kalsın, ister muhalefet iktidarı ele geçirsin, isterse başka ara formüller bulunsun, iç savaştan yıpranmamış çıkacak olan Kürtler Suriye’nin yeniden inşasında kritik bir rol oynayacak ve muhtemelen kendileri için elverişli bir statü elde edeceklerdi.

Ama geçen yıl Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin “Rojava devrimi” olarak adlandırdığı süreci başlatmasıyla birlikte olayların gidişi de değişti. Bu yeni süreç bir yandan Türkiye’de Öcalan’ın merkezinde olduğu yeni çözüm sürecinin ateşleyicisi olurken, diğer yandan El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki içindeki radikal İslamcı grupların Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları, Rojava olarak adlandırılan bölgeye özel olarak yoğunlaşmasının da miladı oldu. Ve bir süre sonra İslamcı gruplar ile PYD çizgisindeki YPG adlı Kürt silahlı örgütlenmesi arasında, sivillerin de ciddi olarak zarar gördüğü yoğun çatışmalar yaşandı, hâlâ yaşanıyor.

Öcalan devreye girerse

Hâl böyle olunca Suriye Kürtleri, muhalefeti, özellikle silahlı kanat içinde ağırlığı oluşturan radikal İslamcıları güçlendirme ihtimali yüksek olan Batı’nın askeri mücadelesine sıcak bakmıyorlar. İlginçtir, Batı ülkelerinde de Suriye’ye müdahaleye yönelik tereddütler, dün de yazdığımız gibi

(http://rusencakir.com/Suriyeye-mudahale-Gonulsuzler-koalisyonu/2096)

büyük ölçüde aynı nedenden, El Kaide çizgisindeki İslamcıların muhalefet içindeki ağırlığından kaynaklanıyor.

Kuşkusuz bu durum en çok, Esad rejiminin bir an önce yıkılmasını isteyen Ankara’yı rahatsız ediyor. AKP hükümetinin bu sıkıntıyı aşmak için öncelikle El Kaide ve benzeri yapıların Suriye muhalefetinden ayıklanması için elinden geleni yapması, buna bağlı olarak Kürtleri de tarafsızlıktan aktif muhalifliğe çekmesi gerekiyor.

Bu noktada Öcalan kritik bir rol oynayabilir. Kendisini ziyaret eden BDP heyetine “konumum araçsallıktan çıkartılıp stratejik hâle getirilmeli” diyen Öcalan, bu beklentisini Suriye’de yaşananlarla gerekçelendirmişti. Son günlerde PYD Eş Başkanı Salih Müslim ile Cemil Bayık, Sabri Ok gibi PKK yöneticilerin yaptıkları sert ve ters açıklamalara bakılırsa Ankara’nın gerek Türkiye’deki çözüm sürecini, gerekse Rojava’daki gelişmeleri kontrol altında tutabilmek için Öcalan’a daha fazla ihtiyacı olabilir.

Kimbilir, belki de sözünü ettiğimiz kişiler bu tür açıklamaları liderlerine daha geniş bir inisiyatif alanı açılması için bilinçli olarak yapıyorlardır.

Yazının devamı...

Gönülsüzler koalisyonu

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Rusya ve Çin vetoları yüzünden Suriye karşıtı bir karar alması imkânsız. Bu yüzden Ankara, Şam’ın doğu banliyösü Guta’daki kimyasal silahlı katliamın ardından, tıpkı daha önce Kosova için olduğu gibi bir “gönüllüler koalisyonu”nun kurulmasını ve Suriye’ye müdahale edilmesini istedi. Burada esas adres NATO ve tabii ki Washington’dı. Almanya, İtalya gibi ülkeler baştan “biz yokuz” dediler. Buna karşılık İngiltere ve Fransa, ABD’nin başını çekeceği bir koalisyonda yer alacaklarını ifade edince tüm dünya müdahaleyi beklemeye başladı.

Fakat önce parlamentonun ret oyu verdiği İngiltere yan çizdi. Ardından ABD Başkanı Obama, kimyasal silahın Beşşar Esad/Baas rejimi tarafından kullanıldığından emin ve bunu cezasız bırakmamakta kararlı olduğunu söyledi ancak Kongre’nin onayını arayacağını belirterek müdahaleyi en azından ertelemiş oldu.

Sonuçta ilginç bir durumla karşı karşıyayız: ABD’nin acelesi yok; dün Irak’ı işgal koalisyonunun ikinci önemli parçası İngiltere dışarıda kaldı; dün Irak operasyonuna en fazla çomak sokan Fransa ve Türkiye ise müdahale için çok istekli.

Müdahale farkı

Ne var ki Paris ve Ankara’nın muhtemel bir müdahaleye aynı anlamı yüklemedikleri kesin. Örneğin Başbakan Erdoğan müdahalenin Esad rejimini yıkmayı hedeflemesinin şart olduğunu söylerken Fransa Cumhurbaşkanı Hollande Le Monde Gazetesi’ne şöyle dedi: “Şam’ın kimyasal katliamı cezasız kalamaz, kalmamalı. Ama Suriye’yi ‘özgürleştirme’yi veya diktatörü devirmeyi hedefleyecek uluslararası bir müdahale taraftarı değilim.”

Gerek Hollande’ın bu sözleri, gerekse Obama’nın “başkalarının savaşına dâhil olmayacağız” demiş olması Ankara’nın dış müdahale yoluyla Suriye’de rejim değişikliğini gerçekleştirme, en azından hızlandırma stratejisinde yalnız kaldığını gösteriyor.

Aynı mülakatta Hollande’a, Libya ve Mali’deki Fransız müdahalesinin daha kapsamlı olduğu hatırlatıldığında “oralardaki koşullar farklıydı” cevabını veriyor. Tabii ki koşullar farklı ancak gerek Paris’in, gerekse Washington’un Esad/Baas rejiminin yıkılması konusunda eskisi kadar hevesli olmamalarının nedenleri farklı ve bunların üzerinde düşünüp tartışmamız gerekiyor.

El Kaide faktörü

Öncelikle çok vahim bir hesap hatası yapıldı: Muhalefet olduğundan daha güçlü, rejimse olduğundan daha güçsüz sanıldı. Öyle ki rejime haftalar, en fazla aylarla ömür biçildi. Fakat rejim beklenenden dirençli çıkınca muhalefet daha da zayıfladı. Özellikle askeri alandaki zayıflığın telafisi için, tıpkı bir zamanlar Afganistan’da olduğu gibi El Kaide ile bir şekilde irtibatlı, deneyimli radikal İslamcılar devreye sokuldu. Onlar ön plana çıkınca, hele gerçekleştirdikleri vahşi infazların görüntüleri dünyaya yayılınca da Suriye muhalefetinin meşruiyetine ciddi ölçüde halel geldi.

Buna en son örnek olarak “Rojava” adı verilen, ağırlıkla Kürtlerin yaşadığı Suriye’nin kuzey bölgelerinde El Kaide çizgisindeki bazı örgütlerin Esad rejimine ek olarak, hatta ondan daha fazla, Kürt örgütleriyle çatışmasını, yerel halka yönelik katliam iddialarını gösterebiliriz.

Aslında Rojava’da yaşananlar Suriye muhalefetinin meşruiyet krizinin aşılmasına vesile olabilirdi. Suriye Kürtlerinin önde gelen örgütlerinden olan, Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin Eş Başkanı Salih Müslim’i iki kere ağırlayan hükümet, onun şikâyetlerini dikkate alıp beklentilerini yerine getirse, diğer bir deyişle Türkiye’yi, Suriye’de varlık gösteren radikal İslamcı gruplar için bir tür cazibe merkezi olmaktan çıkarsa çok şey değişebilirdi.

Görüldüğü kadarıyla El Kaide ve benzeri grupların Suriye’deki varlığı, Kürtler için tehdit, Esad rejimi için teminat olmayı sürdürüyor.

Yazının devamı...

Suriye’ye müdahale: Kriz çözülmez derinleşir

Dünkü yazımı “kendimizden ne kadar koyarsak koyalım Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor” diye bitirmiş ve Suriye’ye muhtemel bir Batı müdahalesinin Türkiye’ye etkilerini bugün tartışmayı sürdürme sözü vermiştim. Bugün de yazıya, geçen yılın ocak ayının sonlarında, daha Türkiye Suriye krizine alenen ve aşırı ölçüde angaje olmadığı günlerde yazdığım “Suriye’ye müdahale: Ya sonra?” başlıklı yazının

(http://www.rusencakir.com/Suriyeye-mudahale-Ya-sonra/1656 )

son cümlesiyle başlamak istiyorum: “Suriye rejimine karşı halkın yanında olmak iyidir, doğrudur ama askeri müdahaleden yana olmak da akıl kârı değildir.”

Akıl kârı değil, çünkü ister “sınırlı”, ister “kapsamlı”; ister “hava”, ister “kara” harekâtı, isterse ikisi birden olsun Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin bu ülkedeki krizin çözümüne katkıları kesinlikle zararlarından daha az olacaktır; diğer bir deyişle müdahale krizi çözmek yerine derinleştirecektir. Çünkü:

1) ABD başta olmak üzere müdahaleye soyunan Batılı güçlerin berrak bir Suriye planlarının olduğunu söyleyemeyiz. Kuşkusuz Baas/Esad rejiminden kurtulmak istiyorlar ancak hem bunun çok kolay olmaması, hem de yerine neyin konulabileceğinin netleşmemesi nedeniyle ağır hareket edip küçük adımlar atmayı tercih ediyorlar.

2) Batılı güçleri en çok, Suriye muhalefetinde İslamcıların ağırlıklı olması, özellikle de silahlı muhalefette El Kaide ile bir şekilde ilişkili yapıların giderek öne çıkması kaygılandırıyor.

3) Bu nedenle şu ana kadar yapılan açıklamalar ve sızan bilgilerden, rejimi yıkmayı değil de kimyasal silah nedeniyle cezalandırmayı hedefleyen bir müdahalenin öne çıkması şaşırtıcı değil. Ancak ne kadar sınırlı tutulmak istenirse istensin, yapılacak müdahaleyle birlikte Batılı güçler Suriye krizinin bir parçası hâline gelmiş olacaklar. Böylelikle kısa ya da orta vadede başka askeri operasyonlar yapmak zorunda kalabilecekler.

4) Tam da bu noktada Suriye’nin (ve İran başta olmak üzere ona destek veren ülkelerin) göstereceği tepki ve vereceği cevap önemli olacak. Şam yönetimi, alacağı darbeye bağlı olarak savaşı kendi topraklarının dışına taşıyıcı, yani genişletici bazı adımlar atarsa bölgesel bir çatışma kapımızda demektir.

Türkiye’nin önündeki riskler

İşte böylesi bir çatışmadan en çok ve en olumsuz etkilenecek ülkelerden biri, tartışmasız Türkiye olacaktır. Ankara’nın doğrudan Şam’ı sorumlu tuttuğu Hatay Reyhanlı’daki terör saldırısı, savaşın büyümesi hâlinde yaşanabileceklere bir örnek olarak gösterilebilir. Öte yandan Suriye’deki iç savaşın bölgeyi kuşatması hâlinde mezhep faktörünün ön plana çıkması ihtimali hayli yüksek ve böylesi bir riskin Türkiye’yi de kapsama alanına alacağı muhakkak.

Tabii olayın Kürt sorunuyla bağlantısı da ülkemizi doğrudan ilgilendiriyor. Suriye’de Abdullah Öcalan çizgisinde faaliyet gösteren PYD’nin Eş Başkanı Salih Müslim’in, açık bir şekilde bu ülkeye Batı müdahalesine karşı çıkmış olması çok anlamlıydı. PKK’nın, daha çok da Öcalan’ın, Suriye krizinin daha da derinleşmesi hâlinde ne tavır alacakları önem arz ediyor. Bu bağlamda Ankara, Öcalan’ın “araçsal” konumunun “stratejik”e evrilmesi talebini kademeli de olsa yerine getirmesi söz konusu olabilir. Her durumda eylül ortasında Erbil’de yapılması söz konusu olan Kürt konferansının değerinin Suriye’ye (muhtemel) Batı müdahalesi nedeniyle arttığı kesin.

Her şey bir yana, Türkiye’nin de destek verdiği, hele aktif olarak içinde yer aldığı uluslararası bir koalisyonun Suriye’ye askeri müdahalesine, belki de yüzyıllardır bu bölgeyi ayakta tutan Türkiye-İran dengesini altüst etme riskini kuvvetli bir şekilde barındırdığı için kuşkuyla bakmak ve karşı çıkmak gerekir.

Çünkü bu dengenin bozulmasından sadece Türkiye ve İran değil, tüm bölge ciddi zarar görür. Örneğin dört ülke birden (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) bölünmenin eşiğine gelir ve böylesi bir durumda yerlerine çok sayıda, tek başlarına ayakta duramayacak ülkeler çıkar.

Daha fazla karamsarlığa gerek yok, burada keselim ve yarın devam edelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.