Şampiy10
Magazin
Gündem

Suriye’ye müdahale: Bu filmi daha önce görmemiştik

Son kimyasal saldırının ardından Suriye’ye beklenen Batı müdahalesi birçok kişide “deja vu” duygusu yaşatıyor (Fransızcadan tam çevirisini “daha önce görmüş olma” şeklinde yapabiliriz) yani “biz bu filmi daha önce görmüştük” dedirtiyor.

Tabii ki akla esas olarak Irak ve Afganistan’a ABD liderliğindeki müdahaleler geliyor. Kuşkusuz benzerlikler epey fazla ama bu sefer durum çok daha farklı, yani bambaşka bir film söz konusu.

Suriye’nin, özellikle Irak’la birçok ortak noktası olmasına rağmen neden Irak’a benzemediğini geçen yılki bir yazımda (http://www.rusencakir.com/Suriye-neden-ikinci-Irak-olamaz/1700) anlatmaya çalışmıştım. Batılı güçlerin Suriye’ye müdahalesinin neden Irak ve Afganistan operasyonlarına benzemeyeceğini o yazıdaki bir cümleyle cevaplamak istiyorum: “Aslında tek bir kelime etmek bile yeterli: İran.”

İran faktörü

Evet, İran’ın Suriye sorunundaki pozisyonu bu ülkeye yönelik Batı müdahalesinin mecburen bambaşka olacağını gösteriyor. Çünkü gerek Afganistan, gerekse Irak müdahalelerinde Tahran rejimi görünüşte nötr kalmış, ama aslında Batı müdahalesini teşvik edip örtülü bir şekilde desteklemişti. Sonuçta Amerikan ordusu İran’ın iki önde gelen düşmanını, Irak’ta Saddam/Baas rejimiyle Afganistan’da Taliban/El Kaide ittifakını devirdi; hatta Irak yönetiminde ağırlığın İran’ın nüfuz alanındaki Şii Araplara geçmesine zemin hazırladı.

Ama bu sefer tam tersi bir durum söz konusu. Çünkü hedefteki Beşşar Esad/Baas rejimi Tahran’ın bölgedeki en önde gelen müttefiki. Esad rejimi yıkılırsa, İran’ın Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla sahip olduğu nüfuzunun da sıkıntıya gireceği, yani İsrail’e yönelik kartlarını teker teker kaybedeceği ortada. Tabii bütün bu sürecin sonunda sıradaki hedef kesinlikle İran ve buradaki İslami rejim olacaktır.

Yani Suriye’ye saldırmak bir şekilde İran’a da saldırmak anlamına geliyor. Dolayısıyla muhtemel Batı saldırısı hakkında Tahran’dan gelen uyarıları yabana atmamak şart. Nitekim şu ana kadar medyaya yansıyan senaryolarda, Irak ve Afganistan gibi bütünlüklü değil, Bosna sorununda Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a yönelik hava saldırısı gibi sınırlı (büyük ölçüde Şam rejiminin kimyasal silah stoklarına yönelik) bir müdahalenin öne çıktığı görülüyor.

Sınır kolay aşılır

Peki “sınırlı” bir hava saldırısı Suriye’deki krizin çözümüne nasıl bir katkı sağlar? Bu soruyu cevaplayabilmek için birçok ek soru sormak şart olacak:

1) Saldırı neyle “sınırlı” olacak?

2) İsabetli olacak mı?

3) Sivil kayıplar yaşanacak mı?

4) Şam rejimine nasıl bir darbe indirecek?

5) Muhalefet saldırının ardından nasıl bir strateji hayata geçirecek?

6) Rusya ve Çin gibi Suriye destekçileri ne tepki verecek?

7) İran ne yapacak?

8) Baas rejiminin tavrı ne olacak? Örneğin savaşı başka topraklara taşımaya kalkacak mı?

Soru listesini daha da uzatabiliriz. Her durumda Afganistan ve Irak’tan daha çetin bir krizle karşı karşıya olduğumuz muhakkak. ABD başta olmak üzere Batılı güçler “sınırlı” müdahaleden kısa zamanda “sınırsız” müdahaleye geçebilirler, geçmek zorunda kalabilirler.

Peki Türkiye? Geçen yılki yazımızın sonunu tekrarlamakta bir sakınca yok: “Suriye merkezli yeni bir krizin en fazla zarar vereceği ülkelerden birinin Türkiye olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla dün Irak için telaffuz edilen ve tam bir yalan olan ‘bir koyup üç alacağız’ cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım, Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor.”

Suriye krizinin Türkiye’ye muhtemel etkilerini tartışmayı sürdüreceğiz.

Yazının devamı...

‘İslam dünyası’ diye bir şey var mı sahiden?

El Kaide imzalı 11 Eylül 2001 terör saldırılarından birkaç ay sonra, o dönem çalıştığım NTV haber kanalı için, dar bir ekiple beş bölümlük bir belgesel hazırlamıştık: “İslam Dünyası”. Ahmet Davutoğlu, Ekmeleddin İhsanoğlu, Çağlar Keyder, Nur Vergin, Ali Bulaç, Ahmet Çiğdem, Yaşar Yakış, Soli Özel gibi isimlerle yaptığımız söyleşilerin çoğunda, muhataplarımız daha biz sormaya başlamadan “Sahiden İslam dünyası diye bir şey var mı ki belgeselini yapıyorsunuz?” diye sormuş, biz de “o zaman olmadığını anlatırız” gibi kaçamak cevaplar vermiştik. Ama sonunda, bütün sorulara ve sorunlara rağmen bir “İslam dünyası” varmış gibi belgeseli tamamladık ve yayınlandı.

Fakat o soru peşimi bırakmıyor. Tabii ki İslam coğrafyasını kuşatmış olan savaşlar, katliamlar ve çatışmalara bakarak “hayır” cevabına meyletmek daha kolay, ancak (kimi zaman tüm dünyada aynı gün başlamasa da) her yıl Ramazan ayında oruç tutan milyonlarca insan veya hac için bir araya gelen müminler bile tek başına böyle bir dünyanın varlığına işaret ediyor.

Stratejik hesaplar

İslam dünyasının var olup olmadığı konusunda net bir cevaba sahip olamamamızın temel nedeni, Müslümanların önemli konularda birlikte hareket etmemesi, zaten buna imkân sağlayacak mekanizmalara sahip olmaması; mevcut kurumların da son derece zayıf ve etkisiz olması. Bu birlik olmama hâlinin mezheplerle, etnik kökenlerle, ekonomiyle vb. ilgili bir dizi nedeni var.

Örneğin Irak’ta Şii ve Sünni Araplar birbirleriyle çatışırken bir yandan da Kürtlerin bunu fırsat bilip fazla güçlenmesinin önünü almaya çalışabiliyorlar. Tabii Irak’taki bütün bu türden kavgaların, ülkenin doğal zenginliklerinden aslan payını almaya çalışma boyutu da yabana atılmamalı.

Stratejik açıdan baktığımızda, iç sorunları nedeniyle tamamen kendi derdine düşmüş olan Mısır’ı bir kenara bırakacak olursak, “İslam dünyası”nın önde gelen üç ülkesinin Türkiye, İran ve Suudi Arabistan olduğunu ve bu üç ülkenin birbirleriyle ilişkilerindeki değişikliklerin diğer ülke Müslümanlarını da bir şekilde etkilediğini görüyoruz. Ancak “o zaman bu üç ülke bir araya gelsin ve Müslümanların sorunları giderilsin” gibi basit bir çözüm de mümkün değil. Neden böyle olduğunu, başta sözünü ettiğim belgesel için Prof. Davutoğlu şöyle izah etmişti:

“Hiçbir zaman Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler arasındaki rekabet, küresel güçler göz önüne alınmaksızın ifade edilemez. Yani rekabetleri boşlukta olmuyor. Bir uluslararası sistem var ve onun içerisinde rekabet ediyorlar.”

İşte önümüzde acil bir Suriye sorunu var. Suriye’nin içine düştüğü krizi ne bu ülkenin insanları, ne de müdahil olan bölge ülkeleri; ne barışçıl yollarla, ne de savaşarak çözebilmiş değil. Ve şimdi dört gözle ABD’nin başını çekeceği Batılı güçlerin (muhtemelen NATO şemsiyesi altında) Beşşar Esad rejimini son kimyasal saldırı nedeniyle cezalandırması bekleniyor.

Batı müdahale eder mi, ederse nasıl eder tartışmaları bir yana, tartışmaya hiç gerek olmayan bir nokta var: Batı Suriye’ye müdahale etse de etmese de buradaki temel kaygısı özel olarak Suriyelilerin, genel olarak dünya Müslümanlarının hayrı olmayacak.

Son bir not: Dün Kürtleri, ABD’yi Irak’a davet ettikleri için aforoz edenlerin ciddi bir bölümünün bugün Batı’yı (ABD’yi) Suriye’ye müdahalede geç kalmakla suçlaması da hayli manidar.

Yazının devamı...

Ali İsmail Korkmaz’ın korkak katilleri

1982 yılında, İstanbul Metris Askeri Cezaevi’nde tutuklu kalırken üzerimizde sistemli bir baskı ve işkence politikası uygulanıyordu. Ancak karşımıza subaylar pek çıkmaz, kötü işlerini genellikle erlere gördürürlerdi. Askerlerin çoğu verilen talimatlara göre hareket ederken içlerinden bazıları bir şekilde yaptıklarından hiç de memnun olmadıklarını bize gösterirlerdi. Bir de tabii sayıca az olmakla birlikte, kraldan çok kralcılar vardı. Operasyonlarda en önde onlardı, çok gaddardılar ve fiziki saldırıya ek olarak sözlü tacizden de geri kalmazlardı.

Ve tabii ki en korkakları da onlardı.

Korkak olduklarını kazara göz göze geldiğinizde kolaylıkla anlıyordunuz. Bir de, şahsen başıma geldiği gibi, tahliye olduğunuzda gelip size yaranmaya çalışmalarından.

Bu tür insanlara bir isim vermek gerekirse, mahzurları olmakla birlikte “linççi” demek uygun olabilir. Linççiler, normal hayatlarında güçsüz, özgüvensiz olup, sırtlarını bir güce dayadıklarında, kendileri gibilerden oluşan kalabalıklarla birlikte mazlumlara her türlü zulmü tiksinti verici bir zevkle uygulayan kişilerdir.

Mısır’ın linççileri: Baltacılar

Bu tür insanlara Mısır’da “baltacı” deniyor. Bunlar Mısır “derin devleti” hesabına sivillere saldıran, çoğu sabıkalı, işsiz-güçsüz insanlar. Temmuz ayında Kahire’ye gittiğimizde, bize mihmandarlık yapan gazeteci Metin Turan, Tahrir Meydanı çevresindeki baltacıları gösterip onlardan uzak durmamızı söylemişti. Daha önce şehrin göbeğinde televizyon çekimi yaparken saldırılarına maruz kaldığı için baltacıları iyi tanıyordu.

(Şu an tutuklu bulunan İslamcı lider Saffet Hicazi de bize, “Baltacılarla başetmeyi çok iyi biliyoruz. Ama askere asla cevap vermeyiz. Onlara sadece göğsümüzü açarak karşı dururuz”

(http://www.rusencakir.com/Yol-Ayrimindaki-Misir4-Askeri-rejimin-aradigi-Islamci-lider-Saffet-Hicazi-Erdogan-arabuluculuk-yapabilir/2062 )

demişti. Tam da öyle oldu)

Metin, yaklaşık bir ay sonra darbe karşıtı yaklaşık 500 kişiyle birlikte Fetih Camii’nde mahsur kaldı. Kendisine twitter üzerinden “Sana ne yapabilirler?” diye sorduğumda “Baltacılar girer, saldırır kışkırtır, polis tutuklar” diye mesaj yollamıştı. Nitekim tüm dünya, asker ve polis himayesindeki baltacıların camiden çıkarılan kadın-erkek, çocuk-yaşlı insanlara nasıl saldırdığını canlı yayınlardan ürpertiyle izledi.

Benzer bir ürpertiyi Eskişehir’de üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürülmesinin kayıtlarını

(http://videogaleri.gazetevatan.com/21767_9_Ali-Ismaili-boyle-oldurmusler.html)

izlerken de yaşadık. Gece vakti bir sokakta kıstırdıkları bir delikanlıya acımasızca saldıranlar kadar, elleri ceplerinde bu vahşeti sükunetle seyredenlerden de tiksindik.

Tek kullanımlık zavallılar

Evet linççiler aslında son derece korkaktırlar. İşler bir kere ters gitmeye başlayıp arkalarındaki güç mecburen çekilince gerçek kimlikleriyle, çırılçıplak kalıveririrler. Ali İsmail olayında da böyle oldu. Ailesi, arkadaşları, başta Radikal Gazetesi muhabiri İsmail Saymaz olmak üzere bazı gazeteciler, olayın peşini bırakmayınca, Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna’nın da dahil olduğu bazı etkili ve yetkili kişilerin ilgisizliği ve örtbas etme gayretlerine rağmen zanlıların bir kısmı yargı karşısına çıkarıldı.

Zanlılar muhakkak devletin yargı aşamasında kendilerine sahip çıkmasını bekliyor, umuyorlardır. Ancak sanmam ki öyle olsun. Öncelikle Ali İsmail’e sahip çıkma konusunda son derece kararlı bir kamuoyu var. İkincisi, kayıtların da gösterdiği gibi insanlıkdışı, inkar edilmesi ve savunulması imkansız bir suç söz konusu. Sonuncu olarak, bu tür insanlar genellikle “tek kullanımlık”tır. Kolaylıkla bir kenara bırakılıp atılırlar. Pişmanlıklarının da kendilerine bir hayrı olmaz.

Beklentim(iz) Ali İsmail Korkmaz davasının, bu türden linççilere ders olacak şekilde ağır bir cezayla sonuçlanması. Takipçisi olacağız.

Yazının devamı...

Ortadoğu’da yalnızlığın değeri ve bedeli

Ortadoğu’da dengeler belli bir süredir İran’ın başını çektiği ‘Şii hilali’ ile Suudi Arabistan öncülüğündeki ‘Sünni blok’ arasındaki ilişki, çelişki ve çatışmalar üzerinden belirleniyor. Türkiye uzun bir müddet bu çatışmanın dışında, hatta üstünde kaldı; tarafların hepsiyle iyi ilişkiler kurdu ve geliştirdi, hatta yer yer onlara arabuluculuk yapmaya soyundu. Temel strateji “komşularla sıfır sorun”du ve Türkiye’yi yönetenler hem Bağdat, hem Şam, hem Tahran’ı sık sık ziyaret ediyor, buradan ziyaretçileri Ankara ve İstanbul’da ağırlıyorlardı.

Füze kalkanı miladı

Kuşkusuz Türkiye için en fazla dikkat edilmesi gereken ülke İran’dı. Ankara bölgedeki en büyük rakibine, en zor günlerinde, nükleer kriz sırasında ABD, AB ve İsrail’e rağmen açıkça destek çıktı. Ama bir gün geldi, topraklarında İran’a karşı olduğu açık olan füze kalkanının yerleştirilmesini kabul etti. İşte o andan itibaren AKP hükümetinin özellikle dış politikadaki bütün ayarlarının bozulmaya başladığına tanık olduk.

Tahran’dan uzaklaşan Ankara adım adım ‘Sünni blok’a doğru yönelmeye başladı. Burada Tunus, Libya ve Mısır’daki halk hareketlerinin bir aşamadan sonra Körfez ülkeleri tarafından desteklenmesi, yıkılan otoriter/totaliter rejimlerin yerini büyük ölçüde, AKP deneyiminden esinlenen İslamcı hareketlerin alması da etkili oldu. Bütün bunlara ‘One minute’ ve Mavi Marmara’nın yankıları da eklenince, gerek Başbakan Erdoğan, gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yıldızlarının Ortadoğu’da tam anlamıyla parladığı bir döneme tanık olduk.

Suriye miladı

Ve bu aşırı özgüvenle Türkiye müttefikleriyle birlikte Suriye krizine angaje oldu. Beşşar Esad’ın yıkılması için hafta, hatta gün hesabı yapanlar vardı. (İşi saate kadar indirenleri ciddiye almaya gerek yok) Esad yıkılınca yerine Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi İslamcıların (ağırlıkla İhvan/Müslüman Kardeşler) liderliğinde yeni bir rejim inşa edilecek, bu da Ankara’nın nüfuz alanının alabildiğine genişlemesi anlamına gelecekti.

O günlerde “Dün Irak için telaffuz edilen ve tam bir yalan olan ‘bir koyup üç alacağız’ cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor” diye yazmıştık.

(http://www.rusencakir.com/Suriye-neden-ikinci-Irak-olamaz/1700 )

Nitekim Suriye konusunda elini hep taşın altına koyan Ankara hiçbir şey kazanmadığı gibi sürekli kaybetti. Sanıyorum, tek başına Reyhanlı saldırısının yol açtığı kayıplar bile yapılan yanlışı göstermeye yeterli.

Rabia miladı

Ve Mısır’daki darbeyle birlilkte Ankara Ortadoğu’da iyice yalnızlaştı. Başından itibaren sandığın, dolayısıyla Mursi’nin meşruiyetini savunup darbeye itiraz eden AKP hükümeti karşısında sadece General Sisi ve Mısırlı destekçilerini değil, bölgede ne zamandır birlikte hareket ettiği Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerini, tabii bu arada ABD ve AB’yi gördü. İşin ilginci onların fazla ses çıkarmadığı Mısır’daki katliamları İran alenen kınadı. Ardından önceki gün Şam’daki feci kimyasal katliam geldi. Bu sefer İran topu Suriyeli muhaliflere atmaya çalışırken, S.Arabistan ve diğerleri yeniden Türkiye ile aynı dalga boyundan konuşmaya başladılar.

Ankara’nın darbeler, katliamlar konusunda hep istikrarlı bir tutum izlemediğini biliyoruz. Sudan’daki diktatör Beşir’e verilen destek tek başına bunun kanıtı. Ayrıca Nusra Cephesi ve onunla hareket eden El Kaideci grupların Rojava’da Suriye Kürtlerine yönelik saldırılarına da Türkiye’nin müdahil olmadığı da ortada. Bununla birlikte Mısır ve Suriye’deki son katliamlara eşit ölçüde karşı çıkmanın değerli olduğunu da kabul etmeliyiz.

Ne var ki Ortadoğu’daki yalnızlaşmaya çok fazla değer yükleyip ululaştımanın da ciddi sakıncaları var. Çünkü Ortadoğu’da sürekli değişen dengelere uyum sağlayamamanın bedeli hayli ağır ve görüldüğü kadarıyla hükümet belli bir süredir, bir şey kazanmaktan ziyade Türkiye’nin kayıplarını azaltmak için uğraşıyor.

(Not: Türkiye-İran rekabeti hakkında şu iki eski yazımı dikkatinize sunmak istiyorum:

http://rusencakir.com/Turkiye-ve-Iran-Bitmeyecek-rekabet-/516



http://www.rusencakir.com/Turkiye-ve-Iran-Kizisan-rekabet/1799 )


Yazının devamı...

Solcusu, İslamcısıyla hepimizin kafası çok kötü karışık

Dün öğleye doğru Galatasaray Lisesi önünde bir grup CHP’linin Mısır’la ilgili düzenledikleri eylemin sonuna yetiştim ve “Ne Sisi, ne Mursi, acil demokrasi” yazılı dövizler taşıdıklarını gördüm. İlk bakışta güzel bir slogan gibi gözüküyor, ama kesinlikle değil. Çünkü sandıktan çıkmış sivil bir siyasetçiyle (Mursi) tanklar sayesinde iktidara konmuş bir generali (Sisi) eşitlemek son derece yanlış. Bu tür bir yaklaşımla Mısır’a demokrasinin, hem de acil bir şekilde gelmesini beklemekse hiç gerçekçi değil.

“Ne Sisi, ne Mursi” sloganı çok kötü bir şekilde 28 Şubat sürecinde ÖDP başta olmak üzere bazı sosyalist sol yapıların “Ne şeriat ne darbe” sloganını çağrıştırıyor. Geçen sene 28 Şubat’ın yıldönümünde “Ne şeriat ne darbe” sloganının sola indirmiş olduğu darbeyi yazmıştım.

(http://www.rusencakir.com/Ne-seriat-ne-darbe-sloganinin-sola-indirdigi-darbe/1680 )

Ordaki “muhayyel tehlike” ve “darbe gerçeği” ikilemini Mısır örneğine de taşıyacak olursak şunları söyleyebiliriz:

Bir yanda Mursi ve onun içinden geldiği İhvan’a yönelik, demokrasi, temel hak ve özgürlükler temelinde eleştiriler var. Kendini solda tanımlayan birçok kişi Mursi’nin sandığı kullanarak Mısır’da katı bir şeriat düzeni kurmak istediğine inanıyor. Bu kaygılarında haklı olabilirler ama onların daha birinci yılında Mursi’nin asker tarafından indirilmesini hiçbir şekilde meşrulaştırmıyor. Hele darbecilerin Mursi ile çok sayıda İhvan üye ve yöneticisini tutuklaması, keskin nişancıların üç ayrı katliamda barışçı göstericileri öldürmesini hiç. Dolayısıyla Türkiye’de solun ciddi bir kısmının kafası karışık, İhvan’a yönelik antipatisi nedeniyle darbeyi ağız tadıyla, “ama”sız kınamada ciddi zorluk çekiyor.

“Kahrolsun İran” diyen İslamcılar

Sadece solcular mı? Darbeyi telin etme yarışına girmiş olan İslamcılarımızın da kafalarının aslında ciddi bir şekilde karışık olduğunu söyleyebiliriz. Kastım, İslamcıların çoğu Mursi’ye demokrasi temelinde sahip çıkmak isterken Fatih Camii’ndeki gösterilerde bazılarının “Kahrolsun demokrasi” pankartları açması değil. Çünkü bu “korsan” eylemi Hizbuttahrir adlı, hilafet yanlısı uluslarötesi İslamcı kuruluşun temsilcileri gerçekleştirdi ve onların Türkiye’de pek etkili olmadıklarını biliyoruz.

Ancak bir başka gösteride bazı İslamcıların İran rejimi aleyhine sloganlar atmasını önemsememiz şart. Öğrendiğim kadarıyla İran devletine bağlı bir medya kuruluşu, İHH adlı uluslararası yardım kuruluşunu “terörist” olarak yaftalamış ve İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın konuşmasında bu durumu eleştirmesi üzerine bu tür sloganlar atılmış. Ancak olayın gerisinde esas olarak Suriye krizinin tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İslami hareketlerdeki denge ve ilişkileri altüst etmesi yatıyor. Tahran’ın Baas/Beşar Esad rejimine kayıtsız şartsız destek vermesi, hatta İran çizgisindeki Lübnan Hizbullahı’nın ordunun yanında Suriye iç savaşına katılmasıyla belki de son 30 yıla damgasını basmış olan pozisyonlarda köklü değişimler oldu.

Ne var ki Mısır’daki darbeyle işler iyice karıştı. Şöyle ki: Mursi doğal olarak Suriye’de rejime karşı ayaklanan İhvan’a destek veriyor, bu yüzden İran ve İran yanlısı İslamcılarca sevilmiyordu. Ancak darbenin, özellikle son katliamın ardından Tahran rejimi darbeyle arasına mesafe koydu; ülkemizdeki tescilli bazı İran yanlıları da İhvan’ın Adeviyye’deki direnişi 24 saat canlı yayınladılar.

Pozisyonu korumak kolay olmayabilir

Tabii bu arada Suriye’de Baas’a karşı ayaklanan İhvan’a sonsuz destek veren Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin aynı cömertliği Mısır’da İhvan’ı darbeyle devirip üyelerini katleden askerlere sunduklarının altını çizmek şart.

Bu konu üzerinde daha söylenecek çok şey var. Şimdilik iki notla bitirelim:

1) Solcu olsun, İslamcı olsun, hemen herkesin ezberi bozulmuş durumda. Ortadoğu’nun altüst olan denge ve ilişkilerini anlayıp ona göre politika geliştirmekte hep birlikte ciddi olarak bocalıyoruz.

2) Türkiye Hizbullahı, eskisi gibi İrancı bir çizgi tutturmamakla birlikte, birçoklarının yaptığı gibi İran düşmanlığına savrulmuş değil. Ama şu anki pozisyonunu koruması çok da kolay olmayabilir.

Yazının devamı...

Mısır’da İhvan’ı yok etmek mümkün mü?

Hemen başlıktaki sorunun cevabını verelim: Mısır’da İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) tasfiye etmek kesinlikle mümkün değildir. 1928’de kurulan, o günden bu yana nice badireler atlatan, Arap dünyasının hemen her köşesinde kolları bulunan, siyasi olmaktan önce kültürel, toplumsal ve ekonomik alanlarda çok yaygın ve güçlü bir örgütlenmeye sahip olan İhvan’ı ortadan kaldırmanın imkansız olduğunu herhalde en iyi, Mısır’da yönetime el koyan askerler biliyordur. Ama tasfiyesinin imkansız olduğu gerçeği, darbecileri İhvan’a yönelik baskılardan alıkoymuyor.

Hatırlayalım: Daha ilk günden Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi başta olmak üzere İhvan’ın birçok üst düzey ismi tutuklandı, geri kalanların çoğu hakkında tutuklama kararı çıkarıldı; son katliamda İhvan yöneticilerinin yakınları keskin nişancılar tarafından hedef alındı; tutuklama furyasının son halkası İhvan’ın en tepesindeki Muhammed Bedii oldu.

Yeni Seyyid Kutublar çıkar mı?

Askeri rejimin, ortadan kaldıramasa bile İhvan’ı zayıflatmak, bölmek ve marjinalleştirmek istediği muhakkak. Bu nedenle, katliam ve yaygın tutuklamalarla hareketin tabanını yıldırmayı; üst düzey isimlere yönelik operasyonlarla hareketin beynini etkisizleştirmeyi hedefliyorlar. Öte yandan sskeri rejim kendini “terörle mücadele” kisvesinde meşrulaştırmak istediği için acilen teröristlere ihtiyacı var. Bunun ilk akla gelen yolu, tabii ki İhvan’ı şiddet tuzağına çekmek.

Pazar günkü yazımızda da belirttiğimiz gibi

(http://www.rusencakir.com/Misir-icin-demokrasi-uzak-bir-hayal-ic-savas-yakin-bir-tehlike/2084 )

Fransız gazeteci Alain Gresh gibi bazı isimler, askeri rejimin bu hedefine ulaştığı görüşünde. Şahsen henüz bu noktaya varıldığını, daha önemlisi, şartlar ne olursa olsun, İhvan’ın merkezi olarak silahlı mücadele kararı alacağını düşünmüyorum. Nasır dönemindeki işkence kamplarında radikalleşen Seyyid Kutub gibi, İhvan’dan bazı isimler kuşkusuz böyle bir çizgiye savrulabilir, ama tıpkı o tarihte olduğu gibi bugün de hareketin merkezi bu tür kopuşlarla arasına mesafe koyacaktır.

Pusudaki El Kaide

Kaldı ki İhvan’ın radikalleşmesine gerek de kalmayabilir çünkü geçmişte Enver Sedat suikasti, turistlere ve Hıristiyanlara yönelik saldırılarda, günümüzde de Sina’da örneklerini gördüğümüz gibi Mısır radikal İslamcı örgütler için hep elverişli bir toprak olmuştur. Dolayısıyla darbecilerin baskıları, İhvan tabanının bu tür örgütlere yönelmesine veya yeni örgütlerin doğmasına yol açabilir.

Tabii ki bu noktada El Kaide’yi ayrıca değerlendirmek gerekir. Bilindiği gibi, Usame bin Ladin’in yerini alan Eymen el Zevahiri Mısırlı bir doktor ve bu uluslarötesi şebekede çok sayıda Mısırlı yer alıyor. El Kaide’nin Irak, Yemen ve Suriye’den sonra Mısır’da da bir cephe açması halinde hem bu ülkedeki, hem de genel olarak Ortadoğu’daki dengeler iyice allak bullak olacaktır. Sonuç olarak İhvan üzerindeki baskıları artırarak kendi meşruiyet alanını genişletmeye çalışan askeri rejimin Mısır’ı bilerek ya da bilmeyerek çok tehlikeli bir yere sürüklediğini söyleyebiliriz.


Metin Turan’a özgürlük!

Temmuz ayında foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile Mısır’a gittiğimizde beş gün boyunca Kahire’de Metin Turan sayesinde istediğimiz yerlere gittik, istediğimiz kişilerle görüştük. Yıllar önce El Ezher Üniversitesi’nde okumaya gelen, sonra kalıp gazetecilik yapmaya başlayan Metin için (ki kendisi milli duyguları çok yüksek biridir) Mısır “ikinci vatan” olmuş. Mısır’daki Türklerin her türlü sosyal faaliyetinde ön sıralarda olan Metin, örneğin Ramazan ayında Türk işadamlarının finansmanıyla, yoksul Mısırlılara iftarlar düzenliyordu. Kahire’deki Fetih Camii’nde göstericilerle birlikte göz altına alındı. Gözaltı süresi dün 15 gün daha uzatıldı. Anlaşılan askeri rejim Ankara’nın duruşundan duyduğu rahatsızlığı meslektaşlarımız üzerinden ifade etmek istiyor. Mısır siyasi hayatındaki herkese belli ve eşit mesafede durduğuna tanık olduğum Metin’in bir an önce serbest bırakılıp ailesine kavuşmasını diliyorum.

Yazının devamı...

Mısır neden çok önemli? Türkiye ne yapabilir?

Ülkemizde Mısır ile ilgili yapılan değerlendirme ve tartışmalarda sık sık gözden kaçan ve/veya bilinçli olarak görmezden gelinen bir olgu var: Askeri darbenin toplumsal desteği. 27 Temmuz’daki ikinci katliamı yorumlarken

(http://rusencakir.com/Uc-soruda-katliam/2070)

darbecilerin, uluslararası kamuoyunun ilgisizliğine ek olarak arkalarındaki geniş toplumsal desteğe güvendiklerinin altını çizmiştik. Ne o günkü, ne de Çarşamba günü gerçekleşen sonuncu büyük katliam ve ardından yaşanan diğer acılar Mısır cuntasının sahip olduğu toplumsal desteği azaltmışa benzemiyor. Bir başka ifadeyle, İhvan’ın ( Müslüman Kardeşler) başını çektiği darbe karşıtı güçlerin, katliamların ardından daha geniş kitlelere ulaşabildiklerini söyleyemiyoruz.

Bunun neden böyle olduğuna dair, örneğin insanların “güce tapması” veya “güçten korkması”, Mısır ordusunun tarihsel konumu, medya üzerindeki yoğun baskı ve denetim, Muhammed Mursi ve İhvan’ın bazı hataları gibi çok şey söylenebilir. Bu tartışmayı başka yazılara erteleyip Mısır’da askeri rejimin tüm toplumu karşısına aldığı şeklindeki algının yanlış ve buna bağlı olarak sakıncalı olduğunu söylemek şart.

Büyük ülkenin riski de büyük

“Sakıncalı”, zira askeri rejimin arkasındaki toplumsal desteği görmediğimizde, Mısır’da gerilimin iyice tırmanmasının, daha önce, mesela Cezayir ve Lübnan’da yaşanmış ve günümüzde Suriye’de yaşanan iç savaşlardan daha tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini de ıskalamış oluruz. Kuşkusuz saydığımız bu ülkelerin her birinin ayrı ayrı önemi var ancak hiçbirinin Mısır’la boy ölçüşemeyeceği de aşikâr. Çünkü sözünü ettiğimiz ülke hem Arap dünyası, hem İslam alemi, hem Ortadoğu için stratejik açıdan kritik bir konumda.

Yani Mısır’ın demokratikleşme sürecinde yaşananlar ve yaşanacak olanlar, Arap ve İslam dünyalarıyla Ortadoğu’yu doğrudan ilgilendiriyor. Buna ek olarak İhvan gibi İslam ve Arap dünyasının en eski ve köklü örgütlenmesine sahip olan Mısır’ın, İslamcı hareketlerin demokrasiyle, temel hak ve özgürlüklerle nasıl bir ilişki içinde olduklarını/olabileceklerini anlamamızda bir laboratuvar işlevi göreceğini de söyleyebiliriz.

Türkiye’nin rolü

Dolayısıyla Mısır kazanırsa Türkiye de dahil çok kişi kazanır, Mısır kaybederse yine Türkiye dahil çok kişi kaybeder. Darbeyle birlikte Mısır kaybetme rotasına girdi ve yaşanan her gelişme bu ülkenin tekrar kazanma noktasına dönmesini iyice zora soktu, sokuyor.

Peki Türkiye bu kötü gidişi durdurmak için bir şey yapabilir mi? Bu sorunun cevabı evetse, neyi, nasıl yapabilir? Mısır konusunda Türkiye (ve tabii ki diğer güçler) dört koldan faaliyet yürütebilir:

1) Askerlerin devirdiği Mursi’ye ve onun geri dönmesini isteyen kitlelere destek vermek, ki ilk günden itibaren hem devlet, hem de toplumun ciddi bir bölümü bunu yapıyor.

2) Uluslararası topluluğu harekete geçirmek, ki bu yoldaki çabalardan bugüne kadar ciddi bir sonuç alınmışa benzemiyor. Öyle ki Mursi ve darbe karşıtlarıyla birlikte Türkiye de uluslararası sahnede yalnızlaşıyor.

3) Askeri rejime baskı yapmak, ki bugüne kadar yaşananlardan köprüler iyice atılmış olduğunu anlıyoruz. Sonuçta Ankara’nın Kahire’deki geçici yönetime doğrudan ulaşmasını sağlayacak mekanizmalara sahip olduğu bile kuşkulu.

4) Darbeye destek veren Mısırlılara yanlış yolda olduklarını söylemek, ki bir ay önce Kahire’ye gittiğimizde bu kesimlerin Türkiye’ye ve Türklere karşı alabildiğine öfkeli olduklarını görmüştük. Geçen süre zarfında bu öfkenin azalmak yerine arttığını duymak insanı daha da karamsar kılıyor.

Sonuç olarak Türkiye’nin, Mısır’daki gidişata müdahale etme imkanının iyice azaldığını görüp buna göre yeni stratejiler arayıp geliştirmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Mısır için demokrasi uzak bir hayal, iç savaş yakın bir tehlike

Mısır başkenti Kahire’de, önceki günkü olayların ardından kadın-erkek, çocuk-yaşlı 500’e yakın gösterici şehrin göbeğindeki Fetih Camii’ne sığındı. Polis, asker ve “baltacı” adı verilen sivil faşist çeteler tarafından kuşatılan darbe karşıtları dün öğleden sonra camiyi terk etmek zorunda kaldılar. Güvenlik güçlerinin kurşunlarına hedef olmamak için kendilerini dışarı atan insanların baltacıların vahşetine maruz kalmasını tüm dünyayla birlikte canlı olarak izledik.

Operasyonu canlı veren Mısır devlet televizyonu, bunu İngilizce “Mısır terörizmle savaşıyor” spotuyla duyuruyordu. Geçen ay Kahire’deydim. Hatta mihmandarımız da Fetih Camii’nde göstericilerle birlikte mahsur kalan ve polis tarafından gözaltına alındığı söylenen, yıllardır Mısır’da yaşayan deneyimli gazeteci Metin Turan’dı. Metin’le Adeviyye Meydanı başta olmak üzerine darbe karşıtlarının toplandığı yerlerde epey dolaştık ve karşımıza hep her yaş ve cinsiyetten “sıradan” olarak tanımlayabileceğimiz insanlar çıktı.

“O zaman nedir bu ‘terörizm’ meselesi?” Fransa’nın en saygın dergilerinden Le Monde Diplomatique’in üst düzey yöneticilerinden, Ortadoğu ve Mısır uzmanı Alain Gresh, Belçika’da bir internet sitesinin düzenlediği toplu söyleşide bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Askeri yönetimin bilinçli bir stratejisiyle karşı karşıyayız. Ülkeyi bir şiddet atmosferine sürüklemek ve ‘terörle mücadele’ bahanesiyle eski türden bir diktatörlüğüe dönüşü meşrulaştırmak istiyorlar. İhvan’ın (Müslüman Kardeşler) da tuzağa düştüğünü ve bu stratejii kavramakta zorlandıklarını söylememiz şart.”

Demokrasiye dönüş zor

Geçtiğimiz çarşamba gününe kadar yaşanan zaman diliminde askeri rejim İhvan’ı ağır yaralı ve boynu bükük bir şekilde “yeni süreç”e dahil etmek istedi, ama İhvan tavize yanaşmayıp Muhammed Mursi’nin göreve dönmesinde ısrar etti. Çarşamba günü yaşanan üçüncü katliamla birlikte askerlerin İhvan’ı tasfiye kararı almış olduğunu görüyoruz. Keskin nişancıların önde gelen İslamcı liderlerin ailelerini öldürmeleri, çok sayıda üst düzey ismin ve yakınlarının tutuklanması, İhvan’ın resmen kapatılacağının ilan edilmesi bu yeni stratejinin kanıtı.

Ama ortada çok ciddi bir sorun var: Mısır’ın en önemli toplumsal/siyasi gücü olan İhvan’ı dışlayarak yeniden demokrasi yoluna koyulmak mümkün değil. Zaten Alain Gresh de Çarşamba katliamının sadece İhvan’ı tasfiyeyi değil demokrasiye dönüşün her türlü yolunu tıkama amacıyla tezgahlandığını ileri sürüyor.

Önü açılan şiddet

“İslamcılarla demokratik bir düzen nasıl inşa edilir?” sorusunu da Gresh şöyle cevaplandırıyor: “Asıl soru ‘İslamcılar dışlanarak demokrasi nasıl inşa edilir?’ olmalı. Arap dünyasında 50 yılı bulan diktatörlükler bunun mümkün olmadığını gösterdi. Herhalde bu işten en çok El Kaide memnundur. Çünkü daha birkaç ay önce İhvan’ın parlamenter stratejisini eleştirmişlerdi. Şimdi haklı çıktıklarını söylüyor olmalılar.”

Daha önceki yazılarımızda askeri rejimin İhvan’ı silahlı mücadeleye teşvik ettiğini, ancak bu hareketin meşruiyetini kaybetmemek için bu tahriğe kapılmadığını, kapılmamakta da kararlı olduğunu yazmıştık. Ancak Çarşamba gününden bu yana güvenlik güçlerinin ve onların işbirlikçisi “baltacı” çetelerinin estirdiği terör İhvan’ı hızla radikalleştiriyor. Hareketin üst düzey isimlerinin tutuklu ya da firari olmasının da etkisiyle silaha el sürmeme kararlılığı aşınabilir. Eğer böyle olursa Mısır’ın kanlı bir iç savaşa yuvarlanacağı da kesin demektir.

İç savaş denince akla şimdiki Suriye geliyor ancak Alain Gresh 1990 başlarındaki Cezayir deneyimini hatırlatıyor ki hiç de haksız sayılmaz. Orda da İslami Selamet Cephesi’nin (FIS) sandıktan çıkmasını hazmedemeyen sistemin eski sahipleri orduyu devreye sokmuş ve ülke yıllarca süren acımasız bir iç savaşın esiri olmuştu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.