Şampiy10
Magazin
Gündem

Tencere, tava bu bambaşka bir hava

Hükümet ve hükümete yakın isimler günlerdir Gezi Parkı direnişini bir “darbe provası“ olarak göstermeye çalışıyorlar. İktidar partisinde üst düzey görevlere getirildikleri için sevindiğimiz bazı sosyal bilimciler masa başında çıkarıldığı her hâlinden belli ve altında imza bulunmayan “profil“lerle bizi, eylemcilerin çoğunun ulusalcı, Ergenekoncu, asker ve darbe sevdalısı vb. olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. 28 Şubat sürecinde devlet tarafından üretilen dezenformasyon ve manipülasyonlara karşı mücadeleleriyle haklı olarak sivrilmiş bazı yazarlar ve yayın organları çok güçlü iç ayakları olan küresel bir komplonun söz konusu olduğunu kanıtlamak için ucuz bilimkurgu romanlarından aparma senaryolar yazıp çiziyorlar. Yani dönüp dolaşıp, Gezi Parkı direnişini, “yeni Türkiye“ye tahammül edemeyen “eski Türkiye“nin son kalkışması olarak tarif etmeye çalışıyorlar.

Tek pehlivanlı kamusal meydan

Hiç sanmıyorum. Bana Prof. Nilüfer Göle‘nin analizi daha sahici ve doğru geliyor: Ben de bu direnişte yeni bir vatandaşlığın provasının yapıldığı kanısındayım. (http://t24.com.tr/yazi/gezi-bir-kamusal-meydan-hareketinin-anatomisi/6824) Bilmeyenler için hatırlatalım: Nilüfer Hoca, egemen eğilimleri önemsemeden, eskiyeni görüp onun yerini almaya aday yeniyi göstermeye çalışan az sayıdaki sosyal bilimcilerimizdendir. Örneğin Türkiye’de İslami hareketin 1980’li yıllarda başlayan yükselişini, moda olduğu gibi “irtica“, yani eski Türkiye’ye dönüş olarak yorumlamamış; üstelik en büyük “tehdit“ olarak görülen baş örtülü kadınlardan hareket ederek, bu olgunun tam tersine modernleşmeyle doğru orantılı olduğunu söylemiştir.

Prof. Göle, bu tespitinden hareketle AKP iktidarına da olumlu anlam yüklemişti. Örneğin AKP’nin iktidara gelişinin birinci yılında yaptığım söyleşide, yaşananları “AKP hem kendi dönüşüyor hem Türkiye’yi dönüştürüyor“ diye özetlemişti. (http://rusencakir.com/AKP-Neydiler-Ne-oldular-4/49) Ancak son dönemde o da AKP’yi, özellikle de Başbakan Erdoğan‘ı açık ve sistematik bir şekilde eleştirmeye başladı. Yukarıda linkini verdiğim yazıdaki “Kamusal yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü“ cümlesi bu eleştirinin vardığı nihai noktadır.

Cin şişeden çıktı

Evet, Gezi Parkı direnişi, içerdiği bütün zaaf, eksiklik ve hatalarına rağmen çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik bir harekettir. Dolayısıyla rotası “eski” değil “yeni” Türkiye’dir. Bu hareketi, ondan şu ya da bu şekilde istifade etmeye çalışan (ve hiç de beceremeyen) bazı isim ve odakları öne çıkartıp değersizleştirmeye çalışmanın bir işe yaramadığı çoktan ortaya çıktı. Eğer hükümet gerçekten bu krizi tüm ülkenin hayrına çözmek istiyorsa, öncelikle kendisinin hangi noktalarda eskidiğini, statükocu bir konuma geldiğini; ardından bu hareketin içerdiği yenileştirici öğeleri anlaması şart. Aksi takdirde, dünkü iktidar sahiplerinin “bir avuç gerici“ olarak görmekte ısrar ettikleri İslamcılar tarafından tasfiye edilişine benzer bir kaderi yaşayabilirler.

Özetle Başbakan’ın “tencere-tava, hep aynı hava“ diye bu hareketi küçümsemeyi bırakıp, burada yeni ve bambaşka olan havayı idrak etmesi gerekiyor. Çünkü dünyaca ünlü iktisatçımız Prof. Daron Acemoğlu‘nun New York Times’taki yazısını bitirdiği cümledeki gibi, “Cin şişeden çıktı. Ne bu cin ne de Türk demokrasisi bir daha şişeye tıkılabilir.“

Yazının devamı...

Medyada özeleştiri günleri ve NTV

Dün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç açık ve net bir şekilde, Gezi Parkı eylemcilerinin vatandaşlık haklarını kullandıklarını, yerel yöneticilerin onlarla diyaloğa girmeleri gerekirken zorla çadırlarının sökülmesinin, ardından yaşanan protesto gösterilerinde yine polisin orantısız şiddet kullanmasının yanlış olduğunu kabul etti.

Peki benzer bir konuşmayı neden ilk gün Başbakan Erdoğan, Arınç veya bir başka yetkili yapmadı? Kuşkusuz devlet kibri nedeniyle. Bu kibir yüzünden, eylemcilerin korku sınırını çoktan aşmış olduğunu; tazyikli sularının, biber gazlarının, gözaltılarının kimseyi yıldıramadığını göremiyorlardı.

Bütün bu kayıtsızlıklarını medyaya güvenmelerine borçluydular. Çünkü başta haber kanalları olmak üzere önde gelen medya kuruluşlarının, daha önceki örneklerde olduğu gibi, yaşananları görseler bile göstermeyeceklerinden, gösterseler bile devlet lehine çarpıtacaklarından emindiler.

Sorumlu değil sorumsuz yayıncılık

Nitekim öyle oldu. Gelişmeleri takip etmek isteyenler ya teknik imkânları kısıtlı, adları pek bilinmeyen birkaç muhalif kanalı, ya internetten yayın yapan yabancı televizyonları (ki içlerinde Norveçli olanı da vardı) izlemek zorunda kaldılar. Tabii bu sürecin en gözde mecrası, “baş belası” Twitter ve Facebook başta olmak üzere sosyal medya oldu.

Şöyle düşünelim: Eğer ilk günden önde gelen medya kuruluşları çadırların sökülüp yakılması veya polisin biber gazı ve tazyikli su zulmünü ayan beyan gösteren görüntüleri arşive atmak yerine yayınlasa; en iyi muhabirlerini yollayıp eyleme katılan insanlarla röportajlar yapsa; serinkanlı, akil isimleri konuk edip onlardan yorumlar alsa bu işler bu kadar büyür müydü? Vali ve Belediye Başkanı o basın toplantısını öyle yapabilir miydi? Başbakan “birkaç çapulcu” diye işin içinden çıkabilir miydi?

Bizde devlet öteden beri “Mehmetçik gazeteci” ister ve medyanın sadece devlete karşı işlendiği ileri sürülen suçlara karşı duyarlı, devletin suç ve kabahatlerine karşı duyarsız olmasını dayatır. Halbuki demokratik ülkelerde medyanın esas görevi devlete karşı toplumun yanında olmaktır.

Özeleştiri zamanı

Gezi Parkı direnişinin Türkiye’ye katkılarından biri de, medya sahiplerinin diğer ekonomik çıkarları gereği hükümetle iyi geçinme çabalarının ürünü olan otosansürü “sorumlu gazetecilik” olarak yutturma devrinin artık kapanması oldu.

Bazı medya kuruluşları hâlâ aynı tutumlarında ısrarlı olabilirler ama tüketici artık bunu yutmuyor; yutmadığını da hiç çekinmeden gösteriyor.

Okuyucu/izleyici tepkisinin sonuç almasına en çarpıcı örnek Doğuş Yayın Grubu CEO’su Cem Aydın’ın özeleştirisidir. Aydın 300 çalışanla buluştuğu toplantıda

“Yaşanan son gelişmelerin tüm medyayı olduğu gibi NTV çalışanlarını üzdüğünün de farkındayım. Eleştiriler büyük oranda haklıdır. Bunu herhangi bir nedenle değil vicdanımla söylüyorum. Mesleki sorumluluğumuz açısından bize düşen, olanı olduğu gibi vermektir. Dengesizlikler içinde denge arayışı tüm medyayı olduğu gibi bizi de etkiledi. İzleyicilerimiz ihanete uğramış gibi hissetti, bu konuda onları haksız bulmak mümkün değil” demiş ve yaşanan sıkıntılar konusunda izleyicilere ve DYG çalışanlarına bir özür borcu olduğunu söylemiş.

Umarım NTV izleyicisiyle olan güven ilişkisini tazeler ve o kurumda çalışan arkadaşlarımız, meslektaşlarımız nicedir çektikleri sıkıntı ve utançtan kurtulurlar. Ama dost acı söyler: Bunun gerçekleşebileceğini pek sanmıyorum. Umarım beni mahcup ederler.


Normal şartlarda bu anı fotoğrafını kendime saklamak istiyordum
ama NTV yöneticilerinin kendilerine hatalarını hatırlatması için aracı aynen muhafaza edeceklerini duyunca bu fikrimden vazgeçtim.)

Yazının devamı...

Dün sosyal patlamayı öngöremeyenler şimdi önlerini göremiyor

Gezi Parkı eylemleri ilk başladığında Başbakan Erdoğan “biz kararımızı verdik, kimse de değiştirtemez” diyerek kestirip atmıştı. Herhâlde az sayıdaki gencin başlattığı bu çevre eyleminin büyük bir toplumsal patlamaya dönüşeceğini hiç düşünmemişti. Haksız da sayılmazdı çünkü 10 yılı aşkın iktidarında AKP bir yandan başta TSK olmak üzere devlet içindeki eski iktidar odaklarını büyük ölçüde tasfiye etmeyi başarmış, öte yandan her türlü toplumsal muhalefeti, sık sık devletin şiddet tekeline başvurarak etkisiz kılmayı becermişti. Bunun tek istisnası Kürt siyasal hareketidir ki onunla da müzakere yoluna giderek bildiğimiz çözüm sürecini başlattı.

Şöyle bir düşünelim: Tekel örneğinde olduğu gibi işçi direnişleri, ODTÜ örneğinde olduğu gibi öğrenci eylemleri hep belli bir noktaya gelip, iz bırakmakla birlikte söndüler. Ulusalcı kesimlerin Cumhuriyet mitinglerinden, Ergenekon, Balyoz davaları vesileleriyle örgütledikleri gösterilerden ve en son devlete rağmen 29 Ekim’i kutlamalarından da fazla bir şey çıkmadı.

Belirsizlik göstericilerin lehine

İşte bu ve saymadığımız diğer örneklerden hareketle Başbakan son derece özgüvenli bir şekilde hareket etmiş ve “nasılsa bunu da bastırırız” diye düşünmüş olmalı. Ama olmadı, siyasi iktidarın öngörüsü tutmadı. Aslında bu patlamayı, onun aktörleri de dâhil olmak üzere kimsenin öngörmüş olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla hemen herkes yarın ne olacağını kestiremiyor, önünü göremiyor.

Bu önünü görememe hâlinin direnişin aktörleri açısından fazla sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla bu hareketin başarısının en büyük sırrı, öngörülemez olması, önceki deneyimlere pek benzememesi. Dolayısıyla belirsizliğin direnişin lehine olabileceğini bile öne sürebiliriz.

Ancak aynı şey siyasi iktidar için söz konusu değil. Değil çünkü önünü göremeyen bir iktidar, son örnekte açık bir şekilde gördüğümüz gibi, en fazla ihtiyacı olan şeyi, yani siyasi istikrarı riske atar. Halbuki AKP hükümetinin tam da bütün sorunlara rağmen içeride ve dışarıda itibar sahibi olmasının asıl nedeni siyasi ve buna bağlı olarak ekonomik istikrarı belli ölçülerde sağlayabilmesiydi.

Son 10 yılın en büyük krizi

İçinden geçtiğimiz sürecin önemi, son 10 yılda siyasi istikrarın belki de ilk kez bu kadar risk altında olmasıdır. Ancak Başbakan bu gerçeği ya görmüyor ya da görmek istemiyor. Bir yandan “herkesin başbakanıyım” deyip diğer yandan sokağa dökülen insanları “aşırı uç”, “çapulcu” gibi yaftalarla aşağılıyor, iç ve dış bazı (belirsiz) odakların basit birer piyonu olarak göstermeye çalışıyor. Onun bu yangına körükle giden tutumu, devlet içinde, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere, ortamı yumuşatmak isteyen isimlerin çabalarını da büyük ölçüde etkisizleştiriyor.

Söylenecek çok şey var ama Başbakan’ın tutumu nedeniyle bu konuyu daha çok konuşacağa benzediğimiz için bugün sadece birine değinerek yazıyı sonlandırmak istiyorum. Malum “sokağa çıkmak için can atan yüzde 50” olayı.

Önce miting meydanına bir milyon kişiyi taşımakla başlayıp ardından ülkenin yarısına kadar gelen Başbakan’a, yakın çevresinden kimse, böyle söylemlerin son derece riskli olduğunu söylemiyor olabilir mi? Umarım söyleyen vardır. Yine de buradan bu tür gözdağı vermelerin hiçbir işe yaramayacağını, sorunu çözmek yerine daha da derinleştireceğini, çünkü sokağa çıkmış olan insanların büyük kısmının korku eşiğini çoktan aşmış olduklarını söylemek durumundayım.

Umarım siyasi iktidar bir nebze de olsa önünü görür ve bütün ülkeyi tehlikeye atacak yollara başvurmak yerine Gezi Parkı direnişinin mesajlarını alıp gereğini yerine getirir.

Yazının devamı...

‘Gezi direnişi’ hakkında efsaneler ve gerçekler

Gezi Parkı’nda başlayan eylemlere ilişkin kimi bazı yorum ve iddialar olayın özünü karartmaya yönelik. Örneğin “Bu eylem CHP’nin işi” yorumu gibi

Gezi Parkı direnişinin en azından ilk aşamasında başarıya ulaşmış olmasından rahatsız olan çevreler değişik iddia, argüman ve yorumlarla başarıyı karartmaya, değersizleştirmeye ve kötülemeye çalışıyorlar. Bunların bazılarını ele almak ve işe en abes olanıyla başlamak istiyorum:


- “Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını istemeyenlerin tezgâhı”

Bu akıllara ziyan iddiayı en net bir şekilde Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Bölgesi Grubu Başkanı, iş adamı Can Paker, AA’ya verdiği özel mülakatta ortaya attı. Paker şöyle konuşmuş: “Bu hareketi başlatan bir provokatif organizasyondur. Süreci baltalamak için olma ihtimali çok yüksek. Tabii bunları tam olarak bilmediğim için ihtimal diyorum.” Aynı zamanda TESEV’in de başkanı olan Paker, çok yakınından iki ismin, Cengiz Çandar ve Etyen Mahçupyan’ın dünkü yazılarını okuyunca herhâlde fikrini değiştirmiştir ama kendisine bir soru soralım: Çözüm sürecinin en kilit isimlerinden biri hâline gelen BDP’li Sırrı Süreyya Önder ile simgeleşen bir direniş nasıl olur da çözüm sürecine karşı olur?

- “Dertleri ağaçlar değil...”

Direnişin gelişmesiyle birlikte sanki doğru gibi gözüküyor ancak şu soruyu sorduğumuzda bunun bir değersizleştirme önermesi olduğu anlaşılıyor: Eğer sabaha karşı çevreci gençlerin çadırları sökülüp, yakılıp, parka dozerler sokulmasa bu direniş başlar mıydı? Direnişçilerin polis çekildikten sonra ilk iş olarak parka koşması, onu temizlemesi de esas derdin ağaçlar olduğunun kanıtı.

- “Bu tür tartışmalar sandıkta yapılır.”

Eğer demokrasi bir alfabeyse sandık bunun sadece a harfidir. Vatandaşların kendi kentleriyle ilgili düzenlemelere her itirazlarında sandığı ortaya sürmek çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasi anlayışının tezahürüdür ki bunun da sonucu kaçınılmaz bir şekilde otoriterleşmedir.

- “Amaçları darbe provası.”

2007’den sonra Türkiye’de siyasi iktidara yönelik her türlü itiraz ve muhalefetin ardında Ergenekon ve dolayısıyla darbeciler aranmaya başladı. Ancak geçen yılki MİT kriziyle birlikte bu alışkanlık sona erer gibi oldu. Ne var ki “Ergenekon, darbeciler” açıklaması hem geçmişte işe yaradığı, hem de çok basit olduğu için olsa gerek bu sefer de tedavüle sokulmak isteniyor. Ancak Ergenekon’la mücadele sürecinde, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında hükümete destek vermiş birçok kişi, kurum ve çevrenin de ilk andan itibaren Gezi Parkı direnişinin yanında yer almış olması bu komplo teorisini geçersiz kılıyor.

- “Eylem sonradan ulusalcıların eline geçti.”

Ulusalcılar ilk başta, hem öne çıkan isimleri sevmedikleri, hem de başarı şansı görmedikleri için eylemden uzak durdular ama cumartesi gününden itibaren olaya dâhil oldular. Böylesine kendiliğinden gelişen ve bir merkezden yönetilmeyen toplumsal hareketlere katılmak isteyen kişileri dışlama mekanizmaları yoktur ve olmaması da iyi bir şeydir. Bununla birlikte direnişin ulusalcıların eline geçtiği çok abartılı ve art niyetli bir tespit. Eğer ulusalcıların böyle bir gücü olsaydı, daha önce yakalamış oldukları fırsatları ülke çapında birer direnişe çevirirlerdi.

- “Eylem CHP’nin işi.”

Hükümet ve onu destekleyenler, CHP’yi bir tür kum torbası gibi kullandıkları için bu direnişi de CHP’ye yükleyerek işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Üzerinde uzun boylu durmaya gerek olmayan bir önerme. Eğer CHP’nin böyle bir gücü olsaydı Türkiye’de siyasi harita çoktan değişmiş olurdu.

“Üç-beş çapulcunun işi.”

Başbakan cumartesi günü direnişi yasa dışı örgütlere bağlamıştı, dünse daha çok “çapulcular”dan söz etti. Medya ve sosyal medyada da, benzer bir şekilde çevreye, mala vb. verilen zararlar üzerinden aynı “çapulcu” söylemiyle direnişi değersizleştirmek istediklerini görüyoruz. Muhakkak ki böylesine geniş ve kendiliğinden bir hareket içinde yanlış işler yapanlar olur, bunları tüm harekete mal etmekse sadece art niyetle mümkündür. Ancak özellikle sosyal medyada direnişe katılanların sürekli olarak bu tür tatsızlıklara karşı uyarıda bulunmuş olduğunu da vurgulamak lazım. Tabii bu arada direnişçileri çapulculukla itham edenlerin polisin acımasız tavrı konusundaki suskunluklarını da not etmek şart.

- “Eylem sosyal medya üzerinden, yalanlarla kışkırtıldı.”

Dün yazdıklarımı tekrarlamak istemiyorum. Ama siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümüne laf etmeyip sosyal medyadaki bazı olumsuzlukları öne çıkartmak hiç samimi değil.

Burada keselim ve özellikle siyasi iktidarın önemsediği kişilere bir çağrı yapalım: Enerjinizi, direnişi gayrımeşru göstermek, onu değersizleştirmek yerine devletin olayları daha iyi anlamasına yardımcı olmaya harcarsanız hem kendinize, hem iktidara, hem de ülkeye iyilik yapmış olursunuz. Kraldan çok kralcı olmak yerine şeytanın avukatı olmanın daha hayırlı olduğunu kabullenmeniz dileğiyle...

Yazının devamı...

Korku sınırı çoktan aşılmıştı

Başbakan Erdoğan uzun zamandır, bu kadar “savunmada” bir konuşma yapmamıştı. “En iyi savunma saldırıdır” ilkesinden hareketle Gezi Parkı Direnişi’ni gözden düşürmeye yönelik sözler sarf etmiş olduğu doğru. Ancak “biz kararımızı verdik, değişmeyecek” cümlesinin böyle bir direnişe yol açmış olmasından şaşırmış ve ürkmüş olduğu anlaşılıyordu.

Başbakan’ın konuşmasından AVM yapılıp yapılmayacağı veya “100 bin kişiye karşılık 1 milyon kişiyle miting” gibi bölümleri öne çıkartanlar var. Bana göre, kimi muhatap alacağını bilmemesinden yakındığı sözler konuşmasının en can alıcı kısmıydı. Öncelikle bu sözler Başbakan’ın, her ne kadar CHP başta olmak üzere tüm muhalif partileri, tabii ki illegal örgütleri vb. sorumlu tutsa da bu direnişin kendiliğinden geliştiğinin, içinde birbirinden farklı, hatta zıt unsurların bulunduğunun farkında olduğunun bir tür itirafıydı.

İkinci önemli husus, Erdoğan’ın sorunun çözümü için müzakereye kapısını tamamen kapalı tutmamasıdır. Ancak eğer böylesi bir müzakere söz konusu olursa, polisin orantısız şiddetine paralel olarak alabildiğine kitleselleşen, yaygınlaşan ve siyasallaşan bu direniş adına kimlerin masaya oturacağı belirsiz.

Çoğulcu değil çoğunlukçu

Ne var ki bir bütün olarak bakıldığında Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının sorunun çözümü için umut verdiğini söylemek mümkün değildi. Çünkü görüldüğü kadarıyla bu direnişi var eden insanlar “çoğunlukçu” değil “çoğulcu”, “dayatmacı” değil “katılımcı” bir demokrasi ve ifade, gösteri, eleştiri özgürlüğü istiyordu. Fakat Erdoğan’ın konuşmasının bütününe, genellikle olduğu gibi “çoğunlukçu” yaklaşımın damga vurduğunu gördük. Her ne kadar “demokrasi çoğunluğun azınlığa dayatması değildir” dese de hemen ardından “ama azınlık da çoğunluğa dayatmada bulunamaz” diyerek, çoğulculuğun, katılımcılığın kanallarını tıkalı tuttu. Konuşmasının Gezi Parkı ile ilgili kısmında da aldıkları kararları dikte etti ve göstericilerin de dahil olacağı bir süreçte bu kararları gözden geçirebileceklerine dair herhangi bir işaret vermedi.

Erdoğan’ın, her ne kadar biber gazı kullanımında aşırılıklara kaçılmış olabileceğini kabul etmiş olsa da, polisi Taksim’de tutma tavrından vazgeçmemesiyse tam bir hayal kırıklığı oldu. Nitekim konuşma öncesi, sırası ve sonrasında polisin göstericilere yine saldırdığı haberleri geldi.

Ama ortada çok ciddi bir sorun vardı: İnsanlar çoktan korku eşiğini aşmış durumdaydı. Sabahın köründe onca insanın Anadolu yakasından yürüyerek Taksim’e yönelmesi bile tek başına bu saptamayı doğrulamaya yeterliydi. Artık ne gaz, ne tazyikli su, ne de gözaltılar onları yıldırıyordu. Ve Başbakan’ın sözlerinden hükümetin hâlâ esas olarak gösteriyi bastırmayı temel aldığı anlaşılıyordu.

Lakin tam CHP’lilerin Taksim’e gelmesine dakikalar kala polis Gezi Parkı’nı terk etti ve göstericilerin girmesine izin verdi. Bu uygulamanın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gösterilerle ilgili açıklamasının Çankaya’nın internet sitesine konmasıyla nerdeyse eşzamanlı olması dikkat çekti.

Gül açıklamasında ülkeyi yönetenler in “farklı düşüncelere ve kaygılara kulak vermek için daha çok çaba” sarf etmeleri gerektiğini vurguluyor ve güvenlik güçlerine “görevlerini yerine getirirken her zamankinden daha fazla ihtimam gösterme”, “müdahalelerinde ölçülü olmaya dikkat etme” ve “üzücü görüntülerin ortaya çıkmasına izin vermeme” çağrısı yapıyordu.

Gazetecilikten utanmak

Son olarak Başbakan’ın medyadan şikayetine de değinmek şart. Tabii ki çok şaşırtıcı bir şikayet. Haber kanalları başta olmak üzere egemen medyanın başından itibaren bu direnişi evrensel gazetecilik ilkelerine göre ele almadığı açık seçik ortada. Hatta bunun da ötesinde, biz gazeteciler açısından utanç verici bir durum söz konusu. Bu ülke insanlarının, kendilerini birinci derecede ilgilendiren olayları internetten yabancı televizyon kanallarından takip edebilmeleri tek kelimeyle hazin.

Ama esas haber akışı sosyal medya üzerinden oldu. Daha önce başka ülkelerle ilgili duyduğumuz, “toplumsal hareketlerin sosyal medya üzerinden örgütlenmesi” denen olgunun hiç de abartılı olmadığını bu vesileyle görmüş olduk. Tabii bu arada sosyal medyadan bol miktarda dezenformasyon, manipülasyon vb.nin de yayıldığı bir gerçek. Ama siyasi iktidarın da çok iyi bildiği gibi, bu tür olumsuzlukların asıl nedeni geleneksel medyanın görevini yerine getirmemesi, getirmekten ürkmesidir.

Yazının devamı...

Hatay’a olabildiğince dikkat ve özen

Dünkü yazımızda hükümetin uzun bir süre bölgede yaşanan mezhep temelli saflaşmalardan uzak kalmaya çalıştığını, ama bir aşamadan sonra mezheplerüstü politikasını sürdüremez hâle geldiğini söylemiştik. Bunun sonucunda kısa süre öncesine kadar Tahran, Şam ve hatta Bağdat’la genellikle normal seyreden ilişkilerin bozulmaya başladığını görüyoruz.

Ankara’nın kabaca “Şii-Sünni saflaşması” olarak tanımlanabilecek bu gerilimde tekrar eski pozisyonuna dönüp, herkesle görüşebilen, gerginliklerin yumuşatılmasında, çatışmaların en azından ertelenmesinde etkili olan bir tür arabulucu olması şu an için mümkün gözükmüyor.

Meselenin yeterince kritik olan bölgesel boyutunu şimdilik bir kenara bırakıp ülkemize baktığımızda aynı ölçüde vahim bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü bu ülkenin tarihinde mezhep farklılıklarından kaynaklanan nice tatsız olay var ve mezhep konusu hep provokasyonlara açık bir hâlde önümüzde duruyor.

Yavuz imajı

Kuşkusuz Türkiye’deki Alevilikle Orta Doğu’da söz konusu olan Şiilik aynı şey değil; hatta farklılıkların benzerliklerden fazla olduğunu bile söyleyebiliriz. Fakat ülkemizde bazı çevrelerin Suriye ve İran’ı eleştirmek adına Alevileri rencide edecek söylemleri yaydıklarını görüyoruz. Alevilerin sayıca az olması, önde gelen talep ve beklentilerinin karşılanmaması ve karşılanacağının işaretlerinin de olmaması durumu daha kırılgan kılıyor.

Tam da böylesine bir ortamda İstanbul’da Boğaz’a yapılacak üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmiş olması son derece yanlış oldu. Bu ismi seçenler herhalde Yavuz’un Anadolu Alevileri tarafından hiç sevilmediğini biliyorlardır. O zaman neden böyle bir tercihte bulunduklarını, başta Aleviler olmak üzere tüm topluma izah etmeleri; eğer ikna edemiyorlarsa başka bir isim seçmeleri gerekiyor.

Mezhep meselesinin ülkemiz için en acil olan yönü “Arap Alevileri” olarak tanımlanan, genellikle Hatay ve çevresinde yaşayan vatandaşları ilgilendiriyor. Suriye’den yoğun mülteci göçüyle birlikte Hatay’da yaşanan değişimlerin bir dizi risk barındırdığı malumdu (http://www.rusencakir.com/Yeni-Hatay-sorunumuz-Insani-olanla-siyasi-olan-ic-ice-gecince/1810). Örneğin en son Reyhanlı’da yaşanan terör saldırısının ardından, her ne kadar bu kentimizde Alevilerin sayısı yok denecek kadar az olsa da, bazı çevreler Suriyeli mültecilere yönelik tacizlerin gerisinde mezhep izi aramaya kalkabildiler. Reyhanlı benzeri bir saldırının Hatay’ın mezheplerin karışık yaşadığı bir bölgesinde yaşanması hâlinde neler olabileceğini insan düşünmek bile istemiyor.

Bu noktada okuyuculara Hale Akay ve Ayda Erbal imzalı “Hatay İçin Henüz Vakit Varken” başlıklı yazıyı (http://azadalik.wordpress. com/2013/05/28/hatay-icin-henuz-vakit-varken/#_ftnref15) tavsiye ediyor ve herkesin mezhep konusuna alabildiğine özen göstermesini temenni ediyorum.

Kayda geçsin diye...

İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda günlerdir, her nasıl gelişirse gelişsin kazananı (toplum) ve kaybedeni (devlet) baştan belli olan bir mücadele yaşanıyor. Zira dünyanın her yerinde, her zaman, eğer bir devlet kendi toplumuna karşı aşırı güç kullanmışsa, bu aslında onun güçsüzlüğünün ve tabii ki haksızlığının kanıtı olmuştur. Eğer devlet haklı olduğuna inansaydı oraya polis değil siyasetçi ve/veya yerel yönetici gider, insanları ikna etmeye çalışırdı.

Ülkemiz toplumsal hareketlerinde yepyeni bir çığır açtığı açık olan Gezi Parkı Direnişi’ne katkıda bulunan herkese takdirlerimi iletiyor, bu tamamıyla sivil ve barışçı eyleme karşı uygulanan şiddetin sorumluları hakkında gereğinin yapılmasını talep ediyorum.

Bu arada BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile gazeteciler Ahmet Şık ve Osman Örsal’ın yaralanmalarının tesadüf olduğunu sanmadığımı da not düşmek isterim.

Böyle günlerde aydınlara düşen

“Günümüz aydın ve sanatçılarının en çok ihtiyaç duydukları şey toplumsal sorumluluk konusunda berrak olmalarıdır. Çünkü günümüzde birçok insanın tam da bu duyguyu terk ettiğini görüyoruz. Kendimizi birey olarak korumamız bile siyasi bir davranış olacaktır. İlla Tiananmen Meydanı’nda yürümek zorunda değilsiniz. Ancak açık fikirli olmanız, kendi özgün ifade yollarınızı bulmanız gerekir.”

Çinli muhalif sanatçı Ai Weiwei

Yazının devamı...

Son oyun: “Şii uyanışı”na karşı “Sünni blok”

TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz, dün Ankara’da düzenlenen Yüksek İstişare Konseyi toplantısının açılış konuşmasında önce Reyhanlı’daki terör saldırısına değindi, sonlara doğruysa şunları söyledi: “Türkiye mezhep nefreti üzerine kurulu bir jeopolitik oyunun içine çekilmemeli, ancak (Suriye konusunda) insani yardım tutumunu da sürdürmelidir.”

Evet, kimin ne amaçla başlattığı ve sürdürdüğü tartışılır ama Yılmaz’ın sözünü ettiği gibi bölgemizde Sünni-Şii farklılığı temelinde giderek sertleşen bir oyun oynanıyor. Ve maalesef, Yılmaz’ın (ve tereddütsüz bu topraklarda yaşayan insanların ezici bir çoğunluğunun) temennisinin aksine Türkiye her geçen gün bu oyuna daha fazla dâhil oluyor.

Suriye’nin dost ve düşmanları

Oyunun ana sahnesi tabii ki Suriye. Ama oyunun aktörleri sadece Suriyelilerden ibaret değil. Esas olarak ülkedeki Alevi azınlıktan güç alan Baas rejimini yıkmak isteyen muhalefetin askeri kolunda başka ülkelerden gelmiş Sünni İslamcılar da var. Bunun ötesinde Suriye muhalefeti, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin başını çektiği, bölgedeki Şii güçlenmesinden endişe eden ve “Sünni blok” diye tanımlanan ülkelerden destek alıyor.

Baas rejiminin ana sponsorunun İran olduğu zaten biliniyordu. Buna ek olarak Irak’ta yönetimi büyük ölçüde kontrol eden Şii Arapların da Şam rejiminin yanında olduğu söyleniyor. Ama en çarpıcı destek, yıllarca İsrail’e kök söktüren Lübnanlı Şii örgüt Hizbullah’tan geldi. Hizbullah’ın Suriye’de, Esad’a bağlı güvenlik güçleriyle birlikte savaşan “binlerce” militanı bulunduğu ileri sürülüyor. Hizbullah militanları özellikle şehirlerdeki çatışmalar konusunda uzman olduğu için, bu askeri takviyenin Suriye’deki iç savaşı muhaliflerin aleyhine döndürdüğü yolunda gözlem ve haberler var.

Türkiye sürükleniyor

İran ve Hizbullah’ın Suriye rejimine kayıtsız şartsız desteği aslında hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü bu üç odak 10 yıllardır stratejik işbirliği yapıyor ve bölgedeki dengelerin belirlenmesinde etkili oluyorlar. Örneğin Şam’ın desteği olmasa Hizbullah İsrail’e karşı bu kadar güçlü olamaz; Suriye’nin bölgedeki radikal yapılanmalara kol kanat germesi olmasa Tahran rejimi kendini bu denli güvenli hissedemezdi. Yani bu üç yapı kader birliği etmiş durumdalar ve zincirin herhangi bir halkasının kopması durumunda sıranın kendilerine geleceğinden endişe ediyorlar. Sonuç olarak Suriye’de Baas rejiminin bekası, Tahran rejimi ve Hizbullah’ın bekası anlamına geliyor.

Suriye-İran-Hizbullah işbirliği değil ama Ankara’nın her geçen gün bu ittifakın karşısında konumlanması şaşırtıcı. Ve burada can alıcı soru şu: AKP hükümeti, daha 2006 yılında İran asıllı Amerikalı araştırmacı Vali Nasr’ın “Şii Uyanışı” diye kavramsallaştırdığı olguya karşı bilinçli olarak mı pozisyon alıyor yoksa bu noktaya sürükleniyor mu?

Bana göre ikinci şık geçerli. Çünkü Ankara yıllarca, başta ABD, İsrail ve kısmen Avrupa’nın tehditvari uyarılarına rağmen Şam ve Tahran rejimleri ile Hizbullah ve Hamas’la (ki bu örgüt Katar ve Suudi Arabistan’ın bastırmasıyla yakın zamanda saf değiştirdi) hep iyi ilişkilerini korudu. Öyle ki en kritik konularda bu rejim ve örgütlerle Batı arasında arabuluculuğa talip oldu. Bu girişimlerin başarısız olmasında hem bu rejimlerin ve örgütlerin, hem Batı’nın, hem de Ankara’nın sorumlulukları vardır ama bu başarısızlıklara bakıp strateji değiştirmeye yönelmenin Türkiye’nin hayrına olmayacağı da muhakkaktır.

Bu konuyu tartışmaya yarın devam edecek, muhtemel bir mezhepler savaşının Türkiye’ye doğrudan etkilerinin neler olabileceğini tartışacağız ve tabii ki 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesindeki vahim hatanın altını kalın çizgilerle çizeceğiz.

Yazının devamı...

‘Siyasi başarılar önemli problemleri örtüyor’

Başta ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’ adlı üç ciltlik antoloji olmak üzere, İslamcılık üzerine birçok araştırmaya ve kitaba imza atan Prof. İsmail Kara ile söyleşimizi noktalıyoruz.

- 1980 sonrası Türkiye’de İslamcılık denince akla burada Erbakan ile Fethullah Gülen geliyor. Milli Görüş hareketiyle Gülen hareketinin alenen kavga etmeseler de birbirlerine mesafeli olduklarını biliyoruz. Öyle ki 1990 ortalarında Gülen tüm siyasi partiler ile; Ecevit ile Türkeş ile iletişime geçerken Erbakan ile mesafesini korudu. Neden?

Kara: Fethullah Gülen hareketi ile Türkiye’deki siyasi hareketler arasındaki ilişkileri sadece bugünün tezahürleri üzerinden anlayamayız, biraz geriye gitmemiz gerek. Muhtemelen birinci sırada söylememiz gereken şu: Fethullah Gülen hareketinin büyük ölçüde yaslandığı Risale-i Nur fikriyatı dini mutlak manada koruma noktasında sistem karşıtıdır fakat siyasi olarak bir uyum hareketidir. Dolasıyla bu hareketin içerisinde uyum ve muhalefet birlikte vardır. Fevkalade uyumu gözeten bir siyasetleri ve yapıları da vardır.

‘Son Said DP’lidir adeta’

Tabii şimdi teşkilat akıl almaz derecede büyüdükçe uyum tabir caizse biraz gösterişe dönüştü. Bediüzzaman’ın din merkezli Ankara’ya karşıtlığını; ama siyaset merkezli Ankara’yı önemseyen, oraya doğru bakan tavrını görmek lazım. Onun için eski Said-yeni Said ayrımında “bir de son Said var” diyorum. Son Said bir Demokrat Partilidir adeta, bunu unutmayalım. Fethullah Hoca hareketinin 12 Eylül öncesi ve sonrası arasında siyasi tavır bakımından sistematik bir ayrım var. MSP ve Erbakan çizgisi ise sert muhalefet söyleminden uyum söylemine doğru hareket ettikçe tarikat ve cemaatlere daha fazla yaklaşmıştır. Yani Fethullah Hoca cemaati ile AK Parti arasındaki yakınlaşmayı sadece AK Parti ile alakalı ve sınırlı görmemek lazım. Bu RP çizgisiyle başladı ve 1991 seçimlerinden itibaren giderek daha fazla görüldü. Ayrıca arada bir de Turgut Özal var. AK Parti aslında Anavatan tecrübesini bu manada ikinci defa yaşayan veya siyasi olarak bu başarıyı sağlayan bir harekettir. Senin işaret ettiğin, AK Parti ile cemaatin birbirlerine pek güvenmemeleri meselesi iki tarafın da sadece aktüel olarak değil tarihsel olarak da bildiği ve yaşadığı bir hadisedir. Türkiye’de cemaatler ve tarikatlar destekledikleri iktidarla mutlak bir ilişki kurmazlar, mutlak bir güven ilişkisi de geliştirmezler. Onların öne çıkardığı şey kendi varlıklarını sürdürmek ve olabildiğince kendilerini korumaktır. Korumak amacı birinci sıradadır. Söylem olarak bu, İslam’ı ve Müslümanları korumak manasına da gelmektedir. Onlarla münasebete geçen siyasi partiler de bunu bilir. Tarikat ve cemaatlerin nerede ise tamamının 1982 anayasasına, ardından 1983 seçimlerinde Özal’a destek vermesine Demirel’in şaşırdığını hiç zannetmiyorum.

‘Ecevit’e temayül istisnaiydi’

- Ama bu arada güçlenmek de istiyor cemaatler.

Kara: Evet, güçlenmek de var. Bunun için iktidara gelebilecek sağ partilere destek verirler. Ayrıca bu tercih sadece onlara has bir tercih de değildir. Fethullah Gülen’in Ecevit’e temayül göstermesi istisnai bir şeydir. Bu da 12 Eylül sonrası Türkiye’deki siyasi kültürün dağılmasıyla alakalıdır. Mesela 1980 öncesi şartlarda mümkün olmayan bir şeydi bu. Unutmayınız ki bu grup Erbakan’ın Ecevit ile koalisyon kurmasına çok sert karşı çıkmıştı ve hatta bu yüzden parti içindeki Risale-i Nur mensupları ayrılmışlardı.

- AKP’nin demokrasi dışı bir yola yönelmesi, İslam’a zarar verir mi?

Kara: Uyum çizgisi aslında Türkiye’deki İslam meselesini zayıflatan bir şeydir. Çünkü siyasi başarı diğer bütün önemli problemleri örter. AKP’nin örttüğü gibi. Görünürlük ve maddi yükselişler, sayısal artışlar ilim ve fikir adamlarının her zaman bel bağlayacağı şeyler değildir. AKP’nin iktidarda kalmak için yapacağı demokrasi dışılıklar hariç demokrasi dışı bir yola sapacağını düşünmüyorum fakat Türkiye’de İslam’ı aşağıya çekmek ve biçimsizleştirmek için bir operasyon yapılacaksa bu AKP üzerinden yapılabilir. Erbakan üzerinden yapıldığı gibi. Bu sadece İslamcılar için değil Türkiye için büyük bir kayıp olur. Çünkü Türkiye’nin hiçbir meselesi İslam’la irtibatlandırılmadan konuşulamaz ve anlaşılamaz. Türkiye bu büyük problemin bence hiç farkında değil.


Demokratikleşmenin uyum çizgisine etkisi

- 1994’deki röportajımızda başlığa çıkarttığımız ‘Demokratikleşme İslam’ın önünü açar’ sözü epey doğrulanmışa benziyor.

Kara: Tabii. Bu kaçınılmaz bir şey. Demokratikleşme çizgisi Türkiye’de uyum çizgisini kuvvetlendiren bir çizgi olarak da işliyor aynı zamanda. Gerçekten görünür olarak İslam’ı öne çıkartıyor. Bunu ihtilali yapanlar (veya yaptıranlar) da biliyorlardı. O fikir bugün için de geçerli. Problem, görünürlükle muhteva arasında.

Uyum çizgisi aslında Türkiye’deki İslam meselesini zayıflatan bir şeydir. Çünkü siyasi başarı diğer bütün önemli problemleri örter. AKP’nin örttüğü gibi... Türkiye’de İslam’ı aşağıya çekmek için operasyon yapılacaksa bu AKP üzerinden yapılabilir

‘El Kaide radikalliğinin Türkiye’de karşılığı olamaz’

- El Kaide hakkında ne düşünüyorsun? Bu bile tek başına İslamcılığın ölmediğinin delili değil mi?

Kara: Bu hadiseye de bir Türkiye’den bir de dışarıdan bakmak lazım. Benim anladığım kadarıyla El Kaide gibi bir radikalliğin Türkiye’de hiçbir karşılığı olamaz. Bu konuda senden biraz farklı düşünüyorum. Mesela Türkiye’den bir kısım radikaller, onlara radikal mi demek lazım ondan da çok emin değilim, Afganistan’da, Bosna’da, şimdi de ben çok emin değilim ama bir rivayete göre Suriye’de savaşıyorlar. İran’a da gittiler. Benim görebildiğim kadarıyla bu bile El Kaide mantığı içerisinde bir yere oturmuyor. Çünkü bunlar gittiler, döndüler. Oradaki haletiruhiyelerini bilemem ama nasıl gittilerse öyle döndüler. Onun için El Kaide çizgisi Türkiye ile ilgili bir çizgi değil. Onun için bu İslamcılık öldü mü ölmedi mi tartışmasını yaparken Mısır’da, İran’da, Afganistan’da olup bitenleri öne çıkarmayı doğru bulmuyorum. Bunları tabii ki mukayese unsuru olarak kullanmalıyız, ama birinci sıraya bunları çıkararak yapılacak Türkiye İslamcılığı analizini realiteye uygun ve sağlıklı görmüyorum. Türkiye’ye intikal ettiğimiz zaman Türkiye’deki İslamcılığın tarihini konuşmamız lazım ki ölen bir şey var mı yok mu buna bakalım. Mümtaz’er Bey’in yazılarında yazmadığı fakat kendi tebliğinde söylediği “duygu ölümü” ifadesi var. Bakın hissiyat zayıflaması manasında bu anlaşılabilir fakat yazılarında ve kitabında söylediği şey bütün bir ölümdür. Ölüm metaforunu kuvvetli bir tez olarak kullanabilmemiz için en azından tarihi devreye sokmamız lazım. Türkiye’nin yakın siyasi tecrübelerini, İslam’ın bu noktadaki konumunu hesaba katmamız lazım. Ayrıca İslamcılığı ortaya çıkaran veya kuvvetlendiren unsurlar ortadan kalkmış değil ki. Bir kısmı artarak sürüyor, derinleşiyor, sertleşiyor.


‘Siyaset aktüel olana mahkûm’

Siyasi başarı böyle bir zarar getiriyorsa o zaman siyaseten başarısız mı olsun?

- Hayır; en azından benim siyasi başarılara karşı çıkmak diye bir derdim yok. Türkiye’nin siyasi başarıya da çok ihtiyacı var. Fakat hadiseye siyasetle sınırlı bakmayan biri olarak siyasi başarının kayıplarına ve kazançlarına birlikte bakıyorum. Burada sarmal bir gidiş var. Birbirini hem taşıyan ve hareketlendiren, hem ezen ve biçimsizleştiren bir gidiş. Türkiye’de siyaset alanı aktüel olana mahkûm yürüyor. Bu biraz siyasetin tabiatında da olan bir şeydir. Fakat hiçbir siyasi hareket ve başarı yerli bir düşünceye, daha evrensel bir felsefeye hatta bir inanca yaslanmadan büyük ve sürekli olamaz. Türkiye’de yaşanan siyasi başarıların aynı zamanda Türkiye’nin başarısı olamayışının sebebi de bu.



-BİTTİ-

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.