Dün sosyal patlamayı öngöremeyenler şimdi önlerini göremiyor
.
Gezi Parkı eylemleri ilk başladığında Başbakan Erdoğan “biz kararımızı verdik, kimse de değiştirtemez” diyerek kestirip atmıştı. Herhâlde az sayıdaki gencin başlattığı bu çevre eyleminin büyük bir toplumsal patlamaya dönüşeceğini hiç düşünmemişti. Haksız da sayılmazdı çünkü 10 yılı aşkın iktidarında AKP bir yandan başta TSK olmak üzere devlet içindeki eski iktidar odaklarını büyük ölçüde tasfiye etmeyi başarmış, öte yandan her türlü toplumsal muhalefeti, sık sık devletin şiddet tekeline başvurarak etkisiz kılmayı becermişti. Bunun tek istisnası Kürt siyasal hareketidir ki onunla da müzakere yoluna giderek bildiğimiz çözüm sürecini başlattı.
Şöyle bir düşünelim: Tekel örneğinde olduğu gibi işçi direnişleri, ODTÜ örneğinde olduğu gibi öğrenci eylemleri hep belli bir noktaya gelip, iz bırakmakla birlikte söndüler. Ulusalcı kesimlerin Cumhuriyet mitinglerinden, Ergenekon, Balyoz davaları vesileleriyle örgütledikleri gösterilerden ve en son devlete rağmen 29 Ekim’i kutlamalarından da fazla bir şey çıkmadı.
Belirsizlik göstericilerin lehine
İşte bu ve saymadığımız diğer örneklerden hareketle Başbakan son derece özgüvenli bir şekilde hareket etmiş ve “nasılsa bunu da bastırırız” diye düşünmüş olmalı. Ama olmadı, siyasi iktidarın öngörüsü tutmadı. Aslında bu patlamayı, onun aktörleri de dâhil olmak üzere kimsenin öngörmüş olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla hemen herkes yarın ne olacağını kestiremiyor, önünü göremiyor.
Bu önünü görememe hâlinin direnişin aktörleri açısından fazla sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla bu hareketin başarısının en büyük sırrı, öngörülemez olması, önceki deneyimlere pek benzememesi. Dolayısıyla belirsizliğin direnişin lehine olabileceğini bile öne sürebiliriz.
Ancak aynı şey siyasi iktidar için söz konusu değil. Değil çünkü önünü göremeyen bir iktidar, son örnekte açık bir şekilde gördüğümüz gibi, en fazla ihtiyacı olan şeyi, yani siyasi istikrarı riske atar. Halbuki AKP hükümetinin tam da bütün sorunlara rağmen içeride ve dışarıda itibar sahibi olmasının asıl nedeni siyasi ve buna bağlı olarak ekonomik istikrarı belli ölçülerde sağlayabilmesiydi.
Son 10 yılın en büyük krizi
İçinden geçtiğimiz sürecin önemi, son 10 yılda siyasi istikrarın belki de ilk kez bu kadar risk altında olmasıdır. Ancak Başbakan bu gerçeği ya görmüyor ya da görmek istemiyor. Bir yandan “herkesin başbakanıyım” deyip diğer yandan sokağa dökülen insanları “aşırı uç”, “çapulcu” gibi yaftalarla aşağılıyor, iç ve dış bazı (belirsiz) odakların basit birer piyonu olarak göstermeye çalışıyor. Onun bu yangına körükle giden tutumu, devlet içinde, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere, ortamı yumuşatmak isteyen isimlerin çabalarını da büyük ölçüde etkisizleştiriyor.
Söylenecek çok şey var ama Başbakan’ın tutumu nedeniyle bu konuyu daha çok konuşacağa benzediğimiz için bugün sadece birine değinerek yazıyı sonlandırmak istiyorum. Malum “sokağa çıkmak için can atan yüzde 50” olayı.
Önce miting meydanına bir milyon kişiyi taşımakla başlayıp ardından ülkenin yarısına kadar gelen Başbakan’a, yakın çevresinden kimse, böyle söylemlerin son derece riskli olduğunu söylemiyor olabilir mi? Umarım söyleyen vardır. Yine de buradan bu tür gözdağı vermelerin hiçbir işe yaramayacağını, sorunu çözmek yerine daha da derinleştireceğini, çünkü sokağa çıkmış olan insanların büyük kısmının korku eşiğini çoktan aşmış olduklarını söylemek durumundayım.
Umarım siyasi iktidar bir nebze de olsa önünü görür ve bütün ülkeyi tehlikeye atacak yollara başvurmak yerine Gezi Parkı direnişinin mesajlarını alıp gereğini yerine getirir.