Şampiy10
Magazin
Gündem

Sorumluluğu göçmenlere yıkmak yanlış ve utanç verici

Reyhanlı katliamını tartışmayı sürdürüyoruz. Önce, dün kısaca değindiğimiz Türkiye’deki Suriyeli mülteciler konusunu ele alıp ardından diğer başlıklara geçelim.

Hassas bir konu: Göçmenler

Hatırlanacaktır, geçen yıl ağustos ayında Suriyeli göçmenlerin en yoğun bulunduğu Hatay, yaşanan bazı sorunlar nedeniyle medyanın ana gündem maddelerinden biri hâline gelmişti. Hataylıların bir kısmı, kimi zaman ekonomik, kimi zaman siyasal, kültürel ve mezhepsel nedenlerle, ama en çok da güvenlik kaygılarıyla göçmenlerden şikâyetçiydi. O günden bu yana yaşananlara baktığımızda mevcut sorunların çözülmek yerine daha derinleştiğini gördük. Bunun en başta gelen nedeni de kuşkusuz Beşar Esad rejiminin, Ankara’nın tahmin ve ümitlerinden çok daha güçlü ve uzun ömürlü çıkmasıydı. Olay yerinden bildiren meslektaşlarımıza göre Reyhanlılıların çoğu saldırıdan esas olarak Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) ve dolaylı olarak da Suriyeli göçmenleri sorumlu tutuyorlar. Sanmıyorum, ancak Reyhanlı’nın hedef seçilmesinde, buraya yerli nüfusla neredeyse yarışacak kadar göçmenin yerleşmesine izin verilmesi muhakkak etkili olmuştur. Yine benzer bir şekilde, bu katliamı tezgâhlayanlar yerel halkla göçmenleri birbirlerine düşürmeyi de hesaplamış olmalılar. Nitekim yayın yasağına rağmen (büyük ölçüde de bu yüzden) dolaşıma sokulan bazı dezenformasyon kokan söylentilerin çoğunda Reyhanlılılarla göçmenler arasındaki gerginliğin öne çıkartıldığını görüyoruz.

Hükümetin Suriye’den kaçanları misafir etmesini doğru, silahlı muhalefete kucak açıp onlara imkân tanımasını yanlış buluyorum. Hele insani nedenlerle kabul edilen binlerce çaresiz Suriyeli’yle Baas rejimini devirmek için silahlanan grupların iç içe tutulmasının yanlıştan öte tehlikeli olduğu uyarısını birçok kişi gibi ben de geçen yıl yapmıştım (http://www.rusencakir.com/Yeni-Hatay-sorunumuz-Insani-olanla-siyasi-olan-ic-ice-gecince/1810).

Hükümetin bu hatayı yapmış olması, kesinlikle Suriyeli göçmenlere karşı düşmanca tavırları haklı gösteremez, meşru kılamaz. Kimilerinde kısmen doğruluk payı olabilir, ama çoğu uydurulmuş hikâyelerle göçmenlerin kendileri için doğrudan tehdit olduğunu söyleyenlere inanmamız asla beklenmemeli. Ortada bir tehdit varsa siyasetçilerden kaynaklanıyordur ve siyasetçilerden hesap sormak yerine çaresiz insanlarla uğraşmak yanlış, ayıp ve utanç vericidir.

Süreç her şeye rağmen ilerliyor

Düne kadar Erdoğan Esad ile buluşup PKK’ya karşı ortak strateji geliştirmeye çalışırdı. Bugünse Erdoğan’ın doğrudan Esad’ı sorumlu tuttuğu katliam nedeniyle KCK (diğer bir deyişle PKK) ile BDP kınama ve başsağlığı mesajları yayınladılar. KCK’nın bölgedeki sorunların silahla çözülemeyeceği vurgusu ile BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hükümete açık destek vermesi (ki sonradan AKP’nin Suriye politikalarını eleştirdi ama bu durum ilk mesajın etkisini kırmadı veya kıramadı) özellikle dikkat çekti. Başbakan’ın da katliam üzerine ilk yaptığı açıklamada “süreci sabote etmek isteyenler”e dikkat çekmesi manidardı. Kuşkusuz Reyhanlı katliamının çözüm süreciyle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söylemek abartılı olacaktır ancak PKK ateşkes ilan edip silahlı güçlerini geri çekme kararı almamış olsa belki bu tür bir saldırı olmayacak veya olsa bile akla ilk olarak, her zaman olduğu gibi PKK gelecekti. Özetle, son katliamla çözüm sürecinin sadece Türkiye’nin değil Suriye’nin kaderini de birinci derecede etkileyeceğini bir kez daha görmüş olduk.

Zamanlamanın anlamı

Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra yaşanan başta terör eylemleri olmak üzere neredeyse her kritik olayın hemen ardından yapılan ilk “analizler”de zamanlamaya dikkat çekilir. Bir parça tembellik, bir parça beceriksizlik ve bir parça da çaresizlik ürünü olan “zamanlama manidar” lafının hiçbir olayı sahiden açıkladığı da görülmemiştir. Fakat Türkiye büyük, karmaşık bir coğrafyanın ortasında sorunlara boğulmuş bir ülke olduğu için mutlaka “zamanlama manidar” cümlesini haklı gösterebilecek yaşanmış veya yaşanması muhtemel olay ve gelişmeler de vardır. Dolayısıyla bu tamamen işlevsiz klişenin daha çok kullanılacağı da aşikâr. Nitekim Reyhanlı katliamı sonrasında da böyle oldu. Saldırının Erdoğan’ın Washington ziyareti öncesine ve Amerikan NBC televizyonuna verdiği mülakatın sonrasına denk gelmesi “manidar” bulundu. Ama en manidarı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da ilk iş olarak zamanlamaya dikkat çekmesi oldu. Saldırı bir hafta önce veya sonra yaşansaydı Davutoğlu benzer bir açıklama yapar mıydı bilemiyoruz ancak kendisinin yine saldırı sonrası, saldırıdan hükümeti sorumlu tutanlara yönelik olarak “twitter hesaplarını biliyoruz” demiş olmasını da not ediyoruz.

Yazının devamı...

Kaygı verici kayıtsızlık

Bazen, kimi kritik olayların hemen ardından acele değerlendirmeler yapmamak hayırlı olabiliyor. Reyhanlı katliamının ardından kişisel olarak böyle bir tercihte bulundum. Bugün konuyla ilgili bazı düşüncelerimi aktarmak istiyorum:

- Teröre alışmak

Türkiye yıllardır siyasi şiddet olaylarına tanık oluyor, ama bildiğim kadarıyla cumhuriyet tarihimizin en kanlı terör saldırısı Reyhanlı’da yaşandı. Ne var ki devletinden toplumuna, tüm Türkiye’nin bu vahşi saldırıya hak ettiği önemi verdiği söylenemez. Bunda kuşkusuz “terörü kanıksama“ denen olgunun payı vardır, ancak onun ötesinde bazı faktörler de söz konusu. Mesela, İstanbul, Ankara, kısmen İzmir ve genel olarak Batı’da yaşanmadığı müddetçe bir terör eylemine veya doğal afete karşı genel bir hassasiyet gösterilmiyor. Bunda medyanın Batı merkezli olmasının ve olup bitenlere hep Batı’nın gözünden bakmasının rolü büyük.

- Başkasının savaşı

Bir diğer neden de saldırının Suriye’deki iç savaşla doğrudan ilişkili olmasıdır. Üstelik bu ilk vaka da değil: Geçen yıl düşürülen/düşen uçak, kent merkezlerine düşen top mermileri, gümrük sahalarında havaya uçan araçlar ve bütün bunların ardından herhangi bir belirgin gelişme yaşanmamış olması yüzünden olsa gerek, kamuoyunda Suriye bağlantılı olaylara karşı da belli bir kanıksama; en fazla “dertsiz başımıza dert aldık“tan ibaret bir rahatsızlık söz konusu. Kısacası, başkasının savaşının bizde ağır hasara yol açmasına da alışmış gibiyiz.

- Utandırıcı hesaplar

Dün Radikal’de Cengiz Çandar, Reyhanlı katliamını, “Ortadoğu politikasında ‘etkili bir aktör’ olmanın ‘kaçınılmaz maliyetlerinden biri’ olarak“ görmek gerektiğini yazdı ve şöyle devam etti: “Bu, tatsız bir gerçek ama maalesef böyle. Böyle bir maliyetten uzak kalmak için Türkiye’nin Suriye’de olan bitenlerden uzak durması gerekmez miydi? Hayır, bu mümkün değildi. Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi ve uluslararası sistemin içine girdiği kalıp, Ortadoğu’da ‘etkili bir aktör’ olmaktan öteye ona bir şans tanımıyordu. Bu da kaçınılmaz idi.”

En hafif deyimiyle yanlış. Türkiye pekâlâ Suriye’de olup bitenlerle arasına belli bir mesafe koyabilir ve bu türden saldırıları önleyebilirdi. Ancak açık sözlü olduğu için Çandar’a kızmamak, hatta kendisine teşekkür etmek lazım. Zira bugün Türkiye’de birçok kişi onun gibi açıkça söylemeseler de, sözüm ona büyük stratejik hesaplar adına masum insanların başına gelenler karşısında infiale kapılmıyor, hatta bu felaketleri yine aynı hesaplar için alabildiğine sömürüyor.

- Olağan şüpheliler

Saldırının failleri kim olabilir? Karşımızda kabaca iki seçenek var: 1) Türkiye’yi Suriye’den uzak tutmak isteyen Baas rejimi; 2) Tam tersine, onu Suriye batağına çekmek isteyen bazı Suriyeli muhalif unsurlar. Resmi açıklamalara göre katliamı tezgâhlayanlar yakalandı: Hepsi Türk vatandaşı ve Suriye gizli servisi El Muhaberat ile ilişkililer. Bu arada THKP-C Acilciler adını sahiplenen Mihraç Ural‘dan da sıklıkla bahsediliyor. Olabilir, ancak doğru olsa bile toplumun tümünü bu açıklamalara ikna etmek mümkün gözükmüyor. Saldırının ardında bir şekilde muhalif unsurlar varsa, bu, Ankara’nın Suriye politikasının tam anlamıyla iflas ettiği anlamına geleceği için hükümetin objektif bir soruşturma yapmayacağına inananların sayısı hayli çok.

- Saçma bir yasak

Katliamın ardında Suriyeli muhalifler olduğunu savunanlar yayın yasağının tam da bu yüzden konulduğuna inanıyorlar. Haklı olup olmadıkları bir yana böyle bir çağda böyle bir yasak koymak son derece abes ve yanlış. Öncelikle halkın haber alma özgürlüğünün gasbı söz konusu olduğu için yanlış. Ardından, cep telefonu ve internet erişimi olan herkesin birer muhabir ve yorumcu olduğu bir zaman diliminde böyle bir yasağı işletebilmek mümkün değil. Nitekim yasakla birlikte spekülasyon ve dezenformasyonlar normalin üzerinde seyrediyor, özellikle ölü sayısı konusunda akıl almaz rakamlar dolaşıma sokuluyor.

- Ne yapmalı?

Reyhanlı saldırısı üzerine şu ana kadar okuduğum en iyi yazıyı Foti Benlisoy kaleme almış: http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/50246483455/reyhanl-senaryodan-siyasete.

Onun beş maddesini burada özetlemek isterim:

1) Savaş kışkırtıcılığına izin vermemek;

2) AKP’nin diktatörlük karşıtı halk hareketini yozlaştıran, onu neticede bir mezhep çatışmasına sürükleyen politikalarını teşhir etmek;

3) Hükümetin dış siyasetine karşı dururken Esad’ın mazeretçisi hâline gelmekten sakınmak;

4) Suriye’de demokratik bir dönüşümden yana olan, diktatörlük rejimine de mezhepçi kamplaşmaya da, olası bir emperyalist müdahaleye de karşı olan güçlerle ilişkileri geliştirmek;

5) Reyhanlı sonrasında görülen göçmen karşıtı tavır ve saldırılara karşı açık bir tutum almak.

Suriyeli göçmenler, zamanlama, çözüm süreciyle ilgisi gibi Reyhanlı katliamının diğer boyutlarını tartışmaya yarın devam edeceğiz.

Yazının devamı...

PKK Gülen cemaatini niye kışkırtıyor?

Yeni İmralı sürecinin geldiği noktada şöyle bir görüntüyle karşı karşıyayız: MHP karşısında, CHP dışında, bazı liberaller “temkinli”, Gülen cemaati mesafeli...

Bu, sürecin başarılı olmasını isteyenler için hiç kuşkusuz tatsız bir durum. Çünkü böyle bir tabloya rağmen PKK ve Kürt sorunlarını çözmek çok ama çok zor. Çözüm gerçekleşse bile çok kırılgan olacak ve Türkiye her an yeniden başa dönme riskiyle yaşamak zorunda kalacaktır. Aslında “başa dönme” riskinden de öte bir durumdan söz edebiliriz, zira süreçle birlikte her biri birer “devrim” olarak tanımlanabilecek öyle adımlar atıldı ki artık istense bile başlanılan noktaya geri dönmek mümkün olmayabilir.

Dolayısıyla sürecin şu ana kadarki serüvenini eleştirel bir şekilde değerlendirme, hatalardan ders çıkarma ve bir silkinme kaçınılmaz gözüküyor. Hedef ise, sürece karşı olanların tutumlarını yumuşatmak, dışarıda kalanları kapsamak, mesafe koyanları yeniden sürece yakınlaştırmak olmalı. Hayli güç bir şeyden söz ettiğimin farkındayım. Ama “zaten sürece halk desteği yüzde 70” denilerek bu zorunluluklar yokmuş gibi davranmanın çok tehlikeli olduğu da ortada.

Gülen’in sözleri

“Peki ne yapmalı?” sorusunu cevaplamaya katkıda bulunmak adına bugün Fethullah Gülen cemaati örneğini önceki günkü yazımda (http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-surecin-neresinde/2010) bıraktığım yerden tekrar ele alıp biraz daha detaylandırmak istiyorum. Bilindiği gibi Fethullah Gülen, 7 Ocak günü, yani süreç başlar başlamaz, “Sulh hayırdır, hayır sulhtadır” başlığıyla haberleştirilen sohbetinde hiç tartışmaya yer vermeyecek bir biçimde hükümetin başlattığı yeni girişime destek vermiş, hatta buna angaje olmuştu. Ne var ki geçen süre zarfında ne kendisinden, ne cemaatin yayın organlarından benzer çıkışlara tanık olduk, hatta tam tersine Gülen hareketinin sürece yönelik kaygı ve eleştirilerinin öne çıktığını gördük.

Peki neden? Gülen’in, Öcalan ve PKK ile görüşülmesinden rahatsız olduğunu düşünenler var. Fakat onun “Bize ters gelen bazı şeyler olabilir; ‘Keşke şu görüşme olmasa, şu anlaşma olmasa, şu uzlaşma olmasa, biz Türk milleti, şöyle onurumuz var, böyle gururumuz var; boyun eğmesek, bazı şeylere evet demesek’ denilebilir. Muhtemel o türlü şeylerle bazı problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye Sulhu mülahazasıyla, Hudeybiye Sulhu’ndaki mantık ve muhakemeyle, yapılması gereken şey neyse onu yapmak lazım. Güzergâh emniyetini tehlikeye atmamak lazım. Ülkenin parçalanmasına meydan vermemek lazım. Devletimizin bir devlet-i aliyye olması istikametinde yoluna devam etmesini sağlamak lazım. Devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmasını sağlamak lazım. Bu kadar vâridâtı, getirisi olan bir şey karşısında bazen kafamıza uymayan şeylere de katlanabiliriz” demiş olduğunu unutmayalım.

Sıkıntı yaratan algı

Sanıyorum Gülen (ve dolayısıyla onun hareketi) devletin Öcalan ve PKK ile görüşmesinden değil, bu iki aktörün özellikle ilk aylarda süreçte fazlasıyla öne çıkmasından rahatsız oldular. Aslında bu durumdan sadece Gülen cemaatinin rahatsız olduğu söylenemez. Başlangıçta sürece olumlu bakan birbirinden farklı birçok kişi ve çevre, tıpkı Gülen ve onun hareketi gibi, Öcalan ve PKK’nın mecbur kaldıkları için devletle anlaşma yoluna gittiklerini, sürecin önde gelen aktörleri olmalarının mümkün olmayacağını düşünmüştü. Ancak hükümetin, özellikle sürecin halkla ilişkiler boyutunda sergilediği birçok zaafın da etkisiyle sonuç olarak çok farklı bir algı ortaya çıktı. O algı da bazı travma ve kırılmalara yol açtı. Bu arada başından itibaren sürece karşı olanlar da o algıyı fazlasıyla sömürdüler.

Ne var ki bu hiç de aşılamayacak bir sorun değil. PKK’nın ülke içindeki militanlarını geri çekmesine paralel olarak hükümet sürece daha fazla ağırlığını koyabilir. Kürt hareketi adına da Öcalan ve PKK’dan ziyade BDP’nin önünün açılmasıyla birlikte o algı büyük ölçüde kırılabilir.

PKK’nın hesapları

Öte yandan gerek Öcalan’ın, gerekse Murat Karayılan başta olmak üzere bazı PKK sözcülerinin kendilerine yönelik söz ve suçlamalarının Gülen cemaatinin rahatsızlığını katladığını biliyoruz.

Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan İmralı tutanaklarında, Öcalan’ın, cemaatle hükümet arasında MİT kriziyle iyice açığa çıkan ayrışmada hızla ve büyük bir coşkuyla tercihini hükümetten yana yaptığını söylemiş olması, her ne kadar sonradan BDP’li milletvekilleri aracılığıyla kendilerine zeytin dalı uzatsa da cemaatin hafızasında ciddi bir yer işgal etti.

Karayılan’ın “her ne kadar kendileriyle iyi geçinmek istiyorsak da” diye başlayıp hem Oslo görüşmelerinin sızmasından cemaati sorumlu tutması, hem de cemaat hakkında ellerinde bilgi ve belgelerin bulunduğunu ilan etmesi işleri daha da karıştırdı. Karayılan’ın verdiği mesajlarla cemaati bir şeylere kışkırttığı muhakkak. Lakin PKK’nın Gülen cemaatini sürecin dışına, hatta karşısına sürüklemek istemesi çok akıl kârı bir strateji olarak gözükmüyor.

Sonuç olarak çok karmaşık bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu, taraflarının gerçek niyetlerinin belli olmamasının süreci iyice sıkıntıya soktuğunu söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Gülen cemaati sürecin neresinde?

PKK’nın silahlı güçlerini geri çekmeye başlamasıyla dün yeni bir aşamaya giren yeni İmralı sürecinin geleceğini kestirebilmek için birçok soru sorabiliriz. Bugün bunların en önemlilerinden birini, belki de en önemlisini tartışmak istiyorum: Gülen cemaati sürecin neresinde?

“Belki de en önemli soru” diyorum çünkü:

1) Gülen cemaati günümüz Türkiye’sinin en önde gelen güç odaklarından biri hâline geldi, hatta AKP ile bir süredir kritik bir iktidar mücadelesi içinde olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla hiçbir hayati konuda cemaatin tutumunu göz ardı etme lüksümüz yok.

2) Gülen cemaati hem Kürtler (Irak Kürtleri de dâhil) arasında ciddi bir şekilde faaliyet yürütüyor, hem de Kürt sorununa özel olarak önem veriyor.

3) Devlet içinde Kürt ve PKK sorunlarıyla doğrudan ilgili olan güvenlik ve adliye bürokrasisi içinde Gülen cemaati hayli etkili.

4) Gülen cemaati küresel anlamda da çok güçlü bir ağa sahip. Bu ağ aracılığıyla değişik konularda lobicilik yapabiliyor.

5) Başlangıçta Fethullah Gülen’in “sulhta hayır vardır” açıklamasıyla yeni sürece destek veren cemaatten daha sonra benzer pozitif açıklamalar pek gelmedi. Hatta tam tersine, sürecin gidişatına yönelik eleştiri, kuşku ve endişeler daha fazla dile getirilir oldu.

Neden mesafeli?

Hasan Cemal bir yazısında Gülen cemaatinin sürece bakışı için “mesafeli ama suyu da bulandırmıyor” tespiti yapmıştı ki büyük ölçüde haklıydı. Ancak son günlerde, yukarıda da değindiğimiz gibi cemaatten süreçle ilgili yapılan açıklamalarda suyun bulandığını görüyoruz. “Neden böyle oldu?” sorusuna herhâlde şu cevabı verebiliriz: Cemaat suyun zaten bulanık aktığını düşünüyor!

Burada cemaatin, sürecin üç ana aktöründen ikisine (Abdullah Öcalan/PKK ve Hakan Fidan) kuşkuyla bakması, sonuncusuna (Başbakan Erdoğan) tam olarak güvenmemesi belirleyici rol oynuyor. Zaten sürecin merkezine Öcalan’ın alınmış olmasını içine pek sindiremeyen Gülen cemaatinin, gerek Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan İmralı zabıtlarında ortaya çıkan Öcalan’ın kendilerine yönelik suçlamalarından, gerekse Murat Karayılan’ın basın mensuplarına yaptığı açıklamalardan fazlasıyla rahatsız olduğunu biliyoruz. Özellikle Karayılan’ın sözünü ettiği “belgeler” konusunda cemaatin MİT’ten kuşkulandığını da ayrıca görüyoruz.

Öte yandan akil insanlar heyetine doğrudan cemaat adına konuşabilecek kimsenin alınmamış olması dikkat çekici. Cemal Uşşak Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda önemli sorumluluklar üstlenmekle birlikte aslen cemaate mensup olmayan, nevi şahsına münhasır bir Nurcudur. Hükümetin Zaman Gazetesi’nden seçtiği tek isim olan Etyen Mahçupyan’ınsa cemaati temsil etme gibi misyonu olmadığı ortada.

Bundan sonra...

Cemaatin sürece ilişkin eleştiri ve endişelerini şimdilik burada noktalayıp “bundan sonra ne olur?” sorusunu irdeleyecek olursak tam bir belirsizlikle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Cemaat sözcülerinin dolaylı ve hatta doğrudan çağrı ve uyarılarına rağmen hükümet süreci Öcalan/PKK/BDP ile başladığı gibi yürütmeyi sürdürürse cemaatin sürece olan mesafesi daha da açılacağa benzer. O zaman hükümet, geri çekilmeden sonraki aşama olan yeni anayasa yapma ve ona bağlı olarak Kürt sorununu çözmeye yönelik demokratikleşme hamleleri sürecinde Gülen cemaatinin katkılarından ve aktif katılımından mahrum kalabilir. Gülen cemaatinin doğrudan desteğinin ne kadar değerli olduğunu 12 Eylül referandumu ve son genel seçimlerde net bir şekilde gözlemiş olan AKP’nin, bu destekten mahrum kalma riskini değerlendirdikten sonra nasıl bir tutum belirleyeceğini henüz bilmiyoruz.


Düzeltme:




Yazının devamı...

Ve geri çekilme başlıyor

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, ‘ahaber’de Murat Akgün’ün sorularını yanıtlarken Türkiye topraklarındaki silahlı PKK militanlarının çoğunun zaten ülkeyi terk etmiş olduğunu ileri sürdü. Bu iddianın PKK yöneticileri tarafından ne yalanlandığını ne de doğrulandığını duydum.

Kısa süre önce Irak Kürdistanı’nın farklı bölgelerinde değişik kademelerden PKK’lılarla görüştüm. Duyup gördüklerimden ve edindiğim izlenimlerden hareketle Çiçek’in iddiasının, en azından abartılı olduğu kanısındayım. Evet, yeni sürecin resmen ilan edildiği yılbaşından itibaren bazı PKK güçleri değişik nedenlerle ülkeden çekilmiş olabilir ama bunların sayısının çok yüksek olmasının, sürecin bugüne kadarki işleyişine aykırı olacağı açıktır.

Hatırlayalım: Çekilmenin altyapısı BDP’lilerin İmralı ile Kandil ve Avrupa arası turlarıyla inşa edildi. Son olarak Öcalan’ın, MİT üzerinden BDP’lilere ilettiği, onların da PKK kurmaylarına teslim ettiği mektupta çekilmenin bir an önce ve olabildiğince hızlı yapılması talimatını verdiğini, yöntemi ise örgüt yöneticilerine bıraktığını biliyoruz.

Eğer çekilme, Çiçek’in dediği gibi zaten büyük ölçüde gerçekleşmişse, dolayısıyla 8 Mayıs’tan sonra yaşanacaklar, yine onun deyimiyle “sanal” olacaksa, bütün bu ziyaretlerin bir göz boyama olduğu sonucuna varırız ki Türkiye’nin bu tür aldatmacalara başvurma lüksü olduğunu hiç sanmıyorum. Hele İmralı-Kandil arasındaki mesaj taşıyıcılardan Sırrı Süreyya Önder’in uçak korkusu nedeniyle bu güzergâhı birkaç kez kara yoluyla yapmış olduğu düşünülürse!

Kırılgan bir süreç

Murat Karayılan çekilmenin tamamlanmasının sonbaharı bulacağını ama Öcalan bir an önce bitmesini istediği için bunu hızlandırmanın imkânlarını araştırdıklarını söylemişti. PKK yöneticilerinin çekilmeyi ne derece çabuklaştırabileceklerini zamanla göreceğiz ancak bu süreçte önümüzde daha kritik bir soru var: PKK ve güvenlik güçleri içinden birileri, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde geri çekilmeyi sabote edebilecek herhangi bir adım atar mı? Atarsa ne olur?

Anlaşıldığı kadarıyla her iki taraf da böyle bir olumsuzluğu arzulamıyor, olmaması için ellerinden gelen tedbirleri alıyor ama hiç kimse gönül rahatlığıyla “kesinlikle olmaz!” diyemiyor. Olması durumundaysa neler olabileceğini kimse konuşmak bile istemiyor.

Çünkü, her ne kadar bazı çevreler değersizleştirmeye çalışsalar da, geri çekilme, yeni sürecin en kritik aşamalarından biri. 4 aydır yaşanan çatışmasızlık böylece uzun bir süre için kalıcı hâle gelecek ve silahların sustuğu bir ortamda Kürt sorununun kalıcı çözümü için gerekli yasal ve anayasal düzenlemeleri gerçekleştirmek alabildiğine kolaylaşacak. Eğer bu adımlar başarıyla atılırsa ülke normalleşecek ve PKK’nın silah bırakması gündeme gelecek.

Tam da bu yüzden, değişik hesaplarla Türkiye’nin Kürt ve PKK sorunlarını çözmesini istemeyen iç ve dış bazı odakların geri çekilmenin başarısız olması için ellerinden geleni yapabileceklerini tahmin etmek zor değildir. Bunların kimler olduğu, PKK’yı ve devletin güvenlik güçlerinin en azından bir bölümünü manipüle etme kapasiteleri olup olmadığı üzerine uzun boylu spekülasyon yapmak gereksiz. Şurası açık: Geri çekilme, çözüm süreci içinde çok kırılgan bir süreç olacak ve çözüm isteyen herkesin olabildiğince hassas ve dikkatli olması şart.

Bitirirken, kişisel olarak, geri çekilmenin çok fazla sorun ve arıza yaşanmadan, fazla da gecikmeden tamamlanacağını düşünüyorum. Umarım yanılmıyorumdur.

Yazının devamı...

Şu “devlet aklı” denilen şey

Malum, “devlet aklı” diye bir şey var ve pek akıl kârı bir şey değil. Çünkü devletin bekasını, yani varlığını koruyup güçlendirmesini her şeyin önüne koyuyor; toplumun kaygı ve beklentileriniyse hep geri plana itiyor. Hatta devletin hayrı için, toplumun belli bölümleri gözden çıkarılabiliyor, onların hak ve özgürlükleri gasbedilebiliyor.

Bu “devlet aklı” nedeniyle Kürt sorununun, hatta Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edildi; ret, inkâr ve asimilasyona karşı durmaya çalışanlara zulüm uygulandı ve tüm ülke yıllarca bu yüzden çok ağır bedeller ödedi. Nihayet, artık gidilecek daha fazla yer kalmadığında ve ülke bölünmenin eşiğine geldiğinde devleti yönetenlerin akıllandıklarını gördük.

Dün idamı gündeme getirilen Abdullah Öcalan’ın bugün devletin bir numaralı muhatabı olması; dün PKK militanlarıyla kucaklaştıkları için dokunulmazlıklarının kaldırılması düşünülen milletvekillerinin bugün ellerine Öcalan’ın mektupları verilip devlet tarafından Kandil’e yollanmaları “devlet aklı”nın ciddi bir biçimde değişmiş olduğunun kanıtlarıdır.

Psikolojik harp

Ama PKK ile barış yapmaya çalışan ve bu hedefe uygun olarak geleneksel reflekslerinden arınma yoluna giden devletin 1 Mayıs bayramını Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyenlere alenen savaş açmış olduğunu gördük. Rıdvan Akar, devletin (http://t24.com.tr/yazi/1-mayis-psikolojik-harpti/6626) “psikolojik harp” mantığıyla, yani “1 Mayısların yeniden eskisi gibi toplumda korku ve kaygı dolu bir gün olarak hatırlanması ve algılanması kararıyla” hareket etmiş olduğunu söylüyor, ki aynı görüşteyim. Belli ki Taksim’de 1 Mayıs’ın iki yıl üst üste sorunsuz bir şekilde coşkuyla kutlanmış olması devleti pek memnun etmemiş.

O zaman karşımıza şu soru çıkıyor: Önümüzdeki çarşamba günü Türkiye’nin dağlarından Irak Kürdistanı’na geçecek olan PKK militanlarına dokunmayacak olan devletin, geçen çarşamba günü yasaklı Taksim’e ulaşmaya çalışanlara karşı çılgın bir şiddet uygulamış olması çelişkili değil midir?

Kuşkusuz ilk bakışta böyle gözüküyor ama ortada çelişkili bir durum olduğunu sanmıyorum. Bunun yerine “devlet aklı”nın kaba (ve ucuz) bir hesabı söz konusu. Yani çözüm sürecinde otoritelerinin zayıfladığını, en azından böyle bir imajın oluştuğunu düşünen ve bundan rahatsız olan devletin yöneticileri, 1 Mayıs günü İstanbul’da yıkılmadıklarını, aynı güç ve iktidarla ayakta olduklarını göstermek istediler. Şimdilik amaçlarına ulaşmış gözüküyorlar, ancak bu durumun aldatıcı olduğunu çok geçmeden anlayacağa benzeriz.

Barış mı, demokrasi mi?

Tam da çözüm sürecinde nice kritik virajların alındığı sırada 1 Mayıs’ta yaşananlar son günlerin popüler sorusunu akla getiriyor: Barış mı öncelikli, yoksa demokrasi mi? Daha önceki bir yazımda (http://www.rusencakir.com/Baris-mi-demokrasiden-demokrasi-mi-baristan/1980) demokrasiyi savunmak adına yeni İmralı sürecine ihtiyatla yaklaşmanın, daha ileri gidip onunla araya mesafe koymanın, hele karşısında yer almanın doğru olmadığını söylemiştim.

Taraf Gazetesi’nde son günlerde yaşanan büyük kopuşlara da bu soruya verilen cevapların neden olduğu ileri sürülüyor ki hiç sanmıyorum. Yine de akil insanlar heyetinde de yer alan Vahap Coşkun‘un Taraf’a veda yazısındaki “Barışı inşa etmiş bir Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke olma ihtimali sıfırdır” sözlerini çok önemsiyorum.

Gerçekten de eğer bir gün kelimenin gerçek anlamıyla barışa kavuşursak demokrasimizi de büyük ölçüde garanti altına almış olacağız. Ne var ki insanların barış gelene kadar her türlü talep ve beklentilerini askıya almalarını, bu süre zarfında devletten gelen her türlü baskı ve zulme karşı sessiz kalmalarını beklemek de akıl kârı değildir.

Yazının devamı...

‘Süreci destekliyoruz ama endişelerimiz var’

Dicle Üniversitesi’ndeki olaylarla yeniden gözlerin çevrildiği Hizbullah’ın lideri Edip Gümüş yeni bir çatışmanın taraftarı olmadıklarını söylüyor.

Edip Gümüş Ocak 2000’de İstanbul Beykoz’da Hizbullah’ın kurucu lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü çatışmada Cemal Tutar ile birlikte yakalandı. Yıllarca hapis yattıktan sonra Yargıtay’ın düzenlemesiyle serbest bırakılan Hizbullahçılar arasında yer alan Gümüş hakkında daha sonra tutuklama kararı çıktı. Ardından Hizbullah adına yapılan bir açıklamayla Gümüş’ün, örgütün “rehber”i olduğu ilan edildi. Dicle Üniversitesi’nde yaşanan olayların ardından “PKK ile Hizbullah yine çatışacak mı?” sorusu gündeme gelince bunun cevabını doğrudan Hizbullah’tan ve Gümüş’ten almak istedik. Kendisiyle yüzyüze görüşme imkanı maalesef olamadı. Bunun yerine sorularımızı internet aracılığıyla yolladık ve cevapları da aynı yolla aldık. İşte Hizbullah lideri Edip Gümüş’ün sorularımıza verdiği cevaplar:


- Bir zamanlar Hizbullah’tan bilgi almak, oradan birileriyle konuşmak mümkün değildi. Sonraki süreçte ‘Kendi Dilinden Hizbullah’ kitabı, kurulan internet siteleri, kitaplar, dergiler ve bazı yasal kuruluşlar derken sizlere ulaşmak kolaylaştı. Neler oluyor? Hizbullah şeffaflaşıyor diyebilir miyiz?

Her dönemin kendine has şartları vardır. Bu nedenle her konuyu kendi şartlarında değerlendirmek gerekir. 2000’li yılların şartları ile bu günün şartları aynı değildir. Şartları dikkate alarak hareket etmek işin tabiatındandır. Şeffaflaşma meselesine gelince: basının yorumladığı gibi tamamen kapalı bir yapı değiliz. Aslında bir tarafımız her zaman halkımızın gözü önündedir. Cemaat içi ilişkilerimizde ve uygulamalarımızda çok şeffafız. Özellikle uygulamalarımızın kaynağı İslami ölçüler olduğundan çok daha rahatız. Ancak kamuoyunu bilgilendirme ve bu konudaki beklentilerin tümüne karşılık verme anlamında bir şeffaflıktan bahsediyorsanız, değindiğim sebepler nedeniyle bunu yapamadığımız doğrudur. Bununla birlikte bugünkü imkân, ortam ve şartlar bilgilendirme ve şeffaf olmak için çok daha müsaittir.

- AKP’ye nasıl bakıyorsunuz. Hizbullah’ın yeni stratejisinin hayata geçirilmesinin AKP’nin iktidara gelmesiyle nerdeyse eşzamanlı olması bir rastlantı mı?

AKP, ekonomik, sosyal ve hukuki alanda nispeten de olsa toplumu rahatlatan birtakım uygulamalarda bulundu. Özellikle Kürd sorununa yaklaşımı diğer tüm partilerden daha ileri ve olumludur. Fakat ne yazık ki İslami inanç ve yaşam konusunda toplumda oluşturduğu beklentileri yerine getirmedi. Hizbullah Cemaati de kendi program ve hedefleri doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir. Eğer AKP dışında başka bir parti iktidar olsaydı ve bugünkü ortamı oluştursaydı Hizbullah açısından yine de hiçbir şey değişmeyecekti. Yani bunun eşzamanlı olması sizin deyiminizle bir rastlantıdır.

- Hizbullah’ın yeni dönemde Kürt sorununu daha fazla önemsediğini, ön plana çıkardığını görüyoruz. Hizbullah bu soruna nasıl yaklaşıyor?

Kürd sorununu yeni dönemde öne çıkardığımız iddiası yerinde bir tespit değildir. Biz Kürtlerin İslami ve insani hakları için dün ne söylüyor idiysek bugün de aynı şeyleri söylüyoruz. Hizbullah bu meseleyi her zaman önemsemiş ve ilgisiz kalmamıştır. Çünkü ortaya çıktığı ve içinde mücadele ettiği toplumun yüz yüze bulunduğu bir soruna ilgisiz kalması düşünülemez. Ancak son yıllarda bu konu daha yoğunluklu olarak gündeme geldi ve bizim de düşüncelerimiz basında daha fazla yer almaya başladı. Oluşan algı bu nedenledir. Bizim Kürd meselesi hakkındaki düşüncelerimiz manifestomuzda net bir şeklide dile getirilmiştir. Kürtlerin İslami ve insani tüm hakları verilmedikçe bu sorunun bitmeyeceği kanaatindeyiz.



- Hükümetin başlattığı son “Çözüm Süreci”ne nasıl bakıyorsunuz? Destekliyor musunuz? Buradan sonuç alınmasını bekliyor musunuz?

Çözüm sürecini destekliyoruz. Ancak bunun yol, yöntem ve içeriği hususunda birtakım eleştiri ve endişelerimiz vardır. Müslüman Kürtleri dışlayacak ve Müslüman Kürd halkının İslami ve insani haklarını garantilemeyecek bir çözümden sonuç alınacağını beklemiyoruz.

- Türkiye’de Kürt sorununun çözümünde yeni bir denklem kurulduğunu görüyoruz. Hizbullah olarak siz bu denklemin neresindesiniz?

Şu aşamadan sonra bölgemiz üzerinde yapılan hesaplar yanlışlık kabul etmez, bölgenin yapısı da bunu kaldırmaz. Kurulmak istenen denklemde kim Hizbullah’ı nereye koymak istiyorsa o onun bileceği bir iştir. Ancak Hizbullah Kürdistan’ın bir gerçeğidir ve geleceğinde belirleyici bir role sahiptir. Dolayısıyla gerek Kürdistan bölgesinde ve gerek Kürd sorununda Hizbullah’ın ve temsil ettiği Müslüman halkın İslami ve insani talepleri görmezden gelinerek yapılan hesapların başarı şansı yoktur.

- Denklem dışı kaldığınızı veya bırakılmak istendiğinizi düşünüyor musunuz?

Üzerimize düşen ve hakikat nazarında bizden beklenen hizmetleri yerine getirmek için elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Kimlerin denklem içinde ve kimlerin dışında kalacağına halkımız karar verecektir. Bunun için konuşmak veya kesin bir kanıya varmak için ise henüz erkendir. Bizim için önemli olan, Müslüman halkımızın ihtiyaç ve istekleri ile İslami sorumluluğumuzun yerine getirilmesidir.

- Son yaşanan gerilimden kimler sorumlu? Hizbullah’ın bunda hiçbir payı yok mu?

Çok net ve tereddütsüz bir şekilde diyebiliriz ki Hizbullah’ın bunda hiçbir payı yoktur. Kendisi dışında kimsenin varlığına tahammül etmeyen zihniyetin dayatması sonucu yaşanmış bir olaydır.

- Yeni bir Hizbullah-PKK çatışması yaşanması mümkün mü?

Biz yeni bir çatışma taraftarı değiliz. Bunu ummuyor ve beklemiyoruz. Kendimizden emin olduğumuz için bizden kaynaklanacak bir çatışmanın olmayacağını söyleyebiliriz. Elimizden geldiği kadarıyla buna zemin de hazırlamayacağız ve fırsat da vermeyeceğiz. Ancak şu ana kadarki tecrübelerden hareketle, karşı taraf için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bununla birlikte bölgemizde huzur ortamının oluşmasını istemeyen mihrakların olduğu da bir gerçektir.

Edip Gümüş’ün de aralarında bulunduğu Hizbullah sanıkları 2011’in başında tahliye edilmişti. Edip Gümüş cezaevi kapısında toplanan taraftarlarına megafonla seslenmişti. Hakkında yeniden tutuklama kararı çıkarılan Gümüş yurt dışına çıktı.



PKK’yla iletişim sorunumuz yok!

- PKK ile bu konuda herhangi bir temasınız oldu mu veya olmasını düşünüyor musunuz?

PKK ile temas ve iletişimde sorun yaşamıyoruz. Faaliyet ve mücadele alanımızın bir olması nedeniyle birbirimizi iyi tanıyoruz. Hatta birçok aile fertlerinden birinin PKK, birinin de Hizbullah saflarında olması söz konusudur. Bu anlamda üst düzey merkezi yapılar dışında farklı düzeylerde temaslarımız olmuştur.

- Remzi Kartal Radikal Gazetesi’ne, Öcalan’ın talimatıyla Diyarbakır’da yapmayı planladıkları konferansa Hizbullah’ı da davet edeceklerini söyledi. Böyle bir davet olursa cevabınız ne olur?

İki taraf arasında geçmişte yaşanmış olayları sonlandıracak kalıcı ve bağlayıcı bir anlaşma yapılmadıkça Hizbullah olarak böylesi davetlere kurumsal olarak icabet etmeyiz. Ancak halkımızın İslami ve insani haklarına kavuşmasına yardımcı olacak her türlü çalışmaya destek veririz.

- Suriye, İran ve Irak bağlamında Türkiye dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin bu üç ülkeyle olan ilişkileri de sorunludur ve hiçbirinin menfaatine olmadığı gibi bölgenin de zararınadır. Hükümetin İslam âlemine yönelik ilk açılımları olumlu seyrediyordu. Sonradan yaşanan olumsuzlukların nedeni özellikle Suriye konusunda istedikleri hedefi yakalayamamaları ve içinde yer aldıkları ittifak ve paktların talep ve dayatmaları sonucu olduğunu düşünüyoruz.



‘Bırakılmamız Allah’ın takdiri’

- Tahliyeleriniz kamuoyunda geniş bir yankı buldu. Devletin bilinçli olarak sizleri bıraktığına ve kaçmanıza göz yumduğuna inananlar var. Ne dersiniz?

Bu bilinçli bir çarpıtma ve dezenformasyondur. Hizbullah mensuplarının bu yasadan yararlanmaması için kaç defa ertelendiği, tutukluluk süresinin uzatıldığı ve engel çıkarıldığı bilinmektedir. Hatırlanacağı üzere, söz konusu yasa gündeme girdiğinde, Nusaybin dosyası olarak adlandırdığımız ve yirmiden fazla Hizbullah tutuklusunun yargılandığı dosyanın yasa kapsamına girmemesi için Diyarbakır özel yetkili mahkemesi, sanık ve vekillerinin savunmalarını dahi almadan gece saat 24:00’ı geçmemesine dikkat ederek hepsine mahkumiyet kararı vermiş, yürürlük maddesi ertelendikten sonra bu dosya temyiz incelemesinde bozularak geri gelmiş ve daha sonra eksikliklerin giderilmesi için yıllarca devam etmişti. Tutukluluk süresinin sınırlandırılması ile ilgili yasaya bağlı olarak tahliye olanların sayıları Hizbullah tutuklarından kat kat fazla olmasına rağmen sanki yasadan sadece Hizbullah tutukluları istifade etmiş gibi bir dezenformasyon furyası başlatıldı. Bugün kamuoyu bizim; resmi olarak cezaevinde gösterilip hukuksuz olarak altı ay gözaltında kaldığımızı, en aşağılık yöntemler ile aylarca işkencelerden geçirildiğimizi, cezaevine alındıktan sonra bile iki yıl boyunca tecrit edildiğimizi bilselerdi, bırakılmamamız için de ne gerekiyorsa yapıldığını anlamış olacaklardı. Ancak Allah’ın takdiri bizim bırakılmamız yönünde olduğu için O’nun dediği oldu.

İran’la ilişkiler...

- Hizbullah’ın geçmişte İran ile çok yoğun ilişkileri olduğu söylenirdi. Bugün nasıl?

Biz bağımsız bir hareketiz. Herkesle olan ilişkilerimiz İslami sorumluluklarımız ve Cemaatimizin maslahatı doğrultusundadır. Bu anlamda birçok İslami hareketle ilişkilerimiz vardır ve gönül ister ki dünyadaki tüm İslami hareketlerle diplomatik ilişkilerimiz olsun.

Yazının devamı...

Öcalan çekilme daha erken bitsin diyor

Karayılan, süreçle ilgili çarpıcı bilgiler verdi. “Çekilme ancak sonbaharda biter ama önderlik (Öcalan) daha erken istiyor, mümkün mü araştırıyoruz” diyen Karayılan, Oslo sürecini ‘uluslararası ve tanınan bir kurum’un başlattığını anlattı.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, önceki gün Kandil’de düzenlediği basın toplantısından yaklaşık iki saat sonra, bir köy evinde bir grup Türkiyeli gazeteciyle sohbet etti. PKK’nın bazı üst düzey yöneticilerinin de katıldığı bu buluşma yaklaşık iki saat sürdü. İşte Karayılan’ın öne çıkan bazı görüşleri:

İmralı ile iletişim hattı

“Telefonla görüşme önerisi daha önce tartışıldı, sonuç alıcı olmaz. Ama mesela İmralı’ya bizden bir heyet gidebilmeli. Ve geri gelebilmeli. Madem anlaşacaksak, anlaşıyorsak, köklü bir sorunu çözüyorsak, bunun olanakları yaratılmalı. Nasıl ki buradan özel uçakla Oslo’ya gidilip gelindiyse, her tarafta aranan insanlar gayet tabii oraya da gidilip gelinebilmeli. Video mesajı vermesi de iyi bir şeydir ama hakikaten bütün arkadaşlarımızın iknası ve pürüzlerin aşılması için önderliğin direkt bir kısım arkadaşla konuşabilmesi çok daha çözümleyici olur. Buna gerçekten ihtiyaç var.”

Çekilmenin süresi

“Bilmiyorum nasıl anlaşıldı ama çekilme konusunda hiçbir şart koşmuş değiliz. Biz şartsız olarak geri çekileceğiz ama sağlıklı yürümesi için askerin operasyon düzenlememesi gibi şeyler bunlar gerekli. İşlerin sorunsuz gitmesi halinde, mevcut bilgilerimize göre çekilme ancak sonbaharda biter. Ancak şunu da açıklıkla söyleyeyim: Önderlik daha erken istiyor. Sonbahardan önce bitirmek zordur. Konunun teknik yönlerini inceleyen yöneticilerimiz var. Mümkün mü diye araştırıyoruz. Daha tartışacağız.”

Niye 8 Mayıs?

“10-15 gün hazırlığa ihtiyaç vardır. Özel bir sebebi yok. Aslında 6 Mayıs’ı (Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği gün)da düşünmüştük ama bazı arkadaşlar ters yorumlanabilir dedi.”


Suikast ihtimali

“2006’dan bu yana telefon kullanmıyorum. Net bilgi aldık. Telefonla suikast imkanı var. Daha önce 3 tane telefon vardı. Avrupa ile, Rusya ile, Rojava (Suriye) ile... Şimdi birdenbire telefonu bırakınca zor oldu. Bu mekanizmayı kurye ile yönetiyorum. Bir telsiz sistemimiz var. Kısa dalga yayıyor. O telsizle ilişki kurmak mümkün. Bütün ülkede. Gerekli olduğunda önceden haber veriyorum. Herkesle konuşuyoruz.”

PKK içi iktidar kavgaları

Bu iddialar sizin devletin psikolojik savaşının ürünleridir. Doğal olarak herkes bir olmaz ama bizim yönetimimizde farklı düşünen yoktur. Benim görev sürem uzatılmıştır. Ben yapmak istemiyorum, değişmesini istiyorum. Diğer klasik sol partiler gibi biri başa gelecek yıllar yılı. Bu doğru değil. Umarım ileride koşullar ulaşır da değişiriz. Biz de bir kültürleşme, partileşme gelişmiş. Ortak karar neyse odur. Kimse itiraz etmez. Kariyer hırsımız olamaz. Bir lokma bir hırka bize yeter. Bizim görevimiz hizmettir. Silahlı mücadele bitti. Hizmet devam edecektir.”

Siyasi hedef

“Biz siyasi mücadele olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi, bir model haline getirilmesi, ezilen kesimlerle ortaklaşmayı hedefliyoruz. Somut adımlar olarak siyasi partiler yasası, seçim yasasını örnek verebiliriz. Bunların hepsi yapılabilir. Terörle mücadele yasası vardır. KCK davasındakiler serbest olmadan olmaz zaten.”

Öcalan’a ve BDP’ye bakış

“Bizde emeklilik yok. Yaşamamızın sonuna kadar hizmet edeceğiz. Sorun çözülsün bize iş bulunur. BDP iyi niyetlidirler fakat amatörlük fazla. Örgütlülük zayıf. Tabii içinde yetenekli insanlar. Genel olarak beğeniyorum. Biz tartışırız, perspektif olarak sunarız önderliğe. Son kararı onun vermesini istedik. O da bize bıraktı. Biz böyle bir açıklama yapmayı beklemiyorduk. Biz önderliğin açıklama yapmasını bekliyorduk. Hareketin başlangıcından en büyük emek sahibi gerçekten odur. Bizde her arkadaş saatlerce konuşabilir ama karar vermek önemlidir. Karşımızda bir güç var, aramıza çelişki koymak istiyor, bizi parçalamak istiyor. Herkesi bir yere vermek istiyor. İmralı, Kandilli, Avrupa diye... Biz Kürdistan’da siyasi bir iradedir dedik.”

Türk milleti kavramı

Genel olarak Türk milletine karşı bir alerjimiz yok. Eğer bu anayasada milletler yazılacaksa hepsi yazılsın. “Türkiye’de yaşayan Türk, Kürt halkı ve diğer etnik ve dinsel topluluklar hepsi kardeştir. Bunların hepsi Türkiye ulusunu meydana getirir” şeklinde. İspanya’da nasıl? İspanya ulusu diyor, altına bu ulusun kimlerden meydana geldiğini yazıyor. Biz Türkiye üst kimliğini kabul ediyoruz.”

Sanki müridiz!

‘Bir köşe yazarı diyor ki: Bu giden heyete bizim önderliğimiz yazı yazmış. Biz de o yazıyı öpmüşüz. Sanki müridiz. Yani biz bilimsel olarak okumuşuz katılmışız. Biz her şeyi bilim süzgecinden geçiririz. Bir örgüt disiplini var ama körü körüne bir şey yapmayız. Yazı 5 sayfaydı. Biz de düşünüyoruz. Biz mesela bazı şeyler istedik ve oldu. Karşı tarafı zorlamak istemiyorum ama bir kısmı oldu.‘



‘Arama için özür diliyoruz’

Karayılan, gazetecilerin üstlerinin aranmasıyla ilgili, “Bizimkiler teknik hata yapmışlar. Aramalar filan. Bunlar için özür diliyorum sizden. Yani o kadar gerek yoktu. Bizim HPG var ya çok dogmatik aslında. Gerçekten gerek yoktu. Bu hatadır. Özür diliyoruz herkesten” diye konuştu.

‘AB’nin tutumundan şüpheliyim’

“Süreci sabote etmek isteyenler vardır. Şimdi isim söylemeyeyim. Sadece bir ülke değil. Mesela AB’nin tutumundan kuşkuluyum. Örneğin Paris olayı. ‘AB sabote edebilir’ demek istemiyorum tam olarak. Ama Avrupa’nın baştan beri taktiği Kürt sorununu bir kart olarak kullanmak olmuş. Dikkat edin, 4 parçaya bölmüş. Hangi devlete bir şey yapsan öbürleri karşı çıkıyor. Yani kurt kapanı gibi bir şey. Bu bir politika ve bu politikanın kaynağı Avrupa. Avrupa hakikaten bu politikasından vazgeçecek mi? Bu sorunun çözümünü isteyecek mi? Türkiye’de bu sorunu çözülürse Kürt kartı diye bir şey kalmaz.”



‘Uludere’de ABD parmağı vardır’

“Amerika pragmatisttir. Avrupa kolay kolay değişmiyor. ABD temsilci göndermedi. Net bir şey yok. Mesaj olarak ‘alkışlıyoruz’ diyorlar ama pratikte bir şey yok. Bugün gezen Heron kimindir? Bu Predatördür. Roboski ile ilgili bir teknik ayrıntı söyleyeyim. Tek tek suikast yapılmış. 1 saat 48 dakika. Bize karşı birkaç kez kullanılmıştı. Çukurca’da Kazan Vadisi’nde. Bir gruba hava saldırısı geldiği vakit 2/3’ü 1/3’ü bile vurulmaz. Çünkü insanlar dağılır. Nasıl herkes ölür, katırlar bile ölür? Orada ABD ilişkisi ortaya çıkacak. Amerika’nın parmağı vardır.”



‘Hizbullah’ı dahil etmek istiyoruz’

“Yeni dönemde hiçbir kesimi karşımıza alıp hedeflemek gibi durumumuz olamaz. Hizbullah siyasi bir oluşum olarak var olacaksa olsun, buna karşı değiliz. Herkesin bu topraklarda siyaset yapma hakkı vardır. Dicle Üniversitesi’ndeki olaylar sanki tertip. Arkasında başka güçler olabilir. Bunların eski pratiği belleklerimizde silinmiş değil. Biz onları bu sürece de dâhil etmek istiyoruz. Ama bir sorun var. Geçmişi özeleştirisel ele almaları gerekir. Önderlik bir öneri yapar biz tartışırız. Konferansa “Hizbullah dâhil herkes katılabilir” diyor. Şunu demek istiyor: Kimse dışında kalmasın.”



‘Kürt devletini desteklemeyiz’

“Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine engel olmayız ama desteklemeyiz de. Biz Kürt ulus-devletine karşıyız. Biz Kürtlerin parçası oldukları devletlerde eşit halk olarak kalmasını istiyoruz. Yani demokratik federalizmden yanayız. Türkiye’de, İran’da, Suriye’de Kürtler inkar edilemez, eşit halk olarak o bütünlükte kalmalılar. Kürt ulus-devleti bizim ideolojimize aykırı. Biz Ortadoğu’da bütün halkların birleşmesini hedefleyen bir siyasi projeye sahibiz.”



Oslo’nun perde arkası

‘Baktık özel uçak kaldırabiliyorlar!’

“Önderliğimiz ile sorunların çözülmesi, tartışılması daha doğrudur. Eğer zaten biz ona dönük sıkı bir politika yürütmeseydik bu süreç gelişmeyebilirdi. Devletle bizim aramızda aracı olan, isim vermeyeceğim çünkü ısrarla isimlerinin vermesini istemiyorlar, ama uluslararası ve tanınan bir kurum. Bunların bizimle iletişime geçmesi ilk görüşmemiz 2005’de oldu. 2006’da da ilişkiler sistematik oldu. Bunların şartı şuydu: Evvela gizlilik şartı koyuyor. Basına kapalı olacak. Yönetiminizde dar bir kesim bilecek. Herkes bilmeyecek. İşte yetkili yönetim kaç kişi? Sorudular. Dedim ki 11 kişi. ‘Tamam bu 11 kişi dışında kimse bilmeyecek.’ Böyle birkaç görüşmede sistematik, karşı tarafla da görüşüyorlar. Türkiye’de önce Başbakan’la görüşmüşler. Başbakan onları MİT’e yönlendirmiş. Demiş, ‘O benim temsilcim’. 2006’dan, Emre Taner’in müsteşarlığı döneminden bahsediyorum. Bu sonradan 2008 Eylül ayında karşılıklı görüşmeye dönüştü. Başlangıçta onlar arada mekik dokuyordu. Mesajlar iletiyorlardı. 2008’de onlar bizim bir heyetimizi alıp götürdü. Biz oradan baktık bayağı yetkileri var. Özel uçak kaldırabiliyorlar. O zaman Oslo’da görüşme oldu. Bizzat görüşmede yoktum. Hep istedim ama prensip olarak şehirlere inmiyorum. O zamandan beri bizim anladığımız, direkt bizimle irtibata geçme tercihi ağır basıyor. Biz de hep yok dedik. İmralı bu işin içinde olmazsa olmaz. Biz yürütmedik. Biz paralel yaptık. Nasıl? Diyelim her Oslo görüşmesi öncesi, aslında hepsi MİT mi değil mi bilmiyoruz, asker olduğunu zannetmiyorum ama belki Dışişleri bürokratları olabilir bu kişilerin arasında. Hakan Fidan ilk görüşmeye geldiğinde MİT’te değildi, Başbakan’ın temsilcisi olarak bulundu. Söylemeyeyim ama Oslo’dan sonra da başka bir yerde görüşme oldu. Onu kim sızdırdıysa o dediğim başka yerdeki görüşmeden de sızdırmış. Tek görüşme değil. Farklı görüşmeleri bir araya getirmişler. Daha çok da Hakan Fidan’ı zorlayacak şeyleri koymuşlar. Bence sızdıran cemaat. Şimdi biraz ilişkileri iyileştirmek istiyoruz ama kanaatim öyledir.”

‘Devlet kararı’

Savaşı daha ileri bir aşamaya taşıma olanağı elde ettiklerini ifade eden Karayılan, şöyle devam etti: “Onu fark ettiler. Hem dış destek sağlayabilirdik, almadık. O kapı bize hep açıktır. Çünkü bölge güçlerinin hepsi Türkiye’ye karşıdır. Türkiye bunu fark etti. Bizim yeni adaptasyonu sağlamamız bir de konjonktürel durumun elverişli olmasını fark etti. AKP’nin seçim gibi hesapları da olabilir ama devlet kararı gibi geliyor bana, sadece AKP’nin değil.”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.