“Süslüman” taşlamak
.
“Süslüman” tabiri ilk gözüme çarptığında, bir yazım hatası olduğunu sanmıştım. Sonra, tam tersine bir kelime oyununun söz konusu olduğunu fark ettim. Biraz araştırınca, lüks tüketim tutkunu muhafazakâr kadınları tanımlamak için “süs” ve “Müslüman” kelimeleri birleştirilerek türetilmiş bu yeni tabirin yaklaşık 4 yıl önce sosyal medyada dolaşıma girmiş olduğunu öğrendim. Başta pek ilgi uyandırmayan bu nitelemenin son günlerde hayli popüler olduğunu görüyoruz.
Anlaşıldığı kadarıyla “süslüman”ı iki farklı kesim, eleştirmek, hatta dalga geçmek için kullanıyor: 1) İslamcılık karşıtları; 2) İslami hareket içinde anti-kapitalist eleştiri geliştirmek isteyenler. İkinci grup neyse de ilk grupta yer alanların, başkaları yaptığında pek de dert edinmedikleri lüks tüketim, “marka bağımlılığı” gibi hususları dindar kadınlara yakıştırmamaları tam bir çifte standart örneği. Hele lüks tüketimin İslam’da caiz olmadığını kanıtlamaya çalışmaları bir tür komedi.
Aleni ayrımcılık
Ama “süslüman” tabiri daha vahim bir zaaftan besleniyor: Kadınlara yönelik ayrımcılık. Şöyle ki, Türkiye’de dindarların tüketim toplumuna eklemlenmesinin esas taşıyıcısı erkeklerdir. Zira tüketim için gerekli olan parayı büyük ölçüde onlar kazanıyor ve bunun önemli bir bölümünü de yine onlar tüketiyor. Ancak olağanüstü dikkat çekici kıyafetlere bürünmemişlerse bir erkeğin muhafazakâr olup olmadığını anlamak çok kolay olmayabiliyor. Bu nedenle örneğin, son model lüks bir arabayı kullanan diyelim ki 10 muhafazakâr erkeği fark etmeyiz ama direksiyonda baş örtülü bir kadını gördüğümüzde hemen hüküm belirten cümleler kurabiliriz.
Öte yandan dindar bir kadının lüks tüketime eşinin, babasının ve/veya erkek kardeşlerinin onayı ve tabii ki finansmanı olmadan yönelmesi pek mümkün değildir. Dolayısıyla işin içindeki erkek boyutunu göz ardı edip sadece kadınları görmek, onları eleştirmek, hatta suçlamak tek kelimeyle haksızlıktır.
Eski bir trend
Şunu da vurgulamamız şart: Dindarların tüketim toplumuna eklemlenmesi yeni, örneğin AKP iktidarıyla başlayan bir olgu değil. Örneğin 1990’da yayınlanan “Ayet ve Slogan“ adlı kitabımda “İslami pazarlama”yı, kitabın son bölümünde, “yakın çağın dinamikleri” başlığı altında, ilk maddelerden biri olarak yazmıştım. O zamanlarda da yine en fazla dikkati kadınların tüketimi, örneğin tesettür giyimin parlak bir sektöre dönüşmesi çekiyordu, ama olay bundan ibaret değildi. Kuşkusuz Refah Partisi’nin belediye başkanlıklarını kazanması, ardından kısa süreli Refahyol hükümeti ve nihayet AKP iktidarıyla bu trend alıp başını gitti.
Gelinen noktada dindarların tüketim toplumuyla pek bir dertlerinin olmaması olgusunu basit bir eleştiri malzemesi yapmaktan önce bunun nedenleri üzerine düşünmek daha isabetli olacaktır. Örneğin bu olgudan hareketle Türkiye’de dindarların aslında kapitalizmle, globalizmle ciddi bir dertlerinin olmadığını, dolayısıyla İslami hareketten “sistem karşıtı“ bir duruş beklemenin yanlış olacağını söyleyebiliriz.
Bunun yerine sadece bazı dindar kadınları karikatürize edip buradan bir İslamcılık (ve AKP) eleştirisi üretmeye çalışmak nafiledir.