Şampiy10
Magazin
Gündem

CHP’siz barış hayal

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yeni İmralı sürecinin başlamasının hemen ardından “AKP’ye yeni bir kredi açıyoruz. Çözün sorunu“ diyerek çok olumlu bir tavır almıştı. Başbakan Erdoğan‘ın cevabıysa aynı derecede olumsuz olmuştu: “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede. Sen nereye kredi vereceksin? Sen krediye muhtaçsın bir defa.“

O günden bu yana iktidar ve ana muhalefet partileri (ve liderleri) ülke için alabildiğine hayati olan son süreçte hiç yan yana gelmediler, sürekli atıştılar ve anlaşıldığı kadarıyla atışmaya da devam edecekler. Peki bu kapışma her iki partiyi, daha önemlisi Türkiye’yi nereye götürür? Bu sorunun cevabı kesinlikle “hiçbir yere“, hatta “felakete“ olacaktır.

Öncelikle AKP, eğer PKK ve Kürt sorunlarını, CHP’yi, en azından onun hatırı sayılır bir bölümünü sürece dâhil etmeden çözebileceğini düşünüyorsa kesinlikle kendisini (ve tabii ki ülkeyi) kandırıyor demektir. Çünkü bu derece köklü ve çok boyutlu bir sorunu AKP ve BDP’nin yalnız başlarına çözmeleri imkânsızdır. Hatta AKP ile BDP’nin, başka kesimleri katmadan çözmeye kalkışmaları hâlinde, her iki sorunun çözülmesi mümkün olmadığı gibi, daha da ağırlaşacağı muhakkaktır.

Kapı yoksa baca var

CHP’ye gelince... Ana muhalefet partisinin “Biz ilk gün kredi verdik ama dışlandık“ diyerek kendisini iyice sürecin dışında, hatta yer yer karşısında konumlandırdığını görüyoruz. İlk bakışta makul gözüküyor ama yanlış. Çünkü kendisini solda tanımlayan bir partinin Kürt sorununun çözümü iddiasına sahip bir sürecin dışında kalması düşünülemez. Diğer bir deyişle, kapıdan kovulsa bacadan girmesi gerekir.

Kaldı ki böylesi bir süreçte yer almak için illa hükümetle belli bir uyum içinde olmak da şart değildir. Ayrıca, sürecin tek tarafı iktidar partisi de değil. CHP pekâlâ BDP ile belli bir iletişim içerisine girerek çözüm yolunda karşılaşılabilecek bazı engellerin aşılmasına yardımcı olabilir. Hatta tek başına kalsa bile Kürt sorununun barışçı yollarla çözümü için doğru ve uygulanabilir politikaları ısrarla savunup sürecin aktörlerine dayatabilir. Özetle, Türkiye’de sağcıların Kürt’e Kürt demekten imtina ettiği yıllarda Kürt sorununun çözümü için kafa yoran, mücadele eden ve bu uğurda epey de bedel ödeyen bir siyasi geleneğin mirasçılarının “bizi istemiyorlar” türünden bahanelere ihtiyaç duymaması gerekir.

CHP’nin ‘engelleri’

Ne var ki Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan ile Kürt sorununun nasıl çözülebileceği değil de milliyetçiliğin ne olduğu üzerine polemiğe girmeyi tercih etmesi CHP’nin bu sürece (istenmese bile) dâhil olma ihtimalinin iyice azaldığını gösteriyor. Öte yandan “ulusalcı” olarak tanımlanan bazı partililerin yaptığı, ayrımcılığın ve ırkçılığın kıyılarında dolaşan açıklamalara fazla müdahale edilmemesi de CHP’ye yönelik beklentileri düşürüyor.

Gözlerden bir ölçüde kaçan bir başka olgu da şu: Türkiye’de CHP’nin daha solunda yer alan bazı gruplar da,”anti-emperyalizm“, “sınıfsal tahlil“, “AKP ve Erdoğan’ın samimiyeti“ gibi gerekçelerle bu sürece mesafeli yaklaşıyor. Kendi solundan çok fazla baskı görmeyen CHP de yeni İmralı sürecini PKK ve Kürt sorunlarının çözümü için değil de AKP iktidarını zor durumda bırakmanın bir fırsatı olarak görmeyi tercih ediyor.

Evet, başlıkta da dediğimiz gibi CHP olmadan barış hayal. Ancak bu sağcı, statükocu, milliyetçi çizgide devam etmesi hâlinde CHP’nin barış diye bir derdi de kalmayabilir.

Yazının devamı...

Süreç iyi gidiyor ama hep iyi gideceğinin garantisi yok

Son günlerde sık sık yeni İmralı süreci üzerine aynı soruya muhatap oluyorum: Nasıl gidiyor? Cevabım tereddütsüz ve kısa: İyi gidiyor. Tabii ki benim “iyi gidiyor” dememle her şey bitmiyor. Çünkü Türkiye çok köklü ve boyutlu, kangren olmuş bir sorunu çözmeye çalışıyor. Her olumlu gelişmeyi birçok olumsuz durum kolaylıkla gölgeleyebiliyor. Nitekim geleneksel ve sosyal medyada sık sık olumsuzlukların altı çiziliyor ve iyimserlik yerine kötümserlik aşılanıyor.

Bu yazıda, öne çıkan (çıkarılan) üç soruyu ele almak istiyorum.

1- Öcalan Kürtleri layıkıyla temsil edebilecek mi?

Bazı meslektaşlarımız Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğu’da Kürtlerin nabzını tuttu ve orada giderek yaygınlaşan şu kaygıyı aktardı: Ya Abdullah Öcalan devletle görüşmelerinde Kürtlerin beklentilerinin gerisinde kalırsa?

Kürtlerdeki bu kaygıyı, sürecin daha ilk günlerinde “devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?” gibi kışkırtıcı bir başlıkta dile getirip tartışmıştık. (http://rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) Şunu akılda tutmak lazım: Kürtlerin bu tür kaygıları Öcalan’a değil, esas olarak Erdoğan’a, yani devlete güvensizlikten kaynaklanıyor. Erdoğan’ın başkanlık sistemini getirmek için Öcalan’ı, dolayısıyla Kürtleri kullanma ihtimalinin BDP üst yönetimini de kaygılandırdığını Selahattin Demirtaş’ın dünkü grup konuşmasında da gördük.

Bu kaygıların sebepsiz olmadığının farkındayım ama bugüne kadar yaşananlar ve bundan sonra yaşanması beklenenler ışığında bunların çok da anlamlı olmadığını kavrayacağımız kanısındayım. Çünkü:

- Yeni İmralı süreci, Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin ötesinde, hayati bir zorunluluk nedeniyle başlatıldı. Çok kısa ve sert bir şekilde söyleyecek olursak, Erdoğan’ı başkan yapmanın değil Türkiye’yi bölünmenin kıyısından döndürmenin sürecini yaşamaktayız. Eğer Türkiye bu badireyi de atlatırsa, buradan güçlü çıkacak olan Erdoğan’ın başkanlık şansını deneyip denemeyeceğini ayrıca görürüz. Ama günümüzün asıl sorusu ve sorunu bu değil.

- Öcalan, devletin istediği gibi kullanıp atacağı bir kişi olsaydı bugüne kadar çoktan kullanılıp bir kenara atılmıştı.

- Öcalan’ın devletle pazarlık çıtasını alçak tutması, “demokratik özerklik”, “genel af” gibi kritik kavramları telaffuz etmekten kaçınması, üzerinde fırtına kopartılacak şeyler değil. Hatta tam tersi bile söylenebilir.

- Öcalan’ın Türk kamuoyunun kaygı ve hassasiyetlerini gözeten tutumunu olumlamak yerine buradan hareketle Kürt kamuoyunda bazı kaygı ve kuşkular üretmeye çalışanlar var ve bunların bazıları normal şartlarda PKK, Öcalan, hatta yer yer Kürt düşmanı bilinen kişiler.

2- BDP süreçte etkili bir rol oynayabilecek mi?

Dün Selahattin Demirtaş’ın konuşmasında, BDP’nin nihayet bu sürece etkili bir şekilde dâhil olacağının işaretlerini aldım. “İmralı’ya kim gidecek?” tartışmalarının o kadar uzamış olmasında BDP’lilerin AKP’ye güven duymamalarının dışında, hem sürece tam olarak inanmamaları, hem de süreçte kendilerinin nasıl bir işleve sahip olacaklarını kestirememeleri etkili olmuştu. Son İmralı ziyaretinin ardından bu sorunların hızla ve büyük ölçüde çözülmekte olduğunu görüyoruz. Öyle ki BDP’nin fazla öne çıkması süreci tehlikeye sokabilir. Eğer hükümet süreci kamuoyuna aktarmayı Erdoğan’ın salı konuşmaları ve medyada yazdırılan bazı haber ve yorumlarla sınırlı tutmayı sürdürürse, Kürt siyasi hareketinin öncülüğündeki bir süreç algısıyla karşı karşıya kalabiliriz. Kısacası iktidar partisi, tüm kadroları ve teşkilatıyla bu sürece açık bir şekilde sahip çıkmak zorunda.

3- CHP sürece dâhil olmayacak mı?

Türkiye’ye barışı AKP ile BDP’nin birlikte getireceğini düşünenler aldanır. Sürecin başarısı için bu iki parti şart, ancak yanlarına bir şekilde CHP’yi, en azından bu partinin bir bölümünü almaları zorunlu. Dün Meclis’te Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nu dinleyince bu buluşmanın pek de mümkün olmadığı sonucuna varabiliriz. Peki bu sorun aşılabilir mi? Aşılırsa nasıl aşılır? Açıkçası bu soruların cevabını bilmiyorum. Ama yeni İmralı sürecinin başarısızlığını arzulayan iç ve dış odakların önümüzdeki günlerde en çok CHP üzerine yatırım yapacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim.

Sonuç olarak süreç iyi gidiyor ama hep böyle gideceğinin garantisi yok.

Yazının devamı...

BDP’nin Karadeniz turu Hopa’dan başlasaydı...

‘Solun kalesi’ Hopa’daki sosyalistlerin İmralı süreci konusunda kafaları karışık. AKP’lilerin ise Başbakan’a dolayısıyla bu sürece de güvenleri tam

ildiğimiz gibi, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) heyetinin Karadeniz turu Çorum’da çiçeklerle başladı, fakat Sinop ve Samsun’daki şoven saldırılarla devam etti. Bunun üzerine heyetteki BDP’li milletvekilleri Trabzon gezisini iptal ederek turu sonlandırdı. Artvin’in Hopa ilçesindeki ÖDP binasında geziyi tartışırken İlçe Başkanı Nefise Yenigül şöyle konuştu: “Bu gezi Karadeniz ile ilgili imajı değiştirmek için önemliydi. Keşke geziye burdan, Hopa’dan başlasalardı. Çünkü burada kendilerine tepki olmazdı, olsaydı bile bizler engellerdik. Böylece Karadeniz halkının tümünün barışa karşıymış gibi gösterilmesini de engellemiş olurduk.”

Sosyalist solun vahası

Yenigül’ün sözlerini gerçekçi bulmayanlar yanılır. Çünkü Hopa’nın, her geçen gün etkisi azalan sosyalist sol için bir tür “vaha” özelliği taşıdığını söyleyebiliriz. Dün de böyleydi, bugün de öyle. 1960’lı, 70’li yıllarda sol hareketlere bol miktarda kadro ve sempatizan yetişitiren Hopa’da bugün de farklı sol gruplar etkili bir şekilde varlık gösteriyorlar.

Genel kamuoyu Hopa’nın bu özelliğini 2004 yerel seçimlerinde ÖDP adayı Yılmaz Topaloğlu’nun belediye başkanı seçilmesiyle fark etti. 5 yıl sonraki seçimleri CHP’li Turhan Kasımoğlu kazandı ancak Hopa’daki sol potansiyel, 31 Mayıs 2011 günü Başbakan Erdoğan’ın gezisi sırasında çıkan olaylar ve ÖDP’li emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun polisin attığı biber gazı sonucu hayatını kaybetmesiyle bir kez daha ülkenin gündemine geldi.

Erdoğan’ın Hopa ilgisi

Ben de bir Hopalıyım. Memleketimin adının sol ile birlikte anılmasından hiçbir şekilde rahatsız olmuyorum, tam tersine bundan dolayı mutluyum. Ancak her efsanenin de bir sınırı var. Örneğin Hopa için çizilmek istenen “kurtarılmış bölge” imajının gerçekle hiçbir ilgisi yok. Hopa’yı biraz bilenler, belediye seçimlerinden 2004’te ÖDP’nin 2009’da da CHP’nin zaferle çıkmasının tek nedeninin “ideolojik” olmadığının, hatta bazı ekonomik, toplumsal ve kültürel dengelerin öne çıktığının farkındadır.

Yine Hopa’yı bilenler için AKP’nin önümüzdeki yerel seçimlere ciddi bir şekilde hazırlandığı da bir sır değil. AKP İlçe Başkanı İlyas Güven, son olaylar nedeniyle Hopa belediyesinin Başbakan Erdoğan’ın öncelikleri arasına girmiş olduğunu doğruluyor.

Güven ve AKP’nin Hopa’daki önde gelen isimleriyle yeni İmralı sürecini tartışma imkanı bulduk ve hepsinin Erdoğan’a sonsuz güvendiğini gözledik. İlçe Başkanı Güven şöyle konuşuyor: “Başbakanımız bu işe kendini adamış durumda. Demek ki bu iş olacak. Zaten bazı şeylerin daha mantıklı yürüdüğünü, söylemlerin daha oturaklı olduğunu görüyoruz. Her iki taraf için de iyiye doğru bir gidiş var.”

Kafalar karışık

Tekrar ÖDP’nin Hopa’daki merkezinde yaptığımız söyleşiye dönecek olursak, HDK/BDP’ye Karadeniz gezisi bağlamında verilen desteğin yeni İmralı süreci için aynı şekilde geçerli olduğunu söylememiz mümkün değil. Zaten ÖDP Artvin İl Başkanı Mahmut Zeytinci de artık dengelerin değiştiğini, din ve ırk gibi konulardan kaynaklanan sorunlara nasıl bakılması gerektiği konusunda farklı görüşlerin olduğunu, aydınların nereye gideceklerini, ne yapacaklarını şaşırdıklarını vurguluyor. Şu sözler de onun: “Kürt sorunu ülkemizde sınıfsal meselelerin, buna bağlı olarak barış görüşmeleri de örneğin HES’lere, işten çıkarmalara karşı direnişlerin üzerini örtüyor. Savaşan güçler olayı sınıfsal temele oturtmadan barış olamaz. İşte PKK’nın Türkiye’deki sosyalistlerle ilişkisi bu yüzden sorunludur.”

Başarısız olursa...

ÖDP’den sonra eski belediye başkanı Yılmaz Topaloğlu ile buluşuyoruz. Bir süredir Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi ile birlikte hareket eden Topaloğlu ise İmralı sürecini çekincesiz destekliyor: “Çok doğru bir süreç bu. Her yere taşınmalı. Tüm ülke olarak bir demokrasi sınavından geçiyoruz. BDP Türkiyelileşmeli. HDK çok daha iyi işlemeli. Eğer bu süreç başarısız olursa feci gelişmelere hazırlıklı olmalıyız.”

Topaloğlu Türk solunun Kürt sorununa bakışı hakkındaysa kendi belediye başkanlığı döneminden bir örnek veriyor: “Diyarbakır’ın alt belediyelerinden Kayapınar ile ‘Kültürler Buluşuyor’ adında AB destekli bir proje yapmak istedik. Konu Hopa’da günlerce gündem oldu. Özellikle CHP’liler engel çıkarttı. Hatta bazı arkadaşlarımız da ‘zaman uygun değil’ deyince 3 kişiyle yalnız kaldım ve proje rafa kalktı.”

Yazı dizimizi burada noktalıyoruz. Önümüzdeki günlerde, ülkenin başka bölgelerinde yeni İmralı sürecine nasıl bakıldığı üzerine hazırlayacağımız yeni dizilerde buluşmak üzere...



Che, Çayan ve Koyuncu yan yana...

Artvin’in Hopa ilçesi, sosyalist solun en güçlü olduğu yerlerden biri. ÖDP İlçe Merkezi’nin duvarında Kübalı devrimci Ernesto Che Quevara, Mahir Çayan ve müzisyon Kazım Koyuncu’nun fotoğrafları asılı...



Hopa’dan Karadeniz başka görünür...

Özgürlük ve Dayanışma Partisi Hopa İlçe Başkanı Nefise Yenigün’e göre Karadenizlilerin tümünün barışa karşı olduğu algısı yanlış.



Metin Lokumcu’ya ziyaret

Başbakan Erdoğan’ın Hopa’ya gidişi sırasında çıkan olaylarda emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmişti. Hopa’ya gidince Metin Lokumcu’nun yakınlarıyla konuştuk ve mezarını ziyaret ettik.

Yazının devamı...

Karadeniz de süreci destekliyor ama...

Karadenizli sözbirliği etmişcesine son süreçle ilgili cümleleri “keşke”li kuruyor. Süreci destekliyorlar ama çözüme pek inanmıyorlar.

HDK Karadeniz turunun zamanlaması, gerekli olup olmadığı gibi tartışmalar, önce Sinop, ardından Samsun’da yaşanan şoven saldırıların gölgesinde kaldı. Çünkü bu gezinin zamansız ve/veya gereksiz olduğunu savunmanın, saldırıların önemini azaltma riski bulunuyordu. Bu açıdan bakıldığında, tur iptal edildiği için herhangi bir olayın çıkmadığı Trabzon’da aynı tartışma biraz daha sakin bir şekilde yapma imkanı mevcut.

‘Toplum hazır değildi’

Görüştüğümüz siyasi yelpazenin farklı kesiminden kanaat önderlerinin hemen hepsi teorik olarak BDP’li milletvekillerinin ülkenin her yerine, dolayısıyla Karadeniz’e gitme hakkına sahip olduklarını kabul etti ancak pratikte bu gezinin pek de isabetli olmadığını savundular. Örneğin gazeteci Ahmet Şefik Mollamehmetoğlu şöyle konuşuyor: “BDP daha önce hiç gelmemişti Karadeniz’e. Toplum da böyle bir geziye hazır değildi. Zamanlama ve geliş şekilleri yanlıştı. Nitekin Sinop ve Samsun’dan sonra köşemden Trabzon gezilerini iptal etmeleri çağrısında bulundum. İyi ki iptal ettiler.”



‘Kimse bize sormadı’

Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ergun Ata ise twitter’da “BDP’liler de gelmeli” diye yazdığı için çok “acayip” tepkiler aldığını, zaten protestocuların esas olarak sosyal medyada örgütlendiğini hatırlatıyor.

Gelmeleri halinde BDP’lileri ağırlamak için ellerinden geleni yapacak olan Trabzonlu bazı sosyalistler “Nedense önceden kimse bize bir şey sormadı” diye yakınıyor. Halkevleri Doğu Karadeniz Bölge Koordinatörü Taylan Kaya da “zamanlama yanlıştı” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Burada geziye uygun bir gündem oluşmamıştı.”

CHP’nin duruşu

Karadeniz’de olup bitenleri anlamak için Kaya’nın son cümlesini tahlil etmek işe yarayabilir. Şöyle ki HDK heyetinin ziyaretini Karadeniz’de anlatacak, onları karşılayacak ve bölge halkıyla tanıştıracak güçlü yapılanmalar söz konusu değil. Öncelikle bölgede çok yoğun bir Kürt nüfus yaşamıyor. Ardından, ne BDP, ne de HDK sürecine dahil olan sol partiler fazla etkili. HDK içinde yer almayan sosyalist sol parti ve grupların bazılarıysa yeni İmralı sürecine kısmen kuşkuyla bakıyorlar. (Bu konuyu dizimizin Hopa’dan söz edceğimiz yarınki bölümünde daha kapsamlı ele alacağız)



İdeolojik duruş

Bölgede hâlâ etkili olan CHP’ye gelince: Karadeniz’de CHP geleneksel olarak “sol” bir parti olarak varlık göstermiş ve kendisinden daha solda olan yapılarla da belli ölçülerde iyi ilişki içinde olmuştur. Günümüzde CHP ile sosyalist sol arasındaki iletişim ve geçişkenlik sürmekle birlikte Kürt sorunu bağlamında belirgin bir ayrışma yaşanıyor. Bugün ülkenin birçok bölgesinde olduğu gibi Karadeniz’de de CHP’liler BDP’lilerle aralarına mesafe koyuyorlarsa -ki öyle- bunun nedeni, adına ister “ulusalcılık”, ister “milliyetçilik” desinler, CHP’lilerin Kürt sorunundaki ideolojik duruşlarıdır.

‘Sokağa çıkmazdık’

Örneğin Hopa’nın CHP’li Belediye Başkanı Turhan Kasımoğlu’na “BDP’liler Karadeniz turuna Hopa’dan başlasaydı parti tabanınız ne yapardı?” diye sorduğumda hiç tereddütsüz “CHP tabanı buna kesinlikle sıcak bakmazdı. Kesinlikle. Ama sokağa çıkıp tepki de göstermezdi” cevabını verdi.

Bu arada Kasımoğlu’nun HDK heyetinin Karadeniz turu yapması yerine Karadeniz’den oluşturulacak bir grubun Güneydoğu’ya götürülmesinin daha uygun olacağı tespitini de kayda geçirelim.



AK Parti ortada yok

BDP’nin güçsüz olması yeni İmralı sürecinin Karadeniz’de sahipsiz olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Trabzon, ve Hopa’da BDP’lilerin Karadeniz turunu eleştiren çok kişiyle karşılaştık ama bunların hiç ama hiçbiri yeni sürece açıkça karşı çıkmadı. Açıkçası bu da beni çok şaşırttı. Çünkü sahil yolunda arabanızla altından geçtiğiniz üst geçitlerin nerdeyse tümüne Güneydoğu’da şehit düşmüş bir askerin adının verildiği, milliyetçilikleri, devlete bağlılıklarıyla övünen ve bunu kanıtlamak için sıklıkla yasaların sınırlarının dışına çıkan insanların yaşadığı Karadeniz’de “devlet nasıl olur da teröristle (ya da ‘bölücübaşı’ ile ya da ‘bebek katili’ ile) görüşür?” diye şikayet eden kimseyle karşılaşmadım. Tam tersine Öcalan’ın merkeze alındığı bir sürecin muhalif siyasetçiler tarafından bile makul karşılandığını gözledim.

‘Keşke’li cümleler

Dolayısıyla son sürece Karadeniz’de desteğin çok geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, fakat süreci açık veya örtük bir şekilde destekleyenlerin hemen hepsi sözbirliği etmişcesine “keşke”li cümleler kuruyorlar. Süreci destekliyorlar ancak buradan çözüm çıkacağına pek inanmıyorlar, diğer bir deyişle ümitli değil karamsarlar. Bunun bir nedeni Başbakan Erdoğan’ı samimi bulmamaları, onun başkanlık sistemi için bu süreci kullandığına inanmaları. Ama daha önemli bir neden, süreçle ilgili neler olup bittiğini bilmemeleri.

Bu bağlamda yerel AKP örgütlerine ve siyasetçilere çok iş düşüyor ancak onların ortalıkta pek göründükleri söylenemez. Bu nedenle bütün yük Başbakan Erdoğan’ın sırtına biniyor.

BDP’lilerin Karadeniz turuna dönecek olursak... ÖDP Trabzon İl Başkanı İsmet Ar’ın iptal edilen Trabzon ziyareti hakkındaki şu sözleri önemli: “Eğer AKP İl Başkanı ve Belediye Başkanı BDP’lileri karşılamaya gitseydi hiçbir sorun çıkmazdı!” AKP ile BDP’nin toplumsal anlamda yakınlaşmasının yaşanmaması halinde yeni İmralı sürecinin çok zor ilerleyeceğini söyleyebiliriz.

Yarın: Hopa efsanesi

Yazının devamı...

Trabzon direkten dönmüş

BDP’lilerin Karadeniz gezisi, Sinop ve Samsun’daki olaylar yüzünden iptal olunca nabız tutmak için Trabzon’a gittik. Sonuç: Trabzon direkten dönmüş, yani heyetin iptal kararı isabetli olmuş

BDP’li milletvekillerinin de yer aldığı Halkların Demokratik Kongresi (HDK) heyeti Pazartesi günü Sinop’ta, Salı günüyse Samsun’da saldırıya uğradı.

Heyet güvenlik gerekçesiyle Çarşamba günü Trabzon’da yapılması düşünülen etkinlikleri iptal etti. Biz de Perşembe Trabzon’a gittik, heyetin faaliyetlerine katılacaklarla, tasvip etmedikleri bu geziyi uzaktan izleyecek bazı yerel siyasetçilerle, milletvekillerini protesto edeceklerini söyleyen bazı gençlerle ve kentte herhangi bir tatsızlık yaşanmamasından birinci derecede sorumlu olan güvenlik güçlerininin yetkilileriyle görüştük. Siyasi olarak birbirlerinden epey farklı, hatta zıt kişilerin “gelselerdi kesin olay çıkardı” noktasına varmalarının birkaç sebebi olduğunu gözledik.

‘Kesin olay çıkardı’

Öncelikle Trabzon’da olay çıkmasının kaçınılmaz olduğu düşüncesinin hakim olduğunu gördük. BDP’lilere sempatik ve antipatik bakan kesimler her ne kadar ardından Giresun gezisi planlanmış olsa da, turun finalinin Trabzon’da olacağında ve bunun pek makul bir fikir olmadığında birleşiyorlardı. Öyle ki birçok kişi “Eğer tur Trabzon’dan başlamış olsaydı hiç olay çıkmayabilirdi” gibi iddialı cümleler kurabildi.



Kente biçilen misyon

“Kesinlikle olay çıkardı” diyenler, bu iddialarını büyük ölçüde Trabzon’a biçildiğini düşündükleri misyona bağlıyor. 2005 yılında TAYAD’lılara yönelik linç girişimi, 2006’da Rahip Santoro’nun öldürülmesi, 2007’de Hrant Dink suikastı gibi olaylar dikkatlerin Trabzon üzerinde toplanmasına neden olmuş ve bu ilin birtakım derin odaklar tarafından bir tür “pilot bölge” olarak seçildiği düşüncesinin hakim olmasına yol açmıştı.

Trabzon’da ilk olarak bir grup sosyalistle bir araya geldik. Emek ve Özgürlük Meclisi kurucularından İhsan Hacıbektaşoğlu, Gültekin Yücesan, Mehmet Akcelep; ÖDP İl Başkanı İsmet Ar, TKP İl Başkanı Süleyman Hacıbektaşoğlu ile sohbetimize, yerel Güne Bakış Gazetesi’nin sahibi ve yazarı, muhafazakâr çizgideki Ali Öztürk de katıldı.

‘Kim bu odaklar?’

Onlara göre Trabzon’da “provokasyon”dan ziyade “organizasyon”lar söz konusu. Yani bazı gençlerin milliyetçi duygularla sokağa çıkmasından ziyade, birtakım odakların bazı gençleri, milliyetçi duygularını kışkırtarak sokağa çıkartmaları söz konusu. “Kim bu odaklar?” diye sorduğunuzdaysa mutlaka “devlet” cevabını alıyorsunuz: “Bu gençler polise asla itiraz etmezler. Hele asker dediniz mi çok korkarlar. Diyelim ki olay çıktı. Devletten birileri ‘durun’ derse her şey yatışır.” Bir de örnek veriliyor: “İki yıl önce Sümela Manastırı’nın ibadete açılması nedeniyle çok olay bekleniyordu. Bizse asker-polis devreye girerse bir şey olmayacağını savunduk. Nitekim birkaç gözaltıyla olay çıkması önlendi.


‘Trabzon düşerse her yer düşer’

Trabzon’da “milliyetçi tepki” denince akla gençler, gençler denince taraftar grupları, taraftar grupları denince de 61 Gençlik Trabzonspor Taraftarlar Derneği geliyor. 2004’te kurulan derneğin başında 34 yaşındaki Özgür Özal var. Özal, köpükler saçarak konuşan fanatik bir milliyetçi, bir holigan değil. Neyi nasıl söylediğini iyi bilen, kendisini çok hızlı ve özlü ifade eden, tüm bunları yaparken de duruşundan taviz vermeyen etkileyici biri.

- BDP’liler gelmeseydi ne olurdu?

Biz Aziz Yıldırım’ın maç nedeniyle Trabzon’a gelme ihtimaline yoğunlaşmışken bu çıktı. BDP’lilerin niyetlerini samimi bulmadık, gelmemelerini istedik. Şükürler olsun ki gelmediler.

- Neden?

Gerilim yaratırdı. Çünkü onları terör örgütünün temsilcileri olarak gördük. Onların gelmesinin Trabzon’a neler verip Trabzon’dan neler alacağının muhasebesini yaptık ve gelmemelerinin daha iyi olacağı sonucuna vardık.

- O zaman hükümetin İmralı görüşmelerine de mi karşısınız?

Öcalan görüşmeleriyle bunların ziyareti ayrı şeyler. Buraya gelmelerinin çözüme hiçbir katkısı olmazdı. Tepki çekeceklerini yüzde 100 biliyorlardı. Dinleyecek kitle olmamasına rağmen niye gelip neyi anlatacaklardı? Amaçları ortamı germekti. Gelselerdi her şartta BDP/PKK kazanacaktı. Olaysız geçseydi reklamları olacaktı. Olay olsaydı ‘Bakın herkes her yere gidiyor ama bizi bırakmıyorlar’ diyeceklerdi.

- Trabzon’un özel bir önemi olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Ülke gerçeği Trabzon gerçeğidir. Trabzon düşerse her yer düşer, çünkü Trabzon Türkiye’nin kalesidir. Trabzon’u birileri pilot bölge olarak görüyor. Eğer buradaki direnci kırarlarsa Türkiye’de her şeyi yapabilirler. Neden böyle? Trabzon yıllardır solcu bilinir, CHP çok az belediye seçimi kazanmıştır. Milliyetçi bilinir ama MHP iktidar olamaz. Eğer BDP’liler gelseydi, tıpkı şehit cenazelerinde olduğu gibi her partiden insanlar sabah saat 8’de valilik önüne protestoya gelirdi. Sonuçta polis ile vatandaş karşı karşıya gelecek ve Doğu’daki gibi görüntüler olacaktı.

- Geziye Trabzon’dan başlamış olsalardı ne olurdu?

Çok şey olurdu. Herhalde havaalanından buraya gelemezlerdi.

- Niye illa protesto?

Çünkü tepki verilmesi hiçbir şey olmamasından daha iyidir.

Artık eskisi gibi gaza gelmiyoruz

61 Gençlik Trabzonspor Taraftarlar Derneği’nin başkanı Özgür Özal’ın, “Birileri sizleri kullanıyor olabilir mi?” sorusuna verdiği yanıt çarpıcı: “Biz Trabzonlu gençler bir anda tepki veren bir kitleyiz. Dolayısıyla birileri tarafından kullanılabiliriz. Bazı durumlarda kendimize ‘Bunu biz mi yaptık, yoksa kullanıldık mı?’ diye sorduğumuz olmuştur. Ama şunu söyleyebilirim: Eskisi gibi gaza gelmiyoruz. Aklıselimle, ılımlı davranmaya özen gösteriyoruz. Bir de kimler tarafından, hangi şartlarda arandığımızı iyi biliyoruz.”

MHP ile CHP’nin ‘milliyetçilik’ yarışı

Trabzonlu sosyalistler, MHP’nin TAYAD linci nedeniyle çok ciddi bir muhasebe yaptığını, daha sonraki olaylarda bu partinin dahli olmadığını söylüyor. MHP İl Başkanı Muammer Demeli de, HDK heyetinin ziyareti halinde “kesinlikle sahada olmayacaktık” diyor: “Genel Başkanımızın çok kesin tavrı ve talimatı var. Biz de hem ilçe teşkilatlarımızı, Ülkü Ocakları’nı uyardık. Tam bir teyakkuz halindeydik ve sağduyunun galip gelmesi için elimizden geleni yaptık, yapacaktık.”

‘Bölge çok şehit verdi’

Demeli’ye CHP’nin tavrını sorduğumda şu cevabı verdi: “Milliyetçilik konusunda bizim fikirlerimiz yıllardır aynı. CHP’li arkadaşlarsa son dönemde bayrak, devlet gibi konularda bizi geçer oldu. Bizden daha fazla milliyetçiler ama buna ulusalcılık diyorlar.”

Aynı konuyu tabii ki CHP İl Başkanı Yavuz Karan’a da sordum. İşte cevabı: “CHP tabanı tabii ki milliyetçi ama biz Atatürk milliyetçisiyiz. MHP ile aynı çizgide değiliz.” Karan, BDP’li vekillerin gelmesi halinde tepkinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor ve bunu bölgenin çok şehit vermiş olmasına bağlıyor: “Eğer bir şeyleri test etmek için bugüne kadar hiç uğramadıkları Trabzon’a gelmek istedilerse çok yanlış. Trabzon test edilecek bir halk değil.”

AKP’nin çelişik tavrı

Başbakan Erdoğan, “Her milletvekili istediği yere gider” şeklinde özetlenebilecek net bir tavırla Sinop ve Samsun’da yaşananlara karşı çıktı. Trabzon’da da devlet yetkililerinin ziyaretin sorunsuz geçmesi için çaba gösterdiğini farklı kaynaklardan öğrendik. Ama aynı tutumun siyasi iktidarın sivil ayağında geçerli olmadığını da gördük.

Trabzon’daki sohbetlerimizde muhataplarımız, AKP’li Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun “Nasıl olsa paraları vardır” diye baştan savma bir gerekçeyle heyete salon tahsis etmediğinin altını çizdi. Bunun üzerine büyük bir otelin toplantı salonu için anlaşılmış, ama otel yönetimi de son anda vazgeçmiş. Nihayet valilik devreye girmiş ve Dünya Ticaret Merkezi’nin salonu ayarlanmış. Belediyenin bu tutumunun yaklaşan yerel seçimlerle irtibatlı olduğu anlaşılıyor.

Yarın: Sürece destek çok, ancak umutlu olan az

Yazının devamı...

Sinop ve Samsun dersleri

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) heyetinin ziyareti nedeniyle önceki gün Sinop, dün de Samsun’da yaşanan olaylardan herkes bir dizi ders çıkartabilir ve çıkartmalı. İşte benim çıkarttıklarım:

Karadeniz’de solun marjinalleşmesi: 1970’li yıllarda sosyalist sol dâhil solun her türü Karadeniz’de çok güçlüydü. Bu gücün zamanla aşındığını biliyorduk, son olaylar vesilesiyle solun Karadeniz’de iyice marjinalleşmiş olduğuna çıplak gözle tanık olduk. Acı olan HDK heyetine saldıranların arasında kendisini bir şekilde solla ilişkilendiren kişilerin de bulunması ihtimali. Çünkü örgütsel olarak marjinalleşse bile solun birtakım değerleri ve sembolleri güçlü bir şekilde varkalmayı sürdürüyor. Örneğin Kürtlere karşı ayrımcılık “anti-emperyalizm” kılıfında devreye sokulabiliyor.

Öte yandan, solun özel olarak Karadeniz’de, genel olarak Türkiye’de etkisini yitirmesinde Kürt sorunu konusunda berbat bir sınav vermiş olması belirleyici olmuştur. Kürt sorunu konusunda özgün bir tavır geliştiremeyen bazı solcular Kürt siyasi hareketinin peşine takılırken, büyük bir bölümü de şu ya da bu ölçüde Türk milliyetçiliğinin kapsama alanına girdi. Dün Samsun’da bunların bir bölümünün de şoven saldırganlıktan nasiplerini almış olmalarını kaderin bir cilvesi olarak görmek lazım.

CHP bocalamayı sürdürüyor: Meclis’teki dünkü grup konuşmalarından aklımda Başbakan Erdoğan’ın, her milletvekilinin istediği yerde toplantı yapma hakkının bulunduğunu söylemesi, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun da onu aynı konuşmayı Rize’de yapmaya davet etmesi kalacak. Başkaları da Kılıçdaroğlu’na “Siz de aynı konuşmayı Diyarbakır’da yapın o zaman” derse ne olacak? CHP lideri ilk andan itibaren yeni İmralı sürecine destek verdiğini söyledi ancak partisi içindeki sürece karşı kişileri (Haluk Koç, Birgül Ayman Güler, Süheyl Batum ve nihayet Deniz Baykal) engellemek için de pek bir şey yapmadı. Dünkü konuşması süreci desteklemek yerine, doğabilecek sorunlardan iktidar partisini yıpratmak için istifade etme eğilimine yanaşmakta olduğunun işaretini verdi. Umarım yanılıyorumdur.

Hükümet fırsattan istifade etti: Sinop ve Samsun’da yaşananların iktidar partisi için zorlu birer sınav olduğu muhakkak. Sonuçta hem şanslarının her zaman olduğu gibi yaver gitmesi, hem de şoven saldırganların çok geniş desteğe ulaşamamaları sayesinde az hasarla kurtardılar. Hatta sürece yönelik muhtemel sabotaj girişimlerinin güç, nitelik ve kapasitesini ölçme imkânı buldukları için kârlı çıktıkları bile söylenebilir. Eğer hükümet ciddi bir soruşturmayla her iki ildeki saldırganlıkları, devlet içindeki bağlantılarıyla birlikte saptayıp cezalandırabilirse ilerideki birçok muhtemel tezgâhın önü alınabilir. İktidar partisi ve hükümet sözcülerinin (bir-iki densiz hariç tabii) şoven saldırganlıkları meşru gösterebilecek bir tutum takınmamış olmaları da bu kez çözüm için samimi oldukları inancını güçlendirdi.

Barış karşıtlarının fiyaskosu: Kuşkusuz gerek Sinop, gerekse Samsun’da hafızlardan uzun süre silinmeyecek çok kötü olaylar yaşanabilirdi. Hele özellikle Sinop’ta polisin lakayıt tavrı, geçmişten bildiğimiz türden facialara kapı aralayabilirdi. Bu tür olayların yaşanmamasının esas nedeninin, barış sürecinin ülkenin dört bir tarafında temkinli bir şekilde de olsa destekleniyor olması, “en azından bir şans verilmeli” görüşünün öne çıkmasıdır. Diğer bir deyişle, barışı sokakta boğmak isteyenlerin sandıkları ve arzu ettikleri güce sahip olmadıklarını net olarak gördük. Şoven saldırganların yeterince güçlü olmadıklarını bile bile sokağa dökülmüş olmaları, onların da, bu sefer barış ihtimalinin çok güçlü olduğunun farkında olduklarını gösteriyor.

Son olarak, HDK heyetinin Samsun’dan sonra Karadeniz turunu iptal kararını doğru bulduğumu belirtmek istiyorum.

Yazının devamı...

Yeni Sinop’lar istemiyorsak...

Halkların Demokratik Kongresi’nin yeni İmralı sürecini anlatmak için Karadeniz turu düzenleme kararı küçük çaplı tartışmalara yol açmış, bu ziyaretlerin sürece yarardan çok zarar getirebileceğini ileri sürenler olmuştu. Ben de Karadeniz turu fikrini pek anlamlı ve gerekli bulmayanlardandım. Her şey bir yana, zamanlama yanlıştı. BDP’li siyasetçilerin ikinci kez İmralı’ya gidip Öcalan ile görüşmesinin ve oradan çıkacak sonuçların beklenmesi daha uygun olurdu.

İtiraz sahiplerinin bir bölümü, rahip Santoro cinayeti, TAYAD’lılara saldırı, Ahmet Türk’ün yumruklanması gibi olaylardan hareketle Karadeniz’in saldırgan şovenizmin bir tür ana üssü hâline geldiğini, BDP’li milletvekillerin de yer aldığı heyete karşı provokatif saldırılar olabileceğini de savunuyorlardı.

Gezinin Çorum’dan sonraki ikinci ayağı olan Sinop’ta yaşananlardan sonra provokasyon uyarıları yapanların öngörülerinin isabetli çıktığını söyleyebiliriz. Ancak buradan hareketle “Onlar da gitmeseydi!” veya “Ne işleri var Karadeniz’de?” gibi cümleler kurmak yanlış olacaktır. Çünkü her siyasetçinin, her milletvekilinin ülkenin her köşesinde istediği gibi dolaşma, faaliyette bulunma hakkı vardır. Muhtemel olayları önlemekse devletin sorumluluğundadır.

Devletin sorumluluğu

Dün saat 16.00 civarında BDP’li Sırrı Süreyya Önder ile telefonda konuştum. O sırada polise takviye olarak askerler de Sinop Öğretmenevi’ne gelmişti ama saldırgan grubun ablukası sürdüğü için HDK heyetini dinlemek isteyenler içeri giremiyorlardı. Önder saldırının son derece örgütlü olduğunu söyledi: Günler öncesinden bildiriler hazırlanıp dağıtılmış, tek örnek pankartlar yapılmış, ev ve iş yerleri bayraklarla donatılmış, hatta CHP’li Belediye Başkanı Baki Ergül de “Huzurumuzu niye bozuyorlar?” demiş. Önder, araçlarının tahrip edilip yağmalandığını, polisinse saldırganlara aşırı tolerans gösterdiğini vurguladı. Sonuçta Önder’in anlattıklarından devletin Sinop’ta sorumluluğunu tam olarak yerine getirmemiş olduğunu anlıyoruz.

Türkiye’de devletin, sayıca çok olanların sayıca az olanları hedef alan azgınlıklarına şu ya da bu nedenle göz yumduğu birçok örneği biliyoruz ancak bu kez durum çok farklı. Fark şurada: Devlet artık Kürt meselesi eksenli çatışmanın sürmesinden değil bir an önce sonlanmasından yana ve buna bağlı olarak riskli ama ümit verici bir süreç başlatmış durumda. Sinop’ta yaşanan türden olaylarınsa, tam da süreci sabote etmek isteyenlerin temel argümanı olan “Kürt sorununu çözelim derken Türk sorunu yaratıyorlar” iddiasını kuvvetlendireceği aşikâr.

Dolayısıyla Sinop’taki provokasyonun kimler tarafından nasıl tezgâhlandığını, bunların devlet içinde bağlantılarının bulunup bulunmadığını ortaya çıkarmak zorunlu. Aksi takdirde yeni İmralı sürecinin gelişmesine bağlı olarak ülkenin dört bir yanında benzer vakalarla sık sık karşılaşabiliriz. Bu açıdan bakıldığında, Sinop’un, Karadeniz’in en kendi hâlinde illerinden biri olarak biliniyor olması durumun vahametini göstermeye yeterli.

Tekrar yazının başına dönecek olursak: BDP’lilerin Karadeniz turu düzenlemesini yanlış/gereksiz/anlamsız bulabiliriz. Ama bu, Sinop’taki gibi şoven bir saldırganlığı hiçbir şekilde anlayışla karşılamamıza yol açmamalı. Tabii eğer sahiden çözüm ve barış istiyorsak.

Yazının devamı...

Drogba hoş geldi

63. dakika son derece sıkıcı, tatsız ve heyecansız bir maç izledik. Sneijder’in iki, Burak’ın bir şutu kaleciden döndü. Gekas’ın şutunu da direk engelledi. O kadar! İşkence gibiydi.

Derken Amrabat’la birlikte Drogba oyuna girdi ve her şey kökten değişti. Beş dakika sonra Burak’ın ortasını zor bir pozisyonda gole geçiren dünya yıldızı, 2 dakika sonra bu kez kendisi Burak’a bir gol hediye etti. Sonuçta attı, attırdı ve G.Saray’ın şampiyonluk yolunda bir engeli daha aşmasını sağladı.

DROGBA olmasaydı ne olurdu? Tabii ki sarı-kırmızılılar bir şekilde maçı yine kazanabilirlerdi, fakat 63. dakikaya kadar sergiledikleri futbolu sürdürmeleri halinde maçın berabere bitmesi, hatta Akhisar galip gelmesi de pekala mümkündü. Çünkü özellikle Gekas, Kenan ve Sertan G.Saray defansını şaşırtıcı ölçüde zorladılar. Nitekim Sertan’ın güzel golünün ardından ev sahibi takım umutlandı ama devamını getiremedi.

Terim Antalya maçına çıkardığı ilk 11’i, sadece Amrabat yerine Umut’u alarak korumuştu. Eboue yerine son haftaların formda ismi kaptan Sabri ile başlama, hatta Drogba’yı da kenarda bekletme kararı isabetliydi, ancak uzun süre sonra birarada ilk 11’e çıkan Burak’la Umut’un hiç verimli olmamalarını herhalde pek hesaba katmamıştı. Golcülerin etkisiz olmalarının esas nedeni kuşkusuz orta sahanın, en çok da kanatların pek çalışmamasıydı. Sneijder’in kendini oyuna vermemesi ve Hamit’in son maçlardaki olumlu performansını tekrarlayamaması nedeniyle G.Saray hayli bocaladı.

SCHALKE ZAMANI

Maçın ilk üçte ikilik bölümüne bakacak olursak sarı-kırmızılıları Schalke karşısında zor bir 90 dakika bekliyor. Fakat Drogba’nın girer girmez takımı şaha kaldırmış olması esas zorlanacak olan tarafın Alman ekibi olduğunu düşündürüyor. Drogba ile Sneijder’in Schalke karşısında çok başarılı olacaklarını hem umuyor, hem de tahmin ediyorum. Böylelikle G.Saray’ın sadece Türkiye’de değil, Avrupa çapında da en doğru transferleri yapmış olduğunu göreceğiz. Hoş geldin Drogba, iyi ki geldin!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.