Barışa emanet olalım
.
İlki 1992’de olmak üzere Diyarbakır’da çok Newroz izledim. Bunlardan beni en çok etkileyeni 2010 Newroz’uydu. İki gün üst üste kaleme aldığım yazılarda (http://www.rusencakir.com/Diyarbakirdan-Nevruz-izlenimleri-Mesafe-kotu-bir-sekilde-aciliyor/1282 ve http://www.rusencakir.com/Nevruzun-ortaya-cikardigi-yuzlesmemiz-gereken-gercekler/1283 ) da anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye’de Türk ve Kürt kamuoyları hızla ayrışıyor, ister İslam dinini esas alsın ister almasın kuru kardeşlik perspektifleri Kürtleri daha fazla tatmin etmiyordu. Evet mesafe kötü bir şekilde açılıyordu ve bunun bir kopuşa yol açmaması için öncelikle devletin gerekli adımları atması gerekiyordu.
O günden bugüne Türkiye’de Kürt sorunu inişli ve çıkışlı bir grafik izledi, özellikle 2012 yılı çok sert geçti ama 2013’ün ilk günlerinde devletin Abdullah Öcalan’ı merkeze alan yeni bir süreç için ciddi hazırlıklar yapmış olduğunu öğrendik. Benim “yeni İmralı süreci”, hükümetin “çözüm süreci”, başkalarının da “barış süreci” adını verdiği bu yeni dönem, yaşanan bazı olumsuzluklara rağmen alabildiğine hızlı gelişti ve böyle de devam edeceğe benziyor.
İşte bu Newroz’da, yine Diyarbakır’da, bu yeni süreç, dolayısıyla Türkiye için tarihi bir gün yaşayacağız. Her Newroz’da olduğu gibi bu sefer de provokasyon ihtimali muhakkak var ama bir tatsızlık yaşanacağını sanmıyorum; birileri sabote etmek istese bile, Paris suikastı sonrasında gördüğümüz gibi Kürtlerin onların oyunlarına dâhil olmayacaklarına, yıllarca bekledikleri, uğruna bedel ödedikleri bu fırsatı tepmeyeceklerine inanıyorum.
Nereden nereye
Bugün sadece bir gazeteci olarak değil, Kürt sorununun bir an önce, kalıcı bir şekilde çözülmesini isteyen bir vatandaş olarak Newroz heyecanı yaşayacağım. Kürt değilim, ama kendimi bildim bileli solcuyum. Daha 14 yaşında bir ortaokul öğrencisiyken meydanlarda “Halklara Özgürlük” ve “Kurdara Azadi” sloganları attım, anlamını bilmeden “Herne Peş” marşı söyledim.
1980 sonrası SHP’nin, TÜSİAD’ın ve diğer kurumların Kürt raporlarını yutarcasına okudum. Süleyman Demirel’in “şeffaf devlet” vaadini, Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözünü, Tansu Çiller’in “Bask modeli”ni telaffuz etmiş olmasını, Mehmet Ağar’ın “düz ovada siyaset yapsınlar” çıkışını önemsemiş biri olarak yıllar sonra Türkiye’nin Kürtlere hak ve özgürlüklerini verme noktasına gelmiş olmasından tabii ki son derece heyecan ve mutluluk duyuyorum.
Günümüzde öne çıkan aktörlere, sürecin gelişimiyle ilgili bazı ayrıntıları bahane ederek “buradan barış filan çıkmaz” diyenleri anlayamıyorum. Yeni İmralı süreci hakkında çok eleştiri yapıldı, daha da yapılacak, yapılmalı da. Ama bunların hiçbiri çözüm arayışının önünü kesmemeli, kendilerince ayrı ayrı riskler almış olan tarafların çözüm iradesini gölgelememeli.
Aslolan çözümse
Eğer aslolan çözümse şu basitleştirilmiş formül işimize yarayabilir: Tayyip Erdoğan‘a güvenmeyen Abdullah Öcalan‘a, Öcalan‘a güvenmeyen Erdoğan‘a, ikisine de güvenmeyen, yıllardır barışı özleyen Türk ve Kürt halklarına güvenebilir.
Bizim hayal ettiğimiz şekilde gerçekleşmiyor diye Türkiye’nin Kürt sorununu çözme fırsatını elimizin tersiyle geri çevirme lüksümüz ve hakkımız yok.
Hasan Cemal, işlerin kötü anlamda iyice kızıştığı bir dönemde yayınlandığı için hak ettiği ilgiyi göremeyen Kürt sorunuyla ilgili son kitabının adını “Barışa Emanet Olun” koymuştu. Maalesef ülke barışa doğru tempolu bir şekilde ama hızla koşarken onun yazılarından (umarım kısa bir süre için) mahrum kaldık. Biz de Newroz günü çıkacak bu yazımızın başlığına, ondan esinlenerek bir çağrıyı çıkaralım: Barışa emanet olalım!