Şampiy10
Magazin
Gündem

Çiller bozdu Erdoğan toparlayamıyor

Ne zaman “teröre karşı topyekun mücadele” ya da “savaş” sözlerini duysam aklıma Tansu Çiller’in başbakan olduğu 1993-1996 yılları gelir. PKK’ya karşı her türlü yöntemin denendiği bu dönemden aklımda kalan beş kritik olayı şöyle sıralayabilirim:

1) DEP’li milletvekillerinin TBMM’den yaka paça hapse götürülmeleri

2) PKK’ya destek verdikleri düşünülen bazı işadamlarının kaçırılarak öldürülmeleri 3) PKK’ya yakın yayın organlarına ve gazetecilere yönelik yasadışı infazlar

4) Güneydoğu’daki “faili meçhul” cinayetler

5) Güneydoğu’daki çok sayıda köyün boşaltılması...

Sonuca bakalım: Çiller, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, etkili polis şefi Mehmet Ağar sahneden silindi uygulayıcılardan bazıları Ergenekon sanığı, bazıları da “itirafçılık” kuyruğunda.

Bir de karşı tarafa bakalım: Evet DEP ortada yok ama DTP hem Meclis’de, hem de belediyelerde var. PKK ise, Abdullah Öcalan’ın yakalanmış olmasına rağmen eylemlerini etkili bir biçimde sürdürüyor. Ve ne gariptir, hâlâ birileri Dağlıca, Aktütün, Güngören, Diyarbakır, İzmir gibi PKK’nın kırsal alanda ya da metropollerde gerçekleştirdiği her terör eyleminin ardından “göze göz dişe diş” sloganlarıyla yeni “topyekun savaş” çağrıları yapıyor.

Çiller’in devrettiği enkaz

Çiller ve onun akıl hocalarının Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük köylerin boşaltılmasıdır. Bu düzenleme ilk hayata geçirildiğinde PKK’ya çok ciddi darbeler indirildiği kesindir. Dr. Nihat Ali Özcan, doktora tezinden hareketle kaleme aldığı ve her geçen gün daha fazla değer kazanan “PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi” adlı kitapta, PKK kaynaklarına dayanarak örgütün uğradığı lojistik kayıpların kimi zaman öldürücü boyutlarda olduğunu açık bir şekilde bize gösterir. Ancak PKK bir süre sonra yaralarını sarma yollarını geliştirecek ve bu uygulama yüzbinlerce kişiyi mağdur etmekten başka bir işe yaramayacaktır.

O yılların şahinleri, ne bu tür yöntemlerin sorunu çözemeyeceğini, ne de bu yüzden çözümün daha da imkansızlaşacağını görebildiler ve kendilerinden sonra geleceklere tam anlamıyla bir enkaz devrettiler. Son günlerde Kürtlerin yoğun bir şekilde yaşadığı bölgelerde kitlesel gösterilerin yoğunlaşması ve bunların neredeyse her birinin çatışmalı geçmesinin birinci derecede sorumlusu, kibar bir tabirle “zorunlu göç” olarak adlandıracağımız Çiller dönemi stratejisidir. AKP iktidarı da bugüne kadar bu hatadan geri dönme konusunda ciddi adımlar atamadığı için bugün çok ağır bir fatura ödüyor. Doğru, tüm Türkiye’de, bu arada Güneydoğu’da da müthiş bir köyden kente göç zaten yaşanıyordu, ancak normal akışındaki bu nüfus hareketleri insanlarda katlanılabilir travmalara yol açıyordu. Buna karşılık yüzbinlerce insanı zorla yerinden yurdundan edip gerisine karışmadığınızda karşınıza bugünkü gibi devasa sosyal, kültürel ve siyasal sorunlar çıkıyor.

Artık esas alan kentler

Çiller ve ona akıl verenler, köy boşaltmalarla esas olarak kırsal alana dayalı bir örgüt olan PKK’nın kentselleşmesini de hızlandırmış oldular. PKK’nın kent merkezlerinde kırsal alandaki kadar başarılı olamadığı düşünülürse ilk bakışta bu akılcı bir strateji olarak görülebilir. Nitekim 2000’li yılların ortasına kadar PKK, kent koşullarına ayak uydurmada epey bocaladı ve çok hata yaptı. Fakat son birkaç yıldır durumun değiştiğini gözlemliyoruz.

Buna en çarpıcı örnek son günlerdeki gösteriler. Kimileri bunları, 1990 başlarında Güneydoğu’nun bazı merkezlerinde yapılan “ayaklanma provaları” na benzetiyor. Katılmıyorum. O tarihteki gösteriler, kırsal alanda “kurtarılmış bölgeler” oluşturma hayalleri kuran örgüte destek gibi tali bir amaca sahipti.

Şimdiyse tersine bir ilişki var. Her ne kadar Dağlıca, Bayraktepe (Aktütün) baskınları daha fazla infial yaratsa ve ses getirse de asıl olan PKK’nın kırsaldaki değil kentlerdeki hareketliliği. Bu nedenle hem sözünü ettiğimiz kitlesel gösterileri, hem de İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır gibi metropollerde düzenlenen ve PKK’nın hiçbirini ilk aşamada doğrudan üstlenmediği ve sivillere de büyük ölçüde zarar veren terör eylemlerini daha fazla ciddiye almamız gerekiyor.

Çünkü Öcalan sonrası PKK’nın temel özelliği öncelikle kentli bir örgüt olması veya olmaya doğru hızla yol almasıdır. PKK’daki bu dönüşümü kavramayanların kaderi de Çiller ve yakın çevresininkiyle aynı olmaya mahkumdur.

Yarın: Öcalan yakalanmasaydı PKK bugünleri görebilir miydi?

Yazının devamı...

Post-Öcalan PKK’sının rüşdünü ispat gayretleri

Son günlerde yaşananları AKP ile DTP’nin yerel seçim rekabetinin (ya da savaşının) göstergeleri olarak niteleyebilir miyiz? Bir bakıma evet. Çünkü 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Güneydoğu’da sadece DTP ve AKP’nin varlık gösterdiği ortaya çıkmış ve her iki parti de bu durumdan rahatsız olmuştu. O gün bugündür hem AKP, hem de DTP bölgede yalnız kalmak istiyor ve yerel seçimleri bunun için kaçırılmaz bir fırsat olarak görüyor.

Bir süredir Kürt sorununun çözümünde ekonomik ve sosyal politikaları öne çıkaran Başbakan Erdoğan’ın bu uğurda yerel yönetimleri kazanmayı kilit ve zorunlu bir aşama olarak gördüğü anlaşılıyor. Dolayısıyla Diyarbakır, Batman, Hakkari, Şırnak ve hatta Tunceli belediyelerine göz diken iktidar partisinin kendisine rakip olarak DTP’den ziyade PKK’yı gördüğünü söyleyebiliriz.

Ne ülke genelini etkileyebilecek, ne de kendi tabanını tatmin edebilecek çıkışlar yapamayan, dolayısıyla TBMM’de iyice silikleşen DTP de çareyi, ağırlığı yerel siyasete kaydırmakta bulmuş gözüküyor. DTP’liler ellerindeki belediyeleri koruyup, bunlara Van, Siirt, Mardin gibi merkezleri katarak bölgenin yegane siyasi gücü olduklarını göstermek arzusundalar. AKP nasıl DTP üzerinden PKK’ya vurmak istiyorsa, DTP de AKP üzerinden tüm devleti yenme arayışında.

Öcalan’ın sırrı

Ne var ki sadece yaklaşan yerel seçimler bölgede giderek tırmanan ve duracağa da benzemeyen gerilimi açıklamada yeterli olamaz. İşi kurcalamaya devam edelim. Öncelikle Abdullah Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı iddialarının -doğru ya da yanlış- etkisini hiç de yabana atmamak gerekiyor. Zira Öcalan Türkiye’deki Kürt hareketinde hâlâ çok merkezi bir yer işgal ediyor. Birçok noktada harekete geçmeye nazlanan bazı insanlar Öcalan’ın adı etrafında kenetlenebiliyorlar. Örneğin 2006 yılının Aralık ayında DTP’liler “ateşkesin kalıcı olması” için iddialı organizasyonlara girişmiş ve çok sönük bir halk desteğiyle karşılaşınca şok olmuşlardı. Halbuki avukatları ne zaman Öcalan’a yönelik bir kötü muamele iddiası dile getirseler Türkiye ve hatta yurtdışında etkili protesto gösterilerine tanık olduk.

Eğer yeni gerginlikler yaşanmaması isteniyorsa, her türden şikayetin önünü alacak şekilde Öcalan’ın İmralı’daki durumunun gözden geçirilmesi belki de kendisinin başka bir cezaevine nakli isabetli olacaktır. Çünkü Öcalan’ı seven insanların, devlet yetkililerinin “kesinlikle hiçbir kötü muamele olmadı” türü yalanlamalarına inanmaları mümkün olmuyor.

Öcalan fahri başkan

Son dönemde yaşananları, esas olarak “Öcalan sonrası (post-Öcalan) PKK’sının rüşdünü ispat sancıları” olarak görüyorum. Dağlıca baskını ardından kaleme aldığım “PKK’yı anlamak” üst başlıklı yazılarımdan 19 Ekim 2007 günü çıkanında Öcalan’ın liderliğinin her geçen gün daha da sembolik bir hal aldığını, onun PKK’nın “fahri başkanı” na dönüştüğünü savunmuştum. O gün “Öcalan’ın artık her dediğini yaptırma noktasında olduğunu sanmıyorum” diye yazmıştım, bugünse bu konuda emin olduğumu söyleyebilirim.

Bu söylediklerimle bir önceki paragrafımın tekzibi olarak görenler yanılırlar. Zaten “post” öneki konusunda sıklıkla benzer hatalar yapılmaktadır. “Postmodernizmi” modernizm “postİslamcılığı” İslamcılık karşıtı görmek kadar anlamsız bir şey olamaz. Konumuzda da “Post-Öcalan” yani “Öcalan sonrası PKK” derken “Öcalansız” bir PKK’yı asla kastetmiyorum. Tam tersine Öcalan’ı dönüştürerek, farklı bir şekilde muhafaza eden ve bir ölçüde onu, kendisiyle birlikte “aşma” ya çalışan bir PKK’ya dikkat çekmek istiyorum.

Kısacası pekala yepyeni bir PKK ile karşı karşıya olabiliriz. Bu PKK’da Öcalan hem yok, hem de her yerinde var. Örgütün ideolojik-siyasi anlamda derin bir kriz içinde olduğunu, ancak Öcalan’ı öne çıkartarak bunun etkilerinden -en azından şimdilik- sıyrılabildiğini görüyoruz.

PKK’daki değişim, dönüşüm ve yenilenmenin Türkiye ve dünyadaki altüst oluşların zorunlu bir sonucu olduğunu fakat değişimden korkan örgüt yöneticileri tarafından uzun süre ertelendiğini ve onların gönüllü olmaması yüzünden yarım yamalak gerçekleştiğini düşünüyorum.

Öte yandan PKK ile mücadele iddiasındakilerin de örgütteki yenilenmeyi tam olarak anladıklarını, hatta anlamak istediklerini sanmıyorum. Buna bağlı olarak, son günlerde tırmanan gerilimden çok tedirgin olduğumu belirtip yeni PKK’yı daha fazla irdelemeyi yarına bırakıyorum.

Yazının devamı...

Mutabakat iyi ama...

Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte devletin “terörle mücadele” anlayışında köklü değişimler yaşıyoruz. Her şeyden önce, terörle mücadele konusunda hükümet ile TSK arasında, sürekli gelişen bir diyalog, eşgüdüm ve bunlara bağlı olarak bir mutabakat bulunduğunu görüyoru. Terörle mücadele için yeni bir yapılanmaya gidilecek olması kritik bir karardı. Ne çıkacağını merakla bekliyoruz. Pazartesi günü Org. Başbuğ’un Bakanlar Kurulu’na brifing vermiş olmasıysa başlıbaşına önemliydi. Dün Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinde çıkan ve brifingten ilginç notların aktarıldığı haberler, her ne kadar Başbakanlık tarafından kuru bir biçimde yalanlanmış olsa da, bir zihniyet değişikliğinin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.

Peki bütün bunlar yeterli mi? Sanmıyorum. İtiraz ve eleştirilerimi birkaç başlık altında toplayacak olursam:

1) Olayın “Kürt sorunu” boyutu geri plana itiliyor.

Her ne kadar ekonomik, sosyal, kültürel boyutları olduğu kabul edilse de çözülmesi gereken sorun esas olarak bir “terör sorunu” olarak görülmeye devam ediliyor. Eskiden olduğu gibi “hele bir terörü halledelim, gerisine sonra bakarız” denilmiyor olması kuşkusuz çok ileri bir tutum. Fakat kültürel, sosyal, ekonomik ve en çok da siyasi alanda yapılacak bazı iyileştirmelerin PKK’nın işine yarama ihtimalinden hâlâ korkulduğu gözleniyor.

2) Askere çok geniş alan açılıyor.

Org. Başbuğ ile birlikte TSK’nın, sorunun askeri olmayan boyutlarına da yoğunlaştığını görüyoruz ki bu aslında sevindirici bir gelişme. Ne var ki bunlar esas olarak hükümetin kıta sahanlığındaki konular. Normal olarak ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi arayışları sivillerin yapması, askerin de bunlara katkıda bulunması gerekir. Hal böyle olmayınca, hem askere gereğinden fazla yük yüklenmiş oluyor, hem de sivil-asker ilişkileri konusunda, “vesayet” eleştirilerine kapı aralayabilecek olumsuz bir imaj ortaya çıkıyor.

3) Toplumun tümünün çözüme dahil edilmesinde tereddütler var.

Org. Başbuğ’un Diyrabakır’da bazı sivil toplum örgütü ve meslek kuruluşu temsilclieriyle görüşmesi olumlu, bazılarını dışlamasıysa olumsuzdu. Benzer bir şekilde AKP’nin Güneydoğu’da güçlü bir şekilde varolmasını iyi, Başbakan Erdoğan’ın DTP’li milletvekilleri ve belediye başkanlarına karşı ayrımcı tutumu kötü. Devletin kurumları bu sorunu, bölge insanının bir bölümünü arkalarına, diğer bölümünü karşılarına alarak asla çözemezler. DTP’nin ve özellikle bu partiye oy veren kesimlerin de ne yapıp edip çözüm sürecine aktif olarak katılmaları gerekiyor.

4) PKK hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değil.

TSK’nın her vesileyle uzun soluklu bir mücadelenin söz konusu olduğunun altını çizmesi, hükümetin de benzer vurgulara özen göstermesi olumlu bir nokta. Fakat kamuoyunun “bitirin artık şu işi” itirazlarını dindirmek mümkün olamıyor. Öte yandan yılların birikimi ve farklı kanallardan çok yoğun istihbarata rağmen, devlet kurumlarından, PKK’nın gerçek gücü, neyi nasıl yapmak istediği, avantaj ve dezavantajları konusunda güvenilir analizler gelmiyor. Buna bağlı olarak, Öcalan’ın yakalanmasından sonra derin bir örgütsel, siyasal ve ideolojik krize düşmüş olduğu varsayılan örgütün nasıl hâlâ etkili olabildiği gençlerin neden gönüllü olarak örgüte katıldığı tatminkâr bir şekilde açıklanamıyor.

5) Irak Kürtleriyle ilişkilerde kafalar karışık.

Yakın bir zamana kadar TSK Irak Kürtlerine o kadar olumsuz bakıyordu ki, PKK’dan çok onları “esas düşman” gördüğü söylenebilirdi. Şimdi PKK’nın Kuzey Irak’tan atılması için Irak Kürtleriyle işbirliği yapılması seçeneğine -çok fazla inanmasalar da- hayır demeyen bir komuta kademesi söz konusu. Ancak Barzani ve Talabani’den tam olarak ne isteneceği onların ne cevap vereceği neyi ne kadar yapabilecekleri ve sözlerinde durmazlarsa ne olacağı belirsiz.







TEŞEKKÜR

Babam Ali Hikmet Çakır’ın rahatsızlığı sırasında ellerinden geleni yapan Koşuyolu, Süreyya Paşa ve Marmara Üniversitesi hastanelerinin yetkili ve çalışanlarına vefatından sonra acımızı paylaşan herkese, kardeşlerim ve tüm ailem adına teşekkür ederim.

Yazının devamı...

‘Çözüm değil oy istiyorlar’

Kürt sorununda ortak aklın peşinde...

Sosyal Sorunları Araştırma Ve Çözüm Derneği’nin (SORAR) Kürt sorunu üzerine beşinci ve son toplantısı 10 Mart 2008 günü İstanbul’da yapıldı. Hemen hemen her görüşten siyasetçi, akademisyen, yazar ve gazetecilerden oluşan 25 kişi, on gün önce biten Kuzey Irak’a kara
harekatını da tüm boyutlarıyla tartıştı.

* Harekatın getirdikleri ve götürdükleri

Halk şiddetin durmasını ve Kürt meselesini güvenlik sorunu olarak gören anlayışın artık sona ermesini isterken harekatın başlaması bölgede havayı değiştirdi. Zaten genelde hareketli geçen Mart ayına, insanlar daha da politize olmuş şekilde girdi ve harekatın 8 gün içerisinde sona ermesinin de etkisiyle DTP bu hareketlilikten moral kazandı.

Harekat sonucunda PKK iki şeyi ispatlamış oldu: TSK’nın askeri müdahaleyle kendisini tasfiye edemeyeceğini ve uluslararası konjonktür ve genel hava devletin lehine olsa da askeri yaklaşım ve şiddetin sonuca götürmeyeceğini. PKK, “Harekat, biz iyi direndiğimiz için bu kadar erken bitti ABD baskısından değil” diye düşünüyor. Doğru olmayabilir ama algı bu. Bölge halkı, biriken sosyal ve ekonomik sorunlarla boğuşurken PKK’nın Dağlıca baskını gibi eylemler yapmasını, dolayısıyla her iki tarafın da “şahinlerini” güçlendirmesini anlamlı bulmuyor. Söz konusu sosyal ve ekonomik sorunlara çözümün gündeme gelmesinin ancak tekrar silahların susmasıyla olacağı düşüncesi hakim.

Harekat sonucunda AKP’de bir özeleştiri veya değerlendirme sürecinin yaşanmaması ve harekat boyunca AKP ve TSK’nın aynı çizgiye gelmesi de AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı bağlamında önemli bir gösterge. Bununla beraber CHP ve MHP’nin orduyla ters düşmesi tarihi bir kırılma.

* Askeri çözüm değilse ne?

PKK, daha önce beş defa ateşkes yapmasına rağmen, hiçbirinin kapsamlı bir çözümü getirmediğini, her ateşkesten sonra devletin Kürtlerin daha fazla üstüne geldiğini düşünüyor ve bunun hayal kırıklığını yaşıyor. Bununla beraber Türkiye’nin Kürt sorununu başka hiçbir aktöre (örneğin ABD) havale etmeksizin çözebileceğini düşünüyor. Bunun için AKP hükümetinin iktidarının geri kalan 3-4 yılında nasıl bir politika uygulayacağına, çözüm geliştirip geliştiremeyeceğine bakacak. Ancak benzer şekilde hükümet ve devlet de PKK’dan ilk adımı atmasını, yani silah bırakmasını bekleyecek. Bu düğümü çözmenin tek yolu, daha güçlü olan tarafın, yani devletin, ilk adımı atması. Peki, nedir bu adım(lar)?

Öncelikle Kürtlerin dil ve kültürlerinin önündeki bütün yasal ve pratik engellerin kaldırılması, Kürtçenin tamamen serbestçe kullanılması sağlanmalı. Bununla eş zamanlı olarak genel affın gündeme gelmesi de düşünülebilir. DTP’nin Meclis’te olması iyi bir şey ama onlarla diyalog kurulmadıkça anlamlı değil - dünyada hiçbir toplumsal sorun, taraflarından birini yok sayarak çözülmemiştir, dolayısıyla tüm Kürt hareketiyle, aydınlarla siyasi ilişki ve diyalog kurulması gerekir. Bu bağlamda PKK ve Öcalan da dolaylı veya dolaysız muhatap alınmak istiyor ancak Kürt halkının önder olarak gördüğü Öcalan ile “bebek katili” söylemi arasındaki uçurum meseleyi daha da çözümsüz kılıyor.

Kürt sorununa çözümün çerçevesinin nasıl olacağını da tartışmak lazım. Türkiye, katı üniter yapısıyla daha fazla devam edemeyeceğini anlayıp, federatif yapı, özerklik, merkez-yerel ilişkisi, vs gibi yönetim modellerini konuşmalı. Bu tip yeni bir yapılanma, siyasi yapıyı zayıflatmaz, güçlendirir. Fakat bunları tartışabilecek bir ifade özgürlüğü ortamı yok. TCK’nın 301 ve 318. maddeleri varken ne Kürt sorunu ne de başka sorunlar konuşulabilir. Bu meselelerin çözümü de anayasa reformudur. Anayasa’da yurttaşlık tanımının etnik temelli olmaktan çıkarılması, Anayasa’nın toplumsal mutabakata dayalı bir ilkeler manzumesi olması, yerel hakları da koruyacak prensipler içermesi gerekir. Ancak tüm bu açılımlar, PKK silah bırakmaz, ayrılmakta ısrar eder, PKK bayrağı altında yaşamak istiyoruz derse anlamını kaybeder.

* PKK’nın Türkiye ve diğer uluslararası aktörlerle ilişkileri

PKK’yı anlamak çok zor. Uluslararası platformlarda barış dili kullanan bir PKK varken, diğer yandan son dönemlerdeki eylemleriyle Türk kamuoyu nezdinde devletin elini güçlendiren bir PKK görüyoruz. 2004 yazında, AB yolunda reform paketlerinin hızla Meclis’ten geçtiği dönemde ve 2007’de, AKP seçimlerde Güneydoğu’daki oyların önemli bir kısmını aldıktan sonra PKK’nın silahlı eylemlerinin tırmandı, ki bu da çok manidar. Oysa 2002 seçimlerinde DEHAP’ın yüzde 6,2 oy alması, MHP’nin meclis dışında kalması, AB sürecinde yapılan reformlar, silahların sustuğu dönemin getirdiği umutlardı. Şiddetin çözüm olmadığını söyleyen herkesin behemehal şiddetten uzak durması gerekirken 2004’te silahlı eylemlerin tekrar başlaması, “şahinlerin ittifakı” tezini güçlendiriyor.

PKK’nın Irak ve İran’ı kullanması gitgide zorlaşırken Kürt hareketinde Barzani cephesi daha da güçleneceğe benziyor. Bununla beraber, kara harekatı sürecinde ABD Barzani’ye “ayağını denk al” demiş oldu. Kerkük’teki referandumun ertelenmesi ve bu konuda Kürt Yönetimi’nin geri adım atması da aynı şekilde değerlendirilebilir.

* AKP ne yapacak, ne yapabilir?

AKP’de, başta Başbakan olmak üzere, Kürt meselesinde yeni bir açılım hevesinde olan kişiler var, ama parti içinde bu konudaki gerilimler çok yoğun. Erdoğan, yakın çevresinde Kürtlerin olmasından dolayı dahi parti içinde bir bedel ödüyor. Bundan da önemlisi, AKP’nin oy tabanı (Güneydoğu’dan aldığı oylar hariç) son derece milliyetçi bir kesim. Söz gelimi seçim esnasında adaylar milliyetçiliğin daha yoğun olduğu kentlerde, Öcalan’ın asılması gerektiğini söylerken, başka yerlerde barış, demokrasi mesajı verebiliyorlar.

Çatışmayı durdurmada sivil aktörlerin (aydınlar, STK’lar, vb) rolü de tekrar tartışılmalı, zira bir görüşe göre aydınlar artık halk nezdinde inanılırlıklarını yitirdiler. Esas olan kamuoylarını rehabilite etmek ve yatıştırmak, çünkü ne Kürt milliyetçiliğine koşullanmış Kürtleri demokratik açılımlara ikna edebilirsiniz, ne de milletin bölünmez bütünlüğü takıntısı içerisindeki Türk halkını.

AKP’nin ortaya bir çözüm paketi önerisi sunup tepkileri beklemesi ve ona göre pozisyon alması söz konusu olabilir. Ancak bir görüşe göre de (olursa) bu ve bundan önceki tüm açılımlar AKP’nin Kürt sorununu samimiyetle çözmek istediğinden değil, yerel seçimlerde almak istediği oylara yatırım ve AKP seçimlerde Diyarbakır gibi kilit noktaları alırsa kendini başarılı sayacak, ki bu da çözümsüzlüğün sürmesi anlamına gelebilir.

GELECEK İÇİN ÖNERİLER

1. Askeri müdahale sonuç vermeyecektir. Kuşkusuz harekatın başarılı ya da başarısız olduğuna dair argümanlar üretmek mümkün, ancak nihai çözümün askeri yolla/şiddet kullanarak gelmeyeceği çok açık.

2. Kürt sorununu çözmenin ilk ve en önemli adımı, sorunun tüm taraflarıyla diyalog kurmak. Bunun için AKP’nin DTP ile arasındaki iletişimsizlik duvarını kaldırması, DTP’lilerin de bu konuda gayret göstermeleri gerekir.

3. İfade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmadıkça toplumsal sorunları tartışma zemini olmaz. Bu engellerin başında TCK’nın 301 ve 318. maddeleri geliyor. Bu maddeler değiştirilmeli, değişiklikler kozmetik değil ilkesel değişiklikler olmalı.

4. Anayasa, yurttaşlığı etnik temelli tanımlamayan bir ilkeler bütünü şeklinde yeniden yazılmalı, dillerin serbest kullanımı önündeki yasal ve anayasal engeller tamamen kalkmalıdır.

5. AKP, iktidarının geri kalan döneminde Kürt sorununa nasıl yaklaşacağını ve çözüm önerilerini ortaya koyan bir plan sunmalıdır.

6. Demokratik açılımların ve yasal iyileştirmelerin anlam kazanması için toplumsal bir rehabilitasyon sürecinden geçilmeli. Bunun için de her iki tarafta da sözü dinlenen kişiler sürece dahil edilmeli.

* Dizi boyunca yayınladığımız 5 toplantının raporlarını
www.sorar.org.tr adresinden edinebilirsiniz.



Yazının devamı...

Kürt sorununda ortak aklın peşinde

Sosyal Sorunları Araştırma Ve Çözüm Derneği’nin (SORAR) Kürt sorunu üzerine düzenlediği toplantıların dördüncüsü 21 Şubat 2008 günü Ankara’da yapıldı. Hemen hemen her siyasi görüşte siyasetçi, akademisyen, yazar ve gazetecilerden oluşan 24 kişi katıldığı toplantıdan birkaç saat sonra Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı başladı. Nitekim toplantıda muhtemel bir kara harekatının çapı ve doğurabileceği sonuçlar da geniş olarak ele alınmıştı. “Kürt sorununda siyasetin sınırları” başlıklı beş saat süren bu kapalı toplantıdan bazı notlar aktarmak istiyoruz:

AKP’ye verilen süre tükeniyor

* Türk ordusu PKK’yı Kuzey Irak’ta tasfiye edemez

Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi teknik açıdan mümkün ancak siyasi ve ekonomik açıdan zor. Günde 20 milyon dolarlık bir maliyet var. Türkiye kısa süreli giriş çıkışlar yapacak ve ABD ile birlikte hareket edecek. Ancak böylesi bir harekatın psikolojik etkisi dışında bir etkisi olmaz. Türkiye’nin Irak’ın rızası dışında oraya asker göndermesi bir işgaldir. ABD bunu yapar ama bedelini öder. Türkiye’nin bedel ödeyecek lüksü yok. Bir kara harekatında Peşmerge güçlerinin zarar verebileceği hesapları yapılıyor. Ama Barzani’nin saldırma olasılığı yok. Böyle bir risk almaz. Türkiye de eninde sonunda Barzani’yi bir unsur olarak tanımak zorunda.

* PKK cephe savaşına girmez

PKK bu konuda deneyimli. Bir kara harekatına PKK hazırlıklıdır, cephe savaşına girmez. Türkiye’nin Kandil’e kadar gitmesi olağanüstü bir durum olur. Bu tüm Ortadoğu’yu etkiler. PKK’nın tümden ön plana çıkmasına ve Iraklı Kürtleri arkasına almasına neden olur. PKK’ya zarar verir ama psikolojik açıdan çökertmez. PKK sıkıştırma üzerine şekillenen bir hareket. Bu duruma da hızla adapte olur. PKK tasfiye olmaz, teslim olmaz. Böyle bir opsiyon mümkün değil. Kara harekatı İran ve Suriye Kürtlerini de etkiler ve PKK’ya destekleri artar.

* Kara harekatında Türkiye Kürtleri kaybeder

Bir kara harekatında Türkiye bütün Kürtleri kaybeder. Bu çok riskli ve göze alınacak bir operasyon değil. Kuzey Irak’taki kara harekatını PKK’ya karşı değil, Kürtlere karşı olarak algılar.

* Kara harekatı sorun olmaz

Kara harekatı ABD’nin kontrolü altında olursa geniş sorunlara neden olmaz. Operasyon son derece sınırlı olur. Ancak bu operasyon PKK’yı bitirmez.

* AKP’ye verilen kredi tükeniyor

Kuzey Irak’a yönelik bombalamalar Kürtler üzerinde olumsuz etki yapıyor. AKP’ye verilen kredi 22 Temmuz’dan sonra hızla tükeniyor. Batman’da yaşananlar bunun sonucu. Batman’da olanlar PKK kadrolarının tepkisi değil, halkın tepkisi... AKP’ye yönelik tepki artıyor. AKP Kürt sorununda son sözü söyledi mi, söylemedi mi bir beklenti var.

* Kosova modeli Kuzey Irak’a uygulanmaz

Kosova’nın bağımsızlığı Sırbistan’ın cezalandırılmasıdır. Türkiye bir Miloseviç çıkarmadıkça Amerika Kürtlere devlet vermeyecektir. Kosova Kuzey Irak’a uygulanabilecek bir model değildir.

* Türkiye eski yıllara nazaran daha güçlü

Türkiye’nin önceki yıllara göre PKK konusunda eli daha güçlü.Türkiye-Moskova ilişkileri de tarihte olmadığı kadar sıcak, hatta son 500 yılın en iyi ilişkileri yaşanıyor. Avrupa’daki elitin PKK’ya baskısı daha da fazlalaşmış durumda.

* Devletin geleneksel Kürt politikası iflas etti

Kürt meselesi hükümetleri aşan bir mesele. Hangi hükümet gelirse gelsin Kürt politikası uygulama şansına sahip değil. Hiçbir siyasi partinin programında Kürt sorunuyla ilgili bir madde yok. Cumhuriyet yapılanırken Kürt meselesini güvenlik meselesi olarak görüp güvenlik güçlerine havale etti. Bu hâlâ devam ediyor. AKP’nin Kürt sorunuyla ilgili bir çözüm formülü yok. Kürtlere yaklaşım konusunda AKP belki daha fazla insaflı ama eli kolu bağlı. Hükümet bu konuları devletin üst düzeyiyle tartışmalı ve devlet politikası oluşturmalı. Devletin geleneksel Kürt politikası iflas etmiştir.

* Devletin hiçbir zaman Kürt politikası olmadı

Devletin Kürt politikası hiçbir zaman olmadı. Zaman zaman raporlar hazırlandı. Sonra bunlar rafa kaldırıldı. Türkiye’de Kürt sorunu nasıl algılanıyor? Herkesin algıladığı Kürt sorunu farklı. Siyasetçilerle halkın bu soruna bakış açısı farklı. Bölgedeki ağalarla insanların bakış açısı farklı. 1996 yılında yapılan bir araştırmada Batı’da yaşayan Kürtlerin ayrı devlet isteği doğudakilerden fazla çıktı. Devlet hangi Kürtlerin taleplerini ciddiye alacak? Yine de önemli olan Türklerle Kürtlerin arasına kan girmemesi. Bu bir fırsat. Kürt sorunu demokratikleşme esasında halklar barıştırılmalı.

* Türkiyelilik kavramı tutmaz

Türkiyelilik kavramı, Osmanlılık kavramıyla aynı. Nasıl Osmanlılık tutmadıysa Türkiyelilik de tutmaz. Ancak geçici bir pansuman görevi görür. Hep Kürtlerin endişeleri üzerinde duruluyor ama Türklerin endişeleri konuşulmuyor. Kürtlerin kafasında ayrı devlet isteği var. Söz konusu taleplerle ortak yaşam olmaz.

* Etnik çözümler gerçekçi değil

Bugünkü çözümler ulusalcı ve etnik çözümlerdir. Ortadoğu’nun tarihinde bu tip çözümler yoktur. Kürtlerin yüzde 60’ı Batı’da yaşıyor ve üstelik bölgede başka etnik unsurlar da var. Birlikte yaşama projesi öne çıkmalı. Sonuç olarak Irak’a Kürdistan, Türkiye’ye demokrasi. Ayrımcılığı Kürtlerin büyük bir çoğunluğu istemiyor. Anadilde eğitim hakkı dahil tüm haklar verilmeli. Ancak anayasada din, dil ırak ve mezhebe vurgu yapılmamalı. Sivil ve demokratik anayasa olmalı. Kürt meselesinin çözümü etnik bir federasyonla olmaz.

* Tıkanıklık noktasına gelindi

2002 yılında daha elverişli bir ortam vardı. Ama adım atılmadı. Milliyetçi dalga çözüm şartlarını zorlaştırıyor. 2007 seçim sonuçları o bölgede kimlik siyasetinin anlamlı olmadığını gösteriyor. Batı bölgelerinde ırkçı söylemler yükseliyor. Doğuda ise DTP düşüşte. Bir çıkmaz var. Tıkanıklık noktasına gelindi. AKP’nin devletle ilişkisi problemli. Bu yüzden umut vaat ediyor. Ama Kürt meselesinde çok zigzag çizdi. AKP ve DTP’nin ortak hareket etmesi gerek. Ama parlamentodaki aritmetik buna izin vermiyor. AKP’nin korkaklığı DTP’nin saldırganlığı sorunu çözümsüz kılıyor.

* CHP ve MHP’den açılımlar gelebilir

AKP sosyal politikalarla Güneydoğu’dan oy almaya çalışıyor. Gelecekte CHP ve MHP’den Kürt sorununa ilişkin açılımlar gelebilir. Asker-AKP ilişkilerinde normalleşme olur ancak AKP-Kürtler ilişkisinde durum tam tersi olur.

* Türkiye kırılma noktasına doğru ilerliyor

1984 ile 2008 kıyaslaması yaparsak Türkiye, ciddi bir kırılma noktasına doğru gidiyor. 1984 yılında şehit cenazeleri nasıl kaldırılıyordu? Şimdi nasıl kaldırılıyor? Şehit cenazelerinde neler yaşanıyor? Önceleri terörist cenazeleri nasıl toprağa veriliyordu? Şimdi neler yaşanıyor? Bütün bunları karşılaştırmak gerekiyor. Önce mevcut durumu saptamak lazım. Cumhuriyeti nasıl kurtarabiliriz ona bakmak lazım.

DİLE GETİRİLEN BAZI GÖRÜŞLER

* Af tek başına sorunu çözmez

AffIn amacının iyi belirlenmesi lazım.Amaç var olan silahlı çatışmaya son vermek ise bu son derece yararlı olur.. Ancak af kendi başına sorunu çözmez. PKK’lılar bir cezadan kurtulmak için dağa çıkmadılar. Belli idealler için dağa çıktılar. Bir proje ortaya çıkmadıkça PKK’lılar teslim olmaz. Devlet yeniden politika oluşturmalı ve gereklerini yerine getirmeli. En azından işaretlerini vermeli. Bunları oluşturduktan sonra af ilan edilmeli. Ayrıca affın kapsamı geniş olmalı ve sivil hayata adaptasyonları için de projeler geliştirilmeli.

* Af için toplumsal mutabakat olmalı

Af konusunda koşullar uygun değil. Toplumsal mutabakatın olmadığı durumda af çözüm olamaz.

* Af sorunu daha da çözümsüz kılar

Af işe yaramaz. İşi daha da çözümsüz kılar. Devletin bir Kürt politikası var. İnkarcı ve asimilasyoncu bir politika. Bunun yanlışlığı üzerinde tartışmak gerekiyor. Batıdaki Kürtlerde ayrılıkçılık oranı daha fazla. DTP’nin dışlanması AKP’nin politikaları değildi. Devletin Kürt politikasındaki politikasızlığıydı.. Türkiye’nin bir Irak politikası da var. Sadece mevcut durumu kabul etmek istemiyorlar.

* Af olumlu bir sinyal olabilir

Af ilan edilse bile herkes dönmeyecek. Bir devlet projesi lazım. PKK’yı hesaba katmak lazım. Devlet güven vermeli. Önce proje olacak. Sonra af ilan edilecek... Afta göz ardı edilen bir şey var: Dağdakiler, cezaevindekiler ve yurtdışındakiler. Topyekun olarak düşünmeli ve önce siyasi proje, rehabilitasyon ve ekonomik reformlar yapılmalı. Sonra af ilan edilmeli. AK Parti ikna edilmeli. Ak Parti de devleti ikna etmeli...

* Af için iklim uygun değil

DTP’nin talebi Apo’nun tecritten çıkması. Ama tecrite karşı çıkarken kendilerini tecrit ediyorlar. DTP’ye çok da fazla rol yüklememek gerekiyor. Ankara’daki siyasal ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşıyorlar. Şu anda af konusunda toplumsal iklim uygun değil. DTP’nin cesaretlendirilmeye ihtiyacı var. Diğer siyasi aktörlerden de destek gerekiyor. AKP’nin de teşvik edici olması lazım.

YARIN: l 10 Mart 2008’de İstanbul’da düzenlenen “Kara harekatı sonrası PKK ve Kürt sorunu” toplantısından notlar

Yazının devamı...

Diyarbakır saldırısı PKK’da kırılma noktası oluşturdu

Sosyal Sorunları Araştırma Ve Çözüm Derneği’nin (SORAR) Kürt sorunu üzerine üçüncü toplantısı 12 Ocak 2008 günü Diyarbakır’da yapıldı. Toplantı PKK’nın 3 Ocak günü şehirde gerçekleştirdiği ve 5 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırının öncesinde planlanmıştı. Nitekim İstanbul, Ankara ve Diyarbakır’dan siyasetçi, akademisyen, yazar ve gazetecilerden oluşan 26 katılımcı, Kürt sorununa ek olarak söz konusu saldırının ardından yaşanan gelişmeleri de tartıştılar. Yaklaşık beş saat süren toplantıda “Kürt sorununda yeni bir dönem mi başlıyor?” sorusu soruldu ve yanıtı aranmaya çalışıldı.

DİLE GETİRİLEN BAZI GÖRÜŞLER

Kürt sorununda yeni bir dönem mi başlıyor

Katılımcıların büyük bir bölümü Diyarbakır’daki son saldırının Kürt sorununda yeni bir döneme girildiğinin işareti ve PKK içinde bir kırılma noktası oluşturduğu üzerinde uzlaştı. Patlamanın, Kürt çevreleri ve DTP içinde ciddi sarsıntılara yol açtığı, PKK’nın dış dünyadaki desteğinin büyük ölçüde azaldığı vurgulandı. Toplum bombalama olayını kınama konusunda aydınlardan ve sivil toplum kuruluşu yöneticilerinden daha ileride. Halk örgüte karşı hiç bu kadar net bir tavır almamıştı. 10 yıldır halk PKK’ya karşı ilk kez bu kadar tepkili ve cesur. Bu saatten sonra halk Diyarbakır’da örgütün yapacağı her türlü şiddet eylemine karşı duracaktır. Yıllardır kimlik mücadelesi verile verile kişiliklerde aşınma oldu. Ama halkın kafasında bu saldırı bir dönüm noktası oldu.

* Dağlıca altın vuruştur!

Dağlıca bir altın vuruştur. PKK askerin üzerinden AKP’yi vurmayı amaçladı. Ancak beklenen olmadı. AKP soğukkanlı davrandı. Sonuçta PKK’nın beklentisinin aksine Dağlıca askerle AKP arasındaki sorunların rafa kalkmasına yol açtı. Tüm bunlara kızgınlıkla Diyarbakır saldırısı yapıldı.

* Yeni dönem yok

Bazı katılımcılar Kürt sorununda yeni bir dönemin başladığı yönündeki saptamaya karşı çıktı. Bu kişiler umutlanmaya vesile olabilecek yeni bir dönemin başlamadığını, hatta seçimden sonra yaşanan sürecin kendilerini daha kötümser kıldığını vurguladılar. Güneydoğu’daki AKP ile Batı’daki AKP’nin farklı olduğunu, iktidar partisinin bir Kürt politikası üretemediğini savundular. AKP’nin sorunu sosyal yardımlar ve ekonomik perspektifle çözebileceğini sandığını, askerin sertlik yanlısı tutumunu savunur duruma geldiğini belirtip “AKP en azından bu sorunla ilgili olarak gündelik hayatı rahatlatıcı ve yasakları gevşetici adımlar atarsa iyi olur” diye konuştular.

Kimilerine göreyse “yeni bir dönem” değil, “yeni bir durum” söz konusu. DTP’de şiddeti ilkesel olarak reddeden bir tavır gözlenmiyor. TSK’da da militarizm dışında sorunu çözme arayışı yok. PKK’da da ciddi bir tutum değişikliği görülmüyor. Bununla birlikte DTP’de farklı kanatların var olduğu yolunda bazı işaretler ve beklentiler var. Emekli paşaların bazı özeleştiri sözleri de TSK’da bir tavır değişikliği olarak algılanıyor.

* Türkiye yol ayrımında

Kuzey Irak’taki Kürt federe devletini ya kabul edeceksin ya da düşman göreceksin. Türkiye artık bu eşiği geçti. AKP bu süreci iyi yönetti. Eğer AKP bir şeyler yapıyormuş gibi davranıp geri adım atarsa sorun birkaç misli olarak geri döner. AKP rehavete kapılmış gibi. Sorun geçiştiriliyor. Yeni dönemde DTP’nin de, Kürtlerin geçirdiği evrime uygun olarak kendini yeniden tanımlaması gerekiyor. Ancak büyük görev AKP’nin. İktidar partisinin “sivil anayasa” hazırlıkları çok önemli. Ancak bir makyaj anayasası değil, sorunları çözecek bir anayasa olması lazım.

* AKP-TSK ittifakı

Kürt sorununda akut sorun devletin katı tutumudur. Devletin hemen hemen her konuda vatandaşına karşı takındığı şüpheci tavırdır ki AKP de aynı şeyi yapıyor. “Tek vatan, tek millet ve tek bayrak” lafını dünya litaratürüne çevirdiğinizde karşınıza faşizm çıkar. Bu sözleri söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’dır. İkinci akut sorun ise bugün bir “muhafazakâr-otoriter ittifakı”nın söz konusu olmasıdır. Yani AKP-TSK ittifakı tehlikelidir. Ne var ki bu ittifak uzun süreceğe benziyor.

AKP dini cemaatleri de arkasına alarak TSK ile ittifak kuruyor. Bunun karşısında ise PKK ile derin devletin ittifakı var. Yani tehlikeli bir süreç söz konusu. Bunun yerine AKP ile DTP’nin konuşması ve birbirlerini anlaması gerekiyor.

* PKK zayıfladı ama...

PKK totaliter eğilimleri çok güçlü, Stalinist, şartlanmış insanlardan oluşan bir örgüttür. PKK’nın amacı Kürt sorununu çözmek değil, hakim güç olmaktır. AKP’nin amacı da iktidarda kalmaktır. PKK’nın sıkıştığı ve zayıfladığı, önümüzdeki dönemde daha da zayıflayacağı düşünülüyor. Zayıfladığı oranda şiddet eylemleri de artacak. Burada AKP’nin sorumluluğu var. “Terör bitsin adım atalım” söylemiyle terör bitmeyecektir. Şiddet kültüründen çıkmak uzun bir süreçtir. Paniklememek gerekiyor.

* Türklerle de konuşulsun

Kürt meselesi hep Kürtlerle konuşuluyor. Halbuki bu sorunun daha çok Türklerle konuşulması gerekiyor. Esas rehabilite edilmesi gerekenler Türklerdir. PKK 1980’li yıllarda bir alternatifti, haklı denilebilecek bazı noktalardan hareket ediyordu. Ama bugün değil. Artık çözümün önünde engel oluşturuyor. Eskiden bir Kürt sorunu vardı, buna şimdi de PKK sorunu eklendi. 22 Temmuz’da halk şiddetsiz de çözüm olabileceğine dair bir ışık gördü ve buna pirim verdi. PKK şiddeti yöntem olarak kullanan bir örgüttür. Birilerinin, dönüşmesi için ona yardım etmesi lazım. O birileri de toplumdur.

* DTP hırpalanmamalı

Ortada bir taraf ve ve diyalog sorunu var. Kürtler adına kim “tamam biz bunu kabul ettik” diyecek? PKK’nın muhatap alınmasını istemek Kürtler açısından gerçekçi olmayabilir. Ama DTP’yi hırpalamak da çözüm değil. Hırpalanırsa siyaset üretemez.

Çözüm için bazı öneriler

ToplantIda farklı katılımcılar farklı çözüm önerileri dile getirdi. Bunlardan bazıları şöyle:

* Ana dil öğrenimi sağlanmalı. Kürt dili ve edebiyatı öğretilmeli.

* Ana dil sadece öğretilmemeli, eğitim de yapılmalı.

* Medyada yayın özgürlüğü sağlanmalı.

* GAP tamamlanmalı.

* Güneydoğu’ya mahsus pozitif ayrımcılık gözeten ekonomik tedbirler alınmalı.

* Kuzey Irak tanınmalı, ilişkiler geliştirilmeli. Önce Talabani sonra da Barzani davet edilmeli.

* Kapsamlı bir af yasası çıkarılmalı.

* Kürt meselesini çözmeden önce yaşanabilir bir ortam sağlanmalı. Kürtlere güven verilmeli.

* Dağdan iniş bir şekilde karşı tarafla konuşarak mümkün olabilir. Ancak böylelikle iyi bir yasa hazırlanabilir. Aksi halde yüzlerce genç yine dağa çıkacaktır.

* AKP ve DTP birbirini anlamalı ve ortak çözüm üretmeli.

YARIN: 21 Şubat 2008’de Ankara’da yapılan “Kürt sorununda siyasetin sınırları” toplantısının notları...

Yazının devamı...

İki ucun da hırpalanacağı bir dava süreci

Ergenekon Davası’nın ilk gününde yaşananların şaşırtıcı olduğu söylenemez. Soruşturma süresince o kadar çok hata ve ihmalle karşılaştık ki dört dörtlük bir mahkeme düzenine ilk günden geçilmesi mucize olurdu. Hiç kuşkusuz birkaç gün içinde işler bir ölçüde rayına oturacaktır. Fakat o zaman da kamuoyunun ilgisinin bir ölçüde azalacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla onca masraf, hazırlık ve reklama rağmen dün Silivri’de yaşanan organizasyon bozukluklarının, davanın zaten sorunlu olan imajına belli ölçülerde gölge düşürdüğü açıktır.

Ancak bütün hata ve eksikliklerine rağmen Türkiye için son derece hayati bir davaya tanıklık ettiğimizi asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu davanın, yıllardır devletin içine çöreklenmiş “mafyavari bir terör örgütü”nün tasfiyesini hedeflediğini düşünenler heyecanlanmakta sonuna kadar haklılar. Eğer onların söyledikleri doğruysa devlet ilk kez kendi içinde ciddi bir hesaplaşmaya girmiş demektir ve bunun ucunun nereye varacağı son derece önemlidir.

Ergenekon’un bir “AKP yalanı” olduğuna, hükümetin bu yolla ulusalcı muhalefeti tasfiye etmek istediğine inananlar için de bu dava kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Eğer Ergenekon sanıkları kendilerini mahkemede sağlam ve inandırıcı şekillerde savunurlarsa komployu tersine çevirebilir ve AKP’yi pekâlâ sarsabilirler.

Tabii bir de arada kalanlar var. Ergenekon’u abartılı olmayan bir şekilde önemseyen, sürecin evrensel hukuk ilkelerine uygun bir şekilde sürmesini dileyen ve sonuçta demokrasinin kazanmasını isteyenler de samimi bir şekilde dün başlayan davanın hayırlara vesile olmasını temenni ediyorlar.

İlk gün yaşananlara bakıp kimin arzusunun gerçekleşebileceğini kestirebilmek çok zor. Eninde sonunda hukuki bir süreç başlamış durumda ve “yargı bağımsızlığı”, “yargının tarafsızlığı” gibi konularda dile getirilen kaygı ve eleştirileri bir aşamadan sonra geri plana itip evrensel hukuk normlarına uygun adil bir yargılamanın yaşanacağını arzulamak ve kabul etmekten başka yapabileceğimiz pek bir şey yok.

Ulusalcıların krizi

Buna karşılık davanın nasıl bir siyasi zeminde başladığını ve bundan böyle yol alabileceğini pekâlâ tartışabiliriz. Mesela başlangıç için şu soru işlevsel olabilir: Cezaevine toplanmış ulusalcı kalabalıklar davanın seyrine etki edebilirler mi?

İlk gün ortaya çıkan tabloya göre bu sorunun cevabı “kesinlikle hayır” olacaktır. Bilindiği gibi Ergenekon soruşturmasına karşı muhalefet, her yeni dalgayla geriledi. Hurşit Tolon ve Şener Eruygur gibi emekli orgenerallerin gözaltına alınması ve TSK’nın buna alenen itiraz etmemesiyle tam bir kopuş yaşandı. “Dışarda” muhalefet örgütleyebilecek ender isimlerden Tuncay Özkan’ın da tutuklanmasıyla ulusalcıların hareket kabiliyeti büyük ölçüde tahrip edildi.

Sivil alanda epey zor duruma düşen ulusalcılar, Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasının ardından Tolon ve Eruygur’a bir generalin resmen ziyaretçi olarak gönderilmesiyle bir ölçüde umutlandılar fakat bunun devamı gelmedi. Hatta ilk kez muvazzaf subaylar da gözaltına alındı.

PKK’nın eylemlerinin de ulusalcıları bir ölçüde kıpırdattığı söylenebilir fakat Genelkurmay’ın terörle mücadele konusunda hükümetle uyum içinde çalışıyor görüntüsü önceki örneklerin aksine, Irak Kürtleriyle resmi ilişkiler kurulmasına hiç itiraz edilmemesi ulusalcıların elini iyice zayıflattı.

Sonuç olarak, ulusalcı hareket Cumhuriyet Mitingleri günleriyle asla kıyaslanamayacak ölçüde zor bir dönemden geçiyor. Bu nedenle Ergenekon Davası’nı kendileri için bir kriz olmaktan bir fırsata dönüştürme imkân ve şansları pek olacağa benzemiyor. AKP’nin de bu dava sayesinde muhaliflerini bütünüyle sindirebileceğini düşünmüyorum. Sonuçta iki ucun da hırpalanacağı bir dava süreci başlamışa benziyor. Peki demokrasi ve hukuk devleti mi kazanacak?

Bu soruya tereddütsüz “evet” cevabı verebilmek de maalesef çok zor.

Yazının devamı...

Medya-TSK ilişkilerinde yeni bir dönem


Org. Başbuğ’un, önceki gün Taraf Gazetesi’nde yayınlanan, dün de birçok gazete ve TV kanalı tarafından alıntılanan Aktütün saldırıyla ilgili haberlere cevap vermesi şaşırtıcı olmadı, fakat aşırı sert üslubu birçok açıdan şaşırtıcıydı. Önce Org. Başbuğ’un neden cevap verme noktasına gelmiş olabileceğine bakalım:

1) Üst düzey subaylara yönelik telefon ve ortam dinleme faaliyetlerinin son dönemde tırmanması ve bunların youtube başta olmak üzere bazı internet sitelerinde, hatta bazı gazetelerde yayınlanması

2) Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ başta olmak üzere üst düzey bazı subayların özel hayatları ve sağlık durumlarıyla ilgili doğru ya da yanlış bilgilerin medyada yer bulması

3) Genelkurmay’a ait çoğu gizli birçok kritik belge ve bilginin medyaya sızması

4) Bu belge ve bilgilerin, TSK’nın, özellikle terörle mücadelede başarısız olduğunu ya da yeterince başarılı olmadığını göstermek için kullanılması.

Herkes yayınlıyor

Org. Başbuğ’un Kara Kuvvetleri Komutanı’yken bu tür yayınlardan epey rahatsız olduğu biliniyordu. Genelkurmay Başkanı olmasından sonraysa yayınların durmadığını, tam tersine daha arttığını söyleyebiliriz. Özellikle Aktütün saldırısı medyada çok geniş ve özgür bir biçimde tartışıldı Org. Babaoğlu’nun golf oynarkenki fotoğrafları bu tartışmanın akışında epey etkili oldu nihayet Taraf Gazetesi istihbarat fotoğrafları ve raporlarını yayınlayarak, saldırının önceden bilindiğini ve anbean izlendiğini yazdı.

Dolayısıyla Org. Başbuğ’un dünkü basın açıklamasını ilk olarak, “anlaşılan asker için bardak taşmış” şeklinde değerlendirebiliriz. Fakat burada çok önemli bir detayın altını çizmek gerekiyor: Örneğin Ergenekon soruşturmasının ilk aşamalarında Taraf Gazetesi bazı belge ve bilgileri yayınlar ertesi gün bunların aynılarını Taraf referansıyla Sabah, Star, Yeni Şafak, Zaman gibi gazetelerde görürdük. Yani bu tür yayınlar sadece “hükümete yakın” bilinen gazetelerle sınırlı kalırdı. Ancak son dönemde işin rengi değişti. Örneğin golf olayını ilk olarak Ertuğrul Özkök büyüttü ve diğerleri takip etti. En son Aktütün haberini de Milliyet, Vatan, Akşam gibi gazeteler sayfalarına taşıdı. Yani Org. Başbuğ “askeri yıpratma” olarak nitelediği yaklaşımın medyanın geneline sirayet ettiğini düşünüp buna engel olmak istemiş olabilir.

Şaşırttı

Org. Başbuğ TSK’ya yönelik bazı yayınlardan şikayet etmekte haklı mı, haksız mı? Bu tartışmayı, demokrasilerde basın özgürlüğünün hayati konumunu aklımızdan hiç çıkarmadan tabii ki yapmalıyız. Kimimiz yazılıp çizilenleri tamamen basın özgürlüğü kapsamında bulabilir kimimiz yayınlarda amacın üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğunu düşünebilir kimimiz de bazı haber ve yorumlarda çizginin aşıldığını ileri sürebilir. Her ne olursa olsun, dünkü şaşırtıcı ölçüde aşırı sert üslubu nedeniyle Org. Başbuğ haksız bir pozisyona gelmiş gözüküyor.

Terör, laiklik gibi konularda “şahin” olduğu kabul edilmekle birlikte yeni Genelkurmay Başkanı sakin ve soğukkanlı bir profil çiziyordu. Dün bu imajı ciddi olarak yara aldı. Yine dünkü kısa açıklamasında, Org. Başbuğ’un entelektüel birikiminin izlerini pek göremedik. En önemlisi, “bölücü terör örgütünün yaptığı eylemleri başarılı gibi gösterenler akan ve akacak olan her damla kanın sorumluluğuna ortak olurlar. Bunu herkesin iyi anlamasını istiyorum” ve “herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum” sözlerini basın özgürlüğüyle bağdaştırabilmek imkansızdır.

Dönüm noktası

Dün medya-TSK ilişkilerinde yeni bir dönem başlamış olabilir. Tabii bugün gazetelerin bu olayı nasıl sunup yorumlayacakları çok önemli olacak. Buna bağlı olarak, Genelkurmay’ın genellikle olumlu tepkiler alan yeni medya stratejisinde de değişiklikler gündeme gelebilir. Şimdi soru şu: Medya Aktütün sonrası olduğu gibi TSK’yı tartışmaya devam mı edecek ya da askeri eleştirmekten geçmişte olduğu gibi genellikle uzak mı duracak? Yoksa arada bir formül mü geliştirilecek?

Her ne olursa olsun Türkiye’nin terörle mücadelesi bütün bu gelişmelerden doğrudan ve olumsuz etkilecektir.





İç içe iki hayati soru


Taraf Gazetesi’nin gizli Genelkurmay bilgi ve belgelerinden hareketle yaptığı yayınlar iki temel soruyu beraberinde getiriyor:

1) Bu belgeler sahici mi gazetenin bunlardan hareketle yaptığı, Dağlıca ve Aktütün saldırılarının önceden saptanmış olduğu gibi değerlendirmeler doğru mu?

2) Bu belgeleri kimler, hangi amaçla sızdırıyor?

TSK’nın şu ana kadarki tepkilerinden belgelerin sahici olduğunu anlıyoruz. Ancak dün Org. Başbuğ’un da açıkça gösterdiği gibi, ordu üst kademesi, Taraf’ın bunlardan hareketle yaptığı yorumları, vardığı sonuçları yalanlıyor ve bunlara çok kızıyor.

Genelkurmay, Dağlıca ve Aktütün baskınlarını kendi içinde inceliyor, fakat bunların sonuçlarını kamuoyuyla paylaşmaları söz konusu olmayabilir. Veya yine birileri sızdırırsa o zaman belki öğrenebiliriz.

Her ne kadar bu tür yayınları yapan meslektaşlarımız, “kaynağı değil içeriği tartışalım” deseler de bu belgeleri kimlerin, neden sızdırdığını bilmek de “vatandaşın bilgi edinme hakkı” kapsamına giriyor.

Taraf Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar bir yazısında “Birkaç İyi Adam” adlı Amerikan filmine atıfta bulunarak bu bilgileri “ordu içindeki birkaç iyi kişi”nin sızdırdığını söylemişti ancak bu açıklamanın tam olarak tatminkâr olduğu söylenemez. Bu derece üst seviyede kritik bilgi ve belgelerin sistemli bir şekilde sızdırılması “birkaç kişi”den ziyade “birkaç odak”ın söz konusu olabileceğini düşündürtüyor.

Bu noktada birçok spekülasyon yapıldı, daha da yapılacağa benziyor. Bu tartışmalara katkıda bulunmak için, ne zamandır polisi zor durumda bırakacak herhangi bir gizli belgenin, örneğin Hrant Dink Davası’ndaki “devlet sırrı 76 sayfa”nın medyaya sızdırılmadığını hatırlatalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.