Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK taşeron bir örgüt mü?

Ortaya çıktığı andan itibaren PKK’nın bağımsız bir varlık değil taşeron bir örgüt olduğu söylenir. İlginç olan, PKK’yı böyle niteleyen kişi ve kesimlerin, Türkiye ve bölgedeki gelişmelere paralel olarak sürekli değişmesidir. Buna bağlı olarak PKK’nın “kimin adına” hareket ettiği sorusuna da değişik zamanlarda değişik cevaplar verilir. ABD, İsrail, dağılan Sovyetler Birliği, yerine kalan Rusya, Saddam Hüseyin dönemi Irak, şimdiyse Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Suriye, İran ve şu an aklıma gelmeyen nice ülke ve esas olarak da bunların gizli servisleri, dönem dönem “PKK’nın ardındaki gerçek güç” olarak görüldü, gösterildi. Tabii bu arada Türkiye’nin içindeki bazı odakların PKK’yı kurduğu ve/veya kontrolü altında tuttuğu da sıklıkla dile getirildi. Son olarak PKK’nın Ergenekon yapılanmasının doğrudan ürünü olduğu yolunda iddialar öne çıkıyor. Öyle ki PKK’ya atfedilen eylemlerin bazılarının doğrudan Ergenekoncular tarafından kotarıldığı veya onların doğrudan ya da dolaylı yönelndirmeleriyle PKK’cılar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürenler var.

Bu iddialar dün vardı, bugün de var, yarın da olacak. Bunları kanıtlamaksa hiçbir zaman dört dörtlük mümkün olamayacak. Ancak kesin olan bir nokta var: Doğru ya da yanlış, “taşeron örgüt” saptaması bir aşamadan sonra bizi hiçbir yere götürmüyor. Şöyle basitleştirebiliriz. Size “PKK taşeron bir örgüt” diyene önce “kimin taşeronu?” diye sorun. Bunun cevabı şu ya da bu ülke veya odak olacaktır. Ardından “Ee sonra?” diye sorun, cevap “Ne sonrası?” olacaktır.

Şunu söylemek istiyorum: PKK’nın şu ya da bu odağın taşeronu olması, örgütün lojistik ve kısmen de istihbarat imkanlarını anlamamızı kolaylaştırabilir ancak onun hiç de yabana atılmayacak toplumsal desteği onca gencin neden gönüllü olarak saflarına katıldığını gibi sosyal, psikolojik, kültürel öğeleri kavramamızda hiçbir işe yaramaz, hatta işimizi çok daha zorlaştırabilir.

PKK’yı küçümseme yanılgısı

Geçen yıl, Dağlıca baskınının ardından, 19-22 Ekim tarihleri arasında “PKK’yı anlamak” başlıklı dört yazı kaleme almıştım. Bazıları daha “anlamak” sözcüğüne öfkelenmiş, “anlayıp da ne yapacağız?” diye sormuştu. Öncelikle şunu vurgulayalım: “anlamak” ile “anlayışla karşılamak” ayrı ayrı şeyler. İkincisi, bir olguyla, varlıkla mücadele etmek iddiasındaysanız önce onu anlamaya çalışmanız gerekir. Üçüncüsü, PKK’yı anlamaya çalışıyor olmanız, örgütü hak etmediği bir yere yerleştireceğiniz anlamına gelmez. Dördüncü ve en önemli olan husussa şu: Türkiye’nin yıllardır başındaki en büyük bela, PKK’yı küçümseme, onu aslında kolaylıkla tasfiye edilebilecek sıradan bir aktör olarak görme yaklaşımının genel kamuoyunda, elitlerde ve hatta devletin birçok katında egemen olmasıdır. Başta dile getirdiğimiz “taşeron örgüt” yaklaşımı bu yanlış vizyonu ciddi olarak beslemektedir.

Bu nedenle yapılması gereken “taşeron” lafını daha uzun bir süre kullanmamak üzere rafa kaldırmak ve PKK’yı her türlü dış gücün etkisine açık, ancak kendi gündemi, bağımsız yapılanması olan bir örgüt olarak görmek, görebilmektir.

Yazının devamı...

Hem hükümet, hem asker sorumlu

Aktütün saldırısından dolayı herkes “çok üzgün”. Ancak bu saldırı, toplumu bütünleştirmek yerine zaten varolan toplumsal gerginlik ve kamplaşmaların daha da derinleşmesine yol açacağa benziyor. Zira Türkiye toplumu, Türk’ü Kürt’ü, sağcısı solcusu, AKP’lisi, CHP’lisi, MHP’lisi, DTP’lisi, hep birlikte bu olaydan ortak bir ders çıkarıp yılların kanayan yarasını kapamaya çalışacak yerde bunu deşmekle meşgul. Kimileri sorumluluğun tümünü hükümete, kimileriyse askere yüklemeye çalışıyor. Halbuki, Dağlıca saldırısından sonra, özellikle Org. Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte hükümetle ordu arasında bu konudaki pürüzlerin büyük ölçüde giderildiğini ve iyi bir eşgüdümün sağlandığını söyleyebiliriz. Bazılarının ileri sürdüğü gibi ne hükümet sorunun çözümünü tamamen askere havale etmiş, ne de TSK eli kolu hükümet tarafından bağlanmış durumda. Dolayısıyla Aktütün’e bir yıl içinde ikinci kez saldırılmış olmasının hesabını sadece askere yüklemek haksızlık olur hükümeti de işin içine dahil etmek şart. Benzer bir şekilde askerin her yaptığının doğru, hükümetinse yanlış olduğunu söylemenin de hiç bir inandırıcılığı yok.

Aktütün karakolunun yeri, daha önce de buraya defalarca saldırılmış olması, görev başındaki kuvvetlerin eğitimi gibi muhakkak önemli tartışmaları, askeri konulardan pek anlamadığım için bir kenara koymak ve olayın siyasi-stratejik boyutlarını ele almak istiyorum.

Org. Başbuğ’un açılımları

Önce TSK’dan başlayalım. Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla terörle mücadelede yepyeni bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Zira Org. Başbuğ bölgeyi ve sorunu çok iyi bilen, entelektüel yönü hayli kuvvetli ve gerçekçi bir komutan. Ayrıca “Esas olarak dağa çıkışları engellemek lazım” diyerek sorunu sadece bir güvenlik olayı olarak görmüyor ve işin içine mutlaka sivil toplumun da katılması gerektiğine inanıyor. Bu bakımdan onun Güneydoğu gezisi, oradaki temasları ve orada verdiği mesajlar çok dikkat çekiciydi.

Org. Başbuğ’un yeni açılımını çok önemseyen biri olarak birçok kez, onun yaklaşımının belkemiğini oluşturan “PKK kırılma noktasında” önermesini eleştirdim. Bu önermenin giderek tüm devlet kurumları tarafından benimsenmesinin doğurabileceği risklerin altını çizmeye çalıştım. 9 Eylül’de kaleme aldığım “PKK’nın direnç noktası” başlıklı yazımdan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Yıllardır, bölge halkının bir kısmının ‘korktuğu’ için örgüte destek verdiğini söyler ve buna ciddi ciddi inanırız. Ancak bizim bu inanışımız, örgütün korkutucu gücünden mahrum olduğu zamanlarda bile belli bir toplumsal tabana sahip olabilmesinin nedenini açıklayamaz. (...) PKK hâlâ etkili olabiliyorsa, birilerinin ilan ettiği gibi 2008’de yok olacağına dair ortada pek bir işaret bulunmuyorsa, bunun temel nedeni, örgütün bu ülke topraklarında ve bu ülke vatandaşları arasında şu ya da bu şekilde kök salmış olmasıdır.”

Üç gün sonraysa, PKK’nın terör eylemlerini her alanda tırmandırma yolunda hazırlıklar yaptığının altını çizdiğim bir başka yazıda, 11 Eylül günü yoplanan terör zirvesinden çıkan kısa bildiriden, devletin PKK’nın “direnç noktası”nı tam kavramadığı veya kavramak istemediği sonucuna vardığımı belirtip “Dolayısıyla bu yaklaşımla geliştirilecek stratejilerin çözümü getirmesinin zor olduğu kanısındayım” demiştim.

Dün Genelkurmay’da düzenlenen basını bilgilendirme toplantısında, PKK’nın kırılma noktasında olduğu tekrarlanıp, örgütün bu saldırıyı yok olmadığını kanıtlamak için yaptığı ve amacına ulaşamadığı söylendi. Sözü fazla uzatmak istemiyorum: Bu açıklama beni tatmin etmedi. Genelkurmay’ın “kırılma noktası” önermesinde psikolojik nedenlerle ısrar ettiğine inanmak istiyorum. Veya bu tartışmadaa haksız çıkmayı diliyorum.

Hükümetin susukunluğu

Hükümete gelince: Org. Başbuğ ile Genelkurmay iyi-kötü bir arayış içinde, ancak GAP Eylem Planı çıkışı dışında AKP’nin çok uzun bir süredir konuya elini bile sürmek istemediğini görüyoruz. Tabii bir de Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır (ve ek olarak Batman) belediye başkanlıklarını kazanma inadı var. AKP Lideri, her vesileyle dile getirdiği bu özleminin gerginlikleri daha da artırdığının farkında olmayabilir mi? Tabii daha çarpıcı bir başka soru: Diyarbakır, Batman ve hatta Tunceli’yi AKP kazanacak olursa Türkiye’nin Kürt sorunu sona mı erecek? Askerin Kürt sorunu konusuna siyasi olarak müdahil olmasından -haklı bir şekilde- rahatsız olanlar, aynı sertlikte, hükümeti de bu sorunu halı altına süpürdüğü için eleştirmeliler.

Dün “Aktütün, Dağlıca’dan daha kritik bir saldırı” demiş ve dört temel siyasi tespit yapmıştım. Bugün bunlara bir yenisini eklemek istiyorum: Dağlıca’dan sonra kara harekâtı beklentisi vardı. Bir kere Kuzey Irak’a girildi mi PKK’nın biteceğine inananlar veya inanmak isteyenler pek çoktu. Bugünse “Haydi Irak’a girelim” diyen pek yok. Diyenler de “Girelim ve uzun süre çıkmayalım” gibi hayli maceracı önerilerle geliyorlar. Demek istediğim “aynı lafları dinlemekten bıktık”, “artık yeter”, “sabrımız taştı” diye feryat edenlerin “Peki ne yapmak lazım?” sorusuna verebilecek ciddi cevapları yok. İşte Türkiye’nin esas sorunu bu tıkanıklıktan kaynaklanıyor.

Yazının devamı...

Dağlıca’dan daha kritik bir saldırı

Aktütün saldırısının yaklaşık bir yıl önceki Dağlıca saldırısından, birçok açıdan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz her olayı kendi şartları bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu açıdan Dağlıca saldırısının da konjonktürel olarak önemli bir zamana (örneğin genel seçimlerden ve Gül’ün cumhurbaşkanı olmasından kısa süre sonra yaşandı) denk gelmiş olduğunu biliyoruz. Ancak önceki günkü saldırının zamanlamasının çok ama çok kritik olduğunu da kabul etmeli.

Küresel finans krizi ve bunun Türkiye’yi olası etkileri ABD’de giderek kızışan başkanlık yarışının bölgemizde ve özellikle de Irak’ta dengeleri değiştirme ihtimali Rusya’nın Kafkasya’daki nüfuz geliştirme faaliyetlerinin nerdeyse yeni bir Soğuk Savaş’a yol açma riski gibi küresel ve uluslararası şartları bir kenara bırakıp sadece kendimize baktığımızda bile çok sayıda hayati olguyla karşılaşıyoruz. Bunların bazılarını dört başlık altında ele almaya çalışacağım:

İç siyasette sürekli kriz hali

AKP davası nedeniyle uzun bir süre derin bir siyasi kriz yaşadık. İktidar ve muhalefet partileri arasındaki uzlaşmaz çekişme topluma da yansıdı ve ülke çapında tam bir kamplaşma ve yarılma yaşandı. Bu kriz sonucunda siyaset, çözüm çözme yerine üretme alanı haline geldi. Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatmamasına rağmen bu kriz halinin sona erdiği söylenemez. Görüldüğü gibi Şaban Dişli ve Deniz Feneri olaylarıyla, kriz laiklik ekseninden yolsuzluk eksenine kaydı. PKK’nın toplumdaki bu yarılmadan istifade etmek istediği ortada.

Kuşkusuz bu saldırının, toplumu daha da bölmek yerine bütünleştirmesi de ihtimal dahilinde, ancak bundan önceki örnekler bunun saf bir temenniden öteye geçemediğini bizlere göstermişti. Bugün farklı bir gelişme yaşanacağına dair fazla bir işaret de yok.

Yasal Kürt siyasetinin tıkanıklığı

DTP bir süredir kapatma davasıyla uğraşıyor ve kapatılması hiç de sürpriz olmaz. Ancak yasal Kürt siyasetinin yegane sorunu kapatma davası değil. Örneğin DTP’li milletvekillerinin bir yılı aşkın sürede Kürt sorununun çözümüne çok ciddi pozitif katkılar yaptıkları söylenemez. Hatta birçok durumda çatışmanın daha da derinleşmesine bilerek ya da bilmeyerek neden oldukları da kesin. Bunun temel nedeni de hiç tartışmasız, PKK’nın DTP üzerindeki ipoteği ve DTP’lilerin bunu kaldırmaya ne niyetleri, güçleri, ne de cesaretlerinin olması. Aktütün saldırısı, DTP (ve benzeri partilerin) fonksiyon ve misyonlarını bir kez daha sorgulamamıza yol açıyor. Ancak bu sorgulamadan iyi bir sonuç bekleyenimiz de pek yok.

Yerel seçimler öncesi belirsizlik

Önümüzdeki Mart ayındaki yerel seçimlerin çok fazla heyecan uyandıracağını iddia edemeyiz Güneydoğu hariç. AKP lideri Erdoğan, genel seçimlerin hemen ardından önlerindeki hedefin Diyarbakır Belediyesi’ni almak olduğunu ifade etmiş, bunu defalarca tekrarlamış ve bölgedeki tansiyonu daha da yükseltmişti. Bölgede sadece AKP ile DTP’nin kaldığını biliyoruz. Bildiğimiz bir başka nokta da Diyarbakır’ın (bu arada Batman’ın da) AKP tarafından kazanılmasının Kürt siyasi hareketi için çok sert bir darbe olacağı. PKK’nın bu gelişmeye engel olmak için yerel seçimler öncesi terör eylemlerini tırmandıracağını acı bir şekilde gördük. Bunun DTP’ye de bir hayrı olmayacağı açıktır. Ancak PKK’nın kendi varlığını sürdürmek için yasal siyasi partileri ve siyasetçileri aslanlara atmasına iyice alıştık.

İç çatışma riski

Aktütün saldırısı, Anadolu’nun değişik bölgelerinden gelen ve herbiri yerel bazı sorun ve çelişkilerle tetiklenen kavga haberlerinin hemen ardından yaşandı. PKK’nın bu zamanlamayı hesapladığını söylemek abartılı olur ancak örgütün yıllardır, ülkenin Batı bölgelerinde iç çatışmaları tahrik etmek istediğini, en azından bunu bir şantaj unsuru olarak kullandığını biliyoruz. Bu bağlamda, başta şehit cenazeleri olmak üzere önümüzdeki birkaç günün çok hassas olduğunu hatırlatmak yerinde olur.


Yazının devamı...

MHP’nin kaçırdığı fırsatlar

Seçimlerden bir hafta sonra kaleme aldığım bir yazıda MHP’nin önünde beş fırsat bulunduğunu ve MHP’nin, eğer bunları iyi değerlendirebilirse, hem dağılan merkez sağdan, hem AKP’ye oy verdiklerine pişman olacaklardan, hem de CHP defterini tamamen kapayacak eski solculardan yönelişlerle bir sonraki seçimlere çok daha güçlü girebileceğini ileri sürmüştüm. Yazımı “aksi takdirde yine bu partinin yüzde 10’u aşıp aşamayacağını tartışır oluruz” diye bitirmiştim.

Bir yıldan fazla zaman geçti ve yerel seçimlere çok az kaldı. Artık MHP üzerine bütünlüklü bir değerlendirme yapmanın zamanıdır. Bu süreçte olabildiğince yakından izlemeye çalıştığım MHP’nin önündeki fırsatlardan istifade etmediğini veya kimi durumda edemediğini gözledim. Bunun sonucunda “siyasi bir çekim merkezi” olamadı. Öte yandan MHP’nin kendisine oy vermiş kitlelerde mutlak bir hayal kırıklığı yarattığını da söyleyemeyiz. Dolayısıyla MHP’nin seçimden bu yana performansını kısaca “yerinde saymak” olarak tanımlayabiliriz.

Geçmişin gölgesi

Halbuki seçimlerin hemen ardından MHP parlak bir başlangıç yapmıştı. Bahçeli, CHP’yi laiklik ekseninde gerilim tırmandırma stratejisinde yalnız bırakacağını net bir şekilde ilan etmişti. Buna bağlı olarak MHP 367 oyununa gelmeyip Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına zemin hazırladı. Daha sonra da Erdoğan’a üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırması için destek vererek AKP’nin muhafazakâr kitleler üzerindekini tekel ve ipoteğini kırma yolunda ciddi bir adım attı. Bu arada TBMM’nin ilk gününde Bahçeli DTP’lilerin uzattığı eli sıkarak ezberleri bozmuştu. Fakat MHP bütün sözünü ettiğimiz ve benzeri adımların ne devamını getirebildi, ne de bu adımlarla bağlantılı bir şekilde patlak veren siyasi krizlerde belirleyici bir rol oynayabildi hatta etkili bile olduğunu söyleyemeyiz.

Neden böyle oldu? Öncelikle şunu hatırlayalım: MHP, CHP’den çok önce AKP’nin yumuşak karnının “yolsuzluk” olduğunu saptamıştı. Bahçeli seçim kampanyasında terörden sonra en çok yolsuzluk konusunu işlemişti ve Meclis açıldıktan sonra da aynı şekilde yoluna devam etti. Ne var ki, bürokrasi içinde hâlâ çok güçlü bağları olan MHP’liler her nasılsa AKP aleyhine yolsuzluk dosyaları çıkaramadılar. Öte yandan bazı MHP’li bakanlar hakkında gündeme getirilmiş olan yolsuzluk iddiaları ve süren davalar bu partinin elini kolunu bağlıyordu. Kısacası MHP’nin en büyük handikapı, DSP ve ANAP ile yaptığı koalisyonun travmasını hâlâ atlatamamış olmasıydı.

İkinci olarak, Erdoğan ile Baykal’ın siyasi gündemi birbirleriyle didişerek işgal etmelerine son verecek açılımları bir türlü gerçekleştiremeyen MHP sürekli olarak AKP ile CHP’nin arasında kaldı.

Üçüncü olarak, MHP’nin enerji ve dikkatinin büyük bölümünü “devlet partisi”, hatta “derin devletin siyasi kolu” imajından kurtulmak için harcadığını belirtmeliyiz. Bu yıpratıcı çaba sayesinde MHP son dönemdeki siyasi cinayetlerle ve daha önemlisi Ergenekon soruşturmasıyla ilintilendirilmekten büyük ölçüde kurtuldu ancak bu belaları başından savmakla uğraşırken asıl fonksiyonunu tam olarak yerine getiremedi. Benzer bir şekilde ülkücü gençliğin sokağa çekilmesi ihtimali Bahçeli başta olmak üzere MHP yöneticilerini hayli meşgul etti ve zorlanarak da olsa bu tehlikeyi bertaraf ettiler.

CHP’nin dönüşü

Artık CHP, Kemal Kılıçdaroğlu gibi bir joker sayesinde etkili bir muhalefet stratejisi izliyor. Bu sayede seçimden sonra MHP’ye devretmiş olduğu “ana muhalefet” misyonunu geri almışa benziyor. MHP bugüne kadar AKP ile CHP’nin birbirlerini yıpratmasından istifade edemedi, bundan sonra edebileceğe de benzemiyor. Dolayısıyla yerel seçimlerde sıçrama yapabilmesi için kendine yepyeni alanlar açabilmesi, yeni projeler geliştirmesi ve bünyesine yeni isimler katabilmesi gerekiyor?

Dünün fırsatlarını şu ya da bu nedenle kaçırmış olan MHP’nin yarın değerlendirebileceği pek fırsat gözükmüyor veya var da ben görmüyorum, göremiyorum.

Yazının devamı...

Düellonun galibini MHP belirler

CHP nihayet AKP’nin yumuşak karnının laiklik değil yolsuzluk olduğunu kavramış gözüküyor ve Kemal Kılıçdaroğlu gibi güçlü bir isimle iktidar partisini sahiden sarsıyor. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin üst üste gelen yolsuzluk iddiaları karşısında durmuş oturmuş ve sonuç alma garanti olan stratejileri olduğu söylenemez. Örneğin bütün olup bitenlerin sorumlusu olarak Doğan Grubu’nu göstermek ve bu grubun CHP ile ittifak halinde hükümete karşı bir karalama kampanyası yürüttüğünü söylemek başta epey iş yaptı. Fakat Başbakan olayı abartıp bazı gazetelerin boykot edilmesini istemekle bu kozunu büyük ölçüde kaybetti.

Dengir Fırat’ın Kılıçdaroğlu ile düelloyu kabul etmesi de ilk bakışta çok akıllıca bir hamleydi. Fırat herhalde Başbakan’ın onayını almıştı. Erdoğan da herhalde Fırat’ın Kılıçdaroğlu’nu alt edeceğine emindi. Böylelikle CHP Grup Başkanvekili’nin Şaban Dişli, Deniz Feneri gibi konularda dile getirmiş olduğu iddialar da karartılmış olacak daha önemlisi bundan sonra yeni dosyalarla kamuoyunun karşısına çıkması engellenebilecekti.

Ama hesaplar tutmadı. Kimin yenip kimin yenildiği tartışmalarını bir kenara bırakacak olursak, önceki günkü tartışma Kılıçdaroğlu’na çok geniş bir meşruiyet alanı tanıdı. Buna bağlı olarak hem bugüne kadarki iddiaları daha ciddiyetle değerlendirilir, hem de bundan sonra gündeme getireceği dosyalar merakla beklenir oldu.

Birçok yazımda Erdoğan ile Baykal’ın birbirlerini beslediklerini yazmıştım. Ama kapatma davasıyla bu “al gülüm ver gülüm” oyunu sona ermek durumunda kaldı. Dava sonrasıysa yeniden bu ikili oyuna dönmeleri pekala mümkündü ancak Kılıçdaroğlu’nun devreye girmesiyle birlikte CHP’liler (ve Baykal) önlerinde alabildiğine geniş bir alanın bulunduğunun nihayet farkına vardılar. Özetle Erdoğan Baykal’dan son derece memnundu, ancak Kılıçdaroğlu’ndan aynı ölçüde rahatsız olduğu ortadadır.

Gözler MHP’de

Peki bundan sonra ne olacak? Yakın gelecekte, yani yerel seçimlere girerken öncelikle iki soru belirleyici olacak:

1) Türkiye’de de bir Deniz Feneri davası açılacak, buna Kanal 7’nin üst düzey isimleri ve Zahid Akman dahil edilecek mi?

2) CHP yeni, aynı ölçüde inandırıcı ve etkili dosyalar bulabilecek mi?

Tabii istim üzerindeki Baykal ve CHP’lilerin zafer sarhoşluğu içinde ipin ucunu kaçırma ve inandırıcılığı olmayan iddialarla bıkkınlık yaratma ihtimallerini AKP’lilerin de CHP’ye yeni dosyaların sızmasını ve tabii geniş kapsamlı bir Deniz Feneri davasının açılmasını engellemek için ellerinden geleni yapacaklarını da akıllarda tutmak gerekiyor.

Fakat yolsuzluk tartışmalarının yerel seçimlerde, AKP’nin oy kaybına neden olacak şekilde etkili olabilmesi için işin içine mutlaka üçüncü bir gücün, bilhassa MHP’nin de girmesi şart. Zira AKP, CHP’nin salvolarının ardında aslında “ideolojik nedenler” bulunduğu, daha açık söylemek gerekirse, kendilerine sırf muhafazakâr kimlikleri nedeniyle saldırıldığı yolunda propaganda yapar ve daha önce defalarca örneği görüldüğü gibi sağa yönelimli seçmenleri büyük ölçüde ikna edebilir öyle ki bu sayede oyu azalmadığı gibi pekala artabilir de.

Ortada “merkez sağ” diye bir şey de kalmadığına göre, AKP’nin oyunu tersine çevirme hamlesini bertaraf edebilecek yegane gücün MHP olduğu görülüyor. Aslına bakılacak olursa MHP lideri Bahçeli seçim kampanyasında AKP’ye sadece terör ve yolsuzluk konularında yüklenmiş ancak somut olarak iddialar dile getiremediği için bu strateji fazla verimli olamamıştı. Seçim sonrasında da Bahçeli istikrarlı bir şekilde “siyasi” çatışmalardan uzak kalıp, hatta türban olayında AKP’ye omuz verip yolsuzluğu ön plana çıkarmaya çalıştı ancak akılda kalacak herhangi bir iddiayı gündeme getirmedi.

Dolayısıyla MHP, CHP ile birlikte iktidar partisini yolsuzluk konusunda köşeye sıkıştırma niyet ve potansiyeline sahip. Ancak CHP ile ittifak ediyor, hatta özdeşleşiyor görüntüsü vermek de istemeyeceklerdir. Çünkü seçim öncesi AKP sürekli olarak “MHP=CHP” diye propaganda yapmış ve hayli de başarılı olmuştu.

MHP’nin önümüzdeki dönem nasıl bir strateji izleyebileceğini de yarın tartışalım.

Yazının devamı...

Hâlâ cevaplanmayan 5 Ergenekon sorusu

Ergenekon’da operasyonlar ve gözaltılar sürüyor ancak kafamızdaki soruların büyük bir bölümü hâlâ cevaplanmadığı gibi bunlara yeni sorular da ekleniyor. Örneğin 9 Temmuz günü VATAN’da “beş kritik Ergenekon sorusu”nu gündeme getirmiştim. Bunlardan ilki “Soruşturma Ergenekon’un en tepesine kadar uzanacak mı?” sorusuydu. Yaklaşık iki ay içinde onca kişi gözaltına alındı ama ne efsanevi “Bir Numara”ya, ne de onun hemen altında üst düzey sorumluluk üstlendiği söylenen beş isme ulaşılamadı. Dün alınanlar arasında medyatik şahsiyetler var fakat hiçbirisi bu profile uymuyor. Yani bir süre daha Veli Küçük, Doğu Perinçek, Hurşit Tolon ve Şener Eruygur gibi isimlerle yetinmek durumundayız.

İkinci olarak, “Soruşturma kapsamında, halen aktif görevde olan devlet memurları (özellikle de bazı TSK mensupları) gözaltına alınacak mı?” diye sormuştum. Bir önceki operasyonda beş teğmen gözaltına alındı ve bunlardan dördü tutuklandı. Her ne kadar yaşları küçük ve rütbeleri düşük olsa da bu 5 teğmen, soruşturmanın sınır tanımayabileceğinin sembolik bir kanıtıydı. Yani buradan açılan yoldan yeni gözaltılar olabilir ve pekala daha üst düzeylere de çıkılabilir. Dün de Adil Serdar Saçan (ki kendisi meslekten atılmış ancak yargı kararıyla geri dönmeye hak kazanmıştı) ve Yargıtay’da görevli bir polisin (bazı kaynaklara göre emekli, bazılarına göre değil) alınmış olmaları, soruşturmanın Emniyet’e de sıçradığını bize gösterdi. Özetle, son iki dalgayla birlikte, oranları düşük de olsa, aktif olarak devlet görevinde bulunan isimlerin de kapsama alanına alındığını gördük.

Deniz Feneri’nin etkisi

Üçüncü olarak “Özellikle emekli subaylar, aktif görevdeyken yaptıkları bazı faaliyetler nedeniyle suçlanacaklar mı?” sorusunu gündeme getirmiş ve bunun epey düşük bir ihtimal olduğunu belirtmiştim. Genelkurmay’ın Tolon ve Eruygur’a resmen ziyaretçi yollaması ardından hastalanan Eruygur’un tahliyesi ve Tolon’un da bırakılma ihtimalinin ardından, AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda gündeme gelen askeri darbe girişimlerinin yargıya taşınmasının iyice imkansız olduğunu düşünüyorum.

Dördüncü soru, “Ergenekon’un siyasi bağlantıları daha fazla deşilecek mi?”ydi. Olumlu anlamda bir gelişmeye tanık olmadık. Ergenekon savcıların tarif ettiği gibi dişli bir örgütse muhakkak iktidar partisi içinde de bazı ilişkileri bulunmalı. Ne var ki şu ana kadar pek sürprizle karşılaşmadık, sadece tescilli AKP muhaliflerinin peşine düşüldü. Tuncay Özkan’ın alınmasıysa “AKP Ergenekon bahanesiyle rakiplerini tasfiye ediyor” iddialarını daha da güçlendirdi.

Son olarak “AKP kapatılırsa soruşturma aynı hız ve kararlıkla sürecek mi?” diye sormuştum. Kapatma yaşanmadı ama soruşturma belli duraklamalar sayılmazsa tam gaz devam ediyor. Kimileri “AKP, Ergenekon’u kapatma davasına karşı koz olarak kullanıyor” diye düşünüyor ve kapatma çıkmadığı için Ergenekon’un da rafa kaldırılacağını ileri sürüyorlardı. Son iki operasyon kendilerini tekzip edince, bu sefer “AKP, Deniz Feneri’ni gölgelemek için Ergenekon’u kullanıyor” denir oldu.

Yüzleşme kaçınılmaz

Ergenekon soruşturmasındaki iniş çıkışların, kapatma davası, Deniz Feneri ve diğer siyasi gelişmelere paralel olarak yaşandığı iddialarını küçümseyenlerden değilim. Ancak savcıların yalnızca hükümetin (ve Başbakan’ın) talimatıyla hareket ettiklerini söylemek tek kelimeyle haksızlık olacaktır.

Evet, savcılar soruşturma boyunca çok sayıda hata yaptılar. Evet, savcılar, polisler ve bazı medya kuruluşları zanlıların temel hak ve özgürlüklerine gereken özeni göstermediler. Evet, hükümet ve ona yakın medya her sıkıştıklarında bu konuyu tekrar tekrar ısıtıyorlar. Evet, şu ana kadar adı geçirilen isimlerle Ergenekon’a atfedilen eylem ve planlar arasında çok bariz uyumsuzluklar var.

Bütün bunlara rağmen Ergenekon (veya başka bir adda) diye bir yasadışı bir “derin devlet” yapılanmasının olmadığını, bütün bunların gündem saptırmak için üretilmiş komplolar olduğunu iddia etmek mümkün değil.

Keşke soruşturmanın üzerindeki siyasi gölgeler kalksa da Türkiye kendisiyle, yakın geçmişiyle hukuk aracılığıyla samimi bir şekilde yüzleşebilse.

Yazının devamı...

Recep Tayyip Erdoğan’ı anlamak

Sırf bu başlık birçoklarını kızdıracak biliyorum, ancak son günlerde hakkında yazılıp çizilen ve söylenenler, Başbakan Erdoğan’ı algılama, anlama ve kavrama bakımından ortada çok ciddi bir sorun bulunduğunu gösteriyor. Onca yıldır Türk siyasi hayatının başrol oyuncularından biri olmasına, yaklaşık altı yıldır başbakanlık yapmasına bütün bu süre boyunca sürekli ortada olmasına rağmen toplumun belli bir kesimi hâlâ Erdoğan’a önyargı, kuşku ve kaygılardan dolayısıyla gerçeklerden ziyade efsanelerden hareketle bakmayı sürdürüyor. Böyle yaparak Erdoğan’la siyasi, kültürel ve ideolojik bir mücadele verdiklerini düşünüyorlar. Doğru olabilir. Ancak gerçekler yerine vehim ve temennileri temel alan bir mücadelenin asla başarılı olma şansı yok onca senedir yaşananlar ortada: Ne zaman Erdoğan’ı köşeye sıkıştırdıklarını düşünüp topyekun saldırıya geçseler sonunda onu daha da güçlendirdiler. Özellikle medyanın kendisine vurmasının sihrini keşfettiği andan itibaren -ki 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinde kendisinden nefret eden medyanın katkıları çok ama çok büyük olmuştu- Erdoğan başı sıkıştığında medyayla uğraşmış, onu tahrik etmiş ve genellikle de kazançlı çıkmıştır.

Erdoğan’ın sıkıntıları

Yine benzer bir sürecin içinden geçiyoruz. Önce doğruları sıralamaya çalışalım:

1- Şaban Dişli olayı AKP ve Erdoğan’ı epey yıprattı, sarstı ama yıkamadı tek başına yıkacağa da benzemiyor

2- Deniz Feneri olayı AKP ve Erdoğan’ı görüldüğü, yansıdığı ve sanıldığından öte etkiledi, yıprattı, sarstı ve sarsmaya devam edeceğe benziyor

3- Altı yıl boyunca laiklik temelli birtakım suçlamalarla AKP’yi zorlayabileceğini sanan ve yanıldığı son seçimlerde ortaya çıkan CHP nihayet rakibinin zayıf karnının “yolsuzluk” olduğunu fark etti

4- CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu, “belgeli” ve “etkili” muhalefet yaparak sonuç alınabileceğini başarılı bir şekilde gösterdi

5- Erdoğan medyanın ve gazetecilerin bir bölümüne yönelik suçlama, aşağılama ve hakaretlerinde gerçekten ölçüyü kaçırdı

6- Başbakan’ın kendine muhalif gazeteleri boykot çağrısı haklı olarak çok geniş kesimlerin tepkisine yol açtı en yakınındakiler bile onu savunmada zorlandı.

Tek ama yalnız

AKP ve Erdoğan’ı zorlayan bir krizin içinden geçtiğimiz ne kadar doğruysa AKP liderinin iyice köşeye sıkıştığı ve hatta siyasi kariyerinin en sıkıntılı döneminin içinden geçtiği yolundaki yorumlar da o ölçüde yanlış. Birileri yıllardır “temennilerini” kamuoyuna “objektif değerlendirmeler” olarak pazarlıyorlar ancak her seferinde yanılıp kendilerine inananları hayal kırıklığına uğratıyorlar.

Öncelikle Erdoğan’ın, hapislik ve yasaklı günleri gibi, bugünküne kıyasla çok daha zorlu ve belalı süreçlerden daha da güçlenerek çıktığını hatırlatalım. Uzağa gitmeye gerek yok: partisi kapatılmaktan, kendisi de yeniden yasaklı olmaktan kılpayı daha yeni kurtuldu. Erdoğan’ın siyasetin basamaklarını tırmanmasında kendisi ve yakın çevresinin becerisinden çok rakiplerinin beceriksizlikleri ve geleneksel siyasi sistemin kronik sorunları belirleyici olmuştu. Rakipleri onu anlamaya çalışmak yerine, ona bazı kimlik ve karakter özellikleri atfetmekle yetinmeye devam ederlerse bugün de aynısı yaşanabilir.

RP İstanbul İl Başkanı olduğundan beri Erdoğan’ı yakından takip etmeye çalışıyorum. Meslektaşım Fehmi Çalmuk ile birlikte kendisinin biyografisini de yazdık. Bütün bunlara rağmen onu hâlâ tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem. Bir kere herkes gibi o da sürekli bir değişim, hatta dönüşüm içinde. An geliyor, neyi bir kenara attığını, neyi kendisine kattığını anlamayabiliyorsunuz.

Bununla birlikte, son günlerdeki Erdoğan hakkında birkaç noktanın altını çizmek isterim:

1Medyayla kavgasında panikten ziyade yerel seçimlere yönelik bazı popülist hesaplar daha etkili oluyor

2Takiyye yaptığını, mesela demokrasiyi “şeriata giden bir tramvay” olarak gördüğünü sanmıyorum, ama demokrasiyi tam olarak anlayıp bütünüyle içselleştirdiğine de inanmıyorum

3Erdoğan hâlâ “çoğulculuk” ile “çoğunlukçuluk”u karıştırıyor ve bu yüzden sık sık demokrattan çok otokrat bir görünüm sergiliyor

422 Temmuz seçimlerine girerken Erdoğan’ın aday listelerini tek başına hazırlaması üzerine “Gül, Arınç ve Şener’in geri planda kalmış olmaları Erdoğan’ın hakimiyeti için orta ve uzun vadede ciddi bir tehdittir” diye yazmıştım. Gül Çankaya’ya çıktı, Arınç TBMM Başkanlığı’nı bıraktı ve Şener de yolunu ayırdı. Sonuçta Erdoğan hakimiyetini pekiştirip AKP’nin “tek adamı” oldu. Ancak bu “tek adam” aynı zamanda “tek başına”, yani “yalnız bir adam.”

Örneğin Gül Çankaya’da değil de yanında olsaydı, herhalde masanın altından ayağına tekme atıp kendisini uyarırdı, demek istiyorum.

Bugünkü Erdoğan’ı anlamak için hem “tek adam”, hem de “yalnız adam” olmasının getirdikleri ve götürdüklerini anlayabilmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Bağış yapan insanların suçu yok

Çok vahim bir hususun altını çizmek gerekiyor: Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatmasını dört gözle bekleyip büyük bir hayal kırıklığına uğrayan bazı kişi ve çevreler bugün bütün umutlarını Deniz Feneri olayına bağlamış durumdalar. Evet, tüm çağdaş İslami hareketlerde “sosyal yardımlaşma ağları” çok hayati oldukları doğrudur. Bu ağların şu ya da bu şekilde, hele yolsuzluk nedeniyle tarumar olması durumunda söz konusu hareketlerin çok derin sarsıntılara maruz kaldıkları ve kalacakları da açıktır. Nitekim önceki gün İslamcı yazar Ali Bulaç, muhafazakâr camianın yüzde 50’sinin Deniz Feneri skandalından fazlasıyla rahatsız olduğunu vurguladı. Yani bundan önceki birçok yolsuzluk iddiasında “kol kırılır yen içinde” tavrıyla bağırlarına taş başmış olan dindarların bu kez ciddi bir iç muhasebe ve hesaplaşmaya yöneldiklerini söyleyebiliriz.

İşte bu noktada AKP karşıtlarının olayın son derece hassas sosyo-kültürel boyutlarını ihmal ederek bayram havasına girmesi ve bu skandala aşırı yüklenmesi çok zıt sonuçlar doğurabilir. İslami kesimde sancılı bir şekilde başlamış gözüken ve zorlukla ilerleyen bu yüzleşme süreci, işte bu türden dış müdahaleler nedeniyle kolaylıkla sekteye uğratabilir. Dindarlar dayanışma refleksiyle eleştirilerini askıya alıp sıkı sıkıya kenetlenebilirler. Bunun sonucunda zayıflamış değil, tam tersine daha güçlü bir kitle desteğine sahip AKP ile karşılaşabiliriz.

Bazı kişilerin öyle tavırlarıyla karşılaşıyoruz ki anlaşılır gibi değil. Örneğin kimileri, daha baştan her türlü yardımlaşma ve dayanışma faaliyetini, hele dini motivasyonlarla yapılıyorsa “yolsuzluğa bulanmış” olarak damgalıyorlar. Bu büyük haksızlığı yapanların Türkiye toplumunun gerçek dinamiklerini bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri çok açık.

Öte yandan bu kibirli yaklaşımın sahipleri, tamamen insani ve dini duygularla birikimlerinin bir kısmını muhtaçlarla paylaşmak istemelerini de anlamıyor veya anlamak istemiyorlar. Deniz Feneri’ni sadece politik bir olay olarak gördükleri ve göstermek istedikleri için de söz konusu dindar kesimlerle iletişim içine girme şansını kaybediyorlar.

Davanın yararları

Peki ne yapmalı? Öncelikle bağışta bulunan dindar kişilerin bu işte zanlı değil mağdur olduklarını hep akılda tutmalıyız. Ardından çok ama çok dikkatli olmak ve dindar kitlelerin hassasiyet, kaygı ve beklentilerini hep göz önünde tutmak şart.

Zaten dava sonuçlandı, Almanya’daki Deniz Feneri’nin yardım amacıyla topladıkları paranın büyük bir kısmının başka amaçlar için kullanıldığı karara bağlandı. Her üç sanık da ceza aldı. Önceki gün savcı, dün de yargıç, bu fenerin açma-kapama mekanzimasının Almanya’da değil Türkiye’de olduğunu kesin bir dille beyan ettiler ve Kanal 7’nin eski ve hâlâ görevde olan üst düzey yöneticilerinin isimlerini verdiler.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in dün “cumhuriyet savcıları gereğini yapar, yapmalıdır da” sözlerini, soruşturmanın Türkiye’ye sıçramasının işaret fişeği olarak görebiliriz. Savcıların Türkiye’deki Deniz Feneri ve Kanal 7 ile bunların eski ve yeni bazı yöneticileri hakkında soruşturma başlatması şaşırtıcı olmayacak. Kuşkusuz kimileri “dava açılmaz, açılsa da bir şey çıkmaz” diyeceklerdir ancak Türk yargısına güvenmek durumundayız.

Kaldı ki, kimse ceza almasa bile, eğer dava Türkiye’de de açılırsa, üstü örtülmüş birçok gerçek su yüzüne çıkacak, bu sayede genel kamuoyu birçok açılardan bilinçlenebilecektir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.