Şampiy10
Magazin
Gündem

Org. Başbuğ “akıllı güç” olmak istiyor

Org. İlker Başbuğ’un ilk konuşması TSK’da gerçekten yeni bir dönemin başlamış olduğunu düşünmemize yol açabilecek birçok unsur içeriyordu. Ordunun siyasetteki ağırlığını hesaba katacak olursak, dünden itibaren genel olarak Türkiye’de de yeni bir dönemin başladığını söyleyebiliriz.

İlk bakışta Org. Başbuğ’un, örneğin iki yıl önce Org. Yaşar Büyükanıt’ın yapmış olduğu konuşmadan çok da farklı şeyler söylemediği düşünülebilir. Ancak dikkatli bir okumayla, konuşmasında çok önemli nüanslar bulunduğunu fark edebiliriz. İçeriğe geçmeden önce üslup hakkında bazı değerlendirmeler yapmak yerinde olabilir. Org. Başbuğ, son derece sert ve çetin konuları son derece yumuşak bir şekilde dile getirdi. Onun üslubunu tarif için, konuşmasında kullandığı “sert güç” (hard power), “yumuşak güç” (soft power) ve bunların bileşiminden oluşan “akıllı güç” (smart power) kavramlarına başvurabiliriz. Bir asker olarak elinde “sert güç”ü tutan Org. Başbuğ, dünyadaki gelişmeleri ve bunlara bağlı tartışmaları yakından takip ederek, bu gücün tek başına yeterli olmadığının farkında olmalı. Anlaşıldığı kadarıyla Org. Başbuğ, “yumuşak güç” imkanlarına olabildiğince başvurarak TSK’yı “akıllı bir güç”e dönüştürmek isteyeceğe benziyor.

Denge arayışları

Org. Başbuğ’un konuşmasında hep bir denge arayışı göze çarpıyordu: “Küresel düşünüp ulusal davranmak”tan söz etti Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu bir “realite” olarak gördüğünü belirtti ve Irak Kürtlerine PKK ile mücadele etmeleri ve Türkmenleri rahatsız etmemeleri durumunda işbirliği yapabilecekleri mesajını iletti AB’yi Atatürkçü çizginin zorunlu bir aşaması olarak tarif etti ancak bunun “ulus devlet”e halel getirmemesi gerektiğini vurguladı “Türklük” üst kimliğine saygılı olunması durumunda alt kimliklerden rahatsızlık duyulmaması gerektiğini dile getirdi...

Bu çetrefil konularda dengeyi tutturmak hayli zor. Kaldı ki bu tek başına TSK’nın işi de olamaz. Ancak karşımızda Genelkurmay Başkanlığına uzun bir süredir kendisini hazırlayan ve bu süreçte sözünü ettiğimiz bu çatışma noktalarını çok iyi analiz etmeye çalışan bir kişi var. Org. Başbuğ’un bu ilk konuşmasında da bir kez daha karşımıza çıkan birikimi ve ciddiyetinin Türkiye için pozitif bir nokta olduğu açık.

Tabii ki şahin

Kimse yanlış anlamasın: Org. Başbuğ’un “şahin” olmadığını, hatta “güvercin” olduğunu, TSK’nın temel konulardaki geleneksel çizgisinin değişeceğini ileri sürüyor değilim. Org. Başbuğ’un laiklik ve Kürt sorunu konusunda, mesela Org. Büyükanıt’tan daha “şahin” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak onun “daha realist bir şahin” olduğu veya olmak zorunda kaldığı da ortada. Onun bu noktaya gelmesinde kendi kişisel özellikleri ve birikiminin etkileri muhakkak vardır, ancak esas olarak ülkenin “en modern” kurumlarından biri olduğu kesin olan TSK’nın üst kademesinin doğal olarak bu noktaya gelmiş olduğunu söylemek daha isabetli olacaktır. Hatta daha ileri gidip ülkede yaşanan askeri darbelerin, 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinin TSK’da zorunlu bir değişimi tetiklemiş olduğunu da ileri sürebilriz.

Gülen cemaati

Org. Başbuğ’un konuşmasında “cemaatlerin sosyal yaşama müdahaleleri” konusuna özel yer ayırmış olması hem “mahalle baskısı” tartışmalarını, ama esas olarak Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetleri hakkındaki spekülasyonları akıllara getirdi. TSK’nın öteden beri bu cemaatten fazlasıyla rahatsız olduğunu ama açık bir çatışmanın yaşanmadığını biliyoruz. Bu bakımdan Org. Başbuğ’un sözlerinin bir şeylerin habercisi olup olmadığı önem arz ediyor.

Bu noktada bir not: Org. Başbuğ konuşmasında ünlü Alman sol felsefeci Jürgen Habermas dışında Amerikalı İslam araştırmacısı John Esposito’dan da alıntı yaptı. İlginç olan Prof. Esposito Fethullah Gülen’in yakın dostu ve Batı’daki en büyük destekçilerinden biri.







dip not

Akıllı güç (Smart power)

Bugün uluslarası ilişkilerde adından sıkça bahsedilen “Smart Power” Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkmış bir kavram. Akıllı güç olarak de isimlendirilen bu kavramın temelinde askeri ve ekonomik dayatmalar- Hard Power (Sert Güç) ile kültürel ve ideolojik yayılmanın Soft Power (Yumuşak Güç) aynı oranda kullanılması bulunuyor.

Yazının devamı...

MHP, AKP ile CHP’nin arasına sıkıştı

Kuşkusuz Bahçeli’nin dün verdiği mesajların en önemlisi, Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini yeniden düzenlemek için Anayasa’nın değiştirilmesini önermesi ve bu konuda her türlü katkıyı vermeye hazır olduklarını söylemesiydi. Bunun ne derece ve nasıl mümkün olduğunu tartışmadan önce ilginç bir noktanın altını çizmek iyi olur. Şöyle ki MHP ve lideri Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma ihtimalinden hep tedirgin olmuş ve bunun engellenmesi için belli ölçülerde çaba göstermişti. Bu nedenle Bahçeli’nin “AKP mahkum edildi. Hükümet görevini sürdürmesi risklidir” demiş olması şaşırtıcıydı. Anlaşılan MHP, iktidar partisine mahkemenin kararını her vesilede hatırlatmada CHP ile bir tür yarış içine girecek.
MHP seçimden bu yana geçen bir yılı aşkın sürede TBMM’de alabildiğine aktif olmaya çalıştı. AKP ile CHP’nin giriştiği kapışmayı dışardan ve eleştirerek izledi. Bahçeli’nin kriz anlarında geliştirdiğ soğukkanlı analitik yaklaşım ve tavırlar epey ilgi uyandırdı. MHP an geldi iktidar ortağı, kimi zaman da ana muhalefet partisi görünümüne büründü. Fakat bütün bu çabaların MHP’ye çok ciddi sıçramalar yaşattığını söyleyemeyiz.
Dünkü basın toplantısı MHP’yi önümüzdeki dönemde de benzer bir akıbetin beklediğine dair işaretlerle doluydu. Bahçeli yine siyasetin ve Meclis’in alanını genişletmeye yönelik önerilerle kamuoyunun karşısına çıktı. Fakat gerek konuşmasında, gerekse sorulara verdiği cevaplarda, bu önerilerini derinlemesine açmadı, belki de açamadı. Çünkü MHP liderinin de zımnen kabul ettiği gibi, siyasetin kilitinin açılması esas olarak AKP ve CHP’nin elinde. Bu iki parti uzlaşma yolunda ciddi, somut ve kalıcı adımlar atmadıktan sonra MHP’nin yapabileceği çok fazla bir şey yok.

Peki MHP bu iki parti arasında arabuluculuk yapabilir mi? Son bir yılda böyle bir girişime tanık olmadık. Dün de Bahçeli AKP ile CHP’nin uzlaşma arayışına girmesi gerektiğini bir şekilde ima etti, ama daha öteye gitmedi. Anlaşılan araya girmelerinin bir işe yaramayacağını ve kendi aleyhlerine olacağını düşünüyorlar. Fakat bu kriz halinin sürmesinden de zarar gördüklerini biliyorlar. Yani AKP ile CHP’nin arasına sıkışmış olan MHP ve Bahçeli’nin çaresiz bir halde olduklarını söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Yeni Soğuk Savaş’ta işimiz çok zora benziyor

Son dönemde peş peşe yaşanan gelişmeler, dünyanın yeniden bir “Soğuk Savaş” yaşadığı ya da her an yaşayabileceği yorumlarını da beraberinde getiriyor. Kuşkusuz içine girdiğimiz veya girmemizin söz konusu olduğu döneme “Yeni Soğuk Savaş” adını vermek birçok nedenle zor. İlk akla gelen birkaç gerekçeyi sıralayalım:

1) İlk bakışta böyle görünmekle birlikte çekişme sadece ABD ile Rusya arasında yaşanmıyor. Çin’i, bir ölçüde AB’yi ve hatta Hindistan’ı da işin içine katmak şart. Geçmişte Çin Sovyetler Birliği’ne karşı ve ABD’ye nispeten daha yakındı. Günümüzdeyse tam tersi bir durumun geçerli olduğu, Çin’in birçok noktada Rusya ile ortak hareket ettiği görülüyor.

2) Dün ABD Batı Avrupa ülkeleriyle NATO’yu Sovyet Rusya da Doğu Avrupa ülkeleriyle Varşova Paktı’nı peşlerine takıyorlardı. Ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerini de kendi nüfuz alanlarına katabilmek için yoğun bir mücadele sürdürüyorlardı. Günümüzdeyse bu kadar net bir bloklaşma yaşanmıyor. NATO’nun Batı Avrupalı eski üyeleri ABD’ye karşı mesafeliyken Doğu Avrupalı yeni ülkeleriyse Rusya’ya karşı daha net pozisyonlar alabiliyorlar.

3) “Soğuk Savaş”ın temelinde ideoloji (kapitalizm-komünizm kavgası) vardı veya öyle görünüyordu. Bugünse, her ne kadar Washington, demokrasiyle otoriterlik arasındaki çelişki temeline oturtmak istese de sorunun ideolojik boyutunun olmadığını söyleyebiliriz.

Ankara arabulucu olabilir mi?

Bütün bu zorluklara rağmen, şimdilik daha kullanışlı bir tanım olmadığı için içine girdiğimiz dönemi “Yeni Soğuk Savaş” olarak niteleyip şu soruları soralım: Türkiye “Yeni Soğuk Savaş”ın neresinde? Bu yeni dönem Türkiye’ye ne getirir, Türkiye’den ne götürür? Bu dönem Türk iç siyasetine nasıl yansır?

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin bir tür “ileri karakolu” görevi üstlenmiş olan Türkiye bunun bedelini değişik şekillerde, özellikle de 1970’lerden itibaren yaşanan iç çatışmalar, faili meçhul cinayetler ve Çorum, K. Maraş gibi kitle katliamlarıyla çok ağır bir şekilde ödemişti. Her ne kadar ABD’nin “stratejik ortağı” olsa da Türkiye’nin bugün benzer bir role talip olmasının asla söz konusu olmadığı açık. Yani Ankara’yı, özellikle de AKP hükümetini “ABD kuyrukçusu” olarak gösteren yorumlar fazlasıyla abartılı. AKP’nin, dünyanın artık tekkutupluluktan çıkıyor görünmesinden memnun olduğunu biliyoruz. Zira Washington’un Irak konusunda kimseye kulak asmayıp tek başına hareket etmesi Türkiye’yi ve AKP’yi fazlasıyla zor durumda bırakmıştı.

Bununla birlikte son yıllarda Ankara-Moskova ilişkileri ciddi biçimde gelişmiş olsa da Türkiye’nin tercihini Rusya’dan yana yapacağını, yani ABD ile geleneksel ortaklığını bir kenara bırakacağını düşünmek de hiç gerçekçi olmayacaktır. Hükümetin son dönemde birçok uluslararası sorunda olduğu gibi, “Yeni Soğuk Savaş”ta da ortayolcu bir tutum takınmak, hatta mümkünse çatışan taraflar arasında arabuluculuk (tıpkı Suriye ile İsrail, Pakistan ile İsrail, Hamas ile Batı dünyası, Lübnan’da farklı gruplar, Pakistan’da Müşerref ile muhalefet arasında olduğu gibi) yapmak isteyeceği anlaşılıyor.

Kafkasya bilmecesi

Bu noktada Erdoğan’ın gerçekleştrimek istediği Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nu masaya yatırabiliriz. Son Güney Osetya krizi, Ankara’nın Kafkas politikasının fazlasıyla Amerikan çizgisine yakın olduğunu ve çok da sağlam temellere oturmadığını gösterdi. Zaten Ortadoğu’daki karışıklıklardan fazlasıyla mağdur olan Ankara, benzer bir kaosun Kafkasya’ya da taşınmaması için ilk olarak Rusya’nın kapısını çalarak ve başlangıç için rızasını alarak bu inisiyatif için kolları sıvadı. Ama ortada çok ciddi zorluklar var. Örneğin:

1) Washington bu girişime çok semptaik bakmayacağa benziyor. Bu yüzden Gürcistan ve hatta Azerbaycan ilerki aşamalarda yan çizebilir

2) Ankara’nın, Washington’un gönlünü alacak adımlar atması durumunda Moskova’yı tatmin edebilmesi zor olacaktır

3) İşin içine Ermenistan’ı da katmak şart, ancak Dağlık Karabağ sorunu nedeniyle Azerbaycan’ı soykırım tartışmaları nedeniyle Türk kamuoyunu ikna edebilmek kolay olmayabilir

4) Bu platformun tam olarak neyi nasıl yapacağı epey muğlak, sonuçta adı var kendi yok yeni bir yapı ortaya çıkabilir. Böylesi bir durumda Türkiye imaj kaybına uğrayabilir.

Her şey çok olumlu geçse bile Kafkasya ile iş bitmiyor. “Yeni Soğuk Savaş” ın daha bir dizi boyutları var. Örneğin Suriye Devlet Başkanı Başar Esad Moskova’da çok hayati silah alım anlaşmaları imzalamak üzere. Yani çekişmenin Ortadoğu’ya, Asya’nın geri kalan bölümlerine ve mutlaka Doğu ve Orta Avrupa’ya sıçrayacağı anlaşılıyor.

Türkiye’nin bu çetin süreci kazasız belasız atlatabilmesi için elinde çok fazla koz olduğunu da söyleyemeyiz.

Yazının devamı...

El Kaide 20 yaşında

Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı savaşmak için gelmiş çoğu Arap asıllı bir grup militanın Pakistan’ın Afganistan sınırındaki Peşaver ilinde, Suudi Arabistanlı Usame bin Ladin liderliğinde El Kaide’yi kurmalarından bu yana 20 yıl geçti. Ancak hâlâ El Kaide’nin nasıl bir örgüt ya da şebeke olduğu konusundaki belirsizlik ve kafa karışıklığı sürüyor. Buna paralel olarak El Kaide’nin gücü, etkisi ve geleceğinin ne olacağı hakkındaki tartışmalar da tüm hızıyla devam ediyor.

Önceki gün Washington Post Gazetesi’nde, bin Ladin ile ilk röportajı yapan kişilerden Peter Bergen’in ilginç bir yazısı çıktı. Son olarak, değişik yer ve zamanlarda bin Ladin’i tanımış onlarca tanıkla konuşarak “Tanıdığım bin Ladin” adlı ilginç bir kitap yazmış olan Bergen, kendisi gibi Amerikalı iki El Kaide uzmanının görüşlerini okurlara aktırıyor. Bunlardan CIA’de de görev yapmış olan Marc Sageman, artık El Kaide diye merkezi bir yapının kalmadığını ve bundan sonraki saldırıların “lidersiz bir cihad” ın sıradan askerleri tarafından gerçekleştirileceğini ileri sürüyor. Sageman’in bin Ladin ve diğer merkezi çekirdekle ilgileri olmayan militanların yaşadıkları ülkelerde eylemler yaptıkları ve yapacakları teorisi Avrupalı güvenlik yetkilileri tarafından da büyük ölçüde paylaşılıyor. Örneğin ünlü İspanyol savcı Baltazar Garzon, Madrid bombalamasının ardında El Kaide ve bin Ladin etkisinin kesinlikle olduğunu ancak örgütün doğrudan parmak iziyle karşılaşmadıklarını söylüyor. Buna karşılık İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri El Kaide’nin Batılı ülkelerle bağlarının çok sıkı olduğu kanısındalar.

İkinci El Kaide uzmanı, Georgetown Üniversitesi’nden Bruce Hoffman da, 11 Eylül 2001’den beri ABD’de yeni eylem yapılmamış olmasının kimseyi aldatmaması gerektiğini, El Kaide’nin merkezi yapısının hâlâ çok güçlü olduğunu ve yola aynen devam ettiğini düşünüyor.

Peter Bergen ise Sageman ile Hoffman’ın arasında üçüncü bir yaklaşımı dile getiriyor. “Kuşkusuz El Kaide üyesi bazı Amerikan vatandaşları ABD içinde küçük çaplı terör eylemleri gerçekleştirebilirler. Aynı şekilde El Kaide, başka ülkelerdeki Amerikan hedeflerine saldırabilir Irak ve Afganistan’da Amerikan askerleri öldürebilir. Ama 2001 yılına kıyasla daha az korkmamız gerekir” diyen Bergen sözlerini şöyle sürdüyor: “20 yaşındaki El Kaide savaşını kaybediyor, ancak etkisi yaşayacaktır. El Kaide yenilgiye uğratılsa bile efsanesi sürecektir.”

Doğrular ve yanlışlar

Kurulduğu andan itibaren, yani 20 yıldır El Kaide’yi izlemeye çalışan bir gazeteci olarak her üç Amerikalı uzmanın da kısmen haklı, kısmen de haksız olduklarını düşünüyorum. Katıldığım ve itiraz ettiğim noktaları şöyle sıralayabilirim:

1) Sageman’in dediği gibi, El Kaide’den esinlenen ancak örgüt merkeziyle doğrudan ilişkileri olmayan militanların yaşadıkları ülkelerde eylem yapma potansiyellerini ciddiye almamız lazım. İstanbul Kartal’daki Mason Locası baskını eylemi de bunlara bir örnekti. En son İstanbul’da Amerikan Başkonsolosluğu’na saldıranlar da aynı profil içinde yer alıyor olabilirler. Ancak buradan hareketle El Kaide merkezinin hiç ama hiç eylem düzenlemeyeceğini söyleyemeyiz. Sageman’in ıskaladığı bir diğer önemli husus da şu: İletişim teknolojilerindeki gelişmeleri çok yakından takip eden El Kaide, kendi kendilerini yetiştiren yerli teröristlerle, en azından sanal ortamlarda ilişki kurabilir ve onları pekala yönlendirebilir.

2) Hoffman’ın altını çizdiği gibi, Usame bin Ladin, Eymen el Zevahiri gibi lider kadronun muhtemelen Pakistan-Afganistan sınırında yeni dehşet planları üzerinde çalışıyor olmaları kuvvetle muhtemel. Ancak ABD başta olmak üzere birçok ülkenin var güçleriyle yürüttükleri savaşın hiçbir etkisi olduğu söylenemez. Dolayısıyla El Kaide’nin 11 Eylül saldırılarına denk gelecek etkide yeni eylemler düzenlemesi pek mümkün gözükmüyor.

3) Bergen ise düzenlenen intihar eylemlerinde çok sayıda masum Müslüman’ın ölmüş olmasının El Kaide’nin imajında olumsuz etkileri olduğunu, buna bağlı olarak İslam dünyasında örgüte yönelik desteğin azladığını ileri sürüyor. Haklı olabilir, yine de El Kaide’nin “savaşını kaybettiğini” ilan etme noktasının hayli uzağında olduğumuz kanısındayım.

Kuşkusuz savaşını kazandığı ya da kazanacağını da söyleyemeyiz. Ne var ki daha on yıllarca El Kaide gerçeğiyle yaşamayı sürdüreceğimiz de ortada.

Yazının devamı...

Müşerref istifa etmeyebilir miydi?

Son ana kadar Müşerref’in istifa etmeyeceği ve elindeki son kozları oynamaya çalışacağı düşünülüyordu. Fakat Pakistan kamuoyunun desteğini kaybetmesine paralel olarak ABD, İngiltere ve Suudi Arabistan gibi en önde gelen dış destekçilerinin de eskisi kadar arkasında olmadığını fark etti. Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı’nı bırakmasından sonra ordu üzerindeki egemenliğini de büyük ölçüde yitirmiş durumda. Kaldı ki direnmeyi seçmiş olsaydı bile iktidarını çok uzun bir süre koruması kesinlikle imkansızdı. Bu süreçte ülke daha beter bir istikrarsızlığa sürüklenebilir ve Müşerref arkasına bakmadan kaçmak zorunda kalabilirdi.

Pakistan’ı terk edecek mi?

İlk işaretlere göre Müşerref’in ülkesini terk etmeye hiç niyeti yok gibi. Ancak çok geçmeden, daha önceki çok sayıdaki Pakistanlı siyasi lider gibi -ki bir kısmını bizzat o sürgüne yollamıştı- ister gönüllü, ister gönülsüz bir şekilde sürgüne gideceğini öngörebiliriz. Bunun birinci nedeni hiç kuşkusuz iç siyasi dengeler. Müşerref’in istifasından bir süre sonra koalisyon partilerinin birbirlerine düşmesi ve Pakistan’ın yeniden siyasi istikrarsızlığa sürüklenmesi olasılığı çok yüksek olduğu için, hiçbir siyasi parti ve lider, onun ayak altında durup daha da istikrarsızlaştırıcı bir öğe olmasını istemeyecektir. İkinci noktaysa hiç tartışmasız can güvenliği. Çok sayıda suikast girişimini atlatmış olan Müşerref’in istifadan sonra bugünkü gibi olağanüstü yöntemlerle korunması söz konusu olmayacaktır. Özellikle İslamcı militanların onu öldürmek için birbirleriyle yarışacaklarını ve Benazir Butto’nun ölümünden bir şekilde onu sorumlu tutan iktidar partilerinin de kendisini korumaya fazla hevesli olmayacaklarını kestirebiliriz.

Türkiye’ye gelebilir mi?

Müşerref eğer sürgüne giderse Türkiye kesinlikle seçenekler içinde yer alacaktır. ABD ve İngiltere gibi Batılı ülkelerin onu kabul etmeye pek yanaşmayacaklarını anlıyoruz. Geriye Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler kalıyor. Müşerref (ve ailesi) böylesi bir durumda daha modern, Batılı ve gerçekten çok sevdikleri Türkiye’yi tercih edeceklerdir. Henüz böyle bir başvuru olmamakla birlikte Pakistan ve Batı basınında Türkiye’nin adı sıklıkla geçiyor. Müşerref’in böylesi bir talepte bulunması durumunda Ankara’nın onu geri çevirmesi kesinlikle söz konusu olmayacaktır.

Pakistan’ı nasıl gelecek bekliyor?

Benazir Butto’nun katledilmesi ciddi bir dönüm noktasıydı ama Pakistan demokrasisi bu badireden şaşırtıcı bir şekilde güçlenerek çıktı. En azından Müşerref istifaya mecbur kaldı. Bundan sonrasıysa iyice belirsiz çünkü bu devasa ülke çok çetrefil ve içiçe geçmiş bir dizi sorunla boğuşuyor. Bunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Muazzam bir gelir eşitsizliği ve buna bağlı olarak yoksulluk, mahrumiyet ve her türden geri kalmışlık

2) Bir zamanlar Afganistan’a ihraç edilen Taliban’ın bir bumerang gibi gelip Pakistan’ı vurması ülkede Taliban anlayışının hızla yaygınlaşması

3) Buna paralel olarak kırsal alanlardan büyük kentlere taşınan ve giderek tırmanan terör eylemleri

4) Bitmek bilmeyen mezhep savaşları

5) Afganistan ile yaşanan ihtilaflar

6) Hindistan’la süren başta Keşmir olmak üzere anlaşmazlıklar ve nükleer gerilim.

Mevcut siyasi parti ve liderlerin hiçbiri bu sorunları çözme konusunda tam olarak güven vermiyor. Bu nedenle devlet başkanının alabildiğine artırılan yetkilerinin azaltılıp Meclis ve hükümetin güçlendirilmesi ordu ve istihbarat servislerinin siyasete müdahaleden veazgeçmeleri Müşerref’in yerine partilerüstü bir ismin bulunup seçilmesi siyasi partilerin geniş bir toplumsal mutabakat zemininde buluşmaları gibi kritik adımlar gerekiyor.

Özetle Müşerref’in istifası hayırlı oldu ancak Pakistan’ın işi yine de çok zor.

Yazının devamı...

Org. Başbuğ farklı olup iz bırakabilecek mi?

Anayasa Mahkemesi’nin AKP davası kararıyla Yüksek Askeri Şura aynı günlere denk geldi. Dolayısıyla şu iki soru aynı anda Türkiye’nin gündemine oturdu:

1) AKP kapatma davasından ders çıkaracak mı? Çıkaracaksa önümüzdeki dönemde ne tür değişikliklere tanık olacağız?
2) Org. İlker Başbuğ, Org. Yaşar Büyükanıt’tan farklı bir genelkurmay başkanı olacak mı? Olacaksa farkını en çok hangi alanlarda hissettirecek?

Bu yazıda birinciden çok ikinci sorunun yanıtını arayacağız. Ancak öncelikle şunu belirtmek şart: Org. Başbuğ’un nasıl bir genelkurmay başkanı olacağının, AKP’nin, hükümetin ve özellikle de Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün önümüzdeki dönemde izleyecekleri stratejiler ve bunlara bağlı olarak sergileyecekleri performanslarla doğrudan bağı olacaktır. Diğer bir deyişle, nasıl AKP kanadı izleyeceği yolları ve atacağı adımları saptamadan önce bir şekilde TSK’nın pozisyonlarını da kaale alıyorsa ve bundan sonra da alacaksa, Org. Başbuğ da hiç kuşkusuz hükümete, başbakana ve cumhurbaşkanına bakmadan hareket etmeyeceği açıktır.
Normal şartlarda Org. Başbuğ ile Org. Büyükanıt arasında çok fark olmaması beklenirdi. TSK’nın pozisyonlarının kişilere göre değişmediğini düşündüğüm için böyle demiyorum. Tam tersine, her ne kadar TSK’nın durmuş oturmuş gelenekleri varsa da her genelkurmay başkanının kendine has bazı özellikleri yansıttığı kimisi silik kalırken, kimisinin de iz bıraktığı açıktır. Örneğin Org. Hilmi Özkök, AKP iktidarına karşı sert tavırlar almamaya özen gösterdiği ve tek çıkış olarak darbeyi gören kuvvet komutanlarını dengeleyebildiği ve onları bu emellerinden vazgeçirdiği için kelimenin gerçek anlamıyla iz bıraktı. Öyle ki AKP’den derin endişe duyan çevreler dört gözle laiklik konusunda “şahin” olarak bilinen Org. Büyükanıt’ın görevi devralmasını dört gözle beklediler.
Org. Başbuğ’un da yine laiklik konusunda “şahin” olduğu söyleniyor. Bu nedenle Org. Büyükanıt ile arasında pek fark olmayabilirdi. Ne var ki, Org. Büyükanıt üzerinden bazı hayallerini gerçekleştirmeyi umanların çok derin bir hayal kırıklığı yaşadıkları da ortada. Hatta içlerinde onun Org. Özkök’e kıyasla AKP’ye “daha fazla taviz” verdiğini düşünenler de var.
Bu nedenle Org. Başbuğ, tıpkı iki yıl önce Org. Büyükanıt’ın başına geldiği gibi, yoğun bir “kurtar bizi Paşam” baskısı altında kalabilir. Bununla birlikte, Org. Büyükanıt deneyiminden sonra Org. Başbuğ’a yönelik beklentilerin daha ölçülü ve gerçekçi olacağını düşünebiliriz.

İz bırakacak mı?

Şahsen, izlediğim, bildiğim ve tanıdığım kadarıyla Org. Başbuğ’un daha farklı bir genelkurmay başkanı olacağını düşünüyorum. İçine girdiğimiz alabildiğine çetrefil ve önceden kestirilmesi imkansız süreçte Org. Başbuğ’un Org. Büyükanıt’a kıyasla “daha ciddi” ve “daha az sosyal” görünmesi pekala lehine olabilir. Bu sayede, son yıllarda üst düzey subayların başındaki en büyük tehlike olan “yıpranma” ve “yıpratılma” dan kendisini bir ölçüde muaf tutabilir.

Org. Başbuğ’un iz bırakacak bir genelkurmay başkanı olma ihtimali de hayli yüksek. Bu noktada onun “terör” konusundaki birikimi ve yaklaşımlarının altını çizmek gerek. Terör sözcüğünü tırnak içine aldım çünkü, bildiğim kadarıyla Org. Başbuğ hep “terör” diye söz etse ve “siyasi çözüm” ü çağrıştırabilecek her türden çıkış ve öneriye açıkça tepki gösterse de, Türkiye’nin yıllardır yaşadığının basitçe “terör” olarak adlandırılamayacağını ve bununla mücadelenin sadece güvenlik güçlerine terk edilemeyeceğini en iyi bilen ve en fazla ve güçlü biçimde telaffuz eden kişilerden biri. Onun “dağdakileri indirme” kadar “dağa çıkışları engelleme” nin önemine yaptığı vurguların önemli ve değerli olduğu kanısındayım.

Ergenekon pazarlığı mı?

Başa dönecek olursak: Önümüzdeki dönemde Org. Başbuğ ile Başbakan Erdoğan’ın ilişkilerinin nasıl olacağını kestirebilmek için ikilinin 24 Haziran’da başbaşa görüştüklerini ve o tarihten sonra hükümet ile TSK arasında belirgin bir ihtilafın yaşanmadığını hatta CHP’nin iki kurum arasındaki “sıcak ilişki” den rahatsız olduğunu akılda tutmak işimize yarayabilir. Bu görüşmenin hemen ardından Org. Hurşit Tolon ve Org. Şener Eruygur’un gözaltına alınmalarının rastlantı olamayacağını, Başbakan’ın Org. Başbuğ’u önceden haberdar etmiş olabileceğini söylemiştim. Başkaları tarafından da geliştirilen bu akıl yürütme her iki kişi tarafından da tekzip edildi. Yine de, içeriğin hakkında kapsamlı bir şekilde bilgilendirilmediğimiz bu görüşmede bir şekilde Ergenekon soruşturmasının da ele alındığını düşünmeye devam ediyorum.
Ancak kimilerinin ileri sürdüğü gibi (ki bunların bazıları bunu isterken, diğerleri de tam tersine asla arzulamıyor) Erdoğan ile Org. Başbuğ, Ergenekon’u zaman içinde söndürme gibi bir mutabakata varmış olduklarını sanmıyorum. Gerek iddianameyi, gerekse delil klasörlerini (eleştirilecek bir sürü yönünü en azından bir süreliğine askıya alıp) ciddi bir şekilde incelediğinizde, Ergenekon denen olgunun en fazla zarar verdiği kurumlardan birinin TSK olduğunu görüyorsunuz.

Eğer Org. Başbuğ, önceliği TSK’nın son dönemde yaşadığı yıpranmaları telafiye ayıracaksa -ki böyle olacağını düşünmemize yetecek sayıda işaret mevcut- Ergenekon Davası’nın her türlü dış müdahaleden bağımsız bir şekilde gelişip sonuçlanmasını istemesi kadar doğal bir şey olmayacaktır.

Yazının devamı...

AKP-ORDU ilişkileri/2

Son yıllarda ordu-siyaset ilişkileriyle ilgili en çarpıcı değişikliklerden biri hiç kuşkusuz Şubat ayında Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik düzenlenen kara harekâtından sonra yaşandı. Ana muhalefet partisi CHP ile yine muhalefetteki MHP, ayrı ayrı TSK’yı açık ve sert bir şekilde eleştirdiler. Her iki parti de harekâtın kısa sürdüğünü ve arzulanan sonuçların tam olarak elde edilemediğini ileri sürdüler.

Gelişme şaşırtıcıydı çünkü:

1) “Cumhuriyeti kuran parti” olarak bilinen CHP öteden beri TSK ile genellikle iyi ilişkiler içinde biliniyordu. Kökleri İslami harekette olan AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla birlikte CHP ile TSK’nın lasikliği koruma adına bir tür adı konmamış ittifak içinde oldukları sanılıyordu

2) Asker kökenli Alparslan Türkeş’in kurdmuş olduğu MHP ise başından beri TSK ile dostane bir siyasi hareket oldu. Öyle ki kimi zaman MHP’ye TSK’nın “sivil uzantısı” muamelesi de yapıldı. Öte yandan MHP terörle mücadele konusunda askeri opsiyonu hep öne çıkartan bir parti olarak biliniyordu.

CHP ile MHP’nin farkı

CHP ile MHP’nin TSK’ya yönelik eleştirilerinin temelinde, AKP Hükümeti’nin TBMM’den yetki almış olmasına rağmen harekâtı geciktirmesi ve ordunun da buna fazla ses çıkarmaması yatıyordu. Tam ve açık olarak dile getirilmese de kara harekâtının hedeflerinin sınırlı, kapsamının dar, süresinin kısa tutulmasından AKP’yi ve onun ABD başta olmak üzere dış odaklarla ilişkilerini sorumlu tutuyor bütün bunlara razı olduğu için de TSK’ya kızıyorlardı.

Her iki muhalefet partisi aynı noktalardan hareket ediyor gözükmekle birlikte, CHP’nin rahatsızlığının bir başka nedeni daha vardı: TSK’nın hükümetle uyum içinde çalışması veya çalışıyor görünmesi. Çünkü CHP bütün stratejisini, geleneksel siyasi sistemin AKP’nin tek başına iktidarını taşıyamayacağı devletin kurumları arasında çekişme, hatta kavga çıkacağı ve bu çatışmanın toplumu da kapsayacağı üzerine inşa etmişti. Yani MHP sürekli olarak devletin farklı kurumları arasındaki eşgüdümün öneminin altını çizer ve AKP’ye karşı en etkili muhalefeti nispeten sakin bir atmosferde yapmayı hesaplarken CHP çatışmalardan besleniyor veya beslendiğini sanıyordu.

CHP 22 Temmuz 2007 seçimlerinde kampanyasını iki ayak üzerine kurmuştu: Laiklik ve terörle mücadele. Baykal sürekli olarak, rakibi Erdoğan’ın hem laiklikle sorunu olduğunu, hem de PKK ile etkili şekilde mücadele edemeyeceğini söyledi. Bu stratejinin, hem “laikliğin bekçisi”, hem de terörle mücadelenin asıl yürütücüsü olarak görülen TSK’nın pozisyonuna endeksli olduğu açıktı.

Bu nedenle ordunun seçimden sonra laiklik konusunda fazla sert çıkış yapmaması ve terör konusunda da hükümeti alenen eleştirmekten kaçınması CHP’yi açığa düşürmeye başlayınca ciddi bir kopuş yaşandı.

İkinci kopuş

CHP ile TSK’nın arasının açılmasının AKP’ye kapatma davası açılmasıyla durduğu veya en azından yavaşladığı düşünüldü. Ne var ki aynı süreçte tırmanan Ergenekon soruşturması aralarındaki mesafeyi bir kez daha gözler önüne serdi. Ucu şu ya da bu şekilde orduya dokunmasına rağmen TSK nerdeyse tamamen sessizliği tercih ederken, CHP ve lideri Baykal, hiçbir partilinin adının -şimdilik- karışmamış olmasına rağmen alenen avukatlığa soyundu. Öyle ki Baykal, imalı bir şekilde TSK’nın tepkisizliğiyle bir nevi alay etti.

Ergenekon’un TSK’yı CHP ile iyice uzaklaştırırken MHP ile yakınlaştırdığını söyleyebiliriz. Çünkü soruşturmada adı geçenlerin nasıl TSK’yı etkileri altına almak stiyorlarsa, benzer şekilde MHP’ye de hakim olmak istedikleri ortaya çıktı. Bu ilginç kader birliğinin TSK ile MHP’nin arasındaki buzları eritebileceğini düşünebiliriz.

MHP’nin CHP’nin aksine son günlerde TSK’ya karşı söz söylememesinin bir diğer nedeni de kuşkusuz AKP’nin kapatılmamış olmasıdır. Çünkü başta Bahçeli olmak üzere MHP’liler, AKP’nin kapatılmasını samimi olarak arzulamıyorlardı. Çünkü böylesi bir durumda yeni kurulacak partinin daha güçleneceğini düşünüyorlardı.

CHP içinse aynı şeyi söyleyemeyiz. Anlaşıldığı kadarıyla CHP yönetimi, YAŞ’ta ihraç kararı çıkmamasını, hükümetle TSK arasında çok daha geniş bir mutabakatın küçük bir ayağı olarak görüyor AKP’nin kapatılmamasında, birçok kişi gibi, doğrudan ya da dolaylı olarak TSK’nın dahili olduğunu düşünüyorlar.

Özetle: CHP’nin askerin siyasete müdahalesine karşı olduğu asla söylenemez. CHP’liler düne kadar yeterince müdahale etmediği için eleştirdikleri generallerin şimdi AKP lehine bazı adım attığını düşünüyor ve bu yüzden köprüleri iyice atıyorlar.

CHP ile TSK arasındaki giderek daha da derinleşmeye aday bu kopuş, ülkenin geleceği için kaygılanan ve ayrı ayrı bu iki kuruma bel bağlamış durumdaki kesimler tarafından endişeyle izleniyor.

Yarın: Org. Başbuğ’ın öncelikleri ne olacak?, Ergenekon davasının geleceği

Yazının devamı...

AKP-ORDU ilişkileri/1

2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP’nin tartışmasız en büyük şansı Org. Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasıydı. Günlüklerle ve Ergenekon soruşturmasından saçılan bilgilerle, Türkiye’nin çok sayıda darbe girişimini, büyük ölçüde Org. Özkök’ün dirayetli tutumu sayesinde atlattığını artık net olarak biliyoruz.

Dolayısıyla Org. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler büyük bir umutla Org. Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralmasını bekliyorlardı. Laiklik konusunda “şahin” bilinen Org. Büyükanıt’ın, bir nevi 28 Şubat sürecini kaldığı yerden devam ettirip hükümeti yakın denetim altına almasını umuyorlardı. Buna karşılık, onu bu makamda görmek istemeyenler de teknolojinin bütün imkanlarını da kullanarak, yoğun bir iftira ve karalama kampanyası yürüttüler. Ancak Başbakan Erdoğan bütün baskılara rağmen Org. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı’na onay verdi.

Görünüşte Fenerbahçelilik ve dobralık dışında ortak yönleri olmayan Erdoğan-Büyükanıt ikilisinin iki yıllık ilişki grafiğine baktığımızda, genel olarak her iki tarafın da çok kontrollü ve birbirlerine karşı olabildiğince anlayışlı davrandıklarını görüyoruz.

Bu iki yıla iki olayın damga vurduğuysa çok açık: 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra ile cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesi ve Başbakan’ın 5 Mayıs 2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Org. Büyükanıt’la baş başa görüşmesi.

İkilinin Dolmabahçe’de neler görüştüğünü bilmiyoruz. Ancak 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesi ve nihayet çıkmasının, “Dolmabahçe ruhu”na -eğer böyle bir şey varsa- aykırı olduğu yolundaki analizleri hiç de yabana atmamak gerekiyor.

Bir süre sonra PKK’nın yeniden ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu arasında yoğun ve aktif bir işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki almasına rağmen sınır ötesi harekâtı geciktirmesi, bazılarının sandığı (ya da umduğu) gibi iki kurum arasında yeni krizlere yol açmadı. Hatta yarınki yazımızda genişçe ele alacağımız gibi, PKK ile mücadele konusu TSK ile muhalefet partilerinin arasını açtı.

Ne var ki Erdoğan’ın sürpriz bir şekilde türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitmesi, teröre karşı mecburen ortaya çıkan “yol arkadaşlığı”na ciddi olarak darbe indirdi. Bunun hemen ardından kapatma davası ve Ergenekon soruşturması devreye girince işler iyice karıştı.

Şaşırtıcı bir strateji

Bugünden geriye dönülüp bakılınca TSK’nın son altı aydaki tutumunun gerçekten çok şaşırtıcı olduğu görülüyor. Bütün tazyiklere rağmen ordu üst kademesi, bir yandan türban ve laiklikle ilgili diğer tartışmalar diğer yandan, kimisi doğrudan Ergenekon’la bağlantılı, kimi bağlantısız olan ve her biri TSK’yı hedef alan söz ve eylemler karşısında alabildiğine düşük profilli bir strateji izledi.

Buna paralel olarak, Erdoğan’ın da kapatma davasıyla birlikte tahrik ve tazyiklere kapılmayıp serinkanlı bir çizgi tutturmuş olması herhalde sadece rastlantı olmasa gerek. Yani her iki ismin son derece hassas bir dönemde sergiledikleri performansların bir şekilde koordineli ve sonuçlarına bakacak olursak, büyük ölçüde başarılı olarak niteleyebiliriz.

Örneğin Hurşit Tolon’un cezaevinden yolladığı mesajda eski silah arkadaşlarının -ki bunların başında Org. Büyükanıt’ın geldiği ortada- kendilerini yalnız bıraktığından şikayet etmesi daha önemlisi bu şikayetin pek bir etkisinin olmaması manidardır.

TSK’nın hem ülke, hem kendisi için son derece hayati olan gelişmeleri düşük profilde izlemiş olmasını sadece 27 Nisan’dan çıkartılmış derslere bağlamak yeterli olabilir mi? Diğer bir deyişle TSK bilinçli bir şekilde geri adım mı atıyor? Bundan böyle siyasi konulara fazla bulaşmayacak mı? Sanmıyorum.

Öte yandan bazılarının iddia ettiği gibi ordu ile AKP arasında “tarihi bir uzlaşma”nın kotarılmış olduğunu da düşünmüyorum. Çok daha karmaşık bir olayla karşı karşıyayız. Yepyeni bir süreç başlamışa benziyor. Bunun ucunun nerelere varabileceğini kestirebilmek için yarın başta CHP olmak üzere muhalefetin pozisyonunu tartışacak, ertesi günse Org. Başbuğ ile Org. Büyükanıt’ı karşılaştırmaya çalışacağız.

Yarın: CHP TSK’ya niye kızgın? MHP neden sessiz?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.