Şampiy10
Magazin
Gündem

Bahçeli’nin sabrı taşıyor mu?


Türkiye, onca tahrik ve riske rağmen bir “iç savaş” ortamı yaşamıyorsa, bunda birçok olgunun yanı sıra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin payının çok yüksek olduğunu düşünüyorum. MHP lideri doğal olarak, PKK, terör, Kürt sorunu söz konusu olduğunda en radikal, “şahin politikaları savunuyor”, ancak her seferinde ülkenin bir iç çatışmaya çekilmek istendiği uyarısı yapıp kendi tabanını, özellikle de ülkücü gençliği oyuna gelmemeleri için uyarıyor. Kuşkusuz ülkenin değişik yerlerinde yaşanan tatsızlıklara bazı ülkücüler dahil olmuş olabilir, ancak bunun MHP politikası olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta birçok durumda (en son olarak Akdeniz Üniversitesi’ndeki çatışmada) bizzat Bahçeli’nin müdahale ederek, olaylara karışanların ayıklanmasını ve cezalandırılmasını sağladığını da biliyoruz.

Bu bakımdan TBMM’nin ilk gününde Bahçeli’nin, DTP’li milletvekillerinin uzattığı elleri sıkmasının ve daha sonra da birkaç kez benzeri jestler yapmasının çok şaşırtıcı olduğu söylenemez. Aynı şekilde, dün Meclis kulisinde bir grup DTP milletvekili ve parti üyesiyle sohbet ederken, içlerinden birinin “Bahçeli Türkiye’nin şansıdır” demesi ve hiç kimsenin kendisine itiraz etmemesini de normal karşılamalıyız.

Ne var ki dün Meclis’te Bahçeli’yi dinlerken, MHP’nin ve liderinin sanki bir eşikte oldukları izlenimine kapıldım. MHP lideri terör konusunda zaten hep sertti, ancak dün bu bakımdan zirveye vardığını söyleyebiliriz. Şu cümleye bakalım: “AKP, PKK ve Barzani aynı çizgide, asırlık Sevr zihniyetinde bir kez daha buluştu.” Bahçeli bu ağır suçlamayı, AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’ün tezkere görüşmelerinde ettiği bir cümleye dayandırıyor. AKP’nin en makul isimlerinden biri olarak bildiğim Ergün’ün “Gavurdağı ve Sivas’ın ötesi...” cümlesine Bahçeli’nin iddia ettiği anlamı yüklemiş olabileceğini şahsen düşünmüyorum. Bu nedenle MHP liderinin “Böylesi bir zihniyet en az PKK kadar bölücü, alçak ve ahlaksızdır” diye iyice tırmandırdığı suçlamalarını bir birikimin patlaması olarak değerlendiriyorum.

Diyalog yok

Görebildiğim kadarıyla iktidar ve muhalefet arasında tam bir iletişim ve diyalog eksikliği var. Düşünebiliyor musunuz, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, önce CHP lideri Baykal, bir gün sonra da MHP lideri Bahçeli ile yaklaşık 90’ar dakika konuştu ve gündemin ağırlıkla terörle mücadele olduğu söylendi. Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın bu iki liderle en son ne zaman başbaşa görüştüğünü hatırlayamıyorum bile. Yine Erdoğan’ın, sorunun bir diğer aktörü DTP’yi muhatap almamakta inat ettiğini de biliyoruz. Erdoğan daha önce de seçime kadar Baykal’ı yoksayacağını ilan etmişti. Dünkü konuşmasındaysa, adını vermeden Bahçeli’yi önemsemez bir tavır takındı..

Başbakan dün terörle mücadele adına demokrasiden asla taviz verilmeyeceğini vurgulayarak “yine mi OHAL?” diye korkanların yüreğini ferahlatmış olabilir. Ancak muhalefetin tüm renklerini dışlayarak demokrasiyi muhafaza edebilmenin, hele geliştirebilmenin imkansız olduğunu da kavrayabilmeli. Zira Irak Kürtleriyle diplomatik ilişkilerin kurulmakta olması,

Aktütün ve Diyarbakır saldırılarının ardından Türkiye’nin gerçekten yeni bir döneme girmiş olduğunu gösteriyor. Bu yeni dönemde karşımıza pekala yepyeni bir MHP ve Bahçeli çıkabilir. MHP’de yaşanacak değişim DTP’yi de birebir etkileyecektir. Bunun sonucunda Türkiye dönüşü olmayan noktalara sürüklenebilir.



Demek ki özür dilenebiliyormuş

Önceki gün Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek işkencede öldürülen Engin Ceber olayında topu savcılara atınca “eyvah, hükümet bu işkence olayını örtecek galiba” diye endişelenmiştik. Fakat Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin çok açık ve net bir açıklamayla bütün kaygılarımıza nokta koydu. Şahin’in tarihi öneme sahip “Devlet ve hükümetim adına yakınlarından özür diliyorum” cümlesi Türkiye’de gerçekten bir şeylerin, hatta çok şeylerin değişmiş olduğunu tartışmasız bir şekilde kanıtlıyor. Şimdi onun “Sorumlular bulunacak, hak ettikleri cezayı alacaklardır” sözünün gerçekleşmesini bekliyoruz.

Yazının devamı...

16 yıl önce PKK yok olmaktan nasıl kurtulmuştu?

Şubat ayındaki kara harekâtının hemen öncesinde üst düzey bir güvenlik yetkilisiyle sohbetimizde, harekat olursa PKK’nın ne tür bir strateji izleyebileceğini tartışmıştık. “Acaba örgüt bir cephe savaşına girer mi?” diye sorduğumda muhatabım “Keşke öyle olsa. 1992’de Osman Öcalan böyle bir hata yapmıştı. Talabani elimizden almasaydı örgütü nerdeyse tasfiye ediyorduk” diye karşılık vermişti.

Yine K. Irak’a harekâtın ve daha önemlisi Irak Kürtleriyle birlikte hareket etmenin gündemde olduğu şu günlerde, 16 yıl önceki o çok özel gelişmeleri hatırlamanın yararlı olduğunu düşünüyorum.

29 Eylül 1992 gecesi Hakkari’nin Şemdinli ilçesindeki Derecik Karakolu’na, bir iddiaya göre 600’den fazla PKK’lı silahlı saldırı düzenledi. 23 asker ve 5 korucunun hayatını kaybettiği ve ertesi gün gündüz saatlerine kadar devam eden baskının ardından TSK bölgede çok yoğun operasyonlar düzenledi. PKK’ya karşı Kobra helikopterlerin ilk kez kullanıldığı sıcak takip sonucu, resmi kaynaklara göre 194, örgüte göreyse 161 PKK’lı öldü.

Bununla da kalmadı, birkaç gün sonra, 2 Ekim günü 5 bine yakın peşmerge, sınır bölgelerinde PKK mevzilerine saldırılar düzenledi. Çünkü özellikle Mesut Barzani, PKK’nın kendi alanında yerleşmesinden, buralardan Türkiye saldırıp Irak Kürtlerinin Ankara ile ilişkilerini bozmasından çok rahatsızdı.

Peşmergelerin hemen ardından Türk jetleri aynı yerleri bombaladı. Böylesi topyekun bir saldırıyı hiç beklemeyen örgüt üyeleri tam anlamıyla paniklediler. Bir yandan erzak ve cephaneleri tükeniyor öte yandan diğer örgüt üyeleri yardımlarına gelemiyordu. Zaten PKK’nın en deneyimli militanları Türkiye’de kırsal alandaydılar. Sınırın Irak tarafındaki örgüt kamplarında bulunan yaklaşık 2 bin militan da genç ve tecrübesizdi.

Başa dönüş

PKK’lıların önünde iki seçenek vardı: Ya çatışmaya devam edip belki de tasfiyeyi göze alacaklar ya da siyasi bir çözüm bulacaklardı. Abdullah Öcalan’a ulaşamıyorlardı. Osman Öcalan, Irak Kürtleriyle anlaşma yanlısıydı. Murat Karayılan ise “sonuna kadar savaş” diyordu. O tarihte PKK içinde etkili bir isim olan Çukurca kampı sorumlusu Faruk Bozkurt da “anlaşma” deyince Osman Öcalan bir heyeti Barzani ve Talabani ile görüşmeye yolladı. 30 Ekim günüyse bizzat kendisi yerel Kürt yönetimi yetkilileriyle bir anlaşma imzalayıp sınır boyundan çekilmeyi ve Kuzey Irak’tan Türkiye’ye saldırıları durdurmayı taahhüt etti. Anlaşmaya göre PKK’lılar, Talabani’nin lideri olduğu KYB’nin denetimindeki, İran sınırına yakın Zeli Kampı’nda toplanacaklardı. Bazı militanlar silahlarını bırakmak istemezken, iyice moralleri bozulan bazıları da örgütü terk etti.

TSK boşaltılan Haftanin ve diğer kamplara girdi. O tarihte de günümüzde olduğu gibi Irak’ın içinde bir tampon bölge oluşturulması gündeme geldi. Fakat gerek Irak Kürtlerinin isteksizliği, gerekse bölgenin elverşsiz coğrafi koşulları nedeniyle bu fikir hayata geçirilemedi. Zaten bir süre sonra Türk ordusu geri çekildi ve Irak Kürtlerini eski duruma dönülmemesi ve bölgeden Türkiye’ye yeni PKK sızmalarına izin verilmemesi için uyardı.

Ne var ki birkaç ay sonra PKK’lılar yeniden silahlanmaya, eski kamplarına dönmeye ve sınır boyunda varlık göstermeye başladılar. Yani Kuzey Irak yeniden PKK için “güvenli bir bölge” haline geldi. Iraklı Kürt grupları ve bunların liderleri, hem kendi aralarındaki sorunlar ve bunlara bağlı iktidar kavgaları gerekse kendi tabanlarını PKK’ya kaptırma endişesiyle eskiye dönüşe göz yumdular.

TSK daha sonra da Kuzey Irak’ta operasyonlar düzenledi. Fakat PKK’ya karşı Irak Kürtlerinden destek ve işbirliği görmede epey zorlandı gördüğü durumlarda da bunlar uzun süreli olmadı. Kuşkusuz 16 yıldan bu yana çok şeyler değişti ancak PKK’yı Kuzey Irak’tan Irak Kürtlerinin aktif desteğiyle tasfiye edebilmek hâlâ çok zora benziyor.

Not: Bu yazıyı kaleme alırken Amerikalı gazeteci Aliza Marcus’un yakında İletişim Yayınları’ndan Türkçesi yayınlanacak olan “Blood and Belief” (Kan ve İnanç) adlı, örgütten değişik nedenlerle ayrılmış eski militanlarla görüşerek hazırladığı PKK tarihi kitabından geniş olarak yararlandım.

Yazının devamı...

PKK’nın silah bırakması “kimsenin yenemediği” anlamına gelir

“İlk olarak PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalı” önermesine, örgüte yakın çevreler dışında pek kimsenin itirazı yokmuş gibi görünüyor. Ancak daha derinlere indiğimizde, bazılarının bu yaklaşımı önemsemediğini bazılarının “tabii silah bıraksın ama...” diye başlayan cümleler kurduklarını kimilerinin de böyle bir ihtimalden ciddi olarak ürktüğünü görüyoruz.

Önce sonunculardan başlayalım: Kim PKK’nın silah bırakmasını, niçin istemez?

1) Bu çatışmadan istifade edip sahici bir çözüm istemeyenler.

2) PKK’nın kendi rızasıyla silah bırakmasını, devletin, buradan hareketle de Türkiye’nin mağlubiyeti olarak görenler.

3) Böyle bir adım sonrasında ne tür gelişmeler yaşanacağını kestiremeyip korkanlar.

Birinci gruptakiler için söylenecek fazla bir şey yok. Yıllardır birbirimizi tanıyoruz. Bizler samimi olarak çözüm için uğraştıkça, onlar da, değişik kılıklar altında, değişik bahanelerle bizleri engellemeye çalıştılar, çalışacaklar.

İkinci gruptakilereyse söylenecek iki şey var:

1) Bunca yıldır yaşananlar ve son günlerdeki saldırılar, askeri yöntemlerle PKK’nın tasfiye edilemeyeceğini bize gösterdi. Diyelim ki PKK, şu ya da bu şekilde tarih sahnesinden silindi, onun küllerinden yepyeni, kimbilir daha etkili örgüt(ler) çıkmayacağının garantisi yok. Zira PKK çok güçlü bir toplumsal zemin üzerinden varlık gösteriyor.

2) PKK’nın silah bırakması bir tarafın yenildiğinden çok “kimsenin yenemediği” anlamına gelir ve bu ülke insanlarının daha fazla birbirlerini tüketmemesine imkan sağlayabileceği için bunu teşvik etmek gerekir.

Sonuncu gruptakilere gelince: “Diyelim ki PKK silah bıraktı. Ya sonra?” sorusu tabii ki meşru ve anlamlı bir sorudur. Bunun ardından yaşanabilecek en kötü gelişme, gerek devletin, gerekse kamuoyunun, PKK’nın bu adımını “yenilginin kabulü” olarak görüp, hiçbir şey değişmemiş gibi, eski usül, yöntem, politika ve düzenlemelerle yola devam etmeleridir. Böylesi bir durumda Kürt kökenli yurttaşların bu ülke ve topluma aidiyet duygularının iyice zayıflayıp ülke hızla bir iç savaşa sürüklenebilir. Ne var ki, dün de PKK yanlılarının itirazlarını cevaplandırmaya çalışırken belirttiğim gibi, Türkiye birçok açıdan olumlu anlamda epey değişti, hatta yer yer dönüştü. PKK’nın silah bırakmasını Kürtlerin taleplerini bastıma fırsatı olarak değerlendirmek isteyeceklerin azınlıkta kalacaklarını ve etkilerini yitireceklerini düşünüyorum.

Sorunları ayrıştırmak

Geriye PKK ve Kürt sorunlarını, ayrıştırmak gerektiği tespitinden hareket edip, “önce Kürt sorununu çözelim, PKK da buna bağlı olarak kendi kendine tasfiye olur” diye düşünenler kalıyor. PKK’nın “Kürt sorunu”nun doğrudan ürünü olduğunu isabetli bir şekilde tespit edenler, nedense PKK’nın zamanla, bu sorununun kaderini etkileyebilecek, hatta belirleyebilecek bir konuma ulaşmış olduğunu görmüyor veya görmek istemiyorlar. Kürt sorunu ile PKK arasındaki bu “tavuk-yumurta” ilişkisini kısa yoldan çözme iddiasındaki bu kişilerin PKK’ya gösterdikleri ilginin kat kat fazlasını Irak Kürtlerine gösteriyor olmalarında kafa karıştıran çok şey var.

Özetle, “Türkiye AB yolunda Kürt sorununu çözmeye yönelik adımlar atar, gerekli kültürel ve siyasi reformları gerçekleştirir, bölgeye ekonomik yatırımlar yapar ve Irak Kürtleriyle iyi ilişkiler geliştirirse” şeklinde basitleştirdiğim ve epey taraftarı bulunan formül, sırf PKK’yı ciddi bir aktör olarak işin içine katmadığı için bile, bana gerçekçi, uygulabilir ve sonuç alıcı gözükmüyor. Kuşkusuz bu formül, Washington’ın da devreye girmesiyle yürürlüğe sokulmak istenebilir. Ancak bugüne kadar edindiğimiz deneyimler ışığında, PKK’nın, kendisinin dışarda bırakılmak istenmesine karşı çok sert cevaplar geliştireceğini düşünebiliriz.





İşkencecilere sıfır tolerans

Engİn Ceber’in İstanbul İstinye Karakolu’nda polis, Metris Cezaevi’nde jandarma ve infaz memurlarının dayak ve işkencesi sonucu öldüğü yolunda çok güçlü kanıtlar ve tanık ifadeleri var. “İşkenceye sıfır tolerans” iddiasındaki hükümettense ses yok. Varsa da o kadar cılız ki duyulmuyor.

İşkencenin en ağır insanlık suçu, işkencecilerin de en aşağılık kişiler olduğuna bizzat tanıklık etmiş biri olarak, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Çiçek, İçişleri Bakanı Atalay ve Adalet Bakanı Şahin’i, görevlerini yapmaya, bizleri daha fazla utandırmamaya davet ediyorum. İşkence iddialarının üzerine gitmenin değil, tam tersine gitmemenin terörle mücadeleye gölge düşürdüğünü biliyor olmalılar.



Yazının devamı...

PKK çevrelerinden gelen itirazlar ve cevaplarım

Çözüm için ilk şartın PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması olduğu tezimin her kesimden farklı soru ve itirazlara yol açtığını belirtmiştim. Bugün ağırlıklı olarak PKK’ya yakın kesimlerin neden bu teze sıcak bakmadıklarını ele almak istiyorum. 10 Şubat 2008 günü Ankara’da Türkiye Barış Meclisi’nin bir panelinde bu tezi dile getirmiş ve onlarca yazılı sorunun muhatabı olmuştum. Gerek o gün bazı panel izleyicilerinden, gerek iki gündür yazdıklarımdan hareketle bazı okurlardan gelen bazı eleştirileri aktarıp cevaplamaya çalışayım:

PKK kendini niye feshetsin?

Neden etmesin ki! Günümüz Türkiyesi’nde PKK gibi bir örgütün varlığını sürdürmesi kadar anlamsız bir şey olamaz. Son 25 yılda ülkeyi yöneten nice parti yok oldu veya marjinalleşti. PKK’nın yaşıyor olması başarılı olmasından ziyade, yöneticilerinin yeni açılımlara yönelecek cesaretleri olmamasından kaynaklanıyor. Zaten Öcalan yakalandıktan sonra ilk iş olarak PKK’yı lağvettirmişti. Ne var ki hesapları tutmayınca, yıllar sonra yeniden kurulmasını emretti. Bir ışık görse yeniden PKK’nın kapısına kilit vurdurması şaşırtıcı olmayacaktır.

Silahlarını bırakırlarsa kendilerini neyle savunacaklar?

Görüşleriyle. PKK’lılarıın ellerinde silahlarıyla “barış” çağrıları yapmasının hiçbir inandırıcılığı yok. Seslerini duyurmak, dinlenmek istiyorlarsa önce o silahları, bir daha geri almayacakları bir şekilde bırakmaları lazım. Zaten gerek Öcalan, gerekse PKK’nın diğer yöneticileri son on yıldır, amaçlarına silahla ulaşmalarının bundan böyle mümkün olmadığını söylemiyorlar mı?

PKK kadrolarından kurbanlık koyun olmalarını mı istiyorsunuz?

Asla. Türkiye öyle bir formül bulabilmeli ki birbiriyle çatışma halindeki tarafların hiçbirinin onur ve gururları yaralanmasın. PKK’lıların kabul etmeye yanaşmadıkları husus şu: Hiçbir sonuç alamayacağını, yanlış olduğunu bile bile silahlı eylemleri sürdürmenin onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Öte yandan hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendiliğinden silah bırakmanın onursuz bir adım olacağı asla söylenemez.

PKK birçok kez ateşkes ilan etti. Hiçbirine cevap alamadı. Bu sefer niye alsın?

PKK’nın ateşkeslerinin çoğu sorunun çözümünü değil de örgütün nefes almasını sağlamaya yönelik taktik manevralardı. Bunun sonucunda “ateşkes” kavramı Türk kamuoyu nezdinde anlamını kaybetti. Ayrıca her an yeniden silahlara sarılmaya kapı aralaması, yani bir tür “şantaj” içermesi de “ateşkes”i kalıcı bir çözüm için seçenek olmaktan çıkarıyor.

PKK bir dönem silahlı kadrolarını sınır dışına çekti. Hatta bazı gruplar silahlarıyla teslim oldu. Ancak devlet bir şey olmamış gibi operasyonlarını yoğunlaştırdı. Bugün ne değişti?

Sınır dışına çekilme Öcalan’ın yakalanması sonrası, onun talimatıyla olmuştu. Dolayısıyla çözümden ziyade Öcalan’ın can güvenliğini sağlamayı hedefliyordu. Buna rağmen, Öcalan aracılığıyla sorunu “üçüncü şahısları karıştırmadan” kalıcı bir şekilde çözmenin mümkün ve doğru olup olmadığı devlet içinde tartışılabilmişti. Fakat Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK’nın zaten dağılacağı görüşünün de ağır basmasıyla bu formül anında rafa kaldırılmıştı. Aradan geçen yaklaşık on senede PKK’nın, Öcalan’la veya onsuz, yediği bütün darbeler, düştüğü bütün krizlere rağmen ayakta kalabildiği ve herşeye rağmen Türkiye’yi sarsabildiği görüldü. Ülkenin demokratikleşme yolunda attığı adımlar, TSK’nın da sadece silahla sorunun çözülemeyeceği noktasına gelmiş olması gibi bir sürü gelişme de hesaba katılırsa, bugün PKK’lıların silahsızlanma konusunda tatmin edici adımlar atmaları halinde, hem toplum, hem de devlette onları dışlayıcı değil kucaklayıcı bir yaklaşımın egemen olacağını tahmin ediyorum. Özetle, gerçekten çözüm istiyorlarsa PKK’lıların bu fırsatı çok iyi okumaları ve değerlendirmeleri gerekir.

YARIN “Kayıtsız şartsız silah bırakma” formülüne diğer cenahtan gelen eleştirileri tartışacağız.

Peşmerge TSK ile birlikte PKK’ya karşı savaşır mı?

Türkiye’nin Irak Kürtleriyle her türlü ilişkisini geliştirmesini öteden beri savunuyorum. Fakat Türkiye’nin Kürt sorununda ve PKK konusunda Irak Kürtlerinin rol ve öneminin abartılmasından hele bu sorunların çözümünün onlara endekslenmesinden de rahatsız oluyorum. Bu nedenle dünkü gazetelerde çıkan “Irak Kürtleriyle birlikte PKK’ya karşı operasyon” planının gerçekleşmesinin zor olduğunu gerçekleşse bile sonuç alma ihtimalinin düşük olduğunu düşünüyorum. Çünkü:

1) Irak Kürt yönetiminin Türkiye ile birlikte PKK’ya savaş açmaları birçok nedenle (kendi tabanlarından gelecek itirazlar, çatışmanın bölgede yol açacağı istikrarsızlık, PKK ile başetmenin zorluğu...) çok ama çok zor gözüküyor

2) Diyelim ki Iraklı Kürt liderler “tamam varız” dediler. Yine de Türk kamuoyunu samimiyetlerine inandırmaları zor olacaktır

3) Türk askeri ile Kuzey Iraklı peşmergeler arasındaki karşılıklı güvensizlik operasyonların başarı şansını epey azaltır

4) PKK hiç kuşkusuz böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olacaktır. Güçlerini başka alanlara taşımaktan, bölge halkı arasında dağılmaya ve hatta Irak Kürtlerini Türk ordusuna ve dolayısıyla kendi içlerinden çıkmış peşmergelere karşı savaşa çekmeye kadar bir dizi PKK stratejisine tanık olabiliriz.

5) Kuzey Irak’ta kendisine yönelik ciddi bir tasfiye operasyonu durumunda PKK bütün imkanlarını kullanarak Türkiye’yi bir savaş alanına çevirmek isteyebilir ve en gözü dönmüş terör eylemlerine yönelebilir...

Yazının devamı...

Neden ilk olarak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması şart?

Adına ne derseniz deyin, ister Kürt, ister Güneydoğu, ister terör sorunu, Türkiye’nin yıllardır çözemediği ve en ağır bir şekilde bedelini ödediği bu sorunun çözümü için öncelikle silahların susması ve akan kanın durması şart. Bunun da ilk adımı muhakkak, dün de yazdığım gibi PKK’nın kayıtsız şartsız silahlarını bırakmasıdır. Bunun zor ama mümkün olduğunu düşünüyorum ama bunun nasıl gerçekleşebileceğini tartışmadan önceden birkaç hususu vurgulamam şart:

1) PKK değişik dönemlerde şu ya da bu iç ve/veya dış güç tarafından kullanılmış, hatta hâlâ kullanılıyor olabilir. Ancak çok sayıda militanı olan, her türlü koşulda yeni militan temin edebilen, zira çok güçlü ve köklü bir toplumsal tabanı olan örgütü, herşeye rağmen bağımsız bir varlık olarak görebilmek gerekir

2) Bu sorunun çok farklı ve karmaşık bölgesel, uluslararası ve hatta küresel boyutları olduğu bir gerçektir. Ama her şeyden önce Türkiye’nin kendisinin bir sorunudur

3) Türkiye bu sorunu sahiden çözmek istiyorsa, mümkün olduğu kadar, başka ülkeleri ve uluslararası kuruluşları vb. karıştırmadan kendi içinde birtakım formüller aramalı ve mekanizmalar geliştirmelidir.

4) Çözüm sürecine mutlaka toplumun tüm kesimleri, devletin tüm kurumları dahil edilmelidir.

Silahların susmasının üç yolu

Bu girişten sonra neden ilk adımın PKK’dan gelmesi gerektiğini açmaya çalışayım. Bu çatışmanın, güvenlik güçlerinin PKK’yı mutlak anlamda tasfiye etmesiyle veya örgütün can havliyle teslim olmasıyla sonuçlanabileceğine dün inanmadım, bugün hiç inanmıyorum. Hâlâ bu konuda ümitli olanların bundan sonra yazacaklarıma okuma ihtiyaçları olmadığını belirterek, çatışmanın sona ermesinin kabaca üç yolu olduğunun altını çizmek istiyorum:

1) İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela “genel af” çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.

2) Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.

3) PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.

Kayıt ve şart olamaz

İlk iki şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini sanmıyorum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelir ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yok. Fakat yine aynı tarihe baktığımızda, devletin en beklenmedik anlarda alabildiğine gerçekçi davranabildiğini, kendi içinden çıkan ayaklanmaların sorumlularını kolaylıkla affedebildiğini, hatta bazı durumlarda bunları mevcut sisteme dahil etmekten çekinmediğini görüyoruz. Prof. Metin Heper’in “Devlet ve Kürtler” kitabında bu konuda birçok örnek anlatılıyor.

Bu arada ikinci şıkkın, yani her iki tarafın da aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekeleşebileceği ortadadır ki tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması asla söz konusu olamaz.

Dolayısıyla geriye tek alternatif olarak ilk adımın PKK tarafından atılması kalıyor. Peki neden “kayıtsız şartsız silah bırakma”?

1) Örgüt daha önce defalarca “ateşkes” ilan etti ancak bir süre sonra değişik gerekçelerle bunları iptal etti. Artık “ateşkes” sözcüğünün hiçbir anlamı kalmadı.

2) PKK’nın şart ileri sürmesi pazarlık anlamına geleceği için devlet tarafından asla kabul görmez. Diyelim ki herhangi bir yönetici böyle bir eğilim içine girdi, bunu Türk kamuoyuna izah edemez. Dolayısıyla “pazarlık” izlenimi, çözüm yerine sorunu daha da derinleştirebilir.

3) Kaldı ki PKK’nın şart ileri sürmeye hiç ama hiç hakkı yok. Tam tersine PKK samimi olarak kalıcı bir çözüm istiyorsa, devletin ve kamuoyunun dayatabileceği şartlara ve bunları yerine getirmek için adımlar atmaya hazırlıklı olmalıdır. Kısacası PKK, yıllar içinde elde etmiş olduğunu düşündüğü bazı kazanımlar ve mevzilerden feragat edebileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamadan hiçbir çözüm formülü mümkün olamaz.

Kimilerine çok safça gelebilir ancak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakabileceğini, daha önemlisi, bu adımın ardından sahici bir çözüm süreci içine girebileceğimizi düşünüyorum. Bu noktada kafalara bir yığın soru takıldığı kesindir. Bunları tartışmaya yarın devam etmek üzere...

Yazının devamı...

İlk adım: PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalı

Aktütün saldırısının ardından epey verimli bir tartışma sürecine girdiğimiz söylenebilir. Her ne kadar daha adını koymakta anlaşamasak bile (Kürt, Güneydoğu, terör...) ortada bir an önce çözülmesi gereken bir sorun olduğunda bugüne kadarki yöntem, strateji ve taktiklerle bir yere varılamayacağında nerdeyse bir görüş birliği şekilleniyor. Ne var ki çözüm önerisi noktasında toplumun büyük kısmının mutabakatından hâlâ hayli uzaktayız.

Dün Yeni Şafak’ta Yasin Doğan dikkat çekici bir yazı kaleme aldı. Doğan çözüm konusunda üç ana opsiyon bulunduğunu söylüyor:

1) “Bastırma, ezme, yok etme” formülü.

2) Sorunu idare etme, yaşanabilir hale getirme, tezahürleriyle etkin mücadele yürütme, en az kayıpla örgütün direncini ve etkinliğini kırma.

3) Sorunu kaynağında çözme, örgütü tasfiyeye zorlama.

Doğan’a göre ilk seçenek ancak askeri bir rejimde mümkündür Türkiye’de daha önce denenmiş ve başarılı olamamıştır. İkincisinin de yıllardır uygulanagelen ve tıkanan politika olduğunu vurgulayan Doğan, ancak son seçenekle sonuç alınabileceğini söylüyor ve yazısını şöyle bitiriyor: “Farklı seçenekleri özgürce tartışmalıyız, ama seçilen yol uzun vadeye dayanan ‘daha etkin mücadele’ stratejisiyse o zaman da serinkanlılığı elden bırakmamalı, hamaset ve serzeniş yerine, topyekün sağduyulu davranmalıyız.”

AKP’nin stratejisi

Yasin Doğan’ın, Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı, siyasetbilimci Doç. Yalçın Akdoğan olduğunu hatırlatmakta yarar var. Nitekim AKP hükümeti, başından beri bu sorunda onun üçüncü sıraya yerleştirip savunduğu opsiyonu deniyor. Hükümetin bu stratejisinin iflas ettiğini söylemek fazlasıyla abartılı olacaktır, ancak buradan kısa ve hatta orta vadede somut, pozitif ve kalıcı sonuç alabileceğine dair elimizde çok güçlü işaretler yok.

Bu açmazın sayısız nedeni var. İlk akla gelenlerden biri devletin “dağdakileri indirme” ve “dağa çıkışları engelleme” seçenekleri arasında sıkışmış olması. Yıllardır “sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutma”nın esas alındığı söylense de, “dağa çıkışları engelleme” yolunda atılan adımlar bazı makyaj düzenlemelerinden (üstüste açılan ama etrafa saçılıp hiçbir işe yaramayan ekonomik paketler vb.) öteye gidemedi. “Dağdakileri indirme” dendiğinde de, eve dönüşü sağlama açısından pek bir işe yaramayan “Topluma Kazandırma Yasası” sayılmazsa, hep askeri operasyonlarla PKK’lıları ölü veya diri yakalama anlaşıldı.

Org. İlker Başbuğ’un daha Kara Kuvvetleri Komutanı iken önceliği “dağa çıkışları engelleme”ye vermiş olması, onun Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte, resmi devlet politikasında ciddi değişimlerin yaşanabileceği beklentisini doğurdu. Bir önceki terör zirvesinde bu konunun derinlemesine ele alındığını tahmin ediyoruz. Ancak Aktütün ve Diyarbakır saldırılarının gölgesinde yapılan dünkü zirvede ağırlığın, dağdaki militanları bir an önce etkisiz hale getirmeye verilmiş olduğunu kestimek zor olmasa gerek.

Çözüm için ilk şart

Birkaç gündür yazdığım yazılar üzerine kimi okuyucuların “Peki siz nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?” sorusuna muhatap oluyorum. Bir gazeteci olarak öncelikli görevimin, bu sorunla ilgili kimin, neyi, nasıl önerdiğini objektif, anlaşılır ve eleştirel bir şekilde aktarmak olduğunu düşünüyorum. Bu görevimi layıkıyla yerine getirebilmek için, istisnasız tüm kesimlerin görüşlerini yakından takip etmeye bunların önde gelen isimlerine ulaşıp görüşmeye ve tartışmaya çalışıyorum. Ve yazıp söylediklerimin de, yine toplumun istisnasız tüm kesimleri tarafından ciddiye alınıp izlenmesini arzuluyorum.

Bir gazetecinin objektifliğinin sınırları olduğunu da tabii ki biliyorum ve tabii ki benim de Kürt sorununun adil ve kalıcı bir şekilde nasıl çözülebileceği noktasında kendi görüşlerim var. Şimdilik, ilk olarak, ne yapıp edip PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakmasının sağlanması gerektiğini söylemekle yetiniyorum. Kimilerine bir hayal gibi gelen bu adımın pekala mümkün olduğuna inanıyor ve bunu açmayı yarına erteliyorum.

Yazının devamı...

Diyarbakır soruları

Aktütün saldırısıyla birlikte Türkiye’de daha önce örneğine pek rastlamadığımız bir sorgulama, eleştiri ve tartışma sürecine girdik. Karakolun konumu sonuncusu bu yılın Mayıs ayında olmak üzere daha önce buraya defalarca saldırılmış olması saldırının gündüz gözüyle gerçekleşmesi saldırının olacağına dair istihbarata sahip olunduğu iddiası gibi hususlar gündeme getirildi ve sorumlular özeleştiriye davet edildi.

Aktütün baskınının üzerinden daha bir hafta geçmeden, bu kez Diyarbakır kent merkezinde servis aracına saldırılıp beş polis şehit edildi. Aynı sorgulayıcı perspektifi hiç tereddüt etmeden bu olayda da devreye sokmak gerekiyor. Şöyle ki saldırının

1) Aktütün’den hemen sonra

2) TBMM’de tezkere görüşülürken

3) Diyarbakır’da kent merkezinde

4) Gündüz gözüyle

5) Uzun namlulu silahlarla

6) Polis servis aracına yönelik düzenlenmiş olması teröre karşı mücadelede zaafların sadece kırsal kesimde değil şehirlerde de söz konusu olduğunu bizlere gösteriyor. Örneğin “polis servis aracı neden daha iyi korunamadı?”, “böylesi örgütlü bir saldırı nasıl önceden tespit edilemedi?”, “saldırganlar neden anında yakalanamadı?”, “neden bu kadar çok şehit verildi?” gibi sorular meşru ve zaruridir.

Aslında daha önce Diyarbakır, Ankara, İzmir ve İstanbul Güngören’de meydana gelen bombalı terörist saldırılar sırasında (bu arada tabii ki İstanbul’da ABD Başkonsolosluğu’na yönelik olanda da) benzer bir eleştirel bakış gerekiyordu, nedense gerek duyulmamıştı.

Aktütün saldırısı, PKK’nın yerel seçimlere doğru terör faaliyetlerini iyice tırmandıracağının aleni ilanıydı. Dün Diyarbakır’da yaşananlar, terörün kırsal-kentsel alan polis-asker ayrımı gözetmeden bu stratejiyi elinden geldiğince hayata geçireceğini kanıtladı. Bu arada, yakın zamanda çok acı örneklerini gördüğümüz gibi, örgütün sivil-resmi hedef ayrımına da itibar etmeyebileceği, yakında büyük şehirlerde sivillere yönelik yeni “kör terör” eylemlerine tanık olabileceğimiz uyarısında bulunmak gerekiyor.

Çözüm aramak

Bu tür sorgulamaların Türkiye’nin terörle mücadelesi açısından bir yere kadar çok işlevsel olduğu açıktır. Ancak bir tehlikeye de dikkat çekmek gerekiyor: Eğer bu sorunu sadece güvenlik boyutunun teknik ayrıntıları açısından tartışırsak sahici bir çözümü bulmamız imkansızlaşabilir. Şöyle sorabiliriz: Aktütün karakolu daha içerlere çekilmiş ve çok daha iyi korunuyor olsaydı veya terör saldırısı başarılı bir şekilde püskürtülmüş olsaydı hatta diyelim ki böyle bir saldırı hiç yaşanmasaydı Türkiye’nin PKK sorunu, buna bir şekilde bağlı olan Kürt sorunu bitmiş mi olacaktı?

Başbakan Erdoğan’ın önceki gün dile getirmiş olduğu “suçlu değil çözüm arama” yaklaşımı çok isabetlidir. Ancak Başbakan ve hükümetin onlardan da hareketle devletin ilgili kurumlarının ve nihayet genel olarak tüm toplumun çözüme yoğunlaşması, bunu araması, bunu tartışması şartıyla.

Bu açıdan gerek hükümetin, gerekse Cumhurbaşkanı Gül’ün her vesileyle dile getirdikleri “demokrasiden taviz vermeden terörle mücadele” perspektifi tüm Türkiye’yi bir araya getirmede çok işe yarayabilir.

Bu üst üste gelen terör eylemlerinden istifade edip Türkiye’yi demokratikleşme yolundan saptırmak isteyenlerle yılmadan mücadele etmek gibi bir görevimiz var.

Yazının devamı...

Siyaset cephesinde yeni bir şey yok, olacağı da yok

Dün TBMM’de dört ayrı partinin grup toplantılarını izleyip liderlerini dinledim. Aklımda kalan ender cümlelerden birini AKP Lideri Erdoğan etti. Aktütün saldırısının ardından TSK’ya yönelik eleştirilerden rahatsız olduğu belli olan Erdoğan “Biz suçlu değil çözüm arıyoruz” dedi. Dedi de konuşmasının bütününe bakıldığında çözüme yönelik dişe dokunur pek bir şey bulmak mümkün değildi. Özellikle PKK’nın varlığını sadece geri kalmışlıkla irtibatlandırıp, Güneydoğu’ya götürülen ve götürülmesi düşünülen hizmetlerle terörün kökünü kazıyacakları iddia etmesi yadırgatıcıydı. Zira aynı Erdoğan, Başbakanlığı’nın ilk yıllarında, bir grup aydınla görüştükten sonra “Kürt sorunu” demiş ve hemen ardından büyük bir heyecanla Diyarbakır’a gidip aynı yaklaşımı sergilemişti. O tarihi günden kısa bir süre sonra Başbakan’ın bir nevi çark ettiğini biliyoruz, ancak gerçekten “suçlu değil de çözüm arama” iddiasındaysa, MHP ve CHP’den farklı bazı politikalar dile getirmesi kuşkusuz herbiri önemli olan sosyo-ekonomik açılımların yanına muhakkak siyasi bazı formüller de geliştirmesi gerekiyor.

Erdoğan, dünkü konuşmasının aynısını, belki bir-iki küçük ayrıntı dışında geçen yılki Dağlıca baskının ardından da yapabilirdi kimbilir belki yapmıştır da! Başbakan’ın, kendisi, partisi ve genel olarak ülke için hayli sıkıntılı geçen son bir yıldan ciddi dersler çıkartmış olmasını ve buna bağlı olarak terörle mücadele konusunda sahiden yeni ve ümit veren bir şeyler söylemesini beklerdim. Söylemedi, söyleyemedi galiba söyleyebileceği çok da fazla bir şey yoktu.

Muhalefet-TSK ayrılığı

AKP Lideri’ne haksızlık etmemek lazım. Dün dört partinin grup toplantısının hiçbirinde yeni bir şey duyduğumu, öğrendiğimi söyleyemem. Aslında Kürt/Güneydoğu/terör sorunu dendiğinde dört temel partinin görüş ve yaklaşımları yıllardır aynı. Ne yaşanırsa yaşansın hiçbir parti ve lideri bizleri şaşırtacak herhangi bir çıkış yapmıyor, belki de yapamıyor.

Bununla birlikte MHP Lideri Bahçeli’nin, geniş kapsamlı ve uzun süreli bir kara harekâtı yapılması ve Kuzey Irak’ta Türk askeri tarafından bir “güvenlik bölgesi” oluşturulması çağrılarının altını, her ne kadar bunlar yeni olmasalar da çizmekte yarar var. Burada ilginç olan, Bahçeli’nin bu çağrılarının muhatabının, hükümetten ziyade TSK olması. Çünkü daha önce de “olmazsa olmaz” adımlar olarak dile getirilen her iki öneri, ordunun üst düzeyleri tarafından açık ya da örtülü bir şekilde “uygulanamaz”, “gerçekçi değil”, “sonuç alıcı olmaz” gibi gerekçelerle devre dışı bırakılmıştı. Yani geçen seferki kısa süreli kara harekâtının ardından MHP ve CHP’nin ayrı ayrı TSK ile tartışmaya girmiş olmaları, bazı “yanlış anlamalar”dan kaynaklanmıyor, çok esaslı görüş ayrılıklarından besleniyordu. Bugün de benzer tartışmaların yaşanmasının kuvvetle muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.

Baykal DTP’ye karşı

CHP’nin bu konuda MHP ile giderek daha yakın bir çizgiye gelmiş olduğuna dün bir kez daha tanık olduk. Tabii ki Baykal’ın bir Bahçeli kadar “şahin” olmasını bekleyemeyiz. Ancak Irak Kürtlerine ve DTP’ye bakış gibi temel konularda çok az ton farkı kalmış olduğu da ortada. Özellikle CHP Lideri’nin, son günlerde isim zikretmeden DTP’yi sistem ve dolayısıyla TBMM dışına sürükleme gayretlerini anlamlandırabilmekte epey zorlanıyorum. Baykal demokrasilerin kendilerini koruma hakkından bahsediyor ve teröre açıkça karşı çıkmayan partileri meşru görmeyi “şaşkınlık” olarak değerlendiriyor.

Ancak DTP marjinal bir parti değil. CHP bölgede çift haneli oy oranlarına yaklaşamazken DTP birçok seçim bölgesinde yüzde 20, hatta 30’ları aşabiliyor birçok belediye başkanlığını kontrol ediyor. Sonuç olarak, CHP Lideri’nin, bu partiye oy veren kitlelere sahici alternatifler göstermedikçe DTP’yi sistem dışına çıkarma önerisinin, çözüme katkı sunmaktan çok sorunu derinleştirmeye yol açacağını düşünüyorum.

Toparlarsak Aktütün saldırısının Dağlıca’dan daha kritik olduğuna ve daha öncekilerden çok daha çetin bir döneme girdiğimize çözümün de siyasette olduğuna inanıyorum. Ne var ki TBMM’nin yeni yasama döneminin ilk günü inancımı kuvvetlendirmedi. Bugün de tezkere görüşmelerinin verimli geçmesini umamıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.