Şampiy10
Magazin
Gündem

Hükümet Alevi açılımı için nihayet düğmeye bastı

Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen önerilere göre Alevi dedelerine maaş bağlanacak, cemevlerinden su ve elektrik parası alınmayacak, din dersi seçmeli hale gelecek. MHP ve CHP’nin de destek vereceği Aleviler daha birçok hakka kavuşabilir

Sonunda beklenen oldu ve hükümet Alevi açılımı için resmen düğmeye bastı. Başbakan Erdoğan’ın bilgi ve onayı dahilinde, Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu ile Alevi kökenli AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nun koordinasyonunda yürütülecek süreçte öncelikle siyasi partiler ve Alevi kuruluşlarının tümünün dahil olacağı bir diyalog ve tartışma zemini yaratılmak isteniyor.

İktidar partisi daha önce de Alevilere yönelik açılıma kalkışmış ama kısa sürede bunlardan vazgeçmişti. Ancak bu sefer Alevilerin taleplerinin belli ölçülerde karşılanacağı anlaşılıyor çünkü iktidar partisi üç önemli eşiği aşmış durumda:

1 Alevilerin, Diyanet İşleri Başkanlığı dışında, muhtemelen Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir birim çatısı altında temsil edilmesi

2 Cemevlerine resmi statü verilmesi, yani buraların ibadethane olarak tanınması

3 Cemevlerinde görev yapan personele maaş bağlanması.

Bu noktaya nasıl gelindi?

AKP’nin Alevilik konusunda tereddütlerinden sıyrılmasında birçok gelişme etkili oldu. Sırayla gidecek olursak:

1 Reha Çamuroğlu, partisinin Alevi açılımını gerçekleştirmemesi üzerine Başbakan danışmanlığı görevini bıraktı. Onun istifası epey yankı uyandırdı. AKP’nin “merkez parti” olma iddiasına gölge düşürdü. AKP destek veren bazı liberal ve muhafazakâr aydınlar da Çamuroğlu’ndan yana tavır alıp hükümeti eleştirdiler.

2 Aleviler taleplerini dile getirmek için ilk kez 9 Kasım günü Ankara’da bir araya geldiler. Hükümet ve ona yakın çevreler başlangıçta bu mitingi önemsemediler. Katılımın az olacağını, aşırı sol ve Kürt gruplarının hakim olacağını ve hatta olaylar çıkacağını düşündüler. Tam tersine en az 50 bin kişi, olaysız ve coşkulu bir biçimde bir araya geldi.

3 Mitingin gerçekleşmesinde ön ayak olan “sol” Alevi kuruluşlar, ABF Genel Başkanı Ali Balkız’ın deyimiyle “bağcı dövmek değil üzüm yemek” istediklerini söyleyip uzlaşmacı ve yapıcı bir dil benimsediler. Buna bağlı olarak, belki de ilk kez Alevi sorunu kavga değil de çözüm aramak için tartışılır oldu.

4 MHP Lideri Bahçeli Salı günü TBMM’de Alevi sorununun çözümü için kapsamlı ve inandırıcı bir çerçeve çizdi ve parti olarak her türlü katkıya hazır olduklarını ilan etti.

Bugün “muhafazakâr Sünni” seçmenin oyu sırasıyla AKP, MHP ve SP’ye gidiyor. Bahçeli’nin son çıkışından sonra iktidar partisi “Alevilere açılırsak tabanımızı MHP’ye kaptırırız” endişesinden büyük ölçüde sıyrılmış oldu SP’yiyse, en azından şu aşamada fazla ödert edinmediklerini söyleyebiliriz. Öte yandan CHP Lideri Baykal çarşaflı kadınları partisine üye kabul ederek, “kendisine mesafeli olduğu düşünülen kesimlere açılım” ın pekala mümkün ve şu ana kadarki tartışmalara bakacak olursak, fazlasıyla isabetli olduğunu göstermiş oldu.

Bundan sonra ne olur?

Hükümet Alevi açılımı için resmen düğmeye bastı ama kimse kolay bir süreç hayal etmesin. AKP yetkilileri üç temel sorunla uğraşacağa benziyorlar:

1 Muhafazakâr Sünni kesimlerden gelebilecek itirazlar

2 Tek bir Alevilik yorumu olmaması. Alevilerin, sorunlarını ve bunlara çözüm önerileri konusunda aralarında anlaşamamaları ve buna bağlı olarak Alevileri kimin temsil ettiği tartışmaları

3 Siyasi partilerden, özellikle CHP’den gelebilecek engellemeler.

Özellikle cemevlerinin ibadethane olarak kabulünü içlerine sindiremeyen çok muhafazakâr Sünni olacaktır. Fakat uzun zamandır süren tartışmalar nedeniyle Alevilere yönelik önyargılar büyük ölçüde azaldı. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Alevilerin taleplerinin bambaşka bir yapı bünyesinde çözülmesini öngören bu sürece yeşil ışık yaktığını biliyoruz. MHP’nin de destek vereceğini düşünürsek bu sorunun üstesinden gelinebilir.

Aleviler içi tartışmaların bugüne kadar çok sert ve verimsiz olmasının nedeni, ufukta hiçbir şekilde “çözüm ışığı” nın gözükmemesiydi. Ama artık durum değişti. Yeni süreci bilerek yokuşa sürmek isteyecekler muhakkak olacaktır, fakat Alevi çoğunluğun bu tür kişi ve kurumları dışlayacağını öngörebiliriz.

MHP dışında DTP, BBP ve ÖDP’nin, büyük ihtimalle DSP’nin de bu sürece aktif olarak katılacağını varsayabiliriz. CHP’ye gelince tabii ki kafalar karışıyor. Alevi seçmenlerin çoğunlukla tercih ettiği parti olan CHP’nin önünde iki seçenek var:

1 Politik mülahazaları öne çıkarıp bu sürecin dışında kalmak, hatta onu engellemeye çalışmak

2 Alevilerin talep ve beklentilerini derleyip bu süreçte bunların sözcülüğünü yapmak.

Alevi sorununu çok iyi bildiğini bildiğimiz Deniz Baykal’ın ikinci şıkkı tercih edeceğini düşünüyorum. Eğer böyle olursa yerel seçimler öncesinde Alevilerin birçok hakka kavuşacağını öngörebiliriz.

Yazının devamı...

Yoksa Kürt açılımını da Bahçeli mi yapacak!

Üniversitelerdeki başörtüsü yasağına başından beri karşı çıkan, bu yasağı şu ya da bu gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışanlarla sürekli tartışan birisiyim. Buna rağmen CHP lideri Deniz Baykal’ın bazı türbanlı ve hatta çarşaflı kadınları partiye üye kaydetmesi beni fazla heyecanlandırmadı. Çünkü bunun bir “açılım”dan ziyade bir “seçim manevrası” olduğunu, CHP ve Baykal’ın buradan hareketle laikliğin daha özgürlükçü bir yorumuna doğru evrileceklerini, en azından üniversitelerdeki türban yasağına karşı çıkma noktasına varacaklarını sanmıyorum.

Yine de bu fazlasıyla sembolik ve yetersiz adımın bazı hayırlara vesile olduğunu da kabul etmek lazım. Her şey bir yana CHP tabanı ve tavanında bir tartışma başladı ve örtülülere “öcü” gibi bakanların sanıldığı kadar kalabalık ve etkili olmadıklarını öğrenmiş olduk. Muhafazakâr çevrelerde de benzer bir tartışma yaşandığını ve buralarda iki karşıt eğilimin boy verdiğini de memnuniyetle gözlemliyoruz: Kimileri, iflah olmaz bir CHP ve Baykal muhalifliğiyle olup bitenleri tamamen bir göz boyamaca olarak mahkum ederken, hatırı sayılır miktarda kişi de Baykal’ın adımını “herşeye rağmen” alkışlıyorlar.

Şaşırtıcı derecede ilginç bir şekilde seyreden bu yoğun tartışma bizlere birçok şeyi birden gösteriyor:

1 Başörtüsü ülkenin en önde gelen sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Ve kangren olmuş bu sorunun çözümü ancak CHP ve ona oy veren kesimlerin mutabık kalacağı bir formülle mümkün olabilir.

2 Dört koldan ve içerden bütün eleştirilere rağmen CHP ve lideri Baykal’ın Türk siyasi hayatındaki özgül ağırlığı asla yok sayılamaz.

3 Bazı kişi ve çevreler, ki bunlara muhafazakâr bilinenler de dahil olabilir, özellikle kapatma davasıyla birlikte dinamizmini yitiren, geçmişteki reformcu çizgisinden hayli uzaklaşan AKP ile aralarında mesafe koymak istiyor ve CHP dahil diğer alternatiflere kulak kabartıyorlar.

Bahçeli’nin Alevi açılımı

Buradan MHP lideri Bahçeli’nin önceki günkü “Alevi açılımı”na atlayabiliriz. Bahçeli’nin bu çıkışı, MHP’nin, iyice durağanlaşan siyasi hayatımızda, yerinde ve etkili çıkışlarla bir dalgalanma yaratabileceğini kanıtladı. Aslında Bahçeli’nin AKP ve CHP’den rol çaldığını söyleyebiliriz. Şöyle ki, AKP hükümeti “Sünnici reflekslerinden” arınıp birkaç jest yapsa, örneğin cemevlerinin elektrik ve su masraflarını üstlense, zorunlu din derslerini kaldırmaya yönelik inandırıcı bazı çıkışlar yapsa Alevilerin gönlünü büyük ölçüde kazanabilirdi. Benzer şekilde CHP de Alevilerin taleplerini güçlü bir şekilde sahiplense, örneğin Baykal Ankara’daki mitinge katılsa eski dostların arası kolaylıkla düzelebilirdi.

Her iki parti de korku ve vehimlerinin esiri olunca MHP fırsatı değerlendirdi ve Alevi sorununun kalıcı çözümü için inandırıcı ve kapsamlı bir çerçeve sunarak inisiyatifi ele aldı. Artık bu aşamadan sonra MHP’yi dışlayarak Alevi sorununu tartışmak mümkün ve ahlaki açıdan da doğru olmayacaktır.

Erdoğan şaşırtabilir

Geriye Türkiye’nin en sahici ve en yakıcı konusu, Kürt sorunu kalıyor. Tablo ortada: Bir ara Irak Kürtlerine sempatik yaklaşan CHP ve Baykal yine bu konuda sessizleşti ve soruna esas olarak “terör” açısından bakıyor. AKP de sorunun güvenlik ve sosyo-ekonomik yönleri dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Öyle ki Erdoğan yakın zamana kadar kendisini destekleyen liberal çevreler tarafından “TSK’nın güdümüne girmek”le, “Bushlaşmak” veya “Çillerleşmek”le suçlanıyor. DTP’nin pozisyonu da ortada.

Dolayısıyla önümüzdeki günlerde birilerinin yeni bir “Kürt açılımı” yapmasını bekliyorum. CHP bunu yapabilir mi? Neden olmasın. Ama açıkçası pek sanmıyorum.

AKP tekrar 2005’deki çizgisine döner mi? Bazıları umudunu tamamen kesmiş durumda ancak ben Başbakan Erdoğan’ın her an şaşırtıcı bir çıkış, hatta çıkışlar yapabileceğine, hadi daha iddialı konuşayım, yapacağına inanıyorum.

Ya MHP? Dünkü yazımı, “Keşke Bahçeli benzer bir açılımı Kürt sorunu konusunda da yapsa” diye bitirmiştim. MHP çevrelerinden edindiğim bilgiye göre Bahçeli sahiden böyle bir hazırlık içindeymiş. Merakla bekliyorum, bekliyoruz.


Yazının devamı...

Bahçeli şaşırtmaya devam ediyor, iyi de yapıyor

Dün Meclis kulisinde “solcu” bir meslektaşım şöyle dedi: “Bunu açık açık söylemeye çekiniyorum ama son dönemde Devlet Bahçeli’nin bazı söylemlerini çok beğeniyorum. Her şeyden önce son derece sağduyulu hareket ediyor.”

Arkadaşımın ruh halini çok iyi anlıyorum, zira MHP ve ülkücü hareket üzerine yazıp çizmeye başladığım ilk günden beri benzer duyguları bir “solcu gazeteci” olarak ben de çok yaşadım. Ancak işimiz gördüğümüzü, duyduğumuzu, düşündüğümüzü mümkün olduğunca çarpıtmadan, önyargı ve önkabullerden uzak aktarmak olduğu için belli bir eşiği aşmak şart.

Aslına bakılacak olursa MHP Lideri Bahçeli, özellikle son iki yıldır genel seçimlerinden sonra benim gibilerin işini epey kolaylaştırıyor. İlk aklıma gelenleri sıralayayım:

1 Onca tazyike rağmen 2007 genel seçimlerine “CHP’nin ikizi” gibi girmedi

2 Oturumlara katılarak Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının önünü açtı ve yeni bir krizin önünü tıkadı

3 Partisinin adının Ergenekon gibi yapılarla birlikte anılmaması için elinden geleni yaptı ve başardı

4 Kürt sorunu konusunda çok sert çıkışlar yapmakla beraber DTP’li milletvekillerinin uzattığı elleri sıkmaktan da geri kalmadı

5 Ülkücü gençlerin sokağa çıkmasını engellemek için çok uğraştı ve büyük ölçüde başarılı oldu

6Buna bağlı olarak Türk-Kürt çatışmasının çıkmaması tehlikesi önüne, en azından şimdilik set çekti

7AKP’nin kapatılma ihtimaline başından beri karşı durdu. Kapatma davasıyla birlikte yaşanan kriz sürecinde hep uzlaşmayı arayan kişi oldu.

Bahçeli’nin başörtüsü konusunda AKP’ye verdiği desteği aynı kategoride değerlendirmekse çok zor. Bu noktada çok büyük bir hesap hatası yaptığını, ama asla “AKP’ye tuzak” “ kurmadığını düşünüyorum.

Tutarlı bir çözüm çerçevesi

Bahçeli dün TBMM’deki konuşmasında, beklenmedik bir şekilde Alevi sorununu ele alarak bizleri bir kez daha şaşırttı. Açık söylemek gerekirse ne AKP, ne de CHP bugüne kadar bu sorunun çözümü için bu derece kapsamlı, tutarlı ve samimi bir çerçeve çizebildiler. AKP yapmadı, yapamadı çünkü ne yaparsa yapsın Alevilerin zaten kendilerine pek oy vereceğini düşünmüyorlar hatta Alevilere açılmak isterken muhafazakâr Sünni oyları kaybetmekten korkuyorlar. CHP yapmadı, yapmıyor çünkü Alevi oylarını zaten cepte görüyor Alevi sorununa odaklanmaları halinde göz diktiklerini sandıkları merkez sağı ürkütebileceklerini düşünüyorlar.

Aslında Alevilik konusunda en zor durumdaki partinin 1970’li yıllardaki Alevilere yönelik katliamlardaki payları nedeniyle MHP olması gerekirdi. Ne var ki Kürt sorununun ağırlığını iyice hissettirmesiyle MHP ile Aleviler arasındaki makas ne zamandır kapanmaya başlamıştı. Dün Bahçeli’yi dinlerken geçmişin, en azından onun için, tam anlamıyla geride kalmış olduğunu düşündüm.

Evet Bahçeli dün Alevilerin somut taleplerini dillendirip bunlara somut çözüm önerileri getirmedi ancak ” karşılıklı anlama ve anlaşılma süreci “ başlatılması çağrısıyla bu sorunun bütün yönleriyle kalıcı bir şekilde çözümü için samimiyetle katkı sunmaya hazır oldukları sözünü verdi.

Bu sözü çok önemsiyorum çünkü AKP’liler Alevilere açılmaya çalışırken muhafazakâr Sünni tabanı MHP’ye kaptırma endişesinden belki bu sayede sıyrılabilir ve sorunun çözümü için adım atabilirler. Bir başka açıdan söyleyecek olursak: MHP, hiçbir rezerv koymadan Alevi sorununun çözümüne angaje olarak AKP hükümetinin bahanelerin hemen tümünü elinden almışa benziyor. Bu duruma en çok sevinenlerin başında, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmaylarını çözüm için ikna etmeye çabalayan AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu geliyor olsa gerek.

Bitirirken iki not:

1) CHP Lideri Baykal’ın ” çarşaflı üye “ açılımına MHP’nin Alevi açılımı kadar önem vermiyorum. Birçok itirazım var ama iki ” açılım “ arasındaki en büyük fark bana göre şöyle özetlenebilir: Bahçeli Türkiye’nin kangren olmuş bir sorununun tüm toplum tarafından çözümü üzerine kafa yorarken Baykal’ınki fazlasıyla yerel seçimlere endeksli gözüküyor.

2) Keşke Bahçeli benzer bir açılımı Kürt sorunu konusunda da yapsa.

Yazının devamı...

Çok yakında, önemli ve şaşırtıcı şeyler yaşayabiliriz

Önceki gün TBMM’de AKP’nin önde gelen isimlerinden biriyle sohbet ediyorduk. Bana “Ben Kürt değilim ama Kürtlere çok empatik bakan biriyim. Yani hep kendimi onların yerine koymaya çalışırım. Partimizde de 75 Kürt kökenli milletvekili bulunduğunu biliyoruz. Ama sorarım size, Allah aşkına, bugüne kadar bu arkadaşlar Kürt kimliğine sahip çıkarak ne yaptılar? Ne önerdiler? Daha doğrusu hiç konuştular mı?”

Onu dinlerken aklıma tam bir yıl önce, Washington’da Ulusal Basın Kulübü’ndeki basın toplantısı geldi. Başbakan Erdoğan, bildiğim kadarıyla ilk kez orada “Partimizde 75 Kürt kökenli milletvekili var” diyerek, sorunun çözümünün esas adresinin DTP değil, AKP olduğunu ileri sürmüştü. Açık söylemek gerekirse AKP liderinin bu sözleri salonda bulunan ve Türkiye’nin Kürt sorunu hakkında az buçuk fikir sahibi olan Amerikalılar üzerinde belli bir etki de bırakmıştı.

Fakat sonrası gelmedi. 22 Temmuz seçimlerinde gerek Güneydoğu’daki, gerekse metropollerdeki Kürt kökenli seçmenlerin oylarının önemli bir bölümünü almış olan AKP, bu tabanın ve “75 milletvekili” nin sunduğu imkan ve fırsatları kullanmadı. Belki de kapatma davası vb. gerilimler nedeniyle kullanamadı. Bunun yerine önce hava, ardından kara harekâtı gündeme sokuldu. Buna paralel olarak bölgeye sağlık, eğitim, ulaşım gibi alanlarda hizmetler götürülmeye çalışıldı.

AKP hükümetinin güvenlik önlemleri ve sosyo-ekonomik girişimleri ön plana çıkaran stratejisi Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla iyice güçlendi. Fakat PKK çevreleri, oluşmakta olan ve kendilerini derinden rahatsız eden hükümet-TSK mutabakatını engelleyebilmek için hem terör eylemlerini (Aktütün, Diyarbakır...) tırmandırıp, hem de kent merkezlerinde kitlesel ve şiddetli gösterileri teşvik ettiler. Bu noktada, Başbakan’ın iyice artan gerilimin üstüne üstüne gitmesini, Fehmi Koru’nun yaptığı gibi “PKK’nın istediği oldu” şeklinde yorumlamak isabetli olur mu? İşte bu tartışma, içinde bulunduğumuz dönemi kavrama ve sorunları aşmada bizlere epey yardımcı olabilir.

Beş tür AKP’li

Dengir Fırat’ın olaylara Koru’nunkine benzer bir perspektiften baktığı için AKP’nin ikinci adamlığını bıraktığını söyleyebiliriz. Önceki gün Fırat dahil, AKP’li milletvekilleriyle yaptığım görüşmelerden, sağlık sorunlarının “göstermelik gerekçe”, yolsuzluk tartışmalarının “etkileyici güç”, Erdoğan’ın son Kürt (daha doğrusu terör) stratejisininse “esas neden” olduğu sonucuna vardım.

Bununla birlikte yazının girişinde sözünü ettiğim AKP’linin, iktidar partisi içindeki “75 Kürt kökenli milletvekili” nin sözcüsü/temsilcisi gibi algılanan Dengir Fırat’tan da şikayetçi olduğunu belirtmem gerekiyor. Ona göre Fırat, etnik kimliğini hep hatırlatmış ama bu Kürt sorununun çözümü noktasında “mış gibi yapma” nın ötesine pek gitmemişti. Onun bu sözleri, Kürt sorununun iktidar partisi içinde başta gelen tartışma konularından ve kırılma noktalarından biri olduğunu gösteriyor. Her ne kadar hizip ya da fraksiyonlardan söz edemesek de, AKP’li milletvekillerinin Kürt sorununa bakışlarını beş ayrı sıfatla kategorize edebiliriz: “angaje”, “duyarlı”, “ilgisiz”, “mesafeli” ve “rahatsız”.

Tabii bir de “realistler” var. Bugün terörle mücadele konusunda en yetkili isimlerden biri olarak sivrilen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek kendisini “gerçekçi” olarak tanımlıyor ve olaylar ve sorunların, benim gibi “dışardan bakan romantiklerin” görüp algıladığından daha karmaşık ve çetin olduğunu söylüyor.

İlginçtir, Dengir Fırat da kısa sohbetimizde “hiçbir şey pür değil, çok şey içiçe geçmiş durumda” demişti. AKP’den bir başka Kürt kökenli milletvekilinin de “Başbakan aslında bir şeyleri örtmek için bazı şeyleri çok fazla ön plana çıkartıyor olabilir” demiş olduğunu da kayda geçelim.

Yazıyı, ünlü Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın “Amerika” adlı kitabının girişine koyduğu, arabaların dikiz aynalarındaki o bildik uyarıyla bitirmek istiyorum: “Dikkat: bu aynada görünen şeyler göründüklerinden daha yakın olabilir.”

Ne olacağını tam olarak bilmiyorum ama Kürt sorununda, yakında çok önemli ve şaşırtıcı gelişmeler yaşayacağımızı tahmin ediyorum.

Yazının devamı...

AKP’li Kürt milletvekilleri şaşkın, kaygılı ama hâlâ ümitli

Dün TBMM’de AKP kulislerinde en çok Başbakan Erdoğan’ın “yeni” Güneydoğu politikası ve Dengir Fırat’ın partinin ikinci adamlığından ayrılıp yerine Abdülkadir Aksu’nun gelmesi konuşuluyordu en azından AKP’liler benimle bu konuyu konuşmayı tercih ettiler. Bunlardan biri de Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ti. Fırat-Aksu olayının ardından yaptığım yorumlarda Aksu ile Çiçek’in yıllara dayanan uzun süreli yol arkadaşlığını hatırlatmış ve “Zaman içinde Çiçek, terörle mücadelenin birinci derecede sorumluluğunu üstlendi. Yakın dostu Aksu AKP’nin ikinci adamı oldu. Yani AKP’nin reform çizgisinden sapıp yeniden statükocu bir rotaya saptığını iddia edenlerin elleri dünkü gelişmelerin ardından iyice güçlendi” diye yazmıştım.

Çiçek’in talebi

Gerek Aksu, gerekse Çiçek’i çok uzun süredir tanırım ve her ikisiyle de dostane bir ilişkiye sahip olduğumu düşünürüm. Dün Çiçek, “statükocu” saptamamın, “statik” bir bakış açısının ürünü olduğunu söyleyip “hangi gelişmeyi engelledik ki!” diye sordu. Ben de ikisinin çok üst düzey görev yaptığı dönemlerde Kürt sorununun çözümü konusunda çok fazla gelişme yaşanmadığını belirttim. Çiçek de bana AB reformlarının çoğunun kendisinin Adalet, Aksu’nun da İçişleri Bakanı olduğu dönemde gerçekleştiğini hatırlatıp bürokraside zihniyetleri değiştirmenin çok zor olduğunu, bu nedenle arzulanan sonuçların tam olarak algılanamadığını savundu. Hemen ardından da “Herkes Kürt sorunundan başka bir şey anlıyor. Siz ne anlıyorsunuz? Yarın yazın da okuyalım” diye devam etti.

Yıllardır Kürt sorunu üzerine yazıp çizmiş birisi olarak bir kere daha kendi görüşümü özetlemek istiyorum. Bunu sadece bir “kalkınma sorunu”na indirmek yanlıştır. Esas olarak bir kimlik ve bunu ifade edip geliştirmede bazı sorunlar yaşanmaktadır. Diğer bir deyişle, bu ülkede Kürt olduklarını düşünen insanlar varsa ve bunların birçok itiraz, şikâyet, talep ve beklentileri varsa o ülkede bir Kürt sorunu da vardır.

Erdoğan ne yapabilir?

Ülkeyi yönetenlerin öncelikli görevi işte bütün bu şikâyet ve talepleri çok iyi saptamak ve bunlara cevap vermek için çabalamak olmalıdır. Çözümün esasında “Kürde Türkü, Türke de Kürdü savuma”nın yattığını düşünüyorum. Ülkenin tüm bölgelerinden oy alabilen tek parti olan AKP’de bu çözüm potansiyeli var. Nitekim 22 Temmuz seçimleri sonrası Erdoğan “Bizim 75 Kürt kökenli milletvekilimiz var” diyerek çözümün esas adresinin kendileri olduğunu da açıkça deklare etmişti. Ne var ki ne bu 75 milletvekili Kürt kimliklerini öne çıkarıp ciddi çözüm önerileri geliştirdiler, ne de Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmayları ülkeyi “topyekûn bir çözüm” iklimine taşıdılar.

Başbakan’ın Kürt politikasındaki çarpıcı dönüşümün partisinin Kürt kökenli milletvekillerinde derin şaşkınlık ve kaygı yarattığını dün bizzat gözledim. Ama hiçbirinin ümitsiz olmadığını da vurgulamalıyım. İçlerinden biri durumu şöyle özetledi: “İki seçenek var. Ya Başbakan çok kuvvetli bir açılım hazırlıyor ve buna zemin hazırlamak için hedef şaşırtıyor ya da gerçekten bu son çizgiyle çözümün geleceğine inanıyor.” Aynı kişi “Ben Pollyannacılık yapmayı tercih ediyor ve Başbakan’ın sürpriz bir çıkış yapacağına inanıyorum. Aksi takdirde felaket olur, bunları hiçbir şekilde telafi edemeyiz.”

Bir başka Kürt kökenli milletvekili de “Başbakan’ın pozitif ve negatif yönlerine birlikte bakmalıyız. Tamam, çok sert şeyler söylüyor ama bu arada ‘anayasal vatandaşlık’, ‘üst kimlik’ gibi kavramlarda da ısrar ediyor bunları bilinçlere kazıyor. İşte çözüm uzun vadede bu temellerden ortaya çıkacak. Bu yüzden konjonktüre kapılıp kalmamak lazım.”

Benim bildiğim Erdoğan da, kolay kolay, bazılarınbın iddia ettiği gibi, Kürt sorununda “eski devlet çizgisi” ne tam anlamıyla dönmez ve TSK’nın kuyruğuna takılmaz. Peki ne yapacak? Ne yapabilir? Bilmiyorum, ama bir an önce DTP’den “malum parti” diye bahsetmekten, DTP’lileri “pislik” olarak tanımladığını düşündürecek laflar etmekten vazgeçse çok iyi olacak. Bir de “ya sev ya terk et” konusu var. Erdoğan dün yine “ben böyle demedim. Bu MHP anlayışı ve ben bu anlayışa karşıyım” dedi ama ardından “beğenmeyen isterse çekip gidebilir” anlamına gelecek sözler söyledi. Bunun da demokratik bir ülkenin başbakanına yaraşır bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.

Yazının devamı...

Erdoğan’ın Kürt politikasını sevmedi görevlerini terk etti

Hiç kuşkusuz başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’liler dün AKP’de yaşanan iki görev değişimine kendilerinin yol açtığını söyleyeceklerdir. Şaban Dişli konusunda haklı oldukları kesinlikle doğru, ancak Dengir Fırat noktasında başrol oyuncusu olduklarını sanmıyorum. Fırat’ın istifasının bir kriz sonucu gerçekleştiğini bu krizin de bir süreç boyunca gelişip derinleştiğini düşünüyorum. Bu krizde yolsuzluk iddiaları ve buna bağlı olarak yaşananların etkili olmakla birlikte belirleyici olmadığına, esas nedeninin AKP hükümetinin, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ın son dönemdeki Güneydoğu politikası olduğuna inanıyorum.

Eğer Fırat, resmi açıklamalarda olduğu gibi “sağlık sorunları” nedeniyle görevilerinden ayrılmış olsaydı, normal olarak dünkü toplantıya katılıp durumunu açıklar, arkadaşlarından helallik isterdi. Nitekim Abdüllatif Şener bile, onca kavganın ardından AKP’den çok medeni bir şekilde ayrılmıştı. Dün Şener’in AKP Genel Merkezi önünde verdiği fotoğrafa benzer bir görüntüyle karşılaşmadık. Kimse Fırat’ın “sağlık nedenleri” yüzünden toplantıya katılmadığını da ileri süremez zira kendisi kısa bir süre sonra televizyon kanallarının çoğuna telefonla bağlandı ve sesi bildiğimiz gibi çıkıyordu.

DTP ile köprüydü

“Peki ne olmuş olabilir?” sorusuna cevap vermeden önce dün öğle saatlerinde Başbakan’a yakın olduğunu söyleyebileceğimiz bir isimle sohbetimizi aktarmak istiyorum. Kürt sorunu konusunda uzman olan bu kişiyle AKP Lideri’nin son dönemdeki bariz tutum değişikliğini tartıştık. Kendisine Fehmi Koru’nun Başbakan hakkındaki, “Obama gibi başlamıştı, Bush’a benzemeye başladı”, Hasan Cemal’in de “Özal gibi başlamıştı, Demirel’e dönüştü, şimdi de Çillerleşiyor” sözlerini hatırlattığımda bana “Yakında öyle şeyler olacak ki Başbakan’ı eleştirenler çok şaşıracak” cevabını verdi. Açıkçası ben de Erdoğan’ın, tam da yerel seçimler öncesi, tam da Diyarbakır, Batman gibi belediyeleri gözüne kestirmişken Kürt sorununda kendisini, devletin çoktan aşındığını düşündüğümüz kırmızı çizgileri arasına hapsetmesine anlam veremiyor ve kısa süre içinde bundan döneceğini tahmin ediyordum.

Gerçekten çok geçmedi, birkaç saat sonra AKP’den sürpriz haber geldi: Fırat partinin ikinci adamlığından, hatta tüm görevlerinden istifa etmişti. Ama bu kesinlikle beklediğimiz yönde bir sürpriz değildi. Zira kendisi de Kürt olan Fırat, parti içinde “eski çizgi”nin, yani sorunun adını “Kürt sorunu” olarak koyma ve “askeri çözüm” dayatmalarına itiraz etme tavrının en ısrarlı ve en kilit savunucusuydu. Bütün bu özellikleri nedeniyle de devletin bazı kurumları ve toplumun bazı kesimleri tarafından, AKP içinde bir nevi “çıbanbaşı” gibi görülüyor ve hakkında her türden spekülasyon yapılıyordu. Buna paralel olarak Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünden yana olan kişi ve grupların gözündeyse “muteber” bir isimdi. AKP’nin DTP ile yegane olmasa da en önde gelen köprüsü olan, örneğin Erdoğan’ın adlarını anmayıp ellerini bile sıkmadığı bir dönemde DTP milletvekilleriyle baş başa yemek yiyebilen biriydi.

Aksu-Çiçek ikilisi

Fırat’ın gitmesi kadar yerine Abdülkadir Aksu’nun gelmesi de ayrı öneme sahip bir gelişmedir. Normal olarak partinin ikinci adamlığına Bülent Arınç’ın gelmesi gerekirdi, fakat kendisi MKYK üyesi olmadığı için, partinin gelecek kongresine kadar bu mümkün değil. Kaldı ki, mümkün olsaydı bile Erdoğan’ın tercihini ondan yana yapacağı da kesin olmazdı. Zira Aksu’nun Fırat’ın yerini alması, Başbakan’ın son dönemdeki Güneydoğu politikasından şaşmayacağının, aksine bunda daha kararlı olacağının işareti olarak yorumlanabilir.

Zira Fırat gibi Kürt kökenli olan Aksu, uzun yıllara yayılan bürokrasi, bakanlık ve siyaset hayatında hep “devlet” ile birlikte anılmıştır. Haksızlık etmeyelim, Aksu’ya bir “şahin” demek mümkün değilidir, ama bir “güvercin” olduğu da söylenemez. Aksu’nun İçişleri Bakanlığı’ndan alınması çok kayda değer bir gelişmeydi, onun dün, tam da yerel seçimlerin arifesinde ve Kürt sorunu bu kadar kızışmışken AKP’nin ikinci adamı olması daha da önemlidir.

Aksu hakkında düşülmesi gereken bir başka önemli not, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile olan yakınlığıdır. Yakın zamana kadar biri İçişleri, diğeri Adalet bakanlıklarını üstlenmiş ve birlikte ülkenin kaderinde epey etkili olmuşlardı. Çiçek’in Başbakan Yardımcılığı’na kaydırılmasını kimileri “tenzil-i rütbe” olarak görüp yanıldılar. Zaman içinde Çiçek, terörle mücadelenin birinci derecede sorumluluğunu üstlendi. Dünden itibarense yakın dostu Aksu AKP’nin ikinci adamı oldu. Yani AKP’nin reform çizgisinden sapıp yeniden statükocu bir rotaya saptığını iddia edenlerin elleri dünkü gelişmelerin ardından iyice güçlendi.

Fırat, Erdoğan’ın “ya sev ya terket” diye özetlenebilecek olan yeni politikasını sevmemişe ve bu yüzden tüm görevlerinden istifa etmişe benziyor.

Yazının devamı...

Kürt sorununa Gül el atsa hiç fena olmayacak

DTP’ye yakın çevreleri saymazsak, AKP Lideri Erdoğan’ın Güneydoğu politikasına farklı yaklaşım söz konusu. Kimileri onun DTP’nin elindeki belediyeleri alma ısrarını sonuna kadar destekliyor bu ısrarın sonucunda seçim zaferinin yüksek ihtimal olduğunu düşünüyor bu uğurda, bütün risklere rağmen Tunceli, Diyarbakır, Van ve Hakkari’ye gitmiş olmasını alkışlıyor.

İkinci grupta, AKP’nin Diyarbakır, Batman gibi belediyeleri alması gerektiğini ve alabileceğini düşünmekle birlikte Erdoğan’ın son günlerdeki yöntem ve üslubundan rahatsız olanlar yer alıyor. Çoğu Erdoğan’ın üslubunu sertleştirerek DTP’nin oyununa geldiğine, ortamın radikalleşmesinin asla AKP’nin işine yaramayacağına inanıyor. Ayrıca AKP’nin tek başına DTP’yi alt etmesinin mümkün olmadığını, bunun için “ılımlı Kürtleri” de yanına çekmesi gerektiğini düşünen ve buna bağlı olarak Erdoğan’ı daha sakin davranmaya çağıranlar da dikkati çekiyor.

Son olarak, ülke genelinde AKP’yi tercih etmekle birlikte, Erdoğan’ın Diyarbakır ve Batman gibi illerde ısrarcı olmasını yanlış ve tehlikeli bulanlar karşımıza çıkıyor. Bunların bir bölümü, iktidar partisinin ne yaparsa yapsın bu illeri kazanmasının mümkün olmadığına inanırken bazıları da kazanma ihtimali olsa bile kazanmamasının ülke için daha hayırlı olacağını ileri sürüyorlar.

Koru’nun eleştirisi

Göründüğünden daha ciddi ve hayati olduğuna inandığım için, bu tartışmayı yerel seçimler parantezinden çıkartıp Kürt sorunu ekseninde sürdürmek istiyorum. Düne kadar AKP ve Erdoğan’ı en sert biçimde eleştiren, hatta onları PKK ve Irak Kürtleriyle işbirliği yapmakla suçlayan kişi ve çevrelerin nerdeyse sözbirliği etmişcesine Başbakan’ın son çıkışlarını (“ya sev ya terk et” ve “vatandaşın sabrının da sonu vardır” dahil) hararetle desteklemeleri buna karşılık kurulduğu andan itibaren AKP’ye el ve omuz vermiş en kritik anlarda onu yalnız bırakmamış kişi ve çevrelerin de derin bir hayal kırıklığıyla aralarına mesafe koymaya çalışmaları raslantı olmasa gerek. Burada değişen tabii ki AKP ve Erdoğan’ın kendisidir. Söz konusu değişimi, dün NTV’de Yazı İşleri programında Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru, “Türkiye’de 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı, 2008 yılına geldiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor” diyerek çok güzel özetledi.

Peki neden bu değişim yaşandı? Birçok yazımda, Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte Kürt sorununda yeni bir döneme girdiğimizi ve bunun en belirgin yönünün hükümet ile TSK arasında tam bir mutabakatın oluşması olduğunu ileri sürmüştüm. Erdoğan’ın son günlerdeki çıkışları üzerine çok kişi benzer şeyler söylemeye başladı. Ancak içlerinden bazılarının “AKP Genelkurmay’ın çizgisine geldi” şeklinde özetlenebilecek mutlak anlamda kötümser yorumlarını paylaşmıyorum. Bana göre hükümet ile TSK, geleneksel pozisyonlarını tam olarak terk etmeden bir mutabakat içinde hareket ediyorlar. Böylece belli bir dengenin tutturulabileceği, dolayısıyla bunun hiç de fena bir durum olmadığı söylenebilir.

Üç temel yanlış

Peki o zaman sorun nereden kaynaklanıyor? Hükümetin (ve Başbakan’ın) üç temel yanlış yaptığını düşünüyorum.

1) Yerel seçimleri kazanarak sorunu büyük ölçüde çözeceklerini sanıyorlar.

2) Sorunun tüm boyutlarıyla irdelenmesi ve toplumun tüm kesimleri tarafından tartışılması konusunda niyetli, kararlı ve gayretli gözükmüyorlar.

3) DTP’yi ve DTP’ye destek verenleri dışlıyorlar.

Bu açmazdan sıyrılabilmek için Erdoğan’ın en kısa zamanda “herkesin başbakanı” olduğunu hatırlayıp “malum parti” vs demekten vazgeçip DTP’lilere de sahip çıkması gerekir. Eğer o yapmayacaksa Abdullah Gül, “herkesin Cumhurbaşkanı” olma iddiasında ısrar etmelidir. Bakalım Gül, Kurban Bayramı’nın ilk günü Diyarbakır’a gidecek mi? Giderse nasıl karşılanacak?







Bari Obama’yı rahat bırakın

George W. Bush’dan sonra John McCain bile gelse hiç tartışmasız “daha iyi” olurdu. Barack Obama’nın ABD Başkanı seçilmiş olmasıysa tek kelimeyle “müthiş” oldu. Obama’nın zaferi Bush’un dış politikasının iflasının alenen ilanıdır. Bu nedenle, düne kadar Irak’ın işgalini savunan, Türkiye’nin de Bush’a yardakçılık yapması için ellerinden geleni yapanların bugün herkesten çok Obamacı takılmalarını anlamak mümkün değil. Yine de onlara kızıp Obama’ya umutla bakmaktan vazgeçecek değiliz.

Yazının devamı...

Öcalan yakalandı PKK’nın önü açıldı

Son günlerde PKK tarihi üzerine iki kitap okuyorum. Bunlardan ilki Dr. Nihat Ali Özcan’ın nerdeyse on yıl önce kaleme aldığı “PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi”, diğeri Amerikalı gazeteci Aliza Marcus’un iki yıl önce ABD’de çıkan ve yakında İletişim Yayınları’ndan Türkçesi yayınlanacak olan “Blood and Belief” (Kan ve İnanç). Dr. Özcan PKK’nın kendi belgelerini didik didik etmiş. Marcus ise, örgütten değişik nedenlerle ayrılmış ve çoğu Avrupa’da yaşayan eski militanlarla görüşmüş.

Her iki kitap da bize Abdullah Öcalan’ın PKK’nın “başı ve sonu” olduğunu çok güzel resmediyor. Olumlu giden herşeyi sadece kendisine, olumsuzlukları da sadece başkalarına bağlayan çevresindeki kimseye asla mutlak bir şekilde güvenemeyen sürekli fikir değiştiren ama hep aynı sistematik içinde yol alıyormuş gibi davranan başkalarına danışıyormuş gibi yapıp kararları tek başına veren ve örgütteki diğer etkili isimlerin de bilmediği bir sürü ilişki içinde olan bir Öcalan’la karşı karşıyayız.

Öcalan faktörü

Günümüzün en can alıcı soru kuşkusuz şu: Yakalanıp Türkiye’ye getirildikten sonra Öcalan’ın PKK içindeki yeri değişti mi? Bu soruya birkaç kez cevap vermeye ve Öcalan’ın bir süredir “PKK’nın fahri başkanı” konumunda olduğunu anlatmaya çalıştım. Bunu daha fazla deşmeden daha provokatif bir başka soruya geçmek istiyorum: Öcalan yakalanmasaydı PKK ne olurdu?

Vereceğim cevabın fazla spekülatif olacağını biliyorum, ama olsun: Bence Öcalan dışarıda olsaydı bugün tabii ki bambaşka ve muhtemelen daha az etkili bir PKK söz konusu olurdu. “Öcalan’ı yakalayanlar PKK’nın ömrünü uzattılar” gibi iddialı bir söz sarf etmek istemiyorum, ancak Öcalan’ın bu şekilde, büyük ölçüde devre dışı bırakılmış olmasının PKK’nın önünün açılmasına neden olduğuna inanıyorum. Bu iddiamı birkaç yönden gerekçelendirmek istiyorum:

1) Öcalan’ın otoriter yönetim anlayışı örgütü ciddi tıkanmalara, dolayısıyla krizlere sevkediyordu. Onun yakalanmasıyla birlikte PKK içinde bir tür kolektif yönetim ortaya çıktı

2) PKK’nın İmralı’dan yönetiliyor olduğu imajı, örgütün gerçek yöneticilerine geniş avantajlar sundu. Örgüt içi tartışma ve krizler avukatlar aracılığıyla Öcalan’a havale edilerek veya ediliyormuş gibi yapılarak ya gözardı edildi ya da itiraza yer vermeyecek şekilde sonlandırıldı

3) 2000’li yılların eşiğinde PKK sahici bir ideolojik-siyasi krize doğru yol almaktaydı. Öcalan’ın yakalanması örgüte arayıp da bulamadığı bir fırsat sundu. PKK, ilk başlardaki bocalamanın ardından “Öcalan’ı kurtarma örgütü” ne dönüşerek ya da dönüşmüş gibi yaparak (bu arada sözde kendini feshedip KADEK, Kongra-Gel gibi adlar alarak) varlığını sürdürmeyi bildi.

Erdoğan’a düşen

İki gündür yazdıklarımı tekrarlamak istiyorum: Artık Öcalan sonrası yeni bir PKK ile karşı karşıyayız. Bu PKK kendi içinde bir tür “ortak akıl” işletiyor. Gücünü esas olarak kentlerden alıyor ve ilk işaretlerini aldığımız gibi, gücünü de esas olarak yine kentlerde gösterecek. Ne var ki Türkiye’yi dün ve bugün yönetenler ve yarın yönetmeye talip olanlar PKK’daki dönüşümün pek farkında değiller hâlâ eski-ve tabii ki çözüm üretmek yerine sorunu daha da derinleştirmiş- mücadele yöntemlerinde ayak diriyorlar.

Başbakan’ın “pompalı tüfek” çıkışı ne kadar kırılgan bir noktada olduğumuzu çok iyi gösteriyor. Erdoğan’ın bir an önce PKK’yı hâlâ Kuzey Irak’tan sızıp karakol basan veya yollara mayın döşeyen bir örgütten ibaret görmekten vazgeçmesi özellikle büyük şehirlerin nasıl birer patlamaya hazır dinamit fıçısı olduğunu fark etmesi buna bağlı olarak PKK’nın kentlerdeki yıkıcı potansiyelini kavraması gerekiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.