Şampiy10
Magazin
Gündem

Fatura çok ama çok ağır olacak

İslami hareketlerin 1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada yükselişe geçmesinin ardındaki temel motivasyon nedir? Kimileri bunu tamamen maddi (ekonomik, sosyal vb.) nedenlere bağlarken, bazıları da manevi (bireyin yalnızlaşması, kutsallık arayışı) gerekçeleri öne çıkartır. Bense, maddi ve manevi nedenler arasında bir tür yumurta-tavuk ilişkisi olduğunu düşünenlerdenim.

Bu noktada dört kavram karşımıza çıkıyor: Yoksulluk, yolsuzluk, adalet ve dayanışma. İslam dünyasının hemen her köşesinde İslami hareketler esas olarak yoksul ve yoksun kitleleri muhatap aldılar. Onlara, içlerinde bulundukları kötü durumun tek sorumlusu olarak, başlarındaki yöneticileri gösterdiler. Onların halkı değil sadece kendi çıkarlarını düşündüklerini, İslamcılarınsa sadece ve sadece Allah rızası için çalıştıklarını anlattılar.

İslamcılar yolsuzluğu temel propaganda konusu yapmakla kalmayıp, dindar zenginlerden topladıkları yardımları yoksullara dağıtarak alternatif dayanışma ağları kurdular. Bu ağlara takılan insanların şu ya da bu şekilde siyasallaştığı veya siyasallaşmak durumunda kaldığı da ortadadır.

İslamcılara karşı olan kesimlerse, ne kendi içlerindeki yolsuzluk çarklarına karşı etkili bir mücadele yürüttüler, ne de İslamcılarınkine alternatif dayanışma ağları kurdular. Bunun yerine sürekli şikayet ettiler İslamcıların bu tür yardım faaliyetlerinin ardında karanlık ilişkiler aradılar ve hatta esas yolsuzluğun buralarda döndüğünü bile ileri sürdüler. Ve tabii ki başarısız oldular.

Kol kırılır yen içinde

Günümüz İslam dünyasına baktığımızda bu tablonun 1980’lerden beri pek değişmediğini görüyoruz. Bunun esas nedeni mevcut rejimlerin, İslami hareketleri ısrarla sisteme entegre etmeye yanaşmamalarıdır. Merkezden uzak tutulan İslamcılar da bir gün iktidara gelebilmek için büyük bir özveriyle uğraşmaya devam ediyorlar. Türkiye ise bu noktada ciddi bir istisnadır. 1994’de RP’nin yerel seçim zaferi, ardından Refahyol hükümeti Türkiye İslamcılarını, bütün sıkıntılarına rağmen merkeze taşıdı. AKP ile taşınmada epey bir yol alındı.

İslamcılar merkeze gelmeden önce artık İslamcı olmadıklarını ilan etmişlerdi ki çok kişi onlara inanmadı, takiyye yaptıklarını düşündü. Belki haklıydılar. Ancak çok kısa bir süre zarfında, belki de başta yalan olan bu beyanlar gerçeğe dönüştü. Birçok İslamcı kadro, o noktaya nasıl gelmiş olduklarını unutup hızla iktidarın nimetlerinden yararlanmaya koyuldular. Ve boğazlarına kadar yolsuzluğa battılar.

Kısa zamanda susturulan ve cezalandırılan birkaç cılız sesin dışında “kol kırılır yen içinde” anlayışı hakim oldu. Görmeme, görmezden gelme veya göz yummada birkaç saik etkili oldu:

1) Yapılanların yolsuzluk olduğunu kabul etmekle birlikte, bunların kişisel hesaplarla değil “büyük bir dava” için yapıldığı inancı

2) Zaten alanın da verenin de razı olduğu düşüncesi

3) En tepedekilerin habersiz olduğu ve gerektiğinde bu tür yolsuzlukları acımasızca cezalandıracaklarına yönelik inanç

4) Düşmanların eline koz vermeme

5) Nimetlerden nasiplenme sırasının bir gün kendilerine de geleceği beklentisi...

İç sorgulama başladı

Binlerce dindarın, paralarını çokortaklı şirketlere kaptırmalarına rağmen çok da fazla şikayetçi olmaması kimilerine garip gelebilir. Bu kişiler, gerçekten o şirketlerin “Allah rızası” için kurulduğunu düşünüyorlardı batınca da sorumlularını Allah’a havale etmekle yetindiler. Paralarını kaptırmayanlarsa “ticarette kazanmak da var kaybetmek de” diye olayın üzerine fazla gitmediler. Fakat Almanya’daki Deniz Feneri davasıyla işler tersine döndü. İlk kez İslami kesimde “neler oluyor?” sorusu bu kadar yoğun ve etkili bir şekilde soruluyor. Çünkü ticari bir faaliyet değil, dindarlar için hayati bir öneme sahip olan yardımseverlik söz konusu. Yoksullar ve yoksunlar için toplanmış paraların üzerine yatıldığı iddiaları bugüne kadar görülmemiş bir iç sorgulamayı ve belki de hesaplaşmayı tetikleyeceğe benziyor. Kısacası bu skandal Kanal 7’yi, Zekeriya Kahraman’ı, Zahid Akman’ı, Tayyip Erdoğan’ı, AKP’yi çoktan aşmış ve tüm İslami hareketi kuşatmış durumda. Adı geçen kişi ve kurumların hiçbirinin bu olayla ilgisi çıkmayabilir, olsa da kanıtlanmayabilir. Fakat sadece Almanya’da yargılanan kişiler ceza alsa bile, ki alacağa benziyorlar, bir şeylerin büyüsünün bozulduğu kesin.

Deniz Feneri davasının İslami kesime faturasının çok ama çok ağır olacağını rahatlıkla söylebiliriz.

Yazının devamı...

Erdoğan’ın kısa tarihi: Medya ona, o medyaya vurdukça büyüdü

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerinde medyanın ve medyayla ilişkilerin, daha çok da çatışma ve kavgaların özel bir yeri vardır. Onun bugünlere pekala “medyaya rağmen” gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ama daha derinlemesine bir analizden hareketle “medyaya rağmen” yerine “medya sayesinde” demenin daha isabetli olacağı sonucuna da varabiliriz. Kısacası Erdoğan’ın siyaseti yaşamını “medya ona, o medyaya vurdukça büyüdü” cümlesiyle özetlemek mümkün olabilir.

Erdoğan’ın medyayla kavgasının tarihini bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirdiğimizde hep aynı senaryoyla karşılaşıyoruz: Onun bir şekilde açığını bulduğunu düşünen medya büyük bir şiddetle kendisine yüklenir Erdoğan başta bocalar, ürker ve öfkeli tepkiler verir ardından bundan kendisinin kârlı çıktığını fark ettiğinde kavgayı bilerek tırmandırır ve uzatır. Özellikle seçim arifelerinde bu filmin vizyona girdiğini biliyoruz.

Seçim yatırımı

Yine bir seçim arifesindeyiz. Şaban Dişli olayından bir şekilde sonuç alındığını düşünen muhalefet ve medyanın bir bölümü, Almanya’daki Deniz Feneri davasıyla Erdoğan ve AKP’nin kötü yakalandığını düşünüyor ve bastırıyor. Erdoğan yine bu haberlerden çok rahatsız oluyor, bocalıyor ve sert tepkiler veriyor. Ve her zaman olduğu gibi rakiplerini kendi silahlarıyla vurmak için bu tartışmayı uzattıkça uzatıyor.

Geçen hafta sonu medyanın yayınlarından rahatsız ve tedirgin olup öfkeyle tepki veren bir Erdoğan vardı. Dünse kendinden emin ve kaba deyimle bu kavganın rantını yiyen, hatta bunun keyfini çıkaran bir Erdoğan gördük. Anlaşılan, yıllardır rakip medya grupları ve kimi zaman değişik siyasi partiler ve hükümetlerle çelişen ve kavgalar yaşayan Doğan Grubu’nun bütün bu süreçte daha büyüyüp gelişmesine rağmen, aynı zamanda çok yıprandığını özetle söylemek gerekirse kamuoyunun en azından bir bölümü nezdinde bir “imaj sorunu” yaşadığını düşünüyordu. Ve Doğan Grubu, Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök ile sert polemiklere girmeyi yerel seçimler için çok iyi birer yatırım olarak görüyordu.

Çoksesliliğe bakış

Burada geniş bir parantez açıp, Erdoğan’ın dünkü konuşmasının önceki medya kavgalarından bazı noktalarda farklılık arz ettiğini belirtelim. Eskiden “bir kısım medya”dan yakınan Erdoğan karşısına pek bir şey koyamazdı, artık “özgür medya” diye tarif ettiği bazı gazete ve televizyonların varlığından memnuniyetle söz etti. Fakat buralarda çalışıp AKP hükümetini en sert şekilde eleştiren birkaç ismin bulunduğunu söyledi hatta bunların Doğan Grubu ile bir tür pazarlık içinde olduklarını, “yerin kulağı vardır” diyerek ima etti. Anlaşılan iktidara yakın bazı gazetelerin yöneticilerinin “çokseslilik” olarak övdüğü, yazarlarının farklı görüşlere sahip olmasını Başbakan bir tehlike olarak görüyor ve kısa süre içinde bunu çözmek için kolları sıvayacağa benziyor.

Diğer yandan, Doğan Grubu’nda çalışan her yazarın “maaşlı silahşör” olmadığını, içlerinde istisnalar bulunduğunu iki kez, bu durumdan memnuniyetini gizlemeye gerek duymadan vurguladı. Özetle Erdoğan kendi saflarında en ufak bir fireye, hükümete yönelik herhangi bir eleştiriye bile tahammülsüzken, Doğan Grubu yazarlarını çoksesli davranmaya, patronları hakkındaki her türden iddianın sonuna kadar takipçisi olmaya çağırıyor.

Erdoğan, daha önceki deneyimlerinden hareketle bu sefer de medyayla kavgadan son tahlilde kârlı çıkacağını düşünüyor olmalı. Bununla birlikte, dünkü konuşmasında “medya terörü”, “medya diktatörlüğü” gibi çok sert suçlamalar yer alsa da Erdoğan’ın üslubunu ölçülü ve kimileri kızacak biliyorum ama, “nispeten yumuşak” buldum.

Erdoğan temkinliydi çünkü sanırım, medya silahının bir gün elinde patlayacağını, bunun kaçınılmaz olduğunu biliyor ve o günün belki de bugün olma ihtimalinden endişe ediyor.

Galiba Türkiye yine kazananın olmadığı, olmayacağı yeni bir savaş yaşıyor ve bu savaş epey süreceğe benziyor.

Yazının devamı...

Terörle mücadeleye Orgeneral Başbuğ damga vuracağa benziyor

Başbakanlık’ta dün gerçekleşen terör zirvesi birçok açıdan önemliydi. Öncelikle zamanlaması birçok açıdan anlamlı ve isabetliydi. Şöyle ki:

1) Her ne kadar Dağlıca gibi bir baskın yaşanmasa da PKK gerek mayın döşeyerek, gerekse pusu kurarak güvenlik güçlerine yönelik saldırılarını aralıksız sürdürüyor.

2) İstanbul Güngören’de sivillere, İzmir’de güvenlik güçlerine yönelik bombalı saldırılar, örgütün terör faaliyetlerini büyük şehirlere taşımakta kararlı olduğunu gösteriyor.

3) PKK’nın önümüzdeki günlerde terör eylemlerini her alanda tırmandırma yolunda hazırlıklar yaptığı söyleniyor.

Zamanlama konusunda iki ayrı noktanın da altını çizmekte yarar var: Bu toplantı, bir yandan AKP hükümetinin kapatma davasının ipoteğinden kurtulup bir ölçüde rahatladığı ve gerçek sorunlar için kolları sıvamak durumunda olduğu bir döneme diğer yandan Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasının ilk günlerine denk geldi.

Org. Başbuğ’un Türkiye’de terör konusunu en iyi bilen kişilerden, en azından güvenlik bürokratlarından biri olduğunu biliyoruz. Nitekim ilk yurt gezisini bölgeye yaptı ve şaşırtıcı bir şekilde bir grup sivil toplum temsilcisiyle (bazılarını dışarda tutarak) bir araya geldi, ardından izlenimlerini bir basın toplantısıyla kamuoyuyla paylaştı. Kim ne derse desin bu ülkenin en hayati sorunu Kürt sorunuysa (isteyen buna “Güneydoğu sorunu” veya “terör sorunu” adını verebilir fark etmez) TSK’nın yeni komuta kademesiyle AKP hükümeti arasında ne derece uyum sağlanabileceğinin sınanacağı ilk alan da bu olacaktır.

Org. Başbuğ’un açılımları

Dünkü toplantıdan çok fazla bilgi sızmadı. Ancak Başbakanlık’tan yapılan iki uzun cümleli açıklama bize bazı işaretler veriyor. İlk olarak “terörle mücadelenin güvenlik, hukuki, ekonomik, sosyo-kültürel, psikolojik ve uluslararası boyutları incelenmiş ve bu alanlarda, devletin ilgili unsurlarını hangi yapı ve yaklaşımla ilave katkılarda bulunabileceği değerlendirilmiştir” cümlesinin Org. Başbuğ tarafından öteden beri çizilen çerçeveye birebir uyduğunu vurgulayalım. Ardından, açıklamanın finalindeki “halkımızın güvenlik güçlerine verdiği destek ve konuya ilişkin duyarlılığın toplumun tüm kesimlerinde devam etmesiyle, kırılma noktasına yaklaşan bölücü terör örgütüne karşı yürütülen bu mücadele süresinin kısalacağı tespit edilmiştir” cümlesinin Org. Başbuğ tarafından son bölge gezisi sırasında birkaç kez tekrarlanmış olduğunu hatırlatalım.

Org. Başbuğ’un, bölgede gördüğü ve asla unutamayacağını söylediği ilgiyle yaşadığı belli olan coşkunun devletin ilgili tüm birimlerini kuşatmış olduğunu anlıyoruz. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Akşam Gazetesi’nin manşetini yalanlayarak, yerel seçimleri dert edinmeyip gerekirse tezkerenin süresi uzatabileceklerini söylemiş olmasını da bu kısa bildiriye eklersek, terörle mücadele konusunda yeni bir dönemin içine girmekte olduğumuzu öngörebiliriz.

Bu dönemde “dağdakileri indirme” ile “dağa çıkışları durdurma” arayışlarına eşit derecede önem verilmeye çalışılacağı yani hem askeri operasyonlara, hem de sosyo-ekonomik açılım ve yatırımlara hız verileceği anlaşılıyor. Kestirmesi güç olmayan bir başka noktaysa, hükümetin TSK ve Org. Başbuğ’un inisiyatiflerini büyük ölçüde öne çıkarıp bu sayede asker ile laiklik eksenli konularda kriz potansiyelini en aza indirmek isteyeceği.

Ancak bana göre ortada çok ciddi bir sorun var: Daha önce de yazdığım gibi PKK’nın kırılma noktasında olmadığını, daha yumuşatacak olursam, örgütün yaşamakta krizlerin fazlasıyla abartıldığını düşünüyorum. Teör zirvesinden çıkan kısa bildiriden, devletin PKK’nın “direnç noktası”nı tam kavramadığı veya kavramak istemediği sonucuna varıyorum. Dolayısıyla bu yaklaşımla geliştirilecek stratejilerin çözümü getirmesinin zor olduğu kanısındayım.

Yazının devamı...

Çok şey değişti ama El Kaide bildiğimiz gibi

George W. Bush daha başkanlığının ilk yılı dolmadan 11 Eylül saldırılarıyla karşılaşınca önce büyük bir şoka girdi ama kısa sürede toparlanıp bundan istifade etmeye başladı. Birincisi gibi kılpayı bir şekilde ikinci kez başkan seçilmesinde 11 Eylül’ün ve El Kaide ile bir şekilde bağlantılı militanların Bali, İstanbul, Madrid, Londra gibi merkezlerde gerçekleştirdikleri terör saldırılarının payı çok yüksektir. Hatta önümüzdeki günlerde Amerikan topraklarında yeni bir saldırı olması durumunda Cumhuriyetçi aday John McCain’in seçilme şansının iyice artacağını da öngörebiliriz.

Ne var ki bu tespitlerden hareketle El Kaide’nin arkasında Washington’un bulunduğunu söylemek -ki bu görüşte olanların sayısı hayli fazladır- hiç doğru olmayacaktır. Kuşkusuz El Kaide’nin kökenlerini incelediğimizde karşımıza Sovyetler’in Afganistan işgaline karşı yürütülen cihat ve Amerikan, Pakistanlı, İngiliz, Suudi ve hatta Çinli istihbarat servislerinin ortak örtülü operasyonları çıkıyor. Yani El Kaide ve bin Ladin’in CIA’nin dünyaya bir hediyesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama hemen ardından bunun bir bumerang gibi önce Amerikalıları (ve dolayısıyla CIA’yi) vurduğunu da eklememiz şart. Fakat El Kaide konusunda komplocu yaklaşımların daha baskın çıktığını da kabul etmemiz lazım. İşte “her şey ABD’nin (ve İsrail’in) bilgisi dahilinde yaşanıyor” anlayışı nedeniyle 11 Eylül tam anlamıyla anlaşılamadı, bundan gereken dersler çıkarılamadı ve sonuç olarak yeni terör eylemlerinin önü alınamadı.

Alınacağa da benzemiyor. Bush yönetiminin onca masraf ve uğraşa rağmen yedi yılda ulaşabildiği tek başarı Amerikan topraklarında yeni bir saldırı yaşanmamış olmasıdır. Buna karşılık dünyanın dört bir yanındaki Amerikan (ve Batı) hedefleri terörist saldırılara maruz kaldı bunların sonucunda sadece Amedikan vatandaşları değil, hatta daha fazla, söz konusu ülkenin masum vatandaşları hayatlarını kaybetti.

Bush’un hataları

Hep söylendi, tekrar tekrar söylenmeli: Bush’un en büyük hatası Afganistan’da sonuna kadar gitmemesi Usame bin Ladin’i bir türlü yakalayamaması ve sanki her şey halledilmiş gibi bütün enerjisini Irak’a kanalize etmesidir. Bush Irak’ı işgal ederken Saddam’ın El Kaide ile ilişkili olduğunu söylemişti. Bunun yalan olduğu ortaya çıktı. Ardından işgal sayesinde El Kaide kendine Irak’ta çok verimli bir faaliyet sahası buldu. Dünyanın dört bir tarafından gönüllüler Irak’ta profesyonel birer teröriste dönüştü. Daha önemlisi, Irak işgali El Kaide’ye muazzam bir propaganda imkanı sağladı.

Bush’un bir diğer vahim hatası, önce Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) ortaya atıp İslam dünyasında kafaları iyice karıştırması bir süre sonra bunun kendisine yarardan çok zarar getireceğini kavrayıp BOP’u rafa kaldırması oldu. Yani 11 Eylül’den sonra bir klişe haline gelen “Müslümanların kalplerini ve zihinlerini kazanma” yolunda çok para harcandı ama bir arpa boyu yol gidilemedi.

11 Eylül’ün ardından “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denmişti. Evet yedi yılda çok şey değişmiş, El Kaide’ye yer yer ciddi darbeler indirilmiş olabilir, fakat geldiğimiz noktada iyimser olabilmek pek mümkün değil. El Kaide hâlâ herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde etkili eylemler düzenleyebilecek güçte. Acı örneklerini gördüğümüz gibi Türkiye de örgütün kapsama alanında. Fakat yakın gelecekte en fazla risk altında olanların, Almanya, Fransa gibi Batı Avrupa ülkeleri olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

PKK’nın direnç noktası

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ bir süredir ısrarla PKK’nın “bir kırılma noktası” içinde olduğunu ve sivil toplum örgütlerinin de katkıda bulunması durumunda örgütün beklenenden daha erken ve hızlı bir şekilde marjinalleştirilebileceğini söylüyor. Bu tespitin birçok doğru noktayı içermekle birlikte, genel olarak bakıldığında isabetli olmadığını ve bizi yanlış yapmaya sevk edebileceğini düşünüyorum.

Öncelikle Org. Başbuğ’a PKK’yı “kırılma noktası”nda olduğunu düşündüren bazı temel olguları hızla ele alalım:

1) Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK bir liderlik sorunu yaşıyor

2) Öcalan’ın kendi canını da teminat altına almak için devletle işbirliği arayışına girmesi sonucu PKK bağımsızlık hedefinden vazgeçtiği için bir ideolojik kriz yaşıyor

3) PKK yasal siyasi hareketi hep ipotek altına alıyor ve bu nedenle peşpeşe kurulan siyasi partilerin hiçbiri etkili bir şekilde varlık gösteremiyor

4) Özellikle Amerikan yönetiminin Ankara ile “anlık istihbarat” paylaşmaya başlamasıyla birlikte PKK Kuzey Irak’ta eskisi kadar rahat hareket edemiyor

5) Yine Washington’un telkinleri ve Ankara’nın diplomatik açılımları sonucu Irak Kürtleri PKK ile aralarına daha fazla mesafe koymaya özen gösteriyorlar

6) Bütün bunlara bağlı olarak örgüt Dağlıca baskını gibi istisnaları saymazsak kırsal alanda eskisi gibi faaliyet yürütemiyor ve ağırlığı mayınlı saldırılara kaydırmış durumda

7) Yine kırsal alandaki tıkanıklık nedeniyle büyük şehirlerde “kör terör” eylemlerine yönelen PKK, sivillere verdiği zarar nedeniyle kendi tabanında bile sorgulanıyor

8) Uluslararası kamuoyu eskisi kadar hoşgörülü yaklaşmadığı için örgüt özellikle Avrupa’da eski kadar rahat hareket edemiyor...

PKK’nın sırrı

PKK’nın ne zamandır örgütsel, ideolojik, siyasi ve mali bir krizin içinden geçtiğini kanıtlamak için daha başka saptamalarda da bulunabiliriz. Ama bir yerde sonra durup “Nasıl oluyor da PKK hâlâ varkalabiliyor? Üstelik hem kırsal alanda, hem de kentlerde terör eylemlerini sürdürebiliyor? Ve onca yaşananlara rağmen nasıl hâlâ belirli bir kitle desteğini koruyabiliyor?” diye sormamız gerekiyor.

Türkiye’nin en büyük yanlışı, PKK sorununu, gerçekler değil yakıştırma ve temenniler üzerinden anlamaya çalışması, diğer bir deyişle kendi kendini kandırmasıdır. Örneğin yıllardır, bölge halkının bir kısmının “korktuğu” için örgüte destek verdiğini söyler ve buna ciddi ciddi inanırız. Ancak bizim bu inanışımız, örgütün korkutucu gücünden mahrum olduğu zamanlarda bile belli bir toplumsal tabana sahip olabilmesinin nedenini açıklayamaz.

Halbuki şeytanın avukatlığını yapmaktan korkmamak lazım: Eğer bütün bu krizlere rağmen PKK hâlâ etkili olabiliyorsa, birilerinin ilan ettiği gibi 2008’de yok olacağına dair ortada pek bir işaret bulunmuyorsa, bunun temel nedeni, örgütün bu ülke topraklarında ve bu ülke vatandaşları arasında şu ya da bu şekilde kök salmış olmasıdır.

Çelişkiler ve arayışlar

Bazıları, bölge halkının Cumhurbaşkanı Gül’e, Başbakan Erdoğan’a, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’a değişik vesilelerle yoğun ve samimi bir ilgi gösteriyor olmasını benim yukardaki önermemin tekzibi olarak görebilirler. Bu yaklaşım sahipleri, bölge halkının devletle örgüt arasında sıkışmış olduğu görüşünden hareket ediyorlar ve yanılıyorlar. Çünkü özellikle Öcalan’ın yakalanmasından sonra yepyeni bir durum söz konusu. Öcalan’ın “devlet düşmanı” pozisyonun terk edip (ya da etmek zorunda kalıp) devletle işbirliği imkanlarını zorlama tavrı, onu takip eden kitlelerin bakışlarını da değiştirdi ve genel olarak Kürt haraketini dönüştürdü.

Kısacası, PKK’ya yakın kesimlerin gelinen noktada devlete nasıl baktığı konusu üzerinde ciddi olarak durmamız ve tartışmamız gerekiyor. Gözleyebildiğim kadarıyla bu kitleler bir yandan devletle sanki tüm bağlarını koparmış gibi dururken, diğer yandan devlete çok daha fazla kulak kabartıyorlar. Yani gerek yasal, gerekse yasadışı Kürt hareketi tam bir arayış içinde ve bir yandan diğer yana savrularak ve çelişkiler içinde bocalayarak yol alıyorlar.

Eğer siyasetçiler, devletin ilgili birimleri, medya ve aydınlar bu süreci doğru okuyup yerinde müdahaleler yapabilirlerse Türkiye’nin lehine gelişmeler yaşanabilir. Aksi takdirde herşey bildiğimiz ve memnun olmadığımız şekilde devam edip gider.

Yazının devamı...

Org. Başbuğ’un Güneydoğu açılımı tutar mı?

Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurt içi gezisini Güneydoğu’ya yapmış ve halkın yoğun ilgisiyle karşılanmıştı. Org. İlker Başbuğ da Genelkurmay Başkanı olduktan sonra yurdu gezmeye aynı bölgeden başladı ve halktan, hayatı boyunca unutamayacağını ifade ettiği sıcak bir ilgi gördü. Bir yıl arayla gerçekleşen bu iki gezi üç gerçeği gözler önüne seriyor:

1) Türkiye’nin en temel, yakıcı ve bir an önce çözülmesi gereken sorunu kesinlikle Kürt sorunudur. (Bunu “Güneydoğu sorunu” veya “terör sorunu” olarak tanımlamak da hiçbir şeyi değiştirmez.)

2) Devletin tüm kademeleri güvenlik önlemlerinin yeterli olmadığının, bölge halkının mutlaka çözümün bir parçası olması gerektiğinin farkında.

3) Bütün eleştiri ve şikâyetlerine rağmen bölge halkının devletle tüm bağlarını kopartmış olduğu asla söylenemez. Tam tersine, Kürt kökenli vatandaşlar çatışmaların bir an önce durması ve bu sorunun kalıcı bir şekilde çözülmesi için devletten gerçekçi ve uygulanabilir projeler bekliyorlar.

Org. Başbuğ’la gelen fırsatlar

Gül ve Org. Başbuğ’un gezilerinin sorunun çözümü için pozitif etkileri olduğu ve olacağı kesin. Ancak bu gezilerin tek başına yeterli olmadığı, arkasının muhakkak gelmesi gerektiği de aynı ölçüde aşikâr. İşte bu noktada önümüzde çok ciddi sorunlar duruyor. Olayın Cumhurbaşkanı Gül boyutunu şimdilik bir kenara bırakıp Org. Başbuğ’un “Güneydoğu açılımı”nı tek başına irdelediğimizde şu fırsat ve risklerle karşılaşıyoruz. Önce fırsatlar:

1) Org. Başbuğ bölgeyi ve sorunu çok iyi bilen bir isim. Farklı zamanlarda bölgede bilfiil görev yaptı başka bölgelerde veya karargâhtayken de soruna yönelik ilgisini hep korudu.

2) Org. Başbuğ’un önemli sorunlara entelektüel bir ilgi duyduğunu, her ne kadar kendisi böyle adlandırmasa da “Kürt sorunu” üzerine çok ciddi okumalar yaptığını bizdeki sorunu dünyadaki benzer örneklerle karşılaştırdığını biliyoruz.

3) Org. Başbuğ gerçekçi bir komutan. Bu sorunun bir-iki operasyonla kolay kolay bitmeyeceğini biliyor ve bu görüşünü çekinmeden dile getiriyor.

4) Onun “esas dağa çıkışları engellemek lazım” yaklaşımı, sorunu sadece bir güvenlik olayı olarak görmediğini çok iyi özetliyor. Bazı sosyo-ekonomik, hatta yer yer kültürel projelerin geliştirilmesini önerebiliyor.

Risklere gelecek olursak:

1) Org. Başbuğ’un şahsında askerler, soruna siyasi çözümler de aranmasından rahatsız oluyor. Ama bu derece siyasallaşmış, bölgesel ve uluslararası platformlara alabildiğine taşınmış bu sorunu, siyasete bulaşmadan çözme arayışı onların “gerçekçiliğine” gölge düşürüyor.

2) Org. Başbuğ bundan önce sık sık tekrarlanan “Halkı sürece katmak lazım” sözlerini ete kemiğe büründürüp 19 sivil toplum yöneticisiyle bir araya geldi. Başbuğ’un sivil toplum kuruluşlarına bu denli bir meşruiyet vermesi, hele bunu Güneydoğu’da yapması çok çarpıcı ve olumlu. Ne var ki baro, tabip odası, İHD, Mazlum-Der gibi Diyarbakır’da hayli etkili olan ve Başbakan ile Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmiş kuruluşların davet edilmemesi rahatsız edici.

3) Org. Başbuğ, sivil toplum yöneticilerinden yumruklarını masaya vurmalarını ve PKK’nın marjinalleştirilmesinde devlete yardımcı olmalarını istemiş. Bu talebin yerine getirilmesi çok zor. Bazılarının söylediği gibi sorun sadece “can güvenliği endişesi”nden kaynaklanmıyor. Bölgede halkla PKK arasında devletin gördüğü veya görmek istediği türden bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Diğer bir deyişle “sorunun topyekûn çözümü”ne destek vermeye hazır olanların “PKK’ya karşı topyekûn mücadele”ye fazla hevesli olacağını sanmıyorum.

4) Org. Başbuğ ısrarla PKK’nın “kırılma noktası”nda olduğunu ileri sürüyor ancak bu değerlendirmenin enine boyuna tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Bu tartışmayı gelecekteki yazılara erteleyip Org. Başbuğ’un Diyarbakır’da toplantı yapmasının ve ertesi gün canlı yayınlanan bir basın toplantısı düzenlemesinin demokrasilerde yeri olup olmadığını da tartışmamızın gerektiğini vurgulayalım. Org. Başbuğ’un bu kadar “siyasi çıkışlar” yapması nuhakkak yadırgatıcı ama AKP hükümeti başta olmak üzere DTP hariç siyasi partilerimizin uzun bir süredir bu sorun hakkında hiç ama hiçbir şey söylememeleri de aynı ölçüde, hatta daha fazla yadırgatıcı değil mi?

Yazının devamı...

Üç ziyaret, üç soru

Erdoğan Şam’a niye gidiyor? İlk bakışta tam olarak anlaşılamasa da Başbakan Erdoğan’ın bugün Suriye’de Beşar Esad, Nicholas Sarkozy ve Şeyh Hamid bin Halife el Tani ile yapacağı görüşmeler gerek Türkiye, gerekse Orta Doğu için hayli önem taşıyor. Öncelikle şu noktanın altını çizmek gerek: Sarkozy AB’nin, Esad Arap Birliği’nin, Katar Emiri El Tani ise Körfez İşbirliği Konseyi’nin dönem başkanlıklarını yürütüyor. Yani Erdoğan sadece üç ülkeyle değil, üç uluslararası kuruluşla bir araya gelecek.

Kuşkusuz en önemli isim Sarkozy. Ankara, Orta Doğu’da Amerikan ve Rus nüfuz mücadelesinin bir ölçüde dengelenebilmesi için AB’nin daha aktif olmasını arzuluyor. Avrupa’nın bölgeye yakınlaşmasının Türkiye’nin AB sürecine olumlu etkisi olacağı da düşünülüyor.

Suriye konusunda iki kaygı öne çıkıyor: 1) Ankara’nın yardımıyla başlayan İsrail ile görüşmelerin sekteye uğraması ihtimali.

2) Esad’ın geçenlerde ziyaret ettiği Moskova’ya yakınlaşması ve İran, Hamas, Hizbullah gibi güçleri de yanına çekerek Orta Doğu’da Rusya destekli bir “ret cephesi” oluşturması.

Şam’da bir araya gelme fikri Suriye’den çıkmış, Türkiye de bu dörtlü zirve formatını önermiş. Üst düzey bir hükümet yetkilisi, Şam zirvesinin Türkiye’nin bölgede “obje” (nesne) olmaktan çıkıp “süje” (özne) olma, diğer bir deyişle “başat bir bölgesel aktör” olma kararlılığının doğal bir sonucu olarak tanımlıyor ki pek de haksız sayılmaz.

Gül Erivan’a niye gidiyor?

Daha Kafkasya’da son kriz patlak vermeden Sarkisyan’ın yaptığı davet Erivan’ı psikolojik olarak bir adım öne çıkartmıştı. Öyle ki Gül daveti kabul de etse, nazikçe geri de çevirse Ermenistan kazançlı çıkacaktı. Köşk’teki eğilim ilk andan itibaren davete icabet etmek yolundaydı. Zaten Erivan ile ilişkilerde stratejik bir değişiklik yapma düşünülüyordu ve davet buna çok elverişli bir zemin hazırlayabilirdi. Ardından Güney Osetya olayı patlayıp Ankara Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nu önerince Erivan’la görüşmek acil bir zorunluluk haline geldi.

Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan, maç ziyaretinin sembolik öneminin farkında ancak ne Çankaya, ne de hükümet bunu bir “milat” olarak görüyor. Görseler bile böyle göstermek istemiyorlar. Önce maç sırasında nasıl karşılanacaklarına bakacak, ardından Ermenistan’ın somut açılımlar yapmasını bekleyecekler.

Korg. Mendi neden Kocaeli Cezaevi’ne gitti?

Her ne kadar Başbakan Erdoğan “Kimse başka neden aramasın. Bu insani amaçlı bir ziyarettir” demiş olsa da Korg. Galip Mendi’nin ziyareti hakkında çok söz söylendi ve daha da söylenecek. Org. İlker Başbuğ’un, ayağının tozuyla ve Başbakan’a yapacağı ilk resmi ziyaretten birkaç saat önce iki emekli paşaya sahip çıkması ve bunu daha ilk andan kamuoyuna duyurması “olur böyle şeyler” diye geçiştirilecek bir olay değil.

Bununla birlikte bu ziyareti “ordu-hükümet mutabakatı bitti” diye yorumlamak yanlış olacaktır. Zira son dönemde bir tür “yumuşama” gözlense de böyle bir mutabakatın oluşmuş olduğu söylenemez. Org. Başbuğ devir teslim töreninde yaptığı uzun konuşmada, dolaylı olarak hükümetle birçok konuda çok farklı pozisyonlarda olduklarını zaten deklare etmişti. Bu ziyaret Org. Başbuğ ile gerçekten “yeni bir dönem”in başlamış olduğunu bize gösterdi.

Her ne kadar, ek iddianamenin de henüz hazırlanmamış olduğunu akılda tutup bu ziyaretin yargıya müdahale boyutu göz ardı edilemezse de TSK’nın Ergenekon davasına aktif olarak müdahale edeceğini düşünmek abartılı olacaktır.

Önümüzdeki dönemde hükümet-TSK ilişkilerinin alışılmadık ölçüde karmaşık, yer yer şaşırtıcı ve kesinlikle öngörülemez bir şekilde gelişeceğini düşünüyorum.

Yazının devamı...

Ortadoğu’da olduğu gibi Kafkasya’da da en doğru yol: ortayol

Şu sıkıcı soruyu sormanın belki de tam zamanı: Eğer son Bükreş zirvesinde Gürcistan NATO üyeliğine kabul edilmiş olsaydı ne olurdu? Üst düzey bir hükümet yetkilisinin cevabı şöyle: “Gürcistan’a en yakın NATO üyesi ülke olarak, Rusya’ya karşı bu ülkenin havadan, denizden ve karadan savunulmasına aktif destek veriyor olurduk.”
Bu cevap hem bölgenin, dolayısıyla Türkiye’nin son Güney Osetya krizinde nasıl bir tehlikenin eşiğinden dönmüş olduğunu, hem de bundan sonra ne tür belalarla karşılaşabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim Dışişleri yetkilileri bu krizi çok önceden görmüş ve başta ABD olmak üzere müttefik ülkeleri, Gürcistan’ın (ve Ukrayna’nın) NATO üyeliği konusunda çok daha dikkatli olunması yolunda uyarmış olduklarını söylüyorlar.
Çıplak gözle bakıldığında Türkiye’nin durumu hiç de kolay değil: Tercihini yıllar öncesinden Batı yönünde yapmış, NATO üyesi ve ABD’nin “stratejik ortağı” olan Türkiye’nin Rusya ile başta enerji konusu olmak üzere çok hayati ekonomik ilişkileri mevcut. Ayrıca Türkiye’nin Rusya ve Kafkas halklarıyla tarihi ve kültürel ilişkilerini bunların her birinin akrabalarının Türk vatandaşı olduğu gibi gerçekleri de eklemek şart.
Bütün bunlara rağmen “Türkiye Kafkasya’da arada kaldı, ABD ile Rusya arasında sıkıştı” yorumlarına Türk diplomatları pek itibar etmiyorlar. Kafkasya’daki kriz potansiyellerinin Türkiye için riskler taşıdığını kabul ediyorlar ama aktörlerin herbirinin belli anlamlarda ellerin bağlı olmasının Türkiye’ye son derece geniş fırsatlar sunduğu, önünü açtığını ileri sürüyorlar. Kanıt olarak Türkiye’nin tüm taraflarla görüşebilen yegane ülke olmasını, buna örnek olarakda Gürcistan’dan bir gün sonra Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un resmi ziyaret yapmasını gösteriyorlar.
Hayalcilik mi?
Kuşkusuz bu değerlendirmeler çok kişi tarafından “aşırı iyimser” ve “reel politiğe aykırı” bulunuyor. Bu bağlamda Ankara’nın ortaya atmış olduğu Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nun (KİİP) gerçekleşme, gerçekleşse bile işe yarama şansının hiç olmadığı söyleniyor.
Bu tartışmalar bana yakın zamanda Ankara’nın Ortadoğu krizlerinde izlediği stratejileri, geliştirdiği inisiyatifleri ve bütün bunlara yönelik eleştiri, suçlama ve mahkum etmeleri hatırlattı. Biraz hafızamızı yokladığımızda Türkiye’nin Irak’ın işgalinde ABD ile birlikte hareket etmekten başka şansı olmadığını söyleyenler Filsitin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah gibi radikal örgütlerle görüşmesine isyan edenler nükleer çalışmaları nedeniyle İran’a yaptırım uygulamasını dayatanlar Suriye’ye gidilmesinden ve Başar Esad’ın Türkiye’ye gelmesinden çok ama çok rahatsız olanlar oldu. Ancak aradan geçen zaman içinde Ankara’nın “tarafsız” kalmaya özen göstermesinin ne kadar isabetli olduğu ortaya çıktı. Öyle ki, ilk başta Ankara’ya aba altından sopa gösteren bazı odaklar, bölge sorunlarının çözümünde Türkiye’nin aktif katkısını diler oldu.
Örneğin Türkiye ilk olarak Irak’a komşu ülkelerin bir araya gelmesini önerdiğinde, tıpkı KİİP’de olduğu gibi “mümkün değil”, “diyelim ki oldu, ne işe yarayacak?” gibi tepkilerle karşılaşmıştı. Sonrası malum. ABD ve AB bu inisiyatiften geniş ölçüde yararlanmaya çalıştılar.
Kafkasya tartışılırken Ortadoğu’yu hatırlamak çok da fantezi olmasa gerek. Çünkü krizle ilgili görüşlerine başvurduğumuz yetkililer, Rusya’nın son çıkışının muhakkak bir Ortadoğu uzantısı da olacağını vurguluyor ve Beşar Esad’ın son Moskova ziyaretine dikkat çekiyorlar. Öyle ki Rusya’nın, tıpkı bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi, Suriye, İran, Hamas, Hizbullah gibi güçlerden bölgede bir “red cephesi” oluşturabileceği buna karşılık ABD’nin, bölgenin güç kaybeden Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelere mahkum kalabileceği uyarısında bulunuyorlar.
Sonuç olarak Kafkasya’da çok çetin bir dönemden geçildiği kesin. Ancak dün Ortadoğu’da olduğu gibi bugün de tahriklere kapılmadan “ortayolcu” bir çizgide ısrar edilirse, Türkiye bu krizden belki kârlı çıkmayabilir ama en az zararı göreceği de aşikârdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.