Şampiy10
Magazin
Gündem

Nasıl oldu da 6’ya 5 oldu?

Anayasa Mahkemesi’nden (AYM) çıkan ve “6’ya 5” kararının ülkeyi rahatlattığı söyleniyor ancak ortada çok ciddi bir sorun var: her ne kadar kamuoyunda genel olarak belli bir sempatiyle karşılanmış olsa da bu kararın açık bir toplumsal zemini olduğu söylenemez. Yani AYM üyelerinin, toplumdaki belli bir uzlaşma arayışı ve bu yoldaki çabalara bakarak değil -çünkü böyle bir şeyin olduğu pek söylemez- böyle bir uzlaşma ihtiyacından hareketle ve esas olarak ona bir zemin hazırlamak için böylesi çokanlamlı bir kararı oluşturduklarını söyleyebiliriz.
Dolayısıyla bu karar AYM için çok riskli. Eğer siyasi aktörler AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın sıkıntılı bir yüz ifadesiyle verdiği uzlaşma mesajlarını kaale almaz ve bildikleri gibi hareket etmeye devam ederlerse bütün bunların sonucunda bugünkünden daha vahim bir siyasi kriz içerisine yuvarlanırsak, işte o zaman AYM töhmet altında kalabilir. Nitekim Erdoğan ve Baykal’ın ilk açıklamalarına baktığımızda, AYM’nin mesajlarının adreslerine ulaşmadığı, ulaşsa bile tam olarak anlaşılmadığına dair nice ipucu bulabiliriz. AKP’liler “hele bir gerekçeli karar açıklansın” diyerek zaman kazanmaya çalışıyorlar ancak “biz zaten hiçbir zaman laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmadık ki” diyerek Sacit Adalı dahil 10 AYM üyesinin oylarını kendilerine yönelik bir haksızlık olarak değerlendiriyorlar. CHP’lilerde sadece bu 10 oyun içeriğine bakıp, AYM’nin neden partiyi kapatma noktasına gelmediği üzerine kafa yormaya yanaşmıyorlar.

Devlet adamı olarak Erdoğan

Eğer bir “toplumsal uzlaşma”nın imkanlarını tartışacaksak öncelikle AKP ile CHP, dolayısıyla Erdoğan ile Baykal arasındaki (olmayan) ilişkileri masaya yatırmakta yarar var. Aslında daha dava açıldığı andan itibaren yegane çıkış noktasının, bu iki partinin aralarında belli bir diyalog ve uyum oluşturmalarıyla mümkün olduğu görülüyordu. Fakat AKP’nin köşeye sıkıştığını düşünen Baykal Erdoğan’ın kendisine gelmesi ve bir bakıma biat etmesini bekledi. Erdoğan ise birkaç cılız çağrı dışında çok da ısrarcı olmadı.
Peki neden? Son ana kadar Erdoğan’ın kapanma pahasına Baykal’a gitmek istemediğini düşündüm. Filmi geriye sarıp birtakım ayrıntılara daha dikkatli bakınca yanılmış olduğumu görüyorum. Anladığım kadarıyla AKP Lideri Baykal’a gitmedi, zira bizim dışarıdan sandığımız kadar ona muhtaç değildi. Baykal ile zaman kaybetmek yerine ısrarla dışa dönük olarak ılımlı bir strateji izledi, ancak bu arada çok yönlü ve derin bir kulis faaliyeti yürüttü.
Ve daha ilk andan itibaren o örtük stratejinin temelinde “6’ya 5” gibi o sihirli formülün (yani salt çoğunluk tarafından odak olarak görülmekle birlikte nitelikli çoğunluk oluşmadığı için kapatılmama) yattığını bugünden net olarak görebiliyorum. Bu noktada 21 Mayıs günü Vatan’da çıkan “Sihirli formül 6’ya 5 mi?” başlıklı yazımı hatırlatmak istiyorum. O yazının girişinde de söz ettiğim gibi, 20 Mayıs günü Başbakan Erdoğan’a yakın bir isim, benim kapatılma şıkkına kesin gibi bakmam üzerine şöyle demişti: “Yine de Mahkeme’den nitelikli çoğunluk çıkmama ihtimalini yabana atma derim.” Aradan yaklaşık bir ay geçtikten sonra aynı kişiyle bir başka ortamda karşılaşma imkanım oldu. Bu sefer AKP’nin kapatılmayacağından çok daha emindi. Buna gerekçe olarak önce AKP kapatılırsa Güneydoğu’nun PKK’ya kaptırılacağı, AB sürecinin rafa kalkacağı, ekonominin çok kötüye gideceği gibi bildik argümanları sıraladı. Ancak ardından Erdoğan’ın “tam bir devlet adamı” olduğunu çoktan kanıtlamış olduğunu söyledi ve buna örnek olarak Şemdinli sürecini gösterdi.

Yukarıdan aşağıya uzlaşma

Özetle muhatabım, AKP liderinin siyasi arenada, ana muhalefet nezdinde bulamadığı meşruiyet ve konsensüse devletin diğer etkili kurumlarında ulaşmış olduğuna ve bu nedenle kapatmanın bir “devlet politikası” olamayacağına beni ikna etmeye çalıştı. Anlattıklarını çok önemsedim ama tam olarak aklımın yatmış olduğunu da söyleyemem. Zira bana göre “6’ya 5” sihirliydi sihirli olmasına ancak gerçekleştirilmesi de çok zor bir formüldü. Olsa olsa “Allah’ın işi” olurdu. Ne var ki uluslar arası finans çevrelerinin karar arifesindeki raporu, Vatan Ankara Temsilcisi Bilal Çetin’in karar günü çıkan yazısı ve duyduğumuz başka şeyler Ankara’da ne zamandır ince ince bu formülün inşa edilmekte olduğunu bize kanıtladı. Bunun detaylarının usta gazeteciler tarafından çok geçmeden ortaya çıkarılacağını umup bundan sonra neler olabileceğine bakmak yerinde olur. AKP devlet içinde bir tür örtük uzlaşma sayesinde kapatılmaktan kurtulmuş olabilir ancak bunu bir an önce yukarıdan aşağıya indirmesi, işin içine toplumu da katması şart.
CHP ve lideri Baykal, pekala yanlışlığı kanıtlanmış stratejilerde ayak direyebilirler. O zaman Erdoğan (ve AKP) doğrudan kendisine oy vermemiş ve kendisinden korkan toplumsal kesimlerle diyalog mekanizmaları geliştirmeli ve onların endişelerini gidermek için somut, inandırıcı ve kalıcı adımlar atmalıdır. Aksi takdirde toplumsal gerilim, kısa bir aradan sonra kaldığı yerden ve çok daha tehlikeli bir şekilde tırmanışa geçebilir.

Yazının devamı...

Mahkeme Erdoğan’ın önünü açtı, o Türkiye’nin önünü açacak mı?

Bu noktaya nasıl gelindiği üzerine yazılıp çizelecek, tartışılacak çok şey var. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Bu esas olarak AKP lideri Erdoğan’ın bir başarısı, hatta zaferidir. Diyebilirim ki, Erdoğan ilk kez bu denli zor bir siyasi krizi çok ama çok iyi yönetti ve siyasi kariyerinin zirvesine çıktı. Şöyle ki dava açılmasının hemen ardından çok sert tepki vermiş olan Erdoğan zamanla dilini yumuşattı ve adeta kapatma davasını bizlere unutturdu. Bunda Ergenekon soruşturmasının tırmanmasının (veya bizzat hükümet tarafından tırmandırılmasının) da büyük etkisi oldu. “Kafasını giyotine uzatıyor” değerlendirmeleri ve suçlamalarına rağmen Erdoğan’ın bu stratejide ısrar etmesi gelinen noktanın ana nedenidir.

“Erdoğan’ın zaferi”nden söz ediyorum çünkü AKP davası esas olarak Erdoğan’ın siyasi geleceğinin belirlenmesi davasıydı. Kapatılma durumunda AKP’ye ne olacağından çok Erdoğan’ın yasaklı olup olmayacağı, bağımsız milletvekili seçilip seçilemeyeceği, kabineye girip giremeyeceği merak ediliyordu. Mahkeme AKP’yi kapatmayarak Erdoğan’a da siyasi yasak getirmemiş ve daha önemlisi onun önünü sonuna kadar açmış oldu.

CHP-AKP ilişkileri

Bundan sonra sorun, önü alabildiğine açılmış olan Erdoğan’ın bunu sadece ve partisi için değil tüm Türkiye için de çok büyük bir fırsat olarak görüp görmeyeceği eğer görürse, bunun gereğini yerine getirip getirmeyeceğidir. Bu noktada tabii ki en çok, AKP lideri, hükümeti ve genel olarak iktidar partisinin, kendisine oy vermeyen, hatta kendisinden korkan kesimlere nasıl bakacağı onların kaygılarını gidermek için bir şeyler yapıp yapmayacağıdır. Türkiye’nin içine girdiği bu yepyeni dönemin anahtarı hiç kuşkusuz AKP-CHP, dolayısıyla Erdoğan-Baykal ilişkileri olacaktır. Dava sürecinde bu konuda hiçbir adım atılmadı, hatta ikili arasındaki gerginlik iyice tırmandı. Eğer iki lider yine aralarındaki kör dövüşünü sürdürürlerse hep birlikte kaybeder, bu arada Türkiye’ye de kaybettirirler.

Baykal kararla ilgili yaptığı ilk değerlendirmede eski ve başarısız olduğu artık ortaya çıkmış çizgisini sürdüreceğinin işaretlerini verdi. Erdoğan ise dün gece, 22 Temmuz 2007 balkon konuşmasının çok gerisinde bir konuşma yaptı. AKP liderinin “önceliğimiz toplumsal barış” demiş olmasının ümit verici, ancak tek başına yeterli olmadığını kayıtlara geçirmek lazım.

Yine de bu dava sürecinin Erdoğan’ı güçlendirmenin dışında olgunlaştırdığını düşünüyorum. Zaten sürekli sürprizler yapan Erdoğan, çok da zaman geçmeden toplumdaki gerginlikleri azaltıcı birtakım adımlar atacak ve ana muhalefet partisi ve liderine yönelik açılımlar yapacaktır.

AKP merkeze kaymalı

Her ne kadar bu konuda çok büyük kışkırtma ve tazyiklerle karşılaşacak olsalar da Erdoğan ve AKP’lilerin Mahkeme kararının ardından şımarmalarını, iyice hoyratlaşmalarını beklemiyorum. 22 Temmuz öncesi bir “makyaj düzenlemesi” olarak algılanan “merkeze kayma ve yerleşme” hamlesini bundan böyle daha ciddiye alacaklarını öngörebiliriz. Kuşkusuz başarılı olabilmeleri için, kendilerine mesafeli olan kesimlerle yeni bağlar kurabilmeleri ve yeni isimleri saflarına çekebilmeleri gerekecek. Bu açıdan Mart 2009 yerel seçimlerinin çok önemli bir eşik olacağını düşünebiliriz. AKP’nin özellikle büyük şehirlerde göstereceği adaylar merkeze kaymada ne derece samimi olduğunu ortaya çıkaracaktır. Ancak o zamana kadar, özellikle bürokratik atamalarda hükümetin daha özenli olacağını varsayabiliriz.

Rota AB’ye çevrildi

Erdoğan dün gece rotanın AB olduğunun altını bir kez daha çizdi. Çok isabetli. Zaten son dönemdeki tüm krizlerin miladı, hükümetin AB konusunda frene basmasıydı. AKP’nin yeniden AB reformlarına ağırlık vermesiyle Türkiye normalleşebilir ve daha fazla demokratikleşebilir. Burada çok önemli bir noktayı hatırlatalım: AKP’ye bu süreçte en fazla desteği AB ve ABD verdi ve özellikle AB çevrelerinin, iktidar partisini laiklikle ilgili konularda daha temkinli, dengeli ve hassas olmaya davet ettiklerini gözlüyoruz.

Son olarak bir özeleştiri: Son dönemde birçok analizime “umarım yanılıyorumdur” diye başladığımın farkındayım. Dava konusunda da Mahkeme’nin AKP’yi kapatacağını düşündüğümü, ama bunu asla arzulamadığımı defalarca yazdım. Sonuç olarak yanılmış olmaktan son derece mutlu olduğumu belirtmek istiyorum. Eninde sonunda en hayırlı karar çıktı. Ancak bu kararla ülkedeki gerilim sona ermedi. Şimdi başta AKP olmak üzere tüm siyasilere düşen, Anayasa Mahkemesi’nin sunmuş olduğu bu muazzam fırsatı elbirliğiyle değerlendirmektir.

Yazının devamı...

AKP kapatılırsa ne olacak?

PARTİ

Yeni parti kurulur

Bölünme olmaz: AKP’nin kapatılması durumunda en yüksek ihtimal siyasi yasak gelmeyen milletvekili, belediye başkanı ve partilerin kurulacak olan yeni bir partiye katılmaları. Fazilet Partisi’nde yaşandığı gibi, AKP’den iki ya da daha fazla parti çıkması, yani bölünme pek mümkün görünmüyor.

Ayrılanlar olur: Abdüllatif Şener’in bazı küskünler dışında AKP’den çok büyük bir parça koparması çok zor. Kapatılma durumunda CHP, MHP ve diğer partilere geçebilecek pek kimse de yok gibi. Bununla birlikte küçük çaplı tek tek kopmalar, hatta bazılarının siyaseti tümüyle bırakması söz konusu olabilir.

Gelenler olur: Ayrılanlar kadar, hatta onlardan daha fazla sayıda yeni ismin AKP sonrası kurulacak partiye katılması şaşırtıcı olmaz. Zaten “kapatılan bir partinin devamı” görünmemek için yeni partide belli bir oranda AKP kökenli olmayan kurucu ve yönetici bulunması şart. Bunu bir fırsat bilerek, 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi başlattıkları “merkeze açılma” stratejisinde ısrar edebilir ve çok sayıda ilginç kişiyi yanlarına alabilirler.

Varolan başka partiye gidilir

Kapatılma durumunda AKP kökenli milletvekilleri TBMM’de kolayca grup kurabilecekleri için ilk seçime katılmaları konusunda önlerinde hiçbir engel olmayacak. Kaldı ki AKP’nin en büyük avantajı “sıfır kilometre bir parti” olmasıydı. Bu nedenle yepyeni bir parti yerine BBP, Güçlü Türkiye Partisi gibi varolan bir partiyle yola devam edilme ihtimali yok denecek kadar az.

HÜKÜMET

Erdoğan’ın işaret ettiği bir isim başbakan olur

Yeni partinin lideri: AKP kapatılır ve Erdoğan da yasaklı olursa yeni partinin başına muhtemelen aktif milletvekillerinden (hatta bakanlardan) geçer. Bu ismi yüzde yüz Erdoğan tarafından atanacağını söyleyebiliriz. İlk akla gelen yeni parti liderinin aynı zamanda başbakan olmasıdır. Ancak haklarında yasak gelmeyecek isimlere bakıldığında bu iki zorlu görevi -emaneten de olsa- birlikte yürütebilecek fazla kişi gözükmüyor.

Gruptan başka biri: AKP hükümetinin düşmesi halinde Cumhurbaşkanı Gül’ün eski AKP grubundan (ve muhtemelen son kabineden) birini yeni başbakan olarak görevlendirmesi bekleniyor. Bu kişiyi Erdoğan’ın belirleyeceği konusunda herhangi bir kuşku yok. Ancak bu kişinin yeni partinin de genel başkanı olması diye bir zorunluluk yok. Yani yeni dönemde gerçek liderin Erdoğan olduğu ve iki kişinin ayrı ayrı yönettiği bir hareketle karşı karşıya kalabiliriz.

Erken seçime gidilir

Bir iddiaya göre AKP kapatılıp hükümetin düşmesinden sonra Gül tarafından kabineyi kurmakla görevlendirilecek AKP kökenli kişi mevcut süre içinde listesini hazırlamaz ve Cumhurbaşkanı ülkeyi erken seçime götürmek zorunda kalır hükümet de bu seçimden sonra kurulur. Ne var ki hakkında yasak istenen herkes devre dışı kalsa bile AKP’nin yerine gelecek partinin yine 300’ün üzerinde milletvekili kalacağı için, erken seçim konusunda bu tür hilelere başvurması gerekmiyor.

ERDOĞAN

Ara seçimle bağımsız, sonra kabine: Siyasi yasağa maruz kalması durumunda Erdoğan ne yapıp edip yeniden milletvekili olmak ve hatta hükümete girmek isteyecektir. Bunun ilk akla gelen yolu, daha yıl bitmeden düzenlenecek ara seçimlere bağımsız aday olarak katılması ve çok yüksek bir oy oranına ulaşmasıdır. Bağımsız milletvekili seçildikten sonra Erdoğan’ın kabineye girmesi ve hatta yeniden başbakan olmasına kesin gözüyle bakabiliriz.

Erken seçimle bağımsız, sonra kabine: Yüksek Seçim Kurulu, Kanadoğlu’nun içtihadını kabul eder ve Erdoğan ile arkadaşlarına ara seçim kapısını kapatırsa, TBMM’deki AKP kökenli vekiller muhakkak erken genel seçim kararı alacaklardır. Bu durumda Cumhurbaşkanı Gül’ün, yeni hükümeti kurmak için, bağımsız seçilecek olan Erdoğan’ı görevlendirmesini bile bekleyebiliriz. Başbakan olmasa bile Erdoğan’ın hükümette muhakkak yer alacağını öngörebiliriz.

Siyaset dışı kalıp bir STK’nın başına geçer: Erdoğan ve diğer yasaklıların hiçbir şekilde bağımsız aday olarak seçimlere katılamama durumları çok az da olsa var. Böylesi olağanüstü bir durumda Erdoğan kesinlikle pes etmeyecek, yeni parti, hükümet ve TBMM Grubu’nu mümkün olduğu kadar yakından ve sıkı bir şekilde kontrol edip yönlendirecektir. Bu arada bir sivil toplum kuruluşu kurup ülkeyi ve hatta dünyayı dolaşmaya devam da edebilir. Bütün bu süreç boyunca yeni partinin milletvekilleri Erdoğan’ın yeniden aktif siyasete dönmesine imkan sağlayacak yasal düzenlemeler için kafa patlatacak ve sınırlarını zorlayacaklardır.

TBMM

Ara seçim (yerelle birlikte): AKP’nin kapatılması sonrasında normal olarak TBMM boş kalan sandalyeler için ara seçim kararı alır ve yıl sonuna doğru yaşanacak ara seçimler Mart 2009’da olması gereken yerel seçimlerle birleştirilir. Erdoğan başta olmak üzere yasaklı eski AKP’liler bağımsız olarak ara seçimlere girer ve büyük bölümü kazanır. Ardından Erdoğan ve uygun gördüğü diğer isimlere yer açmak için mevcut hükümette revizyona gidilir.

Erken seçim (yerelle birlikte): AKP’nin kapatılmasının hemen ardından, yeni bir parti, genel başkan ve amblemle seçime gitmek çok akıl kârı gözükmüyor. Bununla birlikte Sabih Kanadoğlu’nun iddia ettiği gibi Erdoğan ve arkadaşları ara seçimlere bağımsız olarak katılma hakkına sahip olamazlarsa TBMM erken seçim kararı alır ve bunu yerel seçimlerle birleştirir. Erdoğan başta olmak üzere yasaklı eski AKP’liler, ya az milletvekili seçilen bölgelerden bağımsız aday olurlar ya da 22 Temmuz’da DTP’li bağımsızların yaptığı gibi bazı formüller geliştirilir. Bağımsız seçilen Erdoğan ve onun uygun gördüğü diğer isimlere yer açmak için mevcut hükümette revizyona gidilir.

Gecikmeli erken seçim (yerelden sonra): Yasaklıların hiçbir şekilde yeniden milletvekili olamamaları durumunda, ara seçim yapılıp yasal sorunu olmayan yeni isimler TBMM’ye sokulur. Yeni parti kimi yasal ve anayasal düzenlemeler yaparak Erdoğan ve arkadaşlarını yeniden milletvekili seçtirebilmek için, gecikmeli de olsa erken genel seçimlere gider.

Yazının devamı...

Akla ilk PKK geliyor ama...

İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu’na El Kaide’nin düzenlemiş olduğu söylenen silahlı saldırının üzerinden bir ay bile geçmedi. Ancak Güngören saldırısı hiç de El Kaide işine benzemiyor. Bu “kör terör” saldırısı daha çok bir “rövanş” eylemine benziyor. Ama kim kimden, neyin rövanşını almak istiyor? Kuşkusuz ilk olarak akla PKK geliyor. Örgütün Kuzey Irak’taki varlığına yönelik aralıksız askeri operasyonlardan iyice bunaldığı kırsal kesimde etkili eylemler düzenleyemediği, bu nedenle terörü büyük şehirlere taşımak istediği biliniyordu. Zaten örgütün büyük şehirlerde masum vatandaşlara birinci derecede zarar veren sayısız bombalı eylemi var. Bunların en son örnekleri Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda ve son olarak Diyarbakır’da askeri servis aracına yönelik bombalı saldırılardı.

Bununla birlikte tedbirli olmakta yarar var. Öncelikle yönteme bakalım: Daha önce de peşpeşe bombalı saldırı ihtimalleri gündeme gelmişti ancak bunun etkili bir şekilde ilk kez gerçekleştiğini görüyoruz. Öte yandan eylemin planlamasının, olabildiğince çok insanın ölmesine göre yapılmış olması da düşündürücü. Son olarak, yoğun istihbarat çalışmaları nedeniyle PKK’nın İstanbul’da böylesi profesyonel bir eylemi gerçekleştirmesinin nispeten zor olduğunu kayda geçirmek lazım. Eğer bir şekilde PKK yapmışsa, sorumlularının çok ama çok kısa zamanda yakalanacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Her ne kadar hava harekatlarının hemen ardından yapılmış olsa da eylemin zamanlaması da dikkat çekici. DTP kongresini daha yeni yaptı Abdullah Öcalan İmralı’dan Ergenekon davası üzerine açıklamalar yapıp duruyor ve askeri operasyonlar da olmasa PKK’yı unuttuk gibi. Yani örgütün şu günlerde kendisini böylesi bir “kör terör” eylemiyle hatırlatmak istemesi garip.

PKK’yı hep akılda tutmakla birlikte eylemin zamanlamasının altını kalın bir şekilde çizmekte yarar var: Türkiye ne zamandır iki olaya odaklanmış durumda ve bunlarda çok önemli virajlar alındı veya alınmak üzere: Cuma günü Ergenekon davası resmen açıldı bugün de AKP’nin kader oturumları başlıyor.

Sonuç olarak bu “kör terör” eylemini PKK veya bildiğimiz ama kendisini gizlemek isteyen bir odak ya da bugüne kadar adını hiç duymadığımız bir başka oluşum düzenlemiş olabilir. Her kim olursa olsunlar, Türkiye’de zaten vahim ölçüde varolan gerilimi daha da tırmandırmak kaosu daha da derinleştirmek istedikleri kesin.

Ve bu amaçlarına maalesef ulaşmakta pek zorlanacağa benzemiyorlar.

Yazının devamı...

Savcılar ya tam anlamamış, ya iyi anlatamamışlar

Her ne kadar son dönemde tırmanan iktidar savaşlarının bir yansıması olduğunu düşünsem de Ergenekon soruşturmasının (ve artık davanın) Türkiye’nin demokratikleşmesi ve şeffaflaşmasına katkıda bulunacağını düşünüyorum. Zira Ergenekon diye gizli bir yapılanma olmadığına inananlardan değilim. Azını şahsen tanıdığım, geri kalanların çoğunu isim olarak bildiğim zanlılarla siyasi olarak taban tabana zıt yerlerdeyiz ve bunların bir kısmının gizli kapaklı işler çevirip mesela darbe tezgahlıyor olmaları beni pek şaşırtmaz.

Fakat Ergenekon İddianamesi’nin beni tam anlamıyla doyurduğunu da söyleyemem. Ergenekon kitapları üzerine bir yazıma “devlet derin, kitaplar sığ” başlığını uygun görmüştüm. İddianamenin kitaplar kadar sığ olduğunu söylemek haksızlık olur, ancak ele aldığı meselenin derinliğini tam olarak yansıtabildiği de asla söylenemez. İddianameyi okurken hep şöyle düşündüm:

1) Ya bu Ergenekon denen yapının bir “ruhu” yok

2) Ya savcılar bu “ruh”u tam olarak anlayamamışlar

3) Ya da savcılar bu “ruh”u anlamış ama anlatamamışlar

4) Veya bilerek anlatmak istememişler.

Tepe yöneticiler yok

Birinci şıkkın asla söz konusu olmadığını düşünüyorum. Yıllardır Türkiye gibi büyük ve stratejik bir ülkenin kaderinde birincil derecede etkili olduğu söylenen bir yapının, gövdeden önce bir “ruh”a ihtiyacı olur. Ve bu yapı gerçekse -ki bence gerçek- ruhsuz olması düşünülemez.

2, 3 ve 4. şıklarınsa yer yer etkili olduklarını düşünüyorum. Öncelikle savcıların Ergenekon denen yapıyı tam olarak çözemedikleri ortada. Örneğin 2455 sayfalık iddianamede Ergenekon’un tarihçesi hakkında birkaç paragraftan başka bir şey bulunmuyor hatta örgütün kesin kuruluş tarihi bile bilinmiyor, sadece 1999’da yeniden yapılanma yoluna gittiği saptanabilmiş.

Ayrıca iddianamede Veli Küçük, Doğu Perinçek, Muzaffer Tekin, İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Fikri Karadağ’dan “üst düzey yöneticiler” diye bahsedilmekle birlikte Ergenekon’un “en tepeleri”ne, en azından şu aşamada ulaşılamadığını anlamak hiç de zor değil. İddianamenin en alakasız yerlerinden birinde gazeteci Zihni Çakır’ın yaptığı “Bir Numara” tarifini koymuş olan savcıların “soruşturma ile örgütün üst düzey sorumlularının tespiti ve tamamen deşifre edilmesi mümkün olmamıştır” sözlerinin altını çizmekte, dolayısıyla sadece “Bir Numara”nın değil başka üst düzey isimlerin de henüz yakalanmadığını veya yargılanmadığını tespit etmekte yarar var.

Sosyal hareketleri anlamak

Bir paragrafla Soğuk Savaş döneminde “NATO’nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu” örgütlerden ve zaman içerisinde bunların “amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne” dönüşmesinden söz eden savcılar bu konuyu biraz daha deşseler çok daha derinlere gidebilirlerdi. Örneğin 1970’li yılları ve o dönemdeki faili meçhuller ve katliamları hiç anmamaları anlaşılır gibi değil.

Özellikle Hizbullah, PKK, DHKP-C gibi örgütlerle ilgili bölümler, savcıların olup biten her şeyi komplolarla izah etme yaklaşımının etkisi altında olduklarını gösteriyor. Diyelim ki PKK’yı Öcalan’a “Pilot Necati” adlı istihbaratçı kurdurdu diyelim ki Hizbullah lideri Velioğlu General Temel Cingöz’ün denetimindeydi DHKP-C lideri Karataş da başından beri polisle işbirliği yapıyordu, belli bir aşamadan sonra bu “derin bilgiler” bu örgütlere yönelik belli toplumsal ilgiyi çok sayıda gencin bu örgütler adına öldürüp ölmeye hazır olmalarını ne kadar açıklayabilir?

Akla Susurluk geliyor

Savcıların Ergenekon’un ruhunu anlamış olsalar bile bunu bizlere tam olarak anlatamadıkları kesin. Bir kere 2455 sayfalık bir iddianame insanların kafalarını aydınlatmaktan ziyade daha fazla karıştırıyor. Peş peşe gelen uzun telefon deşifreleri, ayrılan elemanların öldürülmesi gibi çarpıcı husuların birçok yerde tekrarlanması, ancak ayrıldığı için öldürülmüş kimseden bahsedilmemesi gibi noktalar rahatsızlık veriyor.

Son şıkka gelecek olursak, savcıların Ergenekon hakkındaki tüm bilgi ve değerlendirmelerini bizlerle paylaşmadıkları yolunda kuşkularım var. Ergenekon’un baştan aşağı askeri usullerle oluşturulduğu ve kilit noktalarında askerlerin bulunduğu vurgulanıyor ancak en yükseği tümgenerallikten emekli (emekli orgeneraller ek iddianameyle gelecek) eski subaylardan başka kimse yargılanmıyor. Ayrıca, “Örgütün devlet kurumlarında ciddi bir şekilde irtibatlarının olduğu da ortadadır” deniyor ama sanıkların hiçbiri aktif olarak devlet bünyesinde çalışmıyor.

Sonuçta çok kalın ama “eksik” bir iddianameyle karşı karşıyayız. Ergenekon soruşturmasında daha yolun çok başında olduğumuzu düşünerek bu açığın zamanla telafi edilebileceğini umabiliriz.

Aksi takdirde insanın aklına Susurluk geliyor. Bakın Ergenekon İddianamesi’nde ne deniyor: “20. yüzyılın sonlarına doğru Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazası ile ülkemizdeki bu kanlı örgütün kapıları kısmen de olsa aralanmıştır. Fakat örgütün o dönemdeki etkinliği ve gücü nedeniyle yeterince derinleştirilememiş, sadece buzdağının görünen yüzü aydınlatılmış ve örgüt amaçları doğrultusunda karanlık eylemlerine devam etmiştir.”

Yazının devamı...

Krizin miladı Köşk mü türban mı?

Başbakan Erdoğan’a yakın bir isimle bir sohbetimizde söz dönüp dolaşıp AKP liderinin geçen sene 22 Temmuz akşamı balkondan yaptığı konuşmaya gelmişti. Erdoğan’ın o gece verdiği sözleri tutmadığı yolundaki eleştirilere çok kızan dostum şöyle demişti: “Tayyip Bey’e laf edenler, o sırada balkonda yanında kimin olduğunu unutmuşa benziyorlar.”

Tabii ki, dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü kastediyordu. Ona göre, verilen sözlerin yerine getirilememesinden birinci derecede sorumlu olan kişi, cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrar edip Köşk’e çıkan Gül’den başkası değildi.

Genellikle bu tür “kulis” bilgileri aradan belli bir süre geçtikten sonra kamuoyuna malolur ancak tartışmayı daha sağlıklı bir şekilde yürütebilmek için bazı noktaları açıklığa kavuşturmakta yarar var. Kronolojik olarak gidecek olursak:

1) Erdoğan uzun bir süre kendisi Köşk’e çıkmak istedi, ama değişik nedenlerle tereddüt etti

2) Gül de Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını ve başbakanlığı devralmayı bekliyordu

3) Erdoğan adaylıktan vazgeçince ilk olarak “eşi başörtülü olmayan”, yani devletin diğer kurumları tarafından daha kolay benimsenebilecek bir isim bulmaya yöneldi fakat Bülent Arınç’ın resti üzerine Gül’de karar kıldı

4) Gül gönülsüz bir şekilde adaylığı üstlendi

5) TSK 27 Nisan 2007 akşamı internet sitesindeki muhtırayla Gül’ün adaylığına sert bir şekilde karşı çıktı

6) Anayasa Mahkemesi’nin tartışmalı “367 kararı” nedeniyle Cumhurbaşkanı seçmek mümkün olmayınca AKP erken seçim kararı aldı

7) AKP seçim kampanyasını Gül’ün Çankaya’ya çıkma hakkının gasp edilmesi, yani mağduriyet üzerine kurdu

8) Yüzde 47’ye yakın oyla tek başına yeniden iktidar olan AKP’nin lideri Erdoğan’ın ilk mesajı “toplumun tüm kesimlerini kucaklamak” oldu

9) Erdoğan krizden kaçınmak için Gül’ün yerine Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün cumhurbaşkanı olmasını arzuladı

10) Fakat MHP yeni bir 367 krizine izin vermeyeceğini açıklayarak Gül’ün önünü sonuna kadar açtı

11) Gül, Erdoğan ve çevresinden gelen dolaylı telkin ve baskılara rağmen “cumhurbaşkanlığı adaylığımı halk sandıkta onayladı” diyerek aday oldu ve seçildi.

Hayal kırıklıkları

Önümüzdeki yıllarda yukarıdaki maddelerden her biriyle, özellikle “Erdoğan ve çevresinden gelen dolaylı telkin ve baskılarla” ilgili olarak sayfalar dolusu haber ve yorum yazılacaktır. Önemli olan Gül’ün, parti içinde azınlığın kayıtsız şartsız, çoğunluğun gönülsüz desteğiyle Köşk’e çıkmış olmasıdır. Fakat sadece bu olguyu göz önüne alarak, son dokuz ayda yaşadığımız tüm krizleri Gül’ün Çankaya’ya çıkmış olmasına bağlamak da yanıltıcı olacaktır. Dikkatli okuyucular hatırlayacaktır: Başından beri, Gül’ün Köşk’e çıkmasının bir krizi tetikleme ihtimali kadar laik demokratik cumhuriyet için ciddi bir fırsat da olabileceğini savundum. Örneğin Erdoğan’a ve parti çoğunluğuna rağmen cumhurbaşkanı olan Gül’ün, tam da bu nedenle “herkesin cumhurbaşkanı” olma şansını daha fazla yakalayabileceğini düşündüm.

Fakat Gül YÖK’ün başına, toplumun tüm kesimlerinin saygı duyabileceği bir “akil isim” yerine “babacan bir muhafazakâr” olduğu dışında hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız Prof. Yusuf Ziya Özcan’ı atayarak benim gibi iyimserlere ilk hayal kırıklığını yaşattı.

Ardından AKP son altı yılın en büyük stratejik hatasını yaparak (ki bu noktada MHP’nin iktidar partisine tuzak kurmuş olduğuna kesinlikle inanmıyorum) türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitti. Gül’ün onay için birkaç gün beklemesi küçük de olsa bir umut ışığı yakar gibi oldu ancak bir kez daha çok önemli bir fırsatı göz göre göre heba ettiğini gördük.

Şöyle bir hayal kuralım: Gül düzenlemeleri TBMM’ye iade etmiş olsaydı ne olurdu? Hiç kuşkusuz bir siyasi kriz patlak verirdi: AKP zor durumda kalır, Köşk-hükümet ilişkilerinin dünü, bugünü, yarını hakkında bir dizi spekülasyon yapılırdı.

Buna karşılık, “danışıklı dövüş” gibi komplo teorilerini bir kenara bırakacak olursak, böylesi bir gelişme üzerine AKP’ye ve özellikle Gül’e şüpheyle yaklaşan çevrelerin kafası iyice karışırdı. Her şey bir yana, Gül’ün vetosu yüzünden yaşanacak kriz asla bugünkü kadar derin ve çözümsüz olmazdı. Hatta belki de Başsavcı Yalçınkaya’nın dava açmasına engel olur veya geciktirirdi. En azından, dava açılmış olsa bile Gül bugünkünden daha fazla “tarafsız” bir konumda olabilirdi.

Toparlayacak olursak bütün bu yaşadıklarımızın temelinde Gül’ün Çankaya’ya çıkmasından çok türban düzenlemesi aslına bakılacak olursa Gül’ün bütün “reel politik” deneyimine rağmen yaşananları ve yaşanabilecekleri doğru okuyamayıp bu düzenlemeleri onaylaması yatıyor.

Yazının devamı...

Dava bitince Kriz bitecek mi?

Türkiye’nin son dönemde içine yuvarlandığı ve her geçen gün daha da derinleşen siyasi krizden çıkabilmek için şu üç seçenekten hangisi daha elverişli?

1) Anayasa Mahkemesi (AYM) AKP’yi aklar.

2) AYM, AKP’ye Hazine yardımı yapılmasını durdurur.

3) AYM, AKP’yi kapatıp Başbakan Erdoğan başta olmak üzere bazı üyelerine siyasi yasak getirir.

Birinci seçeneği seçenlerin gerekçesini şöyle özetleyebiliriz: “Demokrasilerde, şiddete başvurmadıkları müddetçe siyasi partiler kapatılmamalı. Hele AKP gibi bir yıl önce yüzde 47 oyla tek başına iktidar olmuş bir partiyi, hukuki olmaktan ziyade siyasi bir davayla, zorlama iddia ve suçlamalarla kapatmak ülkeyi daha da beter bir krize sürükler. Ekonomi sarsılır, terörle mücadele zaafa uğrar ve AB süreci kesilir. Bu dava sürecinden AKP’nin yeterince ders çıkartmış olduğu da görülürse en hayırlı karar beraat olacaktır.”

Hazine yardımının kesilmesini savunanlarsa, bunun bir “ara formül” olduğunu, her iki tarafı da kısmen mutlu, kısmen mutsuz edeceğini ileri sürüyor ve özetle şöyle konuşuyorlar: “Hazine yardımının kesilmesi hiç de yabana atılacak bir ceza değildir. AKP’ye ciddi darbe indirir. Öte yandan AYM bu cezayla AKP’ye ’laikliğe aykırı eylem ve söylemler içinde olduğunu görüyor ve seni yakından takip ediyoruz. Bunu bir uyarı olarak kabul et ve bundan sonra laik cumhuriyet konusunda daha hassas ol’mesajı vermiş olur. AKP’nin dava sürecinde gerilimi tırmandırmamaya özen gösterdiğini de göz önüne alırsak, yapmış oldukları hataların farkına vardıklarını düşünebiliriz.”

AKP’nin kapatılmasında ısrarcı olanlarsa, beraat kararının iktidar partisi ve lideri Erdoğan’ı alabildiğine güçlendirip laiklik konusunda daha hoyratlaştıracağını Hazine yardımının kesilmesininse AKP’yi hiç ama hiç zorlamayacağını düşünüyor ve şöyle diyorlar: “Kapatma sonrası kurulacak parti ve eski AKP’lilerin yine tek başlarına oluşturacakları hükümet laiklik konusunda çok daha dikkatli olacaklardır, zira benzer adımlar atmaları halinde yine kapatılacaklarını akıllarından hiç çıkartmayacaklardır.”

Hiçbiri

Bu üç şıkka bir dördüncüyü, “yani ” hiçbiri “ni eklemek yerinde olur. Evet AKP’nin geleceğinin ülke için çok önemli sonuçları olacağı kesin, ancak AYM’nin hiçbir kararı varolan krizi sonlandırma potansiyeli içermiyor. Çünkü her ne kadar AKP davası laiklik ekseninde açılmış olsa da, esasında ülkede sürmekte olan kızgın iktidar savaşlarının bir yansımasından başka bir şey değil. Bu bakımdan onu Ergenekon soruşturmasıyla birlikte değerlendirmek zorundayız.

Kimileri AKP davasını Ergenekon’un, bazılarıysa Ergenekon’u AKP davasının rövanşı olarak görüyor. İki görüş de hem doğru, hem yanlış. Yani bir tür yumurta-tavuk olayıyla karşı karşıyayız. İşin içinde laiklik, demokrasi, cumhuriyet vb. tartışmalar olmakla birlikte Türkiye’de son dönemde yaşananları şöyle özetleyebiliriz: Geleneksel iktidar sahipleri yerlerini bırakmak istemiyor, merkeze yeni taşınanlarsa elde ettikleri iktidarı eskilerle paylaşmaya yanaşmıyorlar. Eskiler meşruiyetlerini ” cumhuriyetin kurucu felsefesi “nden yenilerse demokrasiden aldıklarını söylüyorlar. İki taraf da diğerinin kendisine biat etmesini dayatıyor. Hiçbir taraf uzlaşma, hatta diyaloğa yönelik ciddi adımlar atmıyor.

AYM’nin alacağı kararın bu iktidar savaşında etkisi şüphesiz büyük olacak beraat AKP’nin, kapatmaysa düşmanlarının elini güçlendirecektir. Ancak ne AKP’liler kapatma, ne de rakipleri beraat yüzünden pes edeceğe benzemiyorlar. Hatta üç seçenekten ikisinin bir tarafı daha da güçlü ve kibirli, diğer tarafı daha güçsüz ve öfkeli yapacağı tahlillerine değer verirsek, iktidar mücadelesinin daha da şiddetlenip bir ” savaş “ halini alma ihtimalini de ciddi olarak hesaba katmamız gerekir.

Yazının devamı...

Aygün bu mesajı mı taşıdı?

Yerli ya da yabancı hiçbir istihbaratçıyla, soruşturmayı yürüten savcılarla ve operasyonları sürdüren polislerle görüşmeden, sadece açık kaynaklara bakarak Ergenekon’u yakından izlemeye çalışıyorum. Medyaya sızdırılan bilgilere ve suçlananların veya yakınlarının yaptıkları savunmalara baktıkça, benim de kafam, kamuoyunun çoğu gibi, aydınlanmak yerine daha da karışıyor.

Örneğin ta başından beri Ergenekon’un tepesinde “Bir Numara” adı verilen biri bulunduğu söylendi ve bu kişi tarif edildi. Ama bugüne kadar bu tarife uyan kimse gözaltına alınmadı. “Yoksa böyle biri yok mu? Varsa ne zaman yakalanacak? Alınmayacaksa niçin?” sorularına şimdilik herhangi bir cevap gelmedi.

Önceki gün Hürriyet’te Enis Berberoğlu’nu okuyunca kafalardaki en önemli sorulardan birinin cevabının verilmek üzere olduğunu görüp sevindim. Soru şu: Ergenekon soruşturmasıyla AKP’ye açılan kapatma davası arasında bir ilgi var mı? Varsa nasıl?

Bilindiği gibi bazı AKP’liler, Başsavcı Yalçınkaya’nın davayı, dördüncü dalgadan sonra, yani Ergenekon’da derinlere inildiği için açtığını iddia edebildiler. Buna karşılık bazı ulusalcılar da İlhan Selçuk, Doğu Perinçek, Kemal Alemdaroğlu gibi isimleri içeren beşinci dalgayı kapatma davasının misillemesi olarak gördü. Ve son büyük operasyonun özel olarak Başsavcı’nın Anayasa Mahkemesi’nin karşısına çıkacağı güne denk getirildiğini ileri sürenler oldu. Nihayet, son günlerde giderek yaygınlaşan AKP’nin kapatılma ihtimalinin azaldığı yolundaki değerlendirmelerin temelinde de Ergenekon soruşturmasının izlediği seyir var.



Bir dizi soru

Usta gazeteci Berberoğlu önceki gün şöyle yazdı: “Aygün dünkü konuşmamızda Genelkurmay’a verdiği mesajın sahibini ve içeriğini açıklamadı, ısrarlı sorularımı yanıtsız bıraktı. Ancak çok yakın çevresinden aldığım izlenim, bu mesajın hükümetin önemli bir üyesinden kaynaklandığı yolunda.”

Yani önemli bir bakan söz konusu. O zaman şu soruları sorabiliriz:

1) Aygün 1 Mayıs’ta gerçekten önemli bir bakanla mı telefon görüşmesi yaptı?

2) Bu iddia doğruysa bu bakan kim?

3) Bu iddia doğruysa, söz konusu kişi ile TSK arasında ne tür bir mesaj taşıyordu?

4) Normalde bir dizi iletişim ve koordinasyon mekanizmasına sahip olan bu iki kurum neden üçüncü şahıslar üzerinden mesajlaşmak ihtiyacı hisseder?

5) Eğer bu iddialar gerçekse, söz konusu bakan bu temasları Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dahilinde mi yaptı?

6) Aygün’ün telefonlarını izleyip dinleyenler nasıl olur da konuştuğu “abi”nin kim olduğunu bilmezler? Bilmediler diyelim, gerçekten önemli bir bakan söz konusuysa sesini nasıl tanımazlar?

7) Soruşturmayla ilgili ilginç ve bazen de çok gerekli olmayan ayrıntıları (örneğin İlhan Selçuk’un Fashion TV merakını) sızdıran merciler neden bu görüşmeyi bugüne kadar medyaya servis etmediler?

8) Eğer bu görüşme sızdırıldıysa neden bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmadı?

Aygün’ün 26 Mart mesajı

Sorular uzatılabilir, ama burada kesip başa dönmek istiyorum: Berberoğlu’nun haberi bana neden Ergenekon soruşturmasıyla AKP’ye açılan kapatma davası arasında bir ilgi olup olmadığı tartışmasını düşündürttü? Zira Aygün’ün tam da ortalık iyice kızışmış ve sağduyu arayışları yoğunlaşmışken her iki olayı birbirine bağlayan çarpıcı bir demeç vermiş olduğu aklımda kalmıştı. Uzun aramalar sonucu internette bulduğum bu demecin tarihi 26 Mart 2008. Yani TOBB’un önderliğindeki “Sağduyu Çağrısı”nın olduğu gün. Samanyolu Haber muhabiri Aygün’e STK’ların ortak açıklaması hakkındaki fikrini sormuş ve aynen şu cevabı almış: “Ergenekon’u da durdurun diyor, parti kapatmayı da durdurun mesajı var orda. Yani bence güzel bir mesaj.”

Halbuki STK’ların bildirisinde parti kapatma konusu vardı ancak Ergenekon’un adı bile geçmiyordu. O günlerde kimileri bunu Aygün’ün her zamanki ilginç çıkışlarından biri olarak görüp önemsememişti. Ancak Ergenekon’da sonuna kadar gidilmesini savunan bazı medya kuruluşları ve köşe yazarları Aygün’ün sözlerini ciddiye alıp Başbakan Erdoğan’a “Sakın Ergenekon’da geri adım atmayın” diye baskılarını artırmışlardı.

Şimdi daha öncekilere ek olarak şu soruları sorabiliriz:

1) Aygün’ün “abi”sinin kim olduğu ve ne tür mesajlaşmaların söz konusu olduğunu ne zaman öğrenebileceğiz? Bunun için Aygün’ün de aralarında bulunduğu son sanıklar hakkında ek iddianamenin hazırlanmasını mı bekleyeceğiz?

2) Bu telefon konuşmasının detaylarından hükümetin, mesela Başbakan’ın haberi var mı?

3) Aygün, Berberoğlu’nu yazılı olarak yalanladı ama usta gazeteci elinde belge olduğunu söylüyor. Haberde adı geçen diğer kişi ve kurumlar (yani hükümet ve TSK) herhangi bir açıklama yapacak mı?

4) Kapatma davası ile Ergenekon soruşturması hakkında hiçbir ilişki olmadığı konusunda kamuoyunu ikna edebilecek herhangi bir merci veya kişi mevcut mu?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.