Şampiy10
Magazin
Gündem

28 Şubat ve sonrası medya ve ihaleler...

Aşağıdaki yazıyı; geçen Bahar’da Bebek’te bir öğle sonrası; Şansal Büyüka, Mustafa Denizli ve diğer dostları gördüğüm bir öğle yemeğinde, geçmişten gelen anıların patlamasıyla bir nostaljik hatıra niyetine yazıyorum...

***

Show TV 1999 yılında Erol Aksoy tarafından satılmak zorunda kalıyor...

O yıllarda ticari olarak her şeyini yitirirken, SHOW TV’yi de yitiriyor Erol Aksoy... O yıllarda kimliği deşifre olmayan, daha sonra ise kim olduğu anlaşılan, televizyoncu gazeteci görünümlü “bir derin eleman”; Erol Aksoy’a;

-”Haberleri Reha Muhtar’a verirseniz, televizyonu böyle elinizden kaçırırsınız...” diyor...

Ona göre, “siyaset üzerinde etkili olmayan, siyaseti dizayn etmede aktör olmayan bir televizyonculuk anlayışı kaybetmeye mahkum Türkiye’de...”

***

“Kimliğini köşe yazarı, televizyoncu kamuflajıyla gizleyen o derin eleman gibi” 1999 yılının Kasım ayında koskoca Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Müsteşar Yardımcısı Mikdat Albay; özel olarak davet ettikleri üç gazeteciye “Show Haber’in başını çektiği bazı televizyon programlarının Türkiye için tehlike arz ettiğini” söylüyorlar...

Aynı ikili daha sonra televizyon patronlarıyla görüşüyor, aynı düşünceleri onlarla paylaşarak; bu işi yapanların görevlerinden alınmalarını; dolaylı olarak istiyorlar...

***

1999 yılında MİT Müsteşarı ve yardımcısından yeni patronlara gelen açık telkin sonucu iki yıl sonra SHOW TV’den ayrılıyorum... Türkiye’deki derin yapılar, derin görevlendirmeler, derin operasyonların hiçbir tarafında hiçbir zaman olmuyorum...

Zaten onun için hedef tahtasına ben konuyorum...

Mesleki rakiplerim, devletin en hassas müesseselerini bana karşı “yalan ve iftirayla harekete geçiriyor...”

***

Bunu herkes biliyor...

O günlerde MİT Müsteşarı ve yardımcısını bana karşı yönlendiren “Hanımefendi ve yakın çevresinin yönlendirdiği derin ve gizli odak, daha sonraki yıllarda ‘bu işin mağduru gibi görünüp’ beni hedefe koymaya çalışıyorlar...”

Bir optik aldatmacaya girip, kendilerini “mağdur”, “mağdur ettiklerini ise mağrur gösteriyorlar...” Bu kirli oyun yıllar sonra ortaya çıkıyor...

***

28 Şubat’ta SHOW TV’ye ne olduğunu aşağıdaki yazıda bulacaksınız...

Medya yöneticilerinin son günlerde yaptıkları 28 Şubat ve sonrası medya ve ihaleler tartışmasına gelecek olursak...

Buruk bir tebessümle izliyorum tartışmayı...

BEŞ ADAMIN HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLADIĞI GECE... (2)

“Türkiye’yi yıllarca televizyonlarda kasıp kavuran 5 adamın, bir masanın etrafında, hüngür hüngür ağladığı o geceyi hatırlıyor musun?..” dedi Şansal Büyüka;

***

1999’un tıpkı bugünler gibi bahar aylarıydı... Show TV televizyon dünyasını kasıp kavuruyordu...

Bütün rakiplerini geride bırakıyor, tek başına sürekli birinci oluyordu...

Gazetelerde aleyhine kampanyalar; köşe yazıları, manşetler gırla gidiyordu...

***

Şansal Büyüka’nın deyimiyle “Ana haber ve spor programlarının karşı konulmaz ratingleriyle Türkiye’de SHOW TV diye bir moda çıkıyordu...”

Genel Müdür Murat Saygı’yı o akşam üstü biraz keyifsiz görüyordum...

-”Erol Bey bu akşam sizlerle bir yemek yemek istiyor...” dedi...

-”Paylaşacağı şeyler var sizlerle...”

Patronların medyada üst düzey yöneticileriyle yemek yemeleri adettendi...

Fakat Erol Aksoy; öyle bir patron değildi...

“Uzun yemekler, memleket meselelerinin konuşulduğu sohbetler, felekten bir gece çalmak üzere hazırlanan davetlerle işi olan bir patron tipi değildi o...”

***

Beş kişilik bir yemek istediğine göre durum ciddiydi... “Paylaşacağı şeyler var” cümlesi pek hayra alamet gözükmüyordu...

Genel müdür Murat Saygı beş kişilik olacağını söylemişti yemeğin...

Erol Aksoy, Murat Saygı; Şansal Büyüka; Can Tanrıyar ve ben...

Kanalın içindeki anlam itibariyle söyleyecek olursam, spor, programlarının mimarlarıyla, ana haber ve haber bültenleri sorumlusu vardı yemekte...

BİR MEDYA PATRONU... (3)

Yer olarak Levent’teki Le Select restoranı seçilmişti... Restoran, şık bir mekan olmasına karşın, “meraklı gözlerin olmadığı, sessiz, sakin bir yerdi...” Böylece rahat konuşabilmemiz hesaplanmıştı ...

***

Erol Aksoy; SHOW TV’yi ve CİNE 5’i elleriyle kurmuştu...

SHOW TV kısa zamanda Türkiye’nin en sevilen kanallarından birisi olmuş, geniş kitlelerle, arasında sıcak bir bağ kurmuştu...

***

Bir süre sonra SHOW TV; “kemerleri sıkma politikası” izlemeye başlamıştı...

Pahalı yapımlardan vazgeçmiş;

Geceleri önce Ateş Hattı sonra, Ana Haberle çok izlenen bir kuşak yaratmıştı...

CİNE 5’den aldığı maç görüntüleri ve transfer ettiği Maraton programı ekibiyle hafta sonlarını da spor programlarıyla kapatıyor ve her gece izleyiciyle “sıcak ve sempatik bir temas kurmayı beceriyordu...”

***

Kanal inanılmaz bir ivmeyle ratinglerde patlama yapıyordu...Show TV gerçeği, başlı başına bir toplumsal olgu haline geliyordu...

O akşam o yemekte buluşan insanlar, bu yapının mimarlarıydı... Ancak masadaki ağır hava ilk andan hemen fark ediliyordu...

Bir şeyler vardı; ama neydi?..

***

Birkaç yıldır Erol Aksoy’la çalışıyordum... Çok zeki, hiperaktif, zaman zaman da planlı bir biçimde agresif olabilen bir patrondu Aksoy...

Onda bunca yıldır görmediğim tek şey ise, “duygusallaşması ve mağdur görünmesiydi...”

Böyle bir durumu kendisi için hakaret sayan bir karakterdi Erol Aksoy...

***

Ancak nedense o gece, çok duygusal bir tonda konuşmaya başlıyordu Erol Aksoy...

-”SHOW TV benim ellerimle kurduğum, çocuğum olarak gördüğüm bir televizyon...” diyordu...

-”Onu sürekli birinci olan bugünkü haline siz getirdiniz...

Fakat şimdi size, hayatta hiçbir zaman söylemek istemeyeceğim bir şeyi söylemek zorundayım... İktisat Bankası yönetim kurulu; bankanın kredilerinin yarattığı yükten kurtulabilmek için, en önemli iştiraki olan, en değerli aseti olarak sayılan SHOW TV’yi satma kararı aldı... Satıştan başka çare bulamadık...”

***

Erol Aksoy’un sözleri, masaya bomba gibi düşmüştü... Herkes, tek kelime etmeden, sözlerin masada yarattığı ağırlığı sindirmeye çalışıyordu...

Hiç kimse bir şey söylemiyordu...

Aksoy; “SHOW TV’yi sattık” diyordu...

Bu öylesine kesin bir ifadeydi ki; kimseye, başka bir şey söyleme şansını da bırakmıyordu...

KESİF BİR DUYGU SELİNİN MASAYA DÜŞTÜĞÜ AN... (4)

O anda, hiç beklemediğim bir şey oluyordu... Erol Aksoy konuşmasına devam ederken, gözleri dolu dolu oluyor ve kısa bir süre sonra “ağlamaya başlıyordu...” Karşımda gördüğüm bir patronun ağlaması değildi sadece...

Erol Aksoy gibi, zekasıyla hayatı ve insanları snobize eden, “insani zaafları kabul edilir bulmayan” bir karakter, hayatta hiç istemediği bir pozisyonda duygusallaşıyor ve ağlamaya başlıyordu...

***

Cenaze evinde ya da cenaze esnasında camideki cemaatte yaşanırdı bu duygu... Ağlayanlar; diğer insanları tetiklerlerdi... Ağlama duygusu, bir anda zincirleme bir hal alır; duygusal boşalma herkesi manyetik etkisinin altına sokardı...

Aksoy’u hiçbir zaman; “elleriyle yaptığı ve kurduğu SHOW TV denilen çocuğunu kaybettiği o andaki kadar, duygusal ve samimi” görmemiştim...

NEYE AĞLIYORDUK ACABA?.. (5)

Aksoy’un ağlaması, masayı tetikliyor ve masadaki herkesi ağlatmaya başlıyordu...

Şansal Büyüka; Can Tanrıyar, Murat Saygı ve ben...

İnsanın ağlarken, kendisini tutmak istediği anlar vardır...

İçinden başka şeyleri aklına getirir ki; ağlaması dursun...

Fakat aklından ne geçirirse geçirsin; ağlamanın duygusal boşalma halini aldığı zamanlar da vardır...

Hiçbir güç gözyaşını kesemez o sırada... İnsanın içi durup durup burkulur ve boşalma sürgit devam eder

***

Ağlarken bu derece yoğun bir duygusal boşalmayı niye yaşadığımı düşünüyordum...

Farkındaydım ki; öncelikle Erol Aksoy’un ağlamasına ağlıyordum...

Patronun “çocuğu gibi gördüğü televizyonunu satmak durumunda kalmasının” yarattığı duruma; “bunu hazmedemeyip, duygusal boşalma yaşamasına” ağlıyordum ben...

***

Erol Aksoy; çalışma arkadaşlarına çok müdahale eden bir patron tipiydi...

Ben ise; dışarıdan müdahaleyi, hiç sevmeyen, hiç kabul edemeyen bir gazeteci-televizyoncu profiliydim...

O sistematik ve matematiksel...

Ben ise duygusal, tepkisel ve sezgiseldim... Tam anlamıyla birbirimizin zıttı iki karakterdik...

Çalıştığımız yıllar boyunca; patronla çatıştığımız zamanlar, çatışmadığımız zamanlara oranla çok daha fazlaydı...

***

Fakat ben de o da, oradaki diğer üç kişi de biliyordu ki; SHOW TV’yle yaratılan değer; bir mucizeydi ve bu mucize “liberal ekonominin gerçekleri dışında hiçbir güce dayanılmadan salt televizyon çalışanların emeği ve aklıyla kazanılmıştı...”

Bizi hep beraber ağlatan gerçek esasen buydu... SHOW TV grup içinde satılabilecek tek asetti...

Bundan gurur mu duymalıydık, hüzün mü bilmiyorduk...

Yazının devamı...

2016'nın ilk fırtına gibi esen filmi... Londra düştü...

İngiltere Başbakanı hiç beklenmedik şekilde ölüyor...

Londra’daki cenaze törenine dünyanın en etkin liderleri katılıyorlar...

***

Amerikan Başkanı, Fransız, Japon, Alman liderleri; teker teker cenaze töreni için İngiltere’nin başkenti Londra’ya doğru yola çıkıyorlar...

***

İngiliz gizli servisi MI-6 “zirveye katılacak dünya liderlerinin güvenliğini sağlamak için” toplantı üstüne toplantı yapıyor...

Amerikan Başkanı kendisini koruyan özel ajanı ve şefiyle Londra’ya hareket ediyor...

Özel ajanın bir önceki filmden kalan bir özelliğini biliyoruz...

AMERİKAN BAŞKANIYLA KARISI ARASINDA TERCİH... (2)

Ajan Mike Banning bir önceki filmde Başkan ile karısı arasında sadece birini kurtarabilmesinin söz konusu olduğu durumda, tercihini Başkan’dan yana kullanarak Amerikan Başkanı’nın hayatta kalmasını sağlıyor...

Amerikan Başkanı’nı; eşine tercih ediyor...

Bu kararı meslektaşları arasında doğru bir karar olarak benimsense de Banning bir dönem için masa başı göreve atanıyor...

***

Sonra Başkan’ı mucizevi bir operasyonla kurtarıyor...

Başkan’ın en yakın ve en güvendiği adam haline geliyor Banning...

***

Onlar Başkan’la Londra’da cenaze törenine katılmak üzere giderlerken, “Batı’lı başkentleri mahveden dünyanın yeni terör saldırıları görülmemiş bir şiddetle” Londra’yı cehenneme çeviriyor...

***

Bütün liderlerin cenazeye gidiş güzergahlarında, son derece profesyonelce patlayan bombalar, saldırılar; Londra’ya bir cehenneme çeviriyor...

Amerikan Başkanı’na da, hangisinden kurtulursa bir diğerinin devreye gireceği zincirleme bir suikast planı uygulanıyor...

***

Banning’in amacı, Amerikan Başkanı’nı kurtarmak... Teröristlerin amacı ise ne pahasına olursa olsun Amerikan Başkanı’nı dünyanın gözleri önünde öldürmek...

PARİS’TEN ÇOK DAHA BÜYÜK BİR SALDIRI LONDRA’DA OLURSA... (3)

LLondra Düştü (Kod Adı Londra) İstanbul’da birkaç gün önce vizyona giriyor...

2016 yılının filmi olarak vizyona giren filmde; Gerard Buttler, Aaron Eckhart, Morgan Freeman oynuyorlar...

Morgan Freeman, suikaste uğrayan Amerikan Başkanı’nın Yardımcısı rolünü oynuyor...

***

Bir saniye bile rahat oturmaya fırsatı vermeyen, yüksek temposu, olağanüstü görsel efektleriyle, heyecanı sürekli zirvede tutan bir film Londra Düştü filmi...

Ne zaman ara olduğunu, filmin sonuna nasıl gelindiğini anlayamıyor insan...

Ancak filmin bundan çok daha önemli bir rolü ve vizyonu var...

***

Amerikan sineması inanılmaz bir hızla “Paris, Londra, Brüksel gibi Batılı merkezlere planlanmış ya da planlanacağı iddia edilen terörist saldırılar öncesi” psikolojik inisiyatif alıyor...

Londra Düştü filmini izledikten sonra oluşacak, olası bir terörist saldırının kitleler üzerindeki psikolojik imha etkisi azaltılıyor...

***

Filmin bir yerinde Suriye’ye referans yapılarak; İngiltere’de İslamcı unsurların geniş biçimde yaşadığı, örgütlendiği ve bunun önüne geçilemeyeceği anlatılıyor...

***

Filmi izleyen milyonlarca seyircinin, “Londra” filminden”, uluslararası terörizme lanet, kendi hayat tarzına aidiyet duyarak çıkması planlanıyor...

***

Film; uluslararası terörizm ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Batı başkentlerini nasıl tehdit ederse etsin, yaşam tarzını nasıl cehenneme çevirmeye çalışırsa çalışsın, bu mücadeleden nihai noktada başarılı çıkamayacağını, mağlup olacağını bütün dünyaya ilan etmeye çalışıyor...

AMERİKA’DA DEVLET SİNEMA İLİŞKİSİ... (4)

Son yıllarda Amerikan devlet sistematiğiyle, Hollywood arasındaki bağlantılar daha net, açık ve güçlü bir şekilde gözüküyor...

2013 Oscar’ını, İran’daki Amerikan rehinelerinin kurtarılması operasyonunu işleyen ARGO alıyor... Filme ödülünü Beyaz Saray’dan canlı yayında Barack Obama’nın eşi Michelle Obama veriyor...

***

2016 Oscar törenine Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden bizzat katılıyor ve sahneye çıkıyor...

Sahnede yaptığı konuşmayla, “Amerikan Başkanlık makamının ülkenin sinema endüstrisi Hollywood’un hamisi” rolünü üstlendiğini anlatmak istercesine, dünya çapındaki yıldızlara, “kadınlara taciz, tecavüz” gibi olaylara karşı ayağa kalkmaları mesajını veriyor...

***

2015 en iyi film Oscar’ı ise, büyük bir gazetecilik başarısının anlatıldığı Spotlight filmine veriliyor... Amerikan yönetimi ile dışişleri bakanlığı, son yıllarda “dünya ülkelerinde basın özgürlüğü konusunu” artan bir şekilde işlemeye koyuluyorlar...

***

“Kilisede; din adamlarının çocuk tacizlerini ele alan,” toplumsal açıdan çok hassas bir konuyu işleyen Spotlight’a birincilik ödülü verilerek; “Basın özgürlüğü konusunun Amerika’nın ‘in’ meselesi olduğuna özel vurgu yapılıyor...”

***

Hollywood tüm bunlardan sonra, şimdi de; dünyayı olası bir terör saldırısına kaşı hazırlama görevini üstlenmiş görünüyor...

Saldırı olmadan, saldırının filmini yaparak...

Ölümler meydana gelmeden ölümleri göstererek...

Suikastler olmadan, suikastleri çekerek...

Londra düşmeden, Londra’yı düşürerek...

Yaşam seyrinde devam ederken, cehennemi göstererek... “Cehennemle” mücadeleyi vizyona sokarak...

***

Londra Düştü filmini ya da Türkçe versiyonuyla “Kod Adı Londra” filmini kaçırmayın...

Bir filmden çok daha fazlası var o sinema filminde...

Yazının devamı...

Rezil soytarılara karşı dünyanın en asil soytarısı...

Gazetecilik hayatım boyunca, hep “soytarılar” görüyorum çevremde...

“Güç” neredeyse onun yakınına mevzilenip, karşıda gördüklerine ateş ediyorlar...

“İçlerindeki kötülüğü, böyle saçıyorlar...”

Kötülüğü tatmin etmek için “Güç”ün yanında yer alıp, “güçsüzü”, linç ediyorlar...

***

Futbolda “birilerinin üzerinde kampanya varsa” gidiyorsa, onlar, “o gidilenin üzerine, görülmemiş bir şiddette ve hiddette gidiyorlar...”

Hedeftekinin ölümü için zemin döşüyorlar...

Linci için ortam inşa ediyorlar...

***

Kampanya bitip, hayat normale döndüğünde, hiçbir şey olmamışcasına, onlar bir şey yapmamışcasına olay yerinden anında toz oluyorlar...

Söylediklerini unutturup “arazi”ye karışıyorlar...

***

Kampanya “askerlere karşı ise”, “cellat soytarılar yine tetikçilik görevine” soyunuyorlar...

Öncü birer müfreze “o soytarılar...”

En kirli “sıfatlarla”, en galiz küfürlerle, en pislik yakıştırmalarla; hedefteki insanı linç etmeye başlıyorlar...

***

Gün geliyor askerlere yönelik kampanya bitiyor...

Onlar ortalıktan yine arazi oluyor...

Onca hapsin, onca cezaevinin, onca mağduriyetin sorumlusu, tetikçisi, soytarısı sanki onlar değilmişcesine kayıplara karışıyorlar...

***

Askerlere karşı kampanya bitiyor; “askerlere yönelik kampanyanın içinde olan” kesime karşı başka bir kampanya başlıyor...

“Soytarılar” yine “cellat görevindeler...”

Bu sefer, en son hedefe kilitleniyorlar...

“Son hedef”i öldürmeye soyunuyorlar...

O “hedef”le yıllarca beraber olup, diğer hedefleri dövenler onlar değilmiş gibi, “güç”lü saydıklarının yanında gözüküp, “kendi kötülüklerinin” yelkenini ‘güç’ten aldıkları rüzgarla sanatsız bir soytarılığın pespayeliğine çeviriyorlar...

***

Son yıllarda çevremde gördüğüm soytarılar böyle...

Oysa önceki gece Zorlu Center’da; “dünyanın bir numaralı palyaçosu” sayılan gerçek bir “sanatçı soytarıyı” seyrediyorum...

İçim ısınıyor; hayata geldiğime şükrediyorum...

Çocuklarıma “katil ve kirli soytarılar yerine” gerçek bir sanatçı soytarının, bir palyaçonun muhteşem sanat performansını izlettirebildiğim için kendimi mutlu hissediyorum...

“DÜNYANIN EN İYİ SOYTARISI...” (2)

İngiliz Times gazetesi onu “dünyanın en iyi palyaçosu, soytarısı” olarak nitelendiriyor...

Rus Slava Polunin uluslararası çapta bir palyaço, bir soytarı...

Hayatı boyunca, palyaçoluktan ve soytarılıktan başka bir meslek istemediğini, yaptığı işin “çocukluk rüyası” olduğunu söylüyor...

***

Onu Zorlu Center Gösteri Sanatları Merkezi’nde Snow Show’da “Kar Şov”unda izlerken, bir pandomim sanatçısının “kar olgusu”nu;

Nasıl bu kadar yaratıcı...

Nasıl bu kadar anlatıcı...

Nasıl bu kadar öğretici...

Nasıl bu kadar eğitici...

Nasıl bu kadar eğlendirici...

Nasıl bu kadar keyiflendirici...

Nasıl bu kadar hüzünlendirici...

Nasıl bu kadar anlamlandırıcı...

Nasıl bu kadar yaşatıcı...

Sergileyebilmesinin altında yatan “derin sevgi”yi hissetmeye çalışıyorum...

***

-“Charlie Chaplin’in The Kid filmini izlerken, yaşamımı sanatın palyaçoluk ve soytarılık yönüne çevirmeye karar verdim... Hayallerimin bir gün gerçek olabileceğine inandım..." diyor Slava Polunin...

***

-“Dansın her türünü öğrenmeyi başardım... Tangodan Japon sürreel danslara kadar her şeyi denedim, öğrendim ve hiç yılmadım... Ancak bütün bunları, o kırmızı burnu takıp palyaçoluk-soytarılık yaparak çocukları mutlu etmek için yaptım...” diyor;

-“Her dili bilmemizin mümkün olmadığının farkındayım... Ancak her dilin ortaklaştığı bir yer var... O da gülmek...” diye duygularını ifade ediyor...

***

Önceki gece Snow Show’u izlerken bir palyaçonun, bir soytarının bir pandomim ustasının, çocukluğunda Charlie Chaplin’e özenen bir sanatçının “çocukları ve insanları nasıl mutlu edebildiğine, onların içlerini nasıl ısıttığına” şahit oluyorum...

-“Çocukluğumdan kalan anılar hep “kar”la ilgiliydi...” diyor Polunin;

- “Hayatımı çocukluğumu gerçekleştirmeye adadım... Sonunda böyle bir hayata kavuştum... Mutluyum...”

***

Polunin’in Paris yakınlarında Alice Harikalar Diyarı’nı andıran bir evi bulunuyor...

Çocuklar için her şey var o evde...

Evden aldığı ilhamla, 120 ülkede yaptığı şovlarla çocukları mutlu ediyor, büyüklerin içlerine unutamayacakları bir sıcaklık veriyor...

ÇEVREMDEKİ SOYTARILAR... (3)

Onu izlerken etrafa irin saçan; ‘güç’ten medet uman, kötülük saçmak için ‘güç’ü kendilerine kalkan eden, cellatlaşan “soytarılar”ı düşünüyorum...

İnsanlığa verdikleri zararları

İçlerindeki kötülüğü... Hayatın serpilmesine, tazelenmesine karşı ördükleri “ölüm” duvarlarını.

***

Onların karşısında Polunin’in yarattığı estetik zevk, iyilik, sevgi ve sanatıyla insan üzerindeki gücü karşısında hayata şükran duyuyorum...

NAZİF ZORLU KENDİNE HAKSIZLIK EDİYOR... (4)

Dün Mehmet Nazif Zorlu’nun Habertürk’e verdiği röportajı okuyorum...

Röportajın bir yerinde; “Zorlu Center’ı yapmakla hata ettiğimi düşünüyorum...”

-“O kadar üstüme geldiler ki; 800 milyon dolar verip keşke burayı yapmasaydım...” diyor...

***

İstanbul’da yeni açılan bir sürü AVM var...

Bu AVM’lerin nasıl yapıldıklarını, kararların nasıl verildiğini, kimlerin bu hakka layık görüldüğünü bilmiyorum...

***

Zorlu Center’a açıldığından bu yana uzun bir süre hiç gitmiyorum...

Benim için, diğer AVM’lerden daha lüks yapılmış bir AVM olmanın dışında ilk günlerde başka bir anlam ifade etmiyor...

***

Ancak bir süre sonra fark ediyorum ki öyle bir Zorlu Görsel Sanatlar Merkez’leri var ki; “Türkiye’nin dünyanın en muhteşem görsel sanat etkinliklerine açılan bir penceresi” gibi...

***

Sadece son iki ay içinde Mamma Mia müzikalini, Shrek’i, Snow Show’u izlettirerek, çocukların hayatında inanılmaz ufuklar açıyorlar...

***

Bir ay önce, çocuklarla Newyork’ta üç Broadway Müzikali izliyoruz...

New York’taki Broadway müzikallerinin en iyileriyle, dünyadaki en ünlü şovların gösteri merkezi halini alıyor Zorlu Center...

***

Mehmet Nazif Zorlu, çok yerde çok büyük inşaatlar yapıyor muhtemelen...

Nerede ne yaptığını bilmiyorum...

Ancak Zorlu Center’da bu ülkenin insanına ve çocuklarına açtığı görsel sanat penceresi, bugüne kadar yaptığı işlerin hepsinden daha değerli...

İnsanlığa ve hayata katkısı hepsinden daha kıymetli...

Zorlu Center’dan; insan ancak gurur duyar; pişmanlık değil...

Yazının devamı...

Siz hiç kadınların cinsel performanslarını tartıştıklarını gördünüz mü?..

Hiç kadınların, kendi aralarında...

Evlerde düzenledikleri “çay”larda...

Hoşbeşlerde, sohbetlerde...

Kadın günlerinde...

Hamamda, markette, kuaförde, masajda...

Pilateste...

Yogada...

Bilgisayarda sörf yapıyorken...

Chatleşirken...

“Cinsel performanslarının mükemmelliği, cinsel organlarının muhteşemliği” üzerine söylem geliştirdiklerini duyuyor musunuz?..

***

Böyle bir saçmalığın olabileceğine inanıyor musunuz?..

Kadınların, kendi aralarında “erkek performansını konuşmak yerine, kendi performanslarını ele aldıklarına hiç şahit oluyor musunuz?..”

***

Olmuyorsunuz...

Hayatta kendi cinsel hayatıyla fazlaca derdi olmayan cins; “derdi olmadığı performansı” konuşmuyor...

Ancak cinsel isteksizlik, cinsel sorunlar olduğu zamanlarda meseleyi ele alıyor, doktora gidiyor, uzmana danışıyor hayatı kolaylaştırmaya uğraşıyor...

***

Oysa karşı cins “Amerikan Başkan adayları düzeyinde bile” cinsel performansı, boyutları konuşuyor, hatta “kim daha iyi” diye tartışıyor...

Amerikan Başkanlığı için; “cinsel performansın seviyesini ve boyutunu gerekli bir şart; karşısındakini itibarsızlaştırmanın ise vazgeçilmez aracı olarak” görüyor...

“KÜÇÜK HILLARY NASIL?..” (2)

Amerikan erkek Başkan adayları arasındaki tartışmanın tersinin olması ihtimalinin absürdlüğünü düşünüyorum...

Hillary Clinton ile herhangi bir kadın Başkan adayı arasında “küçük Hillary nasıl?..”, “küçük Elizabeth iyi mi?..” türü bir diyaloğun komikliğini düşünüyorum...

***

Küçük Hillary ve küçük Elizabeth sıfatlamalarının dillendirildiği bir “kadın düellosu” kimsenin aklının ucundan geçmiyor...

Kadının cinsel konularda “cinsinin doğal performansından kaynaklanan bir derdi bulunmuyor” çünkü...

O dert erkeklerde var...

Ve “çeneye vuruyor...”

ERKEĞİN BİTTİĞİ YERDE KADIN YENİ BAŞLIYORDUR... (3)

Konu dönüyor dolaşıyor ve iki yıl önce yazdığım “Erkeğin bittiği yerde kadın yeni başlıyordur...” sözüne dayanıyor... “Tabiatın insanlara bahşettiği seksüel potansiyel açısından, fukaralık sınırlarında dolaşan bir cins, kadınla acaba gerçekten eşit olabilir mi?..”

***

“Zengin bir cinsellik potansiyeli taşıyan kadınla, fukara bir cinsel performansın üzerine çıkamayan erkek arasında, tabiatın kadından yana bahşettiği eşitsizlik” yaşamın her alanına sıçramıyor mu?..

***

Bir kadın sınırsız sevişmeler yaşayabiliyor... Hayatında bunu ne kadar yaşayıp yaşamadığı değil önemli olan...

Tabiatın kendisine bu potansiyeli bahşetmiş olması mühim olan...

***

Buna karşı erkek fukara bir portre çiziyor cinsel açıdan... Sınırlı sayıda kadınla birlikte olabilme kapasitesini, köpürterek, abartarak, üstün hale getirme arayışına yöneliyor... Erkeğin bittiği yerde; kadın aslında daha yeni başlıyor...

***

Bir kadın kendisine göre fukara olduğunu bildiği “erkeğe karşı” cinsel açıdan gerçekte ne hissediyor?..

Tabiatın karşısındakine son derece acımasız bir eşitsizlik sunduğunu, açıktan hiçbir zaman söylemiyor kadın...

Erkeğe söylemediği gerçek, kendisini ondan kat be kat üstün gördüğü realitesini değiştirmiyor...

***

Kadın; erkek karşısında eziliyor görünse de, ona ekonomik olarak bağımlı farz edilse de, kendisinin bir erkekten fersah fersah güçlü yaratıldığını biliyor...

Kadının gerçekte taşıdığı cinsel gücün ve potansiyelin, onda biri bile bir erkekte yok...

Erkeğin; kadın karşısındaki cinsel zavallılığı, psikolojisine, fizyolojisine, davranış biçimine ve komplekslerine rehber oluyor...

DOĞANIN ZEKASIYLA ALAY EDEN ERKEK... (4)

Hayatın ve doğanın bu basit ve açık gerçeğini örtmek, gizlemek, ondan alakasız bir hurafe yaratmak için, “Erkeğin cinsel açıdan kadına göre çok daha güçlü bir cins olduğu dogması” yaratılıyor...

***

Dogmanın yaratılma nedeni; “kadını bu dogmanın psikolojik etkisiyle zapt-u rapt altına almak”, ondaki sınırsız cinsel potansiyeli “erkek için ahlaksızlık sınırına taşımadan, yok etmek amacını taşıyor...”

***

Fizyolojik farklılığın bilincinde olan hipokratlar, bu konuyu hafiften es geçiyorlar...

Erkeklerin yüzleşmek istemediği bir gerçek oluyor bu...

Kadınlar ise, erkekte arıza çıkartacağını bildiklerinden, üzerine gitmekten bilinçli olarak kaçınıyorlar...

***

Erkeğin ne kadar çapkın olduğu, “bir kadının tek bir erkekle olmayı tercih ettiği halde”, bir erkeğin sınırsız sayıda kadınla beraber olmasının ‘doğası gereği olduğu’ safsatası; yalanla sarılıp sarmalanmış bir dogma...

Gerçek hiç öyle değil...

***

Kadın belirgin bir zaman diliminde fizyolojik olarak, istediği kadar erkekle beraber olabiliyor...

Erkek aynı zaman diliminde ancak sınırlı sayıda kadınla beraberlik yaşayabiliyor...

***

Kadınların neden, kendi aralarında erkeklerin cinsel performansını konuşurken, erkeklerin kendi aralarında kadınların cinsel performansını hiç konuşmadıkları sorgulanmalı...

Ya da kadınlar neden hiç kendi cinsel performanslarını tartışmıyorlar...

Kendi uzuvlarıyla ilgili, anlamsız muhabbetlere girmiyorlar?..

***

Erkekler neden, kendi aralarındaki erkek erkeğe geyiklerde, “kendi performansları hakkında uluorta atıp tutuyorlar da, kadınların performansı üzerine tek kelime etmekten sakınıyorlar?..”

Korkuyorlar mı bilinçaltında yoksa ondan bahsetmeye?..

Kadınlar aralarında neden kendilerinden bahsetmek yerine “erkeklerin durumundan söz etmekten zevk alıyorlar?..”

Kendileri kendi durumlarından emin olduklarından olabilir mi?..

Sorun “tabiatın yaratırken cimri davrandığı eşitsizlikte olabilir mi?..”

***

Bu konu “cinsellikle sınırlı olan, seksologları ilgilendiren bir seksüel performans” meselesi olarak görülebilir...

***

Oysa kadınla erkek cinsinin, zenginlik ve fukaralık meselesi, “aralarındaki ilişkinin dengesizliğinin, kadın cinsinin gerçek üstünlüğünün” temel nedeni...

***

Kadın gerçekte üstün olduğu erkekten, bunu gizlemek için düşük profilli bir ikinci cins konumuna sokar kendisini...

***

Erkek durumu kavramadığından, pohpohlanan egosuyla durumu teorize eder...

***

“Doğanın zekasıyla alay etmek esasen, gerçeğe karşı yaratılan bu dogmatik cereyan...”

***

İki yıl öncesinin yazısı böyle...

Bu yazının çizdiği çerçevede, dünyaya hükmedecek adamların arasındaki “penis tartışmasını” incelemek, daha mantıklı olacak...

İyi Pazarlar...

Yazının devamı...

Amerikan seçimleri; demokrasiyle penis ilişkisi...

Dünyanın en “güçlü” demokrasisi olduğunu söylüyor Amerikan demokrasisi...

Muhtemelen öyle...

Artık dünyadaki tüm ülkelerin ve demokrasilerin; derin ve gizli bir düzenek üzerinden yönetildiklerini düşündüğümden; demokrasi gibi konulara ilk gençlik ve ilk gazetecilik yıllarımın romantizmiyle bakmıyorum...

***

Devlet denilen mekanizmanın, toplumsal hayatın sağında, solunda, liberalinde, otoriterinde, sivil toplum örgütünde, resmi tören kıtasında; her yerinde yer aldığını bildiğimden; demokratik seçim yarışlarını “çok ciddiye almadan bir parça televizyon şovu gibi izliyorum...”

***

Donald Trump beni bu zevkten mahrum etmiyor, Amerika’da seçim kampanyası başladığı günden beri...

Geçen ay, New York’tan yazdığım ilk yazılarda; Amerikan seçim kampanyasında “annesi babası Küba doğumlu olan, dünyaya geldiğinde ebeveynleri Amerikan vatandaşı bile olmayan, genç yakışıklı ve sevimli bir politikacı tipinin Başkan adaylığından söz ediyorum...”

***

Marco Rubio o politikacının adı

Seçimlerde 27 milyonluk Hispanik oyları alabilecek Başkan aday adayı olduğu için, gerçekte Hillary Clinton’ın en büyük rakiplerinden biri olabilecek çapta bir genç senatör...

***

Marco Rubio genç ve sempatik bir yüz...

Orta boylu Amerikalıların baby face dedikleri türden bebek yüzlü bir genç adam...

Donald Trump ilk günden itibaren Hispanik Marco’ya, “Küçük Marco” diye hitap ediyor...

Marco’nun “küçük”lüğüne çağrışım yapacağı yerlerden medet umarak Marco’yu etkisizleştirmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışıyor...

KÜÇÜK MARIO-KÜÇÜK TURGUT... (2)

Dört çocuk babası Marco’ya yönelik bu ironik teşbihi kampanya başladığı tarihten itibaren bilinçli olarak kullanıyor Donald Trump...

“Küçük Marco aşağı Küçük Marco yukarı...”

***

Öyle bir deyim kullanıyor ki; Hispanik politikacı “Neyim küçük benim?..” diye karşı çıksa; -“Yaşın, boyun posun, görünüşün...” diyecek ve kahkaha atacak...

***

Yıllar önce, rahmetli Turgut Özal; kendisini yıpratıcı bir şekilde bitmek bilmez bir sistematikle eleştiren rakiplerine sonunda dayanamayıp;

-“Onlar gitsin küçük Turgut’la oynasınlar...” diyerek ironik bir cevap veriyor...

“Küçük Turgut”tan neyi kastettiğini soran gazetecilere; “torunu küçük Turgut’u” gösteriyor...

***

Amerikan seçimlerinde yaşanan vakıa da bir “Küçük Turgut benzeri Küçük Mario” vakıası...

Marco Rubio aylardır Donald Trump tarafından taammüden yapılan bu “ironik aşağılamaya”, ses çıkarmıyor...

***

Ön seçimlerde 11 eyaleti kapsayan ve ‘Süper Salı’ olarak bilinen büyük gün televizyon tartışmasında nihayet kontr silahını ateşliyor!..

Donald Trump’ı gösteriyor...

-“Donald Trump benden büyük ve uzun... 1.88 boyunda... Bu doğru... Ama elleri 1.58 metre boyundaki bir erkeğin elleri gibi...”

***

Marco Rubio; böylece milyonlarca Amerikalının izlediği canlı yayında “ellerle penis arasında varolduğu söylenen korelasyona” referans yapıyor...

Kendisine “Küçük Marco” diyenin, aslında “Küçük Donald” olduğunu söylüyor...

“ŞU ELLERİME BİR BAKIN; BURADA BİR SORUN VAR MI... HİÇBİR SORUN YOK... SİZİ TEMİN EDERİM...” (3)

Düello burada bitmiyor...

Bunun üzerine canlı yayın tartışmasında Donald Trump ellerini açıyor ve bütün Amerika’ya gösteriyor... -“Bu ellere bakın... Bir sorun var mı?.. Hayır... Size temin ederim ki hiçbir sorun yok...”

***

Trump’ın ellerini göstererek verdiği teminattan; “Küçük Donald’da bir küçüklük sorunu olmadığını varsayıyoruz...”

Amerikan demokrasisinin Cumhuriyetçiler tarafından “küçük olmayan” bir Donald’a veya Marco’ya emanet edileceğini anlayıp ferahlıyoruz!..


HILLARY’NİN YAŞADIKLARI... (4)

Penis boyları üzerinden yürütülen Cumhuriyetçi Parti Başkanlık kampanyası, Demokratların kadın aday adayı Hillary Clinton’ın şansını nasıl etkiliyor?..

Herhalde olumlu...

***

Türkiye’den kampanyaya katılan televizyoncu Nevşin Mengü’nün; “işlevi önemli” açıklamasından, anlaşılıyor ki Amerika’daki kadın seçmenlerin büyük çoğunluğunun ortak düşüncesi de bu yönde olacak ve “küçüklük tartışmaları yapan adaylara prim getirmeyecek...”

***

Amerikan seçmeni esprilere gülerken, “penis boyu” tartışmasıyla Amerikan başkanlık seçim kampanyasını yürüten adayların Beyaz Saray performanslarını düşünecekler sanırım...

BILL CLINTON VE NAPOLEON... (5)

Amerikan Başkanlık seçimindeki “penis boyu tartışmasını” komik bulsam da, bu tartışmayı “rezalet, felaket, kahrolsun” gibi nidalarla karşılamıyacak kadar siyasi tarih tecrübesine sahip olduğumu hissediyorum...

***

Halihazırdaki diğer Başkan adayı Hillary Clinton’ın eşi Bill Clinton için de vakt-i zamanında “aynı komik taarruz yapıldığından”, küçük penis tartışmasının Amerikan siyasi hayatında belirgin bir yer edinmeye başladığını görüyorum...

***

Bu olgunun, tarihteki köklerinin ise, ünlü Fransız İmparatoru Napoleon ile eşi Josephine arasındaki ilişkiye kadar gittiğinin farkındayım...

Tarihçiler; Napoleon’un içindeki bitmek bilmez ihtirasın bir “Küçük Napolyon” meselesinden kaynaklandığını söylerler...

Büyük Napoleon’un, ihtiraslı eşi Josephine karşısında, “Küçük Napolyon”un güçlü olduğunu ispat etmek istercesine, muhteşem zaferlere imza attığını belirtirler...

***

Napoleon’u, Josephine’i, Amerikan seçim kampanyasını, bu bilgiler ve tecrübeler eşliğinde izliyorum...

“Küçük Donald ve Küçük Marco” konuları Amerika’da seçim şovun malzemeleri...

Biraz espri, biraz ironi, biraz tebessüm katıyorlar kampanyalara...

Hayatın ağır ciddiyetinden ve ölümlerden mütevellit gündemlerden biraz uzaklaşmak isteyenler için, bir renkli roman tadı veriyorlar...

Çocukluğumda Tom Mix, Texas, Zagor okuyarak rahatlıyorum...

Şimdi Amerikan seçim kampanyasını izleyerek aynı duyguyla buluşuyorum...

Yazının devamı...

Donald Trump; bütün Amerika'yı kurtarıyor...

Amerika; aşk, nefret, sempati, antipati, gıcık olma, boğazlama, aşık olma, öykünme, hayran olma, nefret, cesaret, delilik diye adlandırılacak; bütün duyguları bir süredir tek bir adamın üzerinden yaşıyor...

***

Psikoloji; insanın başkası hakkındaki yargılarının; “o kişi üzerine düşen kendi yansıması” olduğunu saptadığından beri; yüz milyonlarca Amerikalı Donald Trump üzerinden, kendi izdüşümüyle hesaplaşmaya başlıyor...

***

Amerikan derin devletinin; dünyanın bir numaralı süper gücüne Başkan olarak Hillary Clinton’ı uygun gördüğü; benim için bir sır değil...

Donald Trump’ın; Cumhuriyetçilerin adayı olmaya yaklaşması, aslında Hillary Clinton’ın işine geliyor...

***

CNN; yayınlarında bütün gücüyle Donald Trump’ın “Başkan seçilmesinin ülkeyi bir felakete sürükleyeceğini” anlatıyor!..

Önceki gün Christian Amanpour;

“Donald Trump iktidara gelirse” 700 binden fazla Amerikalı seçmenin Kanada’nın kuş uçmaz, kervan geçmez bir kasabasına iltica edeceğini duyuruyor...

***

Kuş uçmaz kervan geçmez kasabanın üç beş sakiniyle on dakikaya yakın röportajlar yayınlıyor...

“Trump felaketine karşı” Amerikalılar uyarılıyor!.. Sığınacakları Kanada’daki ‘sığınak kasaba’nın görüntüleri dakikalarca yayınlanarak Amerikalılara gelmekte olan felaketin büyüklüğü gösteriliyor...

***

Hillary Clinton’ın kampanyada söyleyeceği, hiçbir şey bu derece etkili olmaz Amerikan seçmeni üzerinde...


PANZEHİR TRUMP; AMERİKA’DAKİ BÜTÜN GÖÇMENLERİ HILLARY’NİN ARKASINDA BİRLEŞTİRİYOR... (2)

Amerika’da toplumun en önemli sorunlarından biri haline gelen Hispanik (İspanyol; Meksika, Küba kökenli), 27 milyona yakın seçmenin; Donald Trump panzehirinden sonra “Hillary’nin arkasında birleştiği” ortaya çıkıyor...

***

Amerika’da özellikle Florida eyaletinde “konuştukları İspanyolcayla,” İngilizcenin, hakimiyetine son veren ve pabucunu dama atan Hispanikler, son zamanlarda Amerikalılar tarafından artan oranda eleştiriliyor ve dışlanıyor...

***

Panzehir Donald Trump;

-“Meksika sınırına 12 milyar dolarlık duvar öreceğim... Parasını da Meksika hükümetinden alacağım...” yollu demeçler veriyor...

-“Meksika’dan gelenler tecavüz suçlusu, hırsız, çapulcu tipler... Bunları almam buralara...” diye konuşuyor...

-“Onların çocukları Amerika’da da doğsa, Amerikan vatandaşı olamayacak...” diye buyuruyor...

DONALD’IN SÖZLERİNİN SEMERESİ VE “TRUMP PROTOKOLÜ...” (3)

Trump’ın “acımasız!, sert! ve gaddar politikaları” hemen semeresini veriyor ve milyonlarca Meksikalı, Kübalı göçmen Hillary’nin arkasına konuşlanıyor...

Amerikan toplumuyla, göçmen ve Hispanikler arasında benim “Trump protokolü” dediğim bir tür gönüllü protokol imzalanıyor...

Oylar Hillary’ye tescilleniyor...

***

Donald Trump’ın Amerikan devlet stratejisi açısından taşıdığı büyük yararları izliyorum günlerdir medyada...

Kerli ferli Cumhuriyetçi senatörler, eski valiler;

“Donald Trump’ın Cumhuriyetçilere Başkan adayı seçilmesi halinde, Hillary Clinton’a oy atacaklarını büyük gururla söylüyorlar...”

HİSPANİKLERDEN SONRA SIRADA MÜSLÜMANLARLA BARIŞMAK VAR... (4)

Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı Donald Trump olursa -ki artık olmaması sürpriz-, Hillary’yle girişilecek Başkanlık mücadelesinde Donald Trump “Hillary’nin ve Amerika’nın dış politikasına” ağır eleştiriler getirecek... Bu eleştirilerden IŞİD’i gerekçe göstererek Müslümanları hedefe daha fazla koyacak Donald Trump...

***

Bugüne kadar da Müslümanlarla ilgili ağır sözler söylüyor...

Ancak ön seçimlerde; Amerika içi politikalar; Meksikalılar ve Kübalılar ön plana çıkıyor...

Hillary’yle mücadelede “Müslümanlar ve Ortadoğu politikaları devreye girecek...”

***

Tahminim şu;

Hillary ve Demokratlarla Başkanlık mücadelesine girdiğinde, Amerika’nın Obama ve Hillary döneminde uyguladığı Ortadoğu politikalarına o kadar ağır eleştiriler getirecek; Müslümanları o kadar hedef tahtasına koyacak ki, seçim kampanyasının sonunda Hillary; Amerika’daki Müslümanların kendiliğinden etrafında toplandığını görecek...

***

Amerikan Devleti, Hispaniklerle olduğu gibi, Müslümanlarla da Trump panzehiri üzerinden barışacak...

Trump’ın “ters laflar ederek Amerikan toplumunda Le Pen rolüne soyunduğu ve geleceğe yönelik önemli hazırlıklar içinde olduğunu” savunanlar ya Amerika’yı bilmiyorlar...

Ya da “öyle söylemek işlerine geliyor...”

***

Tek bir hazırlık var süper devletin ajandasında...

Sistem tarafından Londra’daki öğrencilik günlerinden bu yana özel olarak yetiştirilen “Clinton çifti” yeniden Beyaz Saray’a gelmeye hazırlanıyor...

***

Amerika Clinton ailesine emanet edileceği günleri bekliyor...

Bu gerçeği bilerek Amerikan seçimlerini izlemek büyük keyif...

Donald Trump’ın sözleri “bu anlayış çerçevesinde izlenmeli...”

Gerilmez, strese girmez, keyif alır insan...

Ratingi bol, bir televizyon programı izlercesine...

Yazının devamı...

Kadın yaşlanma derecesini; erkeklerin bedenine gösterdiği ilgiyle ölçer...” (1)

“Her kadın yaşlanma derecesini; erkeklerin bedenine gösterdiği ilginin ya da ilgisizliğin derecesiyle ölçer...”

Milan Kundera’nın “Kimlik” romanını okurken, kadın kahramanın ağzından çıkan bu replik; Kundera’nın bütün derin psikolojik vurgularında olduğu gibi beni kendime getiriyor...

***

Oysa “Kimlik” romanını okumaya başladığımda aklımdan; romandan pasajlar çıkartmak, bunları okuyucuyla paylaşmak gibi bir düşünce geçmiyor...

***

Yağmura dönüşeceği belli gri bir İstanbul gününde; Kundera’yla kendimi yağmurun İstanbul’daki romantizmine kaptırmaktan başka bir duygum bulunmuyor...

***

Fakat kitabın içinde “bir kadının; erkeğin bedenine gösterdiği ilgi ve ilgisizliğin hacminden,” kendi yaşlanmasının barometresini çıkardığını görünce, romanı başka bir gözle okumaya başlıyorum...

***

Kitabın o sayfasından itibaren; okuyucuyla paylaşacak notları çıkarmaya başlıyorum...

*****

“AŞKIN YALNIZLIĞI YAŞLANDIRIYOR...” (2)

“Erkeğinin aşk dolu bakışı, kadını avutmuyor... Çünkü aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakış...

Erkeği; başkalarınca fark edilmez oluyor...

Kadın; yaşlı iki varlığın aşk yalnızlığını düşünüyor...

Ölümün habercisi olan hüzünlü bir yalnızlık...

***

Hayır!..

Kadının gerek duyduğu aşk dolu bir bakış değil;

Onun istediği yabancı, bayağı, erotik bakışların, yakınlaşma, seçme, sevgi hatta incelik taşımayan üzerine ister istemez kaçınılmaz olarak dikilen bakışın altında boğulmak...

***

Böylesi bakışlar onu insan topluluğunun içinde tutuyor...

Aşkın bakışı ise onu oradan çekip alıyor...” diyor Kundera’nın kadın kahramanı...

*****

“DOSTLUK ERKEKLERİN ROMANTİZMİDİR...” (3)

“Dostluk bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli...

Geçmişini anımsatmak, onu hep sırtında taşımak, belki de insanın kendi ‘Ben’ini koruyabilmesi için tek koşul...

“Ben”in çekip küçülmemesi, hacmini koruması için anıları, bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor...

***

Bu sulama işi geçmişin tanıkları ile yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor...

Onlar bizim aynamız, belleğimiz...

Onlardan hiçbir şey beklemiyoruz...

Yeter ki zaman zaman o aynayı parlatsınlar...

Parlatsınlar ki yüzümüzde kendimizi görebilelim...

***

İlk gençliğimden hatta çocukluğumdan beri istediğim bambaşka bir şeydi...

Dostluğun değer olarak tüm öteki değerlerin üstünde tutulmasını özlüyordum...

Şunu söylüyordum;

Gerçeklik ile dostluk arasında bir seçim yapmak gerektiğinde ben her zaman dostu seçerim...

Bunu biraz da çevremi kışkırtmak için söylüyordum...

Ama gerçekten öyle düşünüyordum...

***

Bu Patroklos’un dostu Akhilleus’un...

Alexander Dumas’ın “silahşörleri”nin...

Aralarındaki tüm anlaşmazlıklara karşın “usta”sının gerçek dostu olan Sancho’nun yaşadığı dönemler için geçerli olabilir...

***

Bizler için öyle değil...

Bu konudaki kötümserliğimi öyle ileri götürüyorum ki bugün; “gerçekliği, dostluğa yeğ tutmaya hazırım...”

***

Dostluk benim gözümde yaşamda ideolojiden, dinden, ulustan daha güçlü bir şeylerin var olduğunun kanıtıydı...

Dumas’ın romanında dört arkadaş kendilerini çoğu kez karşıt kamplarda bulur, birbirleriyle dövüşmek zorunda kalırlar...

Ama bu aralarındaki dostluğu hiç bozmaz...

***

Birbirlerine gizliden gizliye hileye başvurarak ve adına savaştıkları tarafın gerçekleriyle alay ederek, yardım etmekten geri durmazlar...

Dostluklarını gerçeğin, davanın, üstlerinden aldıkları buyrukların, kralın, kraliçenin her şeyin üstünde bir yere koymuşlardır...”

***

Romanın bu yerinde; Dumas’ın silahşörlerinin hayatıma kattıkları kültürel değerin, vazgeçemediğim önyargılarının hayatım boyunca süren nostaljisini yapmaya koyuluyorum...

O anda kadın kahramanın elektro şok etkisindeki sözleriyle kendime geliyorum:

Şöyle diyor kadın kahraman;

-“Dostluk erkeklerin sorunudur... Onların romantizmidir... Bizim değil...”

*****

DOSTLARI SINAMANIN YOLU... (4)

“Suçlanmışsan, günah keçisine dönmüşsen, seni tanıyan kişilerden iki farklı tepki bekleyebilirsin...

***

İçlerinden bazıları, post kapma peşinde koşanlara katılacak, ötekiler de sana sezdirmeden, hiçbir şey bilmiyormuş, hiçbir şey duymamış gibi davranacaklar...

Öyle ki onlarla görüşmeyi, konuşmayı sürdürebilirsin...

***

Bir şey sezdirmeyen, incelik gösteren o ikinci kategoriye giren insanlar senin dostlarındır...”

*****

DAHİLER ÖLDÜĞÜNDE NELER GELDİ ‘BAŞ’LARINA?.. (5)

Haydn’ın ‘baş’ına gelenleri biliyor musun?.. Ölüsü daha soğumadan başını bedeninden ayırdılar...

Kaçık mı kaçık bir bilgin, beynini çıkartıp müzikteki “dahiyane yeteneğinin” beynin ne tarafında yer aldığını saptamaya çalıştı!..

***

Einstein vasiyetini titizlikle yazarak öldükten sonra kendisini yakmalarını istemişti... Bu isteğini yerine getirdiler...

Ne var ki ona yürekten bağlı, fedakar çömezi, “usta”sının bakışlarını üstünde hissetmeden yaşamaya katlanamayacağını düşündü... Yakılmadan önce cesedin gözlerini çıkararak alkol dolu bir şişenin içine koydu... Böylelikle kendisi ölünceye kadar “usta”sının ona “bakması”nı sağladı!..”

*****

ÇOCUK VE NEFRET... (6)

“İnsanın hem bir çocuğunun olması, hem de içinde yaşadığı dünyadan nefret etmesi olanaksız...

Çünkü onu dünyaya getiren biziz...

***

O çocuk yüzünden dünyaya bağlanıyoruz... Onun geleceğini düşünüyoruz... Gürültüsüne, patırtısına, davranışlarına isteyerek katlanıyoruz...”

***

Yazıları alıntılıyorum...

Gazeteye gönderiyorum...

Kundera’nın dünyasında sayfaların arasında sörf yapmaya devam ediyorum...

Yazının devamı...

Beşiktaş’ın yediği goller... Alexis’in yerine Necip’i monte edin...

Aylarca Beşiktaş’ın esas zaafının stoper olduğunu, devre arası takıma mutlaka uluslararası düzeyde stoper alınması gerektiğini yazıyorum...

***

Devre arasında Beşiktaş’a stoper aranıyor...

Ancak nedense, bir türlü Gomez’in santraforluğuna denk çapta uluslararası düzeyde bir stoper alımına gidilmiyor...

Üstelik Ersan’ın 7 milyon euro gibi astronomik bir rakama Çin takımına satılacağı anlaşıldığı halde...

Rodolfo iyi stoper;

Beşiktaş savunmasını ilk devre boyunca toparlıyor...

Ancak o da talihsiz bir şekilde sakatlanıyor...

***

Beşiktaş’ta bu işlerin göbeğinde olan çok yakın bir dostuma; yeni alınan iki stoperi ilk izlediğim gün;

-“Marcello iyi... Ama son dakika aldığınız Alexis iyi bir stoper değil...” diyorum...

-“Abi biz önce Alexis’i aldık... Son gün takasla gelen Marcello... Karıştırma...” diyor...

***

Şaşırıp kalıyorum...

İki stoperin oyun tarzından olsa olsa; “Beşiktaş Marcello’yu almıştır... Son dakikada da Alexis

takasla gelmiştir...” diye düşünüyorum...

O an anlıyorum ki; son dakikada takas olmasa, bu Alexis’e emanet edilecek savunma...

***

Marcello top kesiciliği, hava topları, topu oyuna sokma becerisi ve fizik yapısıyla; “aman aman olmasa da”, idare edecek bir stoper havası çiziyor...

Ancak Alexis, “el kol işaretleriyle güya savunmayı idare etmeye çalışıyor gibi görünse de; ne fizik yapısı ne kesici özellikleriyle Beşiktaş’a stoper olacak düzeyde değil...”

Nitekim önceki gün onun hatası Beşiktaş’ın ikinci golü yemesine neden oluyor... Mesele sadece bir hata değil...

Alexis savunmada hiçbir açıdan güven vermiyor...

***

Ancak bu saatten sonra bu sözün bir anlamı kalmıyor...

Beşiktaş’ın acil olarak savunmanın sağ göbeğine son maçlarda iyi performans gösteren Necip’i monte etmesi gerekiyor...

Şu anda Necip form durumuyla; Alexis’ten kat be kat daha iyi...

Stoperin iyisi iyi hücum oyuncularına karşı kendini gösterendir...

Fenerbahçe gibi güçlü bir takım karşısında; çaresiz duruma düşen Alexis’in; Beşiktaş’a stoper olamayacağı anlaşılıyor...

BAŞARININ CEZASIZ KALMADIĞI KULÜP; GALATASARAY... (2)

Hamza Hamzaoğlu görevden alındığında “başarının cezasız kalmadığı kulüp Galatasaray” diye bir yazı yazıyorum...

Aynen şöyle diyorum o yazıda:

***

“Hoca’nın; dün akşam Başkan’la yaptığı görüşmede bileti aniden kesiliyor...

Galatasaray yönetimi; kendisine bir yıl içinde 3 kupa kazandıran Hoca’sını; “bu sözleri söyledikten hemen sonra, kulüpten gönderme kararını almaktan bir an bile çekinmiyor...”

***

Futbol endüstrisinin Hoca’larla ilgili kararları nasıl aldığını, nasıl gönderdiğini, kime nasıl davrandığını iyi biliyorum...

Maalesef Galatasaray yönetimleri son yıllarda “Teknik Direktör politikasında”, futbol açısından bana hiç bir şekilde güven telkin etmiyorlar...

***

Galatasaray takımını yoktan var ederek iki yıl üst üste şampiyon yapan Teknik Direktör Fatih Terim, “Aynı anda Milli Takımı çalıştıramaz...” gerekçesiyle Galatasaray’dan gönderiliyor...

***

İki yıl üst üste şampiyon yapan Fatih Terim’den bir süre sonra, Galatasaray’ı yeniden şampiyon yapan ve dördüncü yıldızı ilk takan takım haline getiren Hamza Hamzaoğlu da aynı makus kaderi paylaşıyor...

***

Galatasaray’da başarı kesinlikle cezasız kalmıyor...

Takımı şampiyon yapan Hoca’lar, bir sonraki sezonu bitiremeden gönderiliyorlar...


HOVARDA... (3)

Galatasaray, son beş yıl içinde kendisini üç kez şampiyon yapan iki Hoca’yı bir sonraki sezonun bitimini bile beklemeden gönderiyor...

İnsanın aklına şu soru geliyor...

“Bu kadar hovardaca Hoca harcayan bir kulüp; bir daha ne zaman kendisine arka arkaya şampiyonluklar kazandıracak teknik direktörler bulabilecek?..”

***

Galatasaray gibi bir markaya teknik direktörlük; manavda satılan portakal mıdır ki, bu kadar kolay harcanabiliyor?..

***

“Umarım ilerde bu hovardalıklarını aramaz Galatasaray” diyeceğim ama, arayacağını biliyorum...

Herkesin sandığının aksine; üç büyük kulübe “Hoca bulmak” sanıldığı kadar kolay bir uğraş, değil...

Çok kişi gelmek ve kariyer yapmak istiyor bu doğru...

Ancak kaç kişi gerçekten bu görevi kaldırabilecek futbol donanımına ve güçlü bir kişiliğe ve psikolojiye sahip?..

O psikolojiye sahip olmak , hiç kolay bir iş değil...

***

Hele hele, şampiyon yapan Hoca’ların başına gelenleri gördükten sonra, “kim acaba bu formayı giymeye soyunur?..”

***

Soyunan o teknik direktör; görevi ne kadar layıkıyla yerine getirebilir, hak edebilir?..

Önümüzdeki aylar bu soruların cevabını hep birlikte yaşayacağımız aylar olacak...”

SON 15 YILDA GALATASARAY’I ŞAMPİYON YAPTIĞI SENE GÖNDERİLEN ÜÇ HOCA... LUCESCU, FATİH TERİM, HAMZA HAMZAOĞLU... (4)

O günkü yazıda yazmıyorum...

Ancak Galatasaray’da son 15 yılda tam üç Hoca; Lucescu, Fatih Terim ve Hamza Hamzaoğlu Galatasaray’ı şampiyon yaptığı sene, kulübün isteğiyle gönderiliyorlar...

***

Şimdi Mustafa Denizli olayı tartışılıyor... Bence tartışacak hiçbir şey yok... Mustafa Denizli gibi tecrübeli bir futbol adamı, “Galatasaray’ın son 15 yılda yaşadığı bu somut gerçeği” tahlil edebilirdi... Şampiyon yapan üç Hoca’ya bu şekilde davrananlar; “Mustafa Denizli’nin 30 yıllık kariyerine nasıl saygı duyacaklar ki?..” Böyle bir şey olmaz... Öyle bir yer değil orası...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.