Şampiy10
Magazin
Gündem

Roma’da aşk başkadır...

Geçen hafta Roma’da Aşk Başkadır filmine gidiyorum 16 yaşına gelen kızımla beraber...

Bir romantik komedinin sınırları içinde, bu derece sıcak bu derece kalbi yumuşatan bir filmi izleyeceğimi hiç tahmin etmeden...

***

Roma ve İtalya sinemada ve müzikte, romantizmin sembolü Paris’in ve Fransa’nın yerini çoktan alıyor...

İtalya ve aşk artık hayatın vazgeçilmez ikilisi haline geliyor...

İtalya bir aşk filminin doğal dekoru konumuna ulaşıyor...

Roma’da aşk başkadır; ya da orijinal adıyla Her Yol Roma’ya Çıkar filmi de böyle bir film...

***

Filmin yazısını Film Lovers portalında yazan sinema yazarı Gözde Hatunoğlu’nun yazısından aktarıyorum:

***

“Yönetmen koltuğunda Ella Lemhagen’i gördüğümüz, başrollerinde Sarah Jessica Parker, Rosie Day, Raoul Bova ve efsane oyuncu Claudia Cardinale’yi buluşturan All Roads Lead to Rome” dilimize de “Her yol Roma’ya çıkar” olarak yerleşmiş bir deyim aslında...

***

Büyük imparator Jül Sezar’ın Roma’ya her yerden ulaşılmasını istediği için yaptırdığı yolları ve bu yolların sonuç olarak Roma’ya döndüğünü anlatan bir deyim...

***

Roma’da Aşk Başkadır filmi bu sözü doğrularcasına İtalya’nın ve Roma’nın güzellikleri arasında yaşanan bir aşk hikâyesini ve “her yolun en sonunda aşka çıkacağını” anlatıyor bizlere...

***

Maggie, orta yaşlarına yaklaşan, eşinden kısa bir süre önce boşanan bekâr bir anne... Birazcık baskıcı ve evhamlı bir anne gibi görünüyor...

Pembe saçlı, pejmurde kıyafetler içindeki ergen kızı Summer ile arası pek iyi değil...

Summer’ın başı uyuşturucuyla yakalanan erkek arkadaşı yüzünden belaya girince Maggie, kızı ve kendisi için bir İtalya tatili planlıyor...

***

Bizler annenin; Summer’ı o ortamdan uzaklaştırmak ve aralarındaki sıkıntıları aşmak için böyle bir plan yaptığını düşünürken İtalya’ya varır varmaz karşılaştıkları Luca; ortada bambaşka bir durum olduğunu anlamamızı sağlıyor...

***

20 yıl önce aynı yerde tatil yaparken tanışıp âşık olduğu Luca’yı artık bekâr ve özgür bir kadınken tekrar görmek istediği anlaşılan Maggie, kızı Summer’ın kendinden habersiz Amerika’ya geri dönmeye çalışarak ortadan kaybolması üzerine hiç beklemediği bir maceranın ortasında buluyor kendisini...

***

Luca’nın annesi Carmen de aynı anda Roma’ya kaçma ve orada gizlice gençlik aşkı Marcelino’yla evlenme planları yapıyor...

Genç ve havai Summer ve ilerleyen yaşına rağmen aşkından vazgeçmeyen Carmen birlikte kaçarken Maggie ve Luca’yı da peşlerinden sürüklüyorlar...

***

Roma’da Aşk Başkadır: Aşk’ın Umutsuzluğa Yer Bırakmadığını anlatan bir film...

“Film; iyi oyunculukları, nefis İtalya görüntüleri, müziklerinin yanı sıra efsane oyuncu Claudia Cardinale’yi perdede bir kez daha izlemek için önemli bir fırsat...”

“BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA ÇIKAR...” (2)

Filmi izlerken; “Bütün Yollar Roma’ya Çıkar” isimli kendi yazım geliyor aklıma... Şöyle;

***

“Bütün yollar Roma’ya çıkar...”

Yılmaz Karakoyunlu bu sözü “tarihin en çapkın” (kimine göre en hırslı) kadını Messalina’ya kocası Claudius tarafından söylendiğini yazıyor...

***

İmparator Claudius, bayındırlık hizmetlerine meraklı...

Bütün yolların Roma’nın merkezine ulaşması talimatını veriyor...

***

Roma’da Adalet Sarayı’nı inşa ettiriyor Claudius... “Bütün yollar Roma’ya çıkar” diyerek, her şeyin “hukuk”a göre belirlenmesini istiyor...

***

Claudius’un çapkın eşine “bütün yollar Roma’ya (Adalet Sarayı’na) çıkar“ demesi ise manidar... Karısının neyinden bezip de “hukuk”a sığınmak yoluna gidiyor Claudius bilmiyorum...

Fakat son zamanlarda , çok gittiğim halde; çok fazla şehrim haline gelmeyen Roma önüne geçemediğim bir çekim merkezi haline geliyor...

***

Roma’ya gitmeyi...

Roma’ya gitmesem de Roma’yı gitmeden Roma’yı hissetmeyi...

Federico Fellini’nin şehrini iliklerimde duyumsamayı... Maestro’nun cazibesindeki “İtalyan’ın anlamını özümsemeyi...”

Ruhumu “İtalyan esintilere bırakmayı“ arzuluyorum...

***

Hep Paris’ten estetik...

Hep İstanbul’dan varoluşçu bir kimlik... Hep Atina’dan “bohem bir Akdeniz’lilik“ içime işliyor duruyor...

***

Son zamanlarda fark ediyorum ki; Yemekte “al dente” bir tadın... Yaşamda “genişinden bir ailevi” hazzın... Şarapta “kırmızıdan ibaret” bir masanın... Kadınlarda “İtalyan’lara mahsus bir cazibe standartı”nın... Giyim kuşamda önüne geçemediğim “marka”larının...

***

Nihayet; Godfather’da Al Pacino’nun;

Roberto Benigni’nin “Hayat Güzeldir” filmindeki baba’lığının...

Federico Fellini’nin “Nine” filmindeki, inişli çıkışlı çapkınlığının... Fellini’nin annesinden başlayarak; hayatındaki kadınlarla, yumuşak ve duygusal hesaplaşmalarının... Dejavu’su altındayım...

***

Uzun zamandır İtalyan kelimesi “Kelebek Etkisi” bir etki yaratıyor üzerimde... “Bizi ayakta tutan ailelerimiz var...” diyor İtalyan’lar...

Kadınları...

Şarkıları...

Estetiği...

Sineması...

Şarabı...

Giyimi...

Kuşamı...

Markaları...

Ve aurasıyla...

İtalyan etkisi yumuşak bir kadife gibi kaplıyor kalbimin üzerini...

ŞEHİRLER AŞKSIZ VE KADINSIZ OLMAZLAR... (3)

Ve sonra da Şehirler ve Kadınlar yazım geliyor aklıma...

Ona duygularımın olgunlaşmış halinin sentezlerini ekliyorum...

***

Şehirleri gezmek güzel...

Ama şehirleri gezerken, şehrin öz kadınlarını gezmeniz gerekir...

Kiralık aşklar şeklinde değil...

Kirasız gerçek; sahici sevgililer edinmeniz beklenir...

***

Cite-Universitaire’de, bohem bir öğrenci odasında kalmayan bir erkek; Paris’li bir kadını tanımış sayılmaz...

***

Ambelokipi’nin arka sokaklarında gecenin bir yarısından sonra adres aramayan bir adem; kendisini Atina’yı yaşamış da sayamaz...

***

Balat’ta otantik bir dükkanda, İstanbul’lu iki kadın tarafından intim bir akşama davet edilmeyen bir erkek, kendini İstanbul’lu addedemez...

***

Bir şehri bir erkeğe içselleştiren...

Şehri kendi şehri yapıp sevdiren;

O şehirde rastlayacağı, onunla kendi şehrini paylaşacak; o kadın olur...

***

O ‘kadın’ı tanımadan; şehri tanıyamaz erkek...

Hayatında; “şehirden gelen o kadın olmamışsa” o şehir erkeğin şehri mertebesine erişemez...

***

Islak bir Londra akşamında; muşambalarla kaplı soğuk bir evde ısınmamışsa bir erkek; Londra’yı kendi şehri olarak farzedemez...

***

Kimona’nın katlarını sevgilisinin üzerinde görmemiş, sevgilisinin üzerinden çıkartmamış bir erkeğin; Tokyo’su sanal kalır...

Tokyo’da randevu evlerine Türk Hamamı denir...

Japon sevgili yerine Türk Hamamı’na giden bir erkek; Japon sevgiliyi değil randevu evini bulur...

***

Londra’da telefonla telekız çağırmak “sosyete tarafından revaçta bir trend olarak bilinir...”

Bunu yapan erkek; İngiltere’den çok, kapitalizmin vardığı son noktayı deneyimlemiş olur...

O nokta Londra’da olsa da Londra değildir...

***

Likavitos tepesinde “Atina’lı Eleni’nin sıcak evi ve kokusu yerine”, Voukurestiou’da Mavi Pansiyon kadınlarını; dolar karşılığı kiralayan erkek; Yunanistan’ı değil, kadın pazarlayan; randevu evi hayatını tanır...

***

Bois De Boulogne’de; arabayla talep edilen “vizite”li kadın; Pont Neuf üzerinde Paris’li sevgiliyle yapılan öpüşmenin sıcaklığından ıraktır...

Bois De Boulogne caddelerinde şişme bebekler “şişirilmiş güzellikler” sunsalar da Paris’i hissettiremezler...

Paris Seine nehri kenarında, duvara yaslanan bir sıcak öpüşmeyle hissedilir...

***

Berlin; Kurfürstendamm ya da kısa adıyla Ku’damm’da; yol boyu müşteri arayan randevu evi kadınları “cazibeli bir turistik resim” verebilir...

Ama Platz Der Luftbrücke’deki bira festivalinde bulunan gerçek Berlin’li kadınlar; “Almanların faşist bir ulus olmadığını ispatlar...”

***

Şehirler kadınsız olamazlar...

Aşksız hiç olamazlar...

Savaşlarda bile aşklar yaşanır...

Ölüm bile aşkı öldürmez yaşatır...

Hayat aşkla yaşanır...

Yazının devamı...

Trump’ın Hillary’yle ilgili videosu...

Amerika’yı bir reality show gibi görmeyenler, bir süper gücün “dünyayı kontrol, kendi toplumunu dizayn eden bir muktedir” olduğunu bilenler; Hillary Clinton’ın adım adım Amerikan Başkanlığı’na yürüdüğünü fark ediyorlar...

***

Onbeş günlük New York seyahatimin, parlayan yıldızı; Kübalı göçmen çocuğu Marco Rubio “Tanrı 2016 yılı için benim Amerikan Başkanı seçilmemi öngörmüyor” diyerek, seçim yarışından çekiliyor...

Donald Trump rakiplerinden birini daha saf dışı etmenin mutluluğuyla, bütün oklarını Hillary Clinton’a yönlendirmeye başlıyor...

***

Trump yeni bir video çıkartarak siyasi kampanyayı sertleştiriyor...

Video;

“Konu en dişli rakiplerimize geldiğinde” sözleriyle başlıyor...

Bir IŞİD militanı kameraya silahını doğrultuyor...

Rus lideri Putin judo hareketiyle rakibini yere yapıştırıyor...

“Bu görüntülere Demokratların harika bir cevabı var” denerek; Hillary’nin mitinglerinden bir görüntü montajlanarak veriliyor...

Görüntüde; Hillary “havlıyor” şeklinde montajlanarak gülünç duruma düşürülmek istenip aşağılanıyor!..

Putin bu duruma kahkahalarla gülüyor!..

Video; “Kimsenin alay konusu olmak istemiyoruz... Trump...” gibi bir sloganla sona eriyor...

***

Bir kadın Başkan adayını aşağılayarak, prim yapmayı amaçlayan video Trump’ın, kendi partisindeki Cumhuriyetçi adayları saf dışı bırakarak, Hillary Clinton’ı hedefe koyduğunu gösteriyor...

Amerika’da artık herkes bu yarışta Hillary Clinton ile Donald Trump'ın baş başa kaldığını görmeye başlıyor...

ECONOMİST; “TRUMP DÜNYANIN EN BÜYÜK 6. KÜRESEL RİSKİ...” (2)

Amerikan derin devlet kodlarıyla aynı paralel boyunda yayın yapan İngiliz’lerin ünlü Economist dergisi son sayısında çok ilginç bir başlıkla çıkıyor...

Dergi; Trump’ın Amerikan Başkanı seçilmesi durumunu “Dünyanın karşılaşacağı 6. büyük küresel risk” olarak nitelendiriyor...

***

Economist’e göre, Trump’ın Amerika Başkanı seçilmesi; IŞİD terörünün dünyayı sarsmasından bile daha tehlikeli...

***

Papa’nın Donald Trump’ın Hristiyan olamayacağını söylemesinden sonra, Economist’in Trump’ı dünyanın en büyük 6. küresel riski olarak nitelendirmesi; Amerika’nın toplumsal makul idolünü Hillary Clinton haline getiriyor kendiliğinden...

***

İlginç komplo teorileriyle ünlü “iki siyasi analist” arkadaşımın görüşüne göre, “Trump’ın varlığı, Hillary Clinton’ı güçlendiriyor... Onun toplumsal kabul görmesinin zeminini hazırlıyor...”

***

Ben de öyle düşünüyorum...

Economist dergisi; dünyanın karşı karşıya olduğu 10 büyük küresel riski şöyle sıralıyor:

1) Çin ekonomisinde sert düşüş...

2) Rusya’nın Ukrayna ve Suriye’ye müdahalesinden sonra, yeni bir soğuk savaş... (Rusya’nın son kararıyla bunun geçerliliği kalmıyor... Onun için Trump’ın Amerikan Başkanı seçilmesi dünyanın karşılaşacağı en büyük 5. küresel risk haline geliyor!..)

***

3) Gelişen ülkelerde kur dalgalanması nedeniyle özel sektörün borç krizi...

4) İç ve dış baskılar sonucu Avrupa Birliği’nin parçalanmaya başlaması...

5) Yunanistan’ın Avrupa Birliği’nden ayrılması ve Euro Bölgesinin dağılması...

***

6) Donald Trump’ın ABD Başkanlığına seçilmesi...

7) Cihatçı terör örgütü IŞİD’in küresel ekonomiyi istikrarsızlaştırması...

8) İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması...

9) Çin’in yayılmacılığının, Güney Çin Denizi’nde savaşa yol açması...

10) Petrol sektöründeki yatırımların azalmasıyla, yeni bir petrol fiyatı şoku yaşanması...

***

Bu sıralamada Trump; IŞİD’in açtığı terör belasından, Çin’in savaş açmasından, petrol fiyatlarındaki şoktan daha korkutucu bir risk olduğu gözüküyor...

Hillary de böylece “dünyanın doğal kurtarıcısı” oluyor!..

“Algı her şeydir...”

Dünyada bu şekilde düşünen insanlar ve merkezler çok etkinler...

AMERİKA SİYAHİ BAŞKANDAN SONRA KADIN BAŞKANI GÖRECEK!.. (3)

“Küçük resme değil; büyük Amerika resmine bakıyorum...”

O resimde, 8 yıl önce; tarihinde ilk kez siyahi bir lideri Başkan seçen Amerika’nın, bu kez bir “kadın lideri” başkan seçeceğini görüyorum...

***

Bu Amerika’nın “farklılıklara açılım” politikasının, çoktan gecikmiş doğal sonucu...

***

Mülkiye gibi; Türkiye’deki siyasal bilgiler okullarının, ekol olan en ünlüsünden mezun olmama karşın, siyaseti sevmiyorum...

“Sanat”ı, “edebiyat”ı, “insan”ı, müziği, senaryoyu, sinemayı, tiyatroyu, müziği seviyorum...

***

Birkaç gün önce Poyraz Karayel dizisinin uygulayıcı yapımcısı Ahmet Bircan dostuma şöyle söylüyorum;

-”Eskiden siyasetin ve gazeteciliğin “gerçek ve sahici”, sanatın ise “kurmaca ve kurgusal” olduğunu düşünüyordum... Çoktandır bu durumun tam tersine gerçekleştiğinin farkındayım...

Siyaset ve gazetecilik sahici değil sanal...

Sanat ise kurmaca değil, sahici...

Sanatta duygular var...

O duygular; gazetecilik ve siyaset diye oynanan oyundan ve çevremizi kaplayan Matrix’lerden çok daha sahici...”

***

Amerikan seçimlerini; benimle aynı okuldan mezun kırk yıllık arkadaşlarım gibi Washington’a bakarak değil, New York’a, Los Angeles’a bakarak izliyorum...

Sanatın ve sinemanın merkezi oralar...

***

Hollywood’u izlediğimde; Amerikan sinemasında “geçmişteki erkek egemenliğine, beyazların zulmüne; muktedire karşı ezilmiş ırkların, cinslerin; genelde ötekiler” diye nitelendirilenlerin sinemasının galebe çaldığını görüyorum...

***

Sinema; siyasetten daha cesur...

Yaptığı filmlerle onun önünü açıyor...

“Lezbiyen ilişki sonucu, kendi cinsel kimliğini bulan” ve çocuğu olmasına rağmen kocasından ayrılan Carol’ın hikayesinin Oscar’a aday olduğu bir ülkede, “Bir kadının Başkan olması zamanı çoktan geldi de geçiyor...”

***

Hillary Clinton Amerikan Başkan’lığına koşuyor...

Donald Trump; “Hillary’nin kazanacağı zaferin aslında geçmişte kalması düşünülen hangi değerlere ve nelere karşı olduğunu sembolize ediyor Amerikan toplumunun ve dünyanın nezdinde...”

Yazının devamı...

Necip'in suçu ne?

Fenerbahçe derbisinin ertesinde; Beşiktaş'ın stoper sorunu hakkında, bu sezon beşinci yazımı yazıyorum...

Bir ay önceki yazının başlığı; "Beşiktaş'ın yediği goller... Alexis'in yerine Necip'i monte edin..." şeklinde...

***

Devre arasında alınan stoperlerin Beşiktaş'ın kalibresinin çok altında olduğunu; Marcello sol stoperde idare etse de Alexis'in hiç yeterli olmadığını yazıyorum...

***

Alexis ilk maçında daha ilk dakikalarda sarı kart görüp, savunma yapamayınca Beşiktaş, Başakşehir karşısında kalesinde arka arkaya golleri görüyor...

Tehlike kendini çoktan gösteriyor Fenerbahçe maçı öncesi...

***

Ancak Alexis'in sırtı kalın...

Fenerbahçe maçına da ilk onbirde çıkıyor...

Necip gibi Beşiktaş'ın altyapısından yetişen, hangi görev verilse canla başla yerine getirmeye çalışan, Metin Ali Feyyaz'lar dönemini hatırlatan altyapı geleneğinin temsilcisi genç futbolcunun "Beşiktaş içinde hamisi yok... O yalnız bir futbolcu... Koruyanı hakkını arayanı yok..."

***

Fenerbahçe maçına yine aynı savunma tandemiyle çıkıyor Beşiktaş ve defansı zorlu Fenerbahçe forveti karşısında daha maçın başında ağır darbeler yiyor...

***

30 yaşını geçen ve uzun boylu olmayan Alexis'in top kesme becerisi sınırlı...

Fenerbahçe'den öyle bir ikinci gol yediriyor ki takıma; Beşiktaş ezeli rakibine karşı sezonunun ikili averaj üstünlüğünü kaybediyor...

Fenerbahçe'nin ikinci golü başlı başına 1 puanlık bir gol...

Averaj üstünlüğünü Beşiktaş'tan Fenerbahçe'ye geçiriyor...

***

Derbiden sonra bir kez daha yazıyorum;

"Aylarca Beşiktaş'ın esas zaafının stoper olduğunu, devre arası takıma mutlaka uluslararası düzeyde stoper alınması gerektiğini yazıyorum...

Devre arasında Beşiktaş'a stoper alınıyor...

Ancak nedense Gomez'in stoperliğine denk çapta uluslararası düzeyde bir stoper alımına gidilmiyor...

***

Rodolfo iyi stoper...

Beşiktaş savunmasını ilk devre boyunca toparlıyor...

Ancak o da talihsiz bir şekilde sakatlanıyor...

Marcello top kesiciliği, hava topları, topu oyuna sokma becerisi ve fizik yapısıyla "aman aman olmasa da" idare edecek bir stoper havası çiziyor...

***

Ancak Alexis "el kol işaretleriyle güya savunmayı idare etmeye çalışıyor" görünse de ne fizik yapısı, ne kesici özellikleriyle Beşiktaş'a stoper olacak düzeyde değil...

Nitekim Fenerbahçe maçında onun hatası Beşiktaş'ın ikinci golü yemesine neden oluyor... Mesele sadece bir hata değil...

Alexis savunmada hiçbir açıdan güven vermiyor...

***

Ancak bu saatten sonra bu sözlerin de bir anlamı kalmıyor...

Beşiktaş'ın acil olarak savunmanın sağ göbeğine son maçlarda iyi performans gösteren Necip'i monte etmesi gerekiyor...

Şu anda Necip Alexis'ten kat be kat iyi...

Stoperin iyisi iyi hücum oyuncularına karşı kendini gösterendir...

Fenerbahçe gibi zorlu bir takım karşısında çaresiz duruma düşen Alexis'in; Beşiktaş'a stoper olamayacağı anlaşılıyor..."

***

Derbiden hemen sonra Mart'ın ikisinde böyle yazıyorum...

Diyorum ya;

Necip bir türlü göze girip oynatılmıyor...

Haftalarca...

Rize maçında son dakikalarda az kalsın 2-0'dan, maç verilecek hale geliniyor...

Ama durum nedense değişmiyor... Yine aynı savunmada, aynı tandemde ısrar ediliyor...


ZORUNLU OYNATILDIĞI TRABZON MAÇINA KADAR NECİP NERDEYDİ?..

Ne zamana kadar?..

Beşiktaş'ın kurallar gereği iki yeni stoperi oynatamayacağı Trabzonspor maçına kadar...

O maçta artık mecbur kalınıyor Necip'in oynatılmasına savunmanın sağında...

***

O Necip; Trabzonspor gibi bir takım karşısında Trabzon gibi zor bir deplasmanda bütün bir savunmayı ve takımı toparlıyor...

Kestiği topların, tehlike oluşmadan önlediği hücumların haddi hesabı yok...

Genç bir kartal Necip...

Özveriyle hangi görev verilirse onu yapıyor...

Yeri tam stoper olmasa da, takımdaki tüm stoperlerden daha fazla savaşarak, daha iyi oynayarak, alt yapıdan yetişen genç bir kartalın neler yapabileceğini gösteriyor...

***

Beşiktaş'ta alt yapının, Metin Ali Feyyaz'ların, Fikret'lerin, Ziya'ların, Rıza'ların geleneğinin Beşiktaş'taki son temsilcisi Necip...

Necip gibi olan Atınç, geçen sezon takımda yer bulamıyor ve yedek haliyle bir Alman takımına 5 milyon euro'ya transfer oluyor...

Atınç'ın 5 milyon euro'ya transfer olduğu Beşiktaş 2 milyona 30 yaşını geçen Alexis'i stoper niyetine transfer ediyor; takımı kurtarsın diye...

***

Beşiktaş her şeye rağmen, futbolcuların olağanüstü çabasıyla, Tanrı'nın elinin şaşmaz adaletinin yardımıyla, en umutsuz anlarda altyapıdan yetişen genç kartal Necip gibilerin patlamasıyla muhtemelen şampiyon olacak bir hava yakalıyor...

***

Nasıl o hava yakalanıyor, nasıl şampiyonluğun en güçlü adayı olunuyor onu çok iyi biliyorum...

Futbolcuların deyimiyle "önümüzdeki maçlara bakıyorum..."

Alt yapıdan yetişme Necip'e, Trabzon maçındaki muhteşem futbolundan sonra savunmada şans verilecek mi verilmeyecek mi onu bekliyorum...

Farkındayım ki bu işler bir futbol tercihinden ibaret değil...

Keşke o kadar nahif olsaydı...

GÖKHAN TÖRE "BEŞİKTAŞ'IN EN DEĞERLİ ASETLERİNDEN BİRİDİR ONU SATMAYA KALKMAK CİNAYETTİR..."

Beşiktaş; bu sezon Fenerbahçe kadar çok alternatifli zengin bir kadro kurmamış olsa da, futbolcuların bir arada oynama tecrübesi, kişisel yetenekleri, savunma hariç her mevkiye iki alternatifli kadrosuyla "ezeli rakibine karşı başa baş şampiyonluk mücadelesi" veriyor...

***

BJK TV röportajında söylediğim gibi, takımı ilk devre Gökhan Töre götürüyor...

O düşüşe geçtiğinde Quaresme sazı eline alıyor...

Bir dönem Oğuzhan orkestra şefi oluyor...

O hafif düşünce, Sosa bir uluslararası yıldgibi parlıyor ve takıma kişisel katkısıyla puanları kazandırıyor...

***

Bu durum doğal...

Hiçbir futbolcu bütün bir sezon istim üstünde form grafiği yakalayamıyor futbolda...

Alternatifli ve kaliteli bir kadro oluşturmak zorunda kalmanın nedeni o kulüplerde...

***

Gökhan Töre, şampiyonluk mücadelesi veren Beşiktaş'ın kadrosunun en önemli asetlerinden biri...

Beşiktaş'ın bu yarışta Gökhan Töre'nin kişisel katkısıyla kazandığı puanların haddi hesabı yok...

***

Son haftalarda sanki Gökhan Töre'ye bir şeyler oluyormuş gibi, bir hava esiyor...

Kulağıma nahoş söylentiler geliyor...

Söylentileri söylenti olarak değerlendirip, bir şey söyleyeyim...

"Beşiktaş'ın yeni stadını tamamlayacağı, önümüzdeki sezona yeni stadında şampiyonluk parolasıyla başlayacağı bir sezonda Gökhan Töre'yi satmayı düşünmek bir cinayettir..."

Yazının devamı...

Deniz Seki’den mektup var... (1)

“Çok kıymetli Reha Muhtar” diye başlıyor Deniz Seki’nin mektubu...

-“Koğuşumuzdaki odamın bütün duvarlarında hemen hemen köşe yazılarınızla gerçeğimi aydınlatıyorsunuz...

‘Deniz’in Dibi’ kitabında bahsettim bu durumdan üstelik...

Dilerim kitabımı okur ve beni hissedersiniz...

***

Yunus’un şu dörtlüğüyle sizi sevgiyle selamlarım;

‘Ben gelmedim dava için

Benim işim sevi için...

Dostun evi gönüllerdir...

Gönüller yapmaya geldim...”

***

Deniz; cezaevindeki günlerini anlatan üç defterden oluşan “Deniz’in Dibi” kitabını çıkartıyor...

O kitap dün elime geçiyor...

Benime ilgili bölümüne bakmıyorum...

O bölümleri benim ilgimi ilk çeken yerler olmaktan uzaktalar...

Öyle bir egom yok artık...

Deniz Seki’nin yaşadıkları, okumaya ilk öncelik verdiğim alanlar...

Cezaevinde bir hafta sonunu anlattığı bölümü bir solukta okuyorum...

Okurken sizinle paylaşmayı arzuluyorum bu satırları...

*****

DENİZ SEKİ; “CEZAEVİNDE HAFTA SONU...” (2)

“Bugün yine 08’de sayım kalkışı...

Tam uykumun en güzel evresindeyken...

-“BAYANLAR SAYIM KALKIN...” diye bağıran bir ses...

Bu kadar yüksek tondan söylenince hangi ses güzel olabilir ki?..

Hem de anons şeklinde...

***

Sayımdan sonra tekrar yattım...

Hafta sonlarını sevmediğimden kalkmak istemiyorum...

Derin uyumuşum... Öğlen 1’de uyanıp kahvaltımı yaptım...

Kahvaltıyı o saatte yapınca kendimi brunch’a gitmişim gibi hissettim...

Burada açık büfe, omletler, ekmekler, içecekler tabii ki yok...

“Brunch” sadece saatle alakalı...

***

Cezaevlerindeki yemek mönülerinden bahsetmedim değil mi?..

Burada gelen her karavana yemeği, başka bir yemeğe dönüştüren insanlar var...

Tuhaf bir yetenek, ama mucizeler yaratılıyor...

Ömrünüzde asla evde yapamayacağınız şeyleri yapıyorsunuz...

***

Mesela ben hasta yemeği alıyorum yağsız, tuzsuz...

Benim pilavım yalnızca haşlanmış pirinçten ibaret olduğu için, canımız sütlaç istediğinde, o pilavı alıp sütlaç yapıyoruz...

Üstelik şahane de oluyor...

***

Mönüde kuru fasülye mi var?..

İçinden etlerini ayıklayıp kantinde satılan kavurmayla soteleyip, domates biber soğan ve sarmısakla karıştırıyor ve bildiğin et soteye dönüştürüyoruz...

***

Haşlanmış patates gelmişse -ki burada çok kıymetli- o gün veya ertesi gün ya kızartılıyor, ya püre yapılıyor...

Her şey mutlaka dönüştürülüyor...

Yemeklerden ayrılan fasülye, nohut, bulgur ile aşure bile yaptık...

***

İnsan kapalı bir yerde yaşadığında her gün her şey aynı olduğu için sürekli değişiklik peşinde oluyor...

Biz de böylece kendi füzyon mutfağımızı oluşturuyoruz işte...

***

Bugün kahvaltıda üçgen beyaz ve kaşar peyniri vardı...

Bunları biraz maydanoz ve pul biberle karıştırdınız mı, ohh mis...

Ben ekmek yerine etimek yiyorum...

Sonra kahvemi yudumladım...

Gazeteleri okudum ve yürüyüşe çıktım...

***

Bunları okuyunca “Oh ne rahat, kadının keyfi yerinde... Mis gibi dünya umurunda değil...” diyebilirsiniz...

Ama kazın ayağı öyle değil güzel kardeşim...

Gel; bir gün duramazsın...

*****

YARIN PAZAR... (3)

Bir an önce geçsin, gitsin, çünkü burada hafta sonları çok sıkıcı oluyor...

Neden mi?..

Ne gelen var, ne giden...

Avukat yok, görüş yok, anons yok...

Hiçbir şey yok...

Ruhlar evi gibi...”

*****

AHMET NAZİF ZORLU’NUN MEKTUBU VE... (4)

Geçen hafta, Zorlu Gösteri Merkezi’nde; The Times gazetesi tarafından dünyanın bir numaralı palyaçosu olarak nitelendirilen Rus Slava Polunin’in muhteşem Snow Show (Kar Şov) gösterisini yazıyorum...

***

Çocuk yaşlarında seyrettiği Charlie Chaplin’i kahramanı yapıp izinden giden, Rus sanatçının gösterisi o kadar etkiliyor ki beni, aynı merkezde izlediğim Mamma Mia, Shreck müzikallerinin ardından, bir de böyle bir oyunu getirdiği için Zorlu Gösteri Merkezi’ne teşekkür ediyorum...

***

Oyunlara çocukları da götürdüğüm için, gösterilerin onların sanat perspektiflerinin genişlemesinde, vizyonlarının gelişmesinde, çağdaşlıkla buluşmasında ne kadar muhteşem bir rol oynadıklarını gözlüyorum...

***

Polunin “Hayatım boyunca bir palyaço ve soytarı olmak istedim...” diyor...

Bu sözleri bana; “hayatı boyunca, yaşama estetik güzellik katan” sanatçı bir palyaço-soytarı olacağı yerde rezil bir iftiracılık ve cazgırlıkla insanlara zarar veren soytarıları hatırlatıyor...

***

Nazif Zorlu’nun “Zorlu AVM çok eleştirildi... Orayı yaptığıma pişman oldum...” sözlerini görünce;

-“İnşaatı bilmem... Ama oraya açılan Zorlu Gösteri Merkezi’nin çocuklara, insanlara ve hayata kattığı değerler, bugüne kadar yaptığınız işlerin en kıymetlisi...” diye yazıyorum...

***

Önceki gün Nazif Zorlu’dan bir teşekkür mektubu alıyorum...

Mektubu okurken fark ediyorum ki; Ahmet Nazif Zorlu’nun ismini yazıda yanlışlıkla Mehmet Nazif Zorlu olarak geçirmişim...

O teşekkür mektubunda buna hiç değinmiyor, ama ben yanlışlığı fark edip düzeltme ihtiyacı duyuyorum...

***

Hıncal Uluç’un yazısı ise, eleştirel...

Bana; şehir trafiği açısından Zorlu Center’ın ne kadar büyük bir tahribat yarattığını yazıyor ve nasıl olup da “Gösteri Merkezi’ni sevdiğimi” yazabildiğini soruyor...

***

Hıncal Uluç’u bol bol gördüğüm Kanyon da dahil, şehir trafiğini altüst etmeyen bir AVM’ye henüz rastlamıyorum İstanbul’da...

Kanyon, İstinye Park hangi AVM revaçta ise, o şehir trafiğini altüst ediyor...

Akmerkez’in veya Astoria’nın artık trafiği felç etmemesinin nedeni, eskiden olduğu gibi “in” olmamaları...

***

Zaten benim yazdığım konu;

Şehircilikle ilgili değil...

Dünya çapında sanat olaylarını ve Broadway müzikallerini İstanbul’a getiren bir görsel sanat merkezini yaptığı işlerden dolayı teşvik etmek...

İstanbul’lular adına ona teşekkür etmek...

Bunu şehircilik tartışmasıyla karıştırmak abes...

***

Steve Jobs’un dediği gibi;

-“Çocuk sahibi olmak insanın bakış açısını değiştiriyor...”

Onun için bu tartışmayı burada kesmem gerekiyor...

Yazının devamı...

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak...

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma kurban olayım çehreni; ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet bu celal?..

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.

Hakkıdır hakka tapan, milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!..

Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmaz taşarım...

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar.

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar...

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın.

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

Baktığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı.

Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı...

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şuheda, fışkıracak toprağı sıksan şuheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsa da Huda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda...

Ruhumun senden ilahi, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli!

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.

Her cerihamdan, ilahi boşanıp kanlı yaşım;

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal;

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklal!..

Mehmed Akif Ersoy

EY TÜRK GENÇLİĞİ!

Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur.

Bu temel senin en kıymetli hazinendir.

İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır...

Bir gün İstiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!

Bu imkan ve şerait, çok namusüait bir mahiyette tezahür edebilir.

İstiklal ve Cumhuriyeti’ne kast edecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler... Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.

Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.

Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Mustafa Kemal Atatürk

AĞLAMA ANNE (ZİYNET SALİ)

Ah ne hayatlar ümidiyle

zamansız yollara düştük

ilk yenilen biz değildik elbet

gün oldu dünyaya küstük

Ağlama anne benim için ağlama

Ben de herkes kadar aldım acılardan

Ağlama anne benim için ağlama

Ben de herkes kadar yandım

Sen ne olur çocukluğumu sakla

Tek kalan bu elimde avcumda

Ağlama anne benim için ağlama

Her birimiz başka bir hikaye

Anne bu ayrılıklar niye

Sen yine bir ninni söyle bana

Yavrum uyusun da büyüsün diye...

Ağlama anne benim için ağlama

Ben de herkes kadar aldım acılardan

Ağlama anne benim için ağlama

Ben de herkes kadar yandım

Sen ne olur çocukluğumu sakla

Tek kalan bu elimde avcumda

Ağlama anne benim için ağlama...

Sezen Aksu

Yazının devamı...

Steve Jobs; "Kanserle yaşamak bana ne öğretti?.."

İnsanların mağrur ve onurlu olduklarına inandığımdan, iyimserim diyebilirim...

Aralarında çok zeki olanlar var...

İnsanlara dair epey iyimser bir bakış açım var...

İnsanları teker teker düşünürsek, özünde iyiler...

İnsan gruplarına dair ise, daha kötümser bir bakış açısına sahibim...


***

Kanser deneyiminin en belirgin sonuçlarından biri “Hayatı sevdiğimi” fark etmem oldu...

Gerçekten seviyorum hayatı...

Dünyanın en iyi ailesine sahibim...

Apple gibi bir şirketteyim...

Hayatım bunlardan ibaret aslında...

Çok fazla sosyalleşen ya da konferanslara katılan bir insan değilim...

Ailemi seviyorum; işimi yönetmeyi seviyorum; Pixar’ı seviyorum...

Böyle bir fırsat yakalamışım... Çok şanslıyım...

Business Week; Kanserle yaşamaya ilişkin röportaj.

“İÇ SESİNİZE, KADERİNİZE, KARMAYA İNANMALISINIZ...” (2)

“İleriye bakarak noktaları birleştiremezsiniz...

Yalnızca geriye doğru bakarak birleştirebilirsiniz onları...

O yüzden noktaların bir şekilde geleceğinizde de birleşeceğine inanmalısınız...

Bir şeylere güvenmelisiniz...

İç sesinize, kaderinize, hayata, karmaya; bunlara inanmalısınız...

Bu yaklaşımım beni hiç yarı yolda bırakmadı...

Hayatımdaki bütün değişimlerin sebebi bu oldu...

***

Merakımı ve içimdeki sesi takip ederek ulaştığım şeylerin çoğunun; sonradan paha biçilmez değerde olduğu ortaya çıktı...

***

Bence fırsat eşitliği, her şeyden önce eksiksiz eğitim demek...

***

Kaç yaşında olduğumu pek düşünmem...

Sabah kalkarım ve benim için yepyeni bir gün başlar...

***

Dünü düşün; yarının hayalini kur; bugünü yaşa...”

“ÇOCUK SAHİBİ OLMAK; BAKIŞ AÇINIZI DEĞİŞTİRİYOR...” (3)

Doğarız, göz açıp kapamalık bir süre boyunca yaşar ve ölürüz...

Böyle gelmiş böyle gidiyor...

Teknolojinin bu durumu pek değiştirdiği de söylenemez...

Tabii öyle bir çabası varsa...

Çocuk sahibi olmak, bu tarz şeylere bakış açımızı değiştiriyor...


***

Ülkemizde, yani birçok açıdan dünyanın en şanslı addedilen topraklarında olup bitenleri görünce, çok endişeleniyorum...

Ülkemizi; çocuklarımız için daha iyi bir yer haline getirmek konusunda, içimizde hiçbir heyecan taşımıyoruz sanki...


“İŞTEN KOVULUŞUM BAŞIMA GELEN EN İYİ ŞEYMİŞ...” (4)

O Zamanlar bunu fark etmemiştim...

Ama meğerse Apple’dan kovulmak başıma gelen en iyi şeymiş...

Başarılı olmanın ağırlığının yerini, acemi olmanın hafifliği aldı...

Her konuda kendinden daha az emin birine dönüştüm...

Kovulmak, hayatımın en kreatif dönemlerinden birini geçirmemi sağladı...

***

Bugünlerde sahip olduğumuz en değerli kaynaklardan bir tanesi boş zamandır bence...

***

Kişiliğim; iş adamlığım üzerine kurulu değil...

Ama yaptığım işin bu olduğunun da farkındayım...

Daha ziyade zarif şeyler üreten bir insan olarak görüyorum kendimi...

Zarif şeyler üretmeyi seviyorum...

İnsanlara faydalı olan araçlar üretmeyi seviyorum...


“BİR GÜN GELECEK DEMİŞTİM; O GÜN GELDİ...” (5)

Birisinin karnıma yumruk atıp beni nefessiz bıraktığını hissediyorum...

Daha otuz yaşındayım ve bir şeyler daha yaratmaya şansım olsun istiyorum...

İçimde en az bir tane daha muhteşem bir bilgisayar saklı olduğunu biliyorum...

Apple bu bilgisayarı yapma şansını vermeyecek bana...


***

“Hep demişimdir;

‘Bir gün gelir de Apple’ın CEO’su olarak artık görevlerimi yerine getiremez ve beklentileri karşılayamaz olursam, bunu ilk benden duyacaksınız’ diye...

Ne yazık ki o gün geldi...”

Apple çalışanlarına yazdığı nottan 2011

“100 MİLYON DOLARIN HAYATIMI MAHVETMESİNE İZİN VERMEDİM...” (6)

Uzun lafın kısası servet kazanmak için dönmedim Apple’a...

Hayatım boyunca çok şanslı oldum ve zaten bir servetim var...

25 yaşındayken, net değerim 100 küsur milyon dolardı...

İşte o zaman bu meblağın, hayatımı mahvetmesine izin vermeme kararı aldım...

Bu paranın tamamını harcayabilmenize olanak yok...

Ve serveti; zekama paha biçilen bir şey olarak görmüyorum...

Bakın bu para meselesini; bütün çabaların bir meblağa dönüştürülmek istenmesini esasen gülünç bulmuştum...

Çünkü bunun hayatta başıma gelmiş en zihin açıcı ve değerli bir şey olduğu söylenemez...


“KİMSE ÖLMEK İSTEMEZ...” (7)

“Kimse ölmek istemez... Cennete gitmek isteyen insanlar bile, oraya gitmek için ölmek istemezler... Fakat ölüm hepimizin varacağı duraktır...

Kimse ondan kaçamaz...

Zaten böyle olmalıdır da...

Çünkü “Ölüm” muhtemelen “Hayat”ın en iyi icadıdır...


***

“Whole Earth Kataloğunu hatırlar mısınız?..

Son baskısının arka kapağında otostopla Oregon’a giderken yolunuzun düşebileceği kuş uçmaz kervan geçmez bir köy yolu vardır...

Harika bir görüntüsü vardır...

Ve o yolda beni gerçekten düşündüren bir başlık yazar...

Şöyledir;

-“Aç kalın... Budala kalın...”

Bir reklam sloganı falan değildir...

Stewart Brand’in bilgece sözlerinden biridir o kadar... Bilgece bir sözdür;

“Aç kalın... Budala kalın...”


Yazının devamı...

Steve Jobs; “Sokratesle bir akşam yemeği...”

“Otoparktaydım...

Anahtar arabaya takılıydı...

Kendime dedim ki; “Eğer bu dünyadaki son gecem olsaydı, vaktimi bir iş toplantısında mı, yoksa bu kadının yanında mı geçirirdim?..”

Otoparkı koşa koşa geçtim...

Onu yemeğe çıkarmayı teklif ettim...

‘Olur’ dedi...

Beraber yürüyerek şehir merkezine gittik...

Ve o zamandan beri birlikteyiz...

***

Benim işim insanların suyuna gitmek değil...

Benim işim onları daha iyi hale getirmek...

Birisini epey yüksek bir pozisyon için işe alacağım zaman, öncelikle yeterlilik düzeyine bakarım...

Çok zeki olmaları şart...

Fakat benim için asıl önemli olan Apple’a aşık olacaklar mı olmayacaklar mı sorusudur... Çünkü aşık olursa gerisi kendiliğinden hallolacaktır...


“BU TEK KİŞİLİK BİR GÖSTERİ DEĞİL...” (2)

“Bu tek kişilik bir gösteri değil...”

Business Week 1998

***

Hepimiz gerçekliği sembol isimlere indirgemeye bayılırız... Ama Superman’in modası geçeli çok oldu...

Dikkate değer bir başarı elde etmek; ancak bir ekip işidir...

“BEATLES’I ÖRNEK ALIYORUM...” (3)

Sektör konusunda Beatles’ı örnek alıyorum... Birbirlerinin olumsuz yanlarını kontrol altında tutan, dört tane adamdı onlar...

Birbirlerini dengelemişlerdi...

Ve bütün parçaların toplamından daha harikaydılar...

Benim sektöre bakış açım da böyle...

Sektördeki muhteşem işler, tek kişi tarafından değil, daima bir ekip tarafından gerçekleştirilir...

60 Minutes 2003

***

Asıl işi yapan insanlar Macintosh’un ardındaki itici güçtür...

Benim işimse onlar için alan açmak, şirketin geri kalanını onlardan uzak tutmak ve aralarına sınır çekmektir...

***

Hiçbir şeyi fazla ciddiye almayın...

Hayatınızı yaratıcılığınızı konuşturarak, bir sanatçı gibi yaşamak istiyorsanız, geçmişe fazla takılmamanız gerekiyor... Yeri geldi mi ürettiğiniz her şeyi, olduğunuz kişiyi, yani hepsini çöpe atmaya hazır olmalısınız...

“BİLL GATES ZAMANINDA İNZİVAYA ÇEKİLSEYDİ...” (4)

Buraya geldiğimizden beri, kimse bizi yutmaya kalkışmadı...

Herhalde tadımızdan ürküyorlar...

Business Week 1998

***

Bill Gates LSD’yi zamanında bıraksaydı, ya da gençken inzivaya çekilseydi; daha açık görüşlü bir insan olabilirdi...

The New York Times 1997

***

Belli bir süre boyunca yalnızca tek bir şeyi yapmaya odaklandığımız zaman, hayatımızı başka türlü yaşama ihtimallerinden de vazgeçmek zorundasınız...

Olağanüstü bir şey başarmak niyetindeyseniz, at gözlüğü takıp çok kararlı biçimde, dümdüz ileriye bakmalısınız...

Özellikle iş adamı değil de kreatif (yaratıcı) bir insan olmayı arzuluyorsanız...

***

Bir gün ölecek olduğunuzu bilmek, kaybedilecek bir şeyleriniz olduğunu düşünme tuzağına düşmenizi engellemenin en iyi yoludur...

Zaten çırılçıplak kalmışsınız...

Kalbinizin sesini dinlememeniz için, hiçbir neden yok...

***

Başarılı girişimcileri başarısızlardan ayıran nedenlerin yarısının sadece sabırlı ilgili olduğu sonucuna ulaştım...

“MEZARLIKTAKİ EN ZENGİN ADAM OLMAK UMURUMDA DEĞİL...” (5)

Mezarlıktaki en zengin adam olmak umurumda değil...

Geceleri; “Harika bir şey yaptık” diyerek yatağa uzanmak...

İşte asıl umurumda olan bu...

***

Apple’ın pazar payı, otomotiv sektöründe BMW, Mercedes ve Porsche’ninkinden daha büyük...

BMW ya da Mercedes olmanın nesi yanlış?..


“SOKRATES’LE BİR AKŞAM YEMEĞİ İÇİN ELİMDEKİ BÜTÜN TEKNOLOJİYİ VERİRDİM...” (6)

“Sokrates’le bir akşamüstü için, elimdeki bütün teknolojiyi verirdim...”

***

Zamanınız sınırlı...

O yüzden başkasının hayatını yaşayarak çöpe atmayın o zamanı...

Diğer insanların düşüncelerinin gürültüsünün, iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin...

Yüreğinize ve içinizdeki sese kulak verecek kadar cesur olun...

***

Korsanlık donanmaya katılmaktan daha eğlenceli...

***

Kahramanlarının kimler olduğuna bakarak, bir insan hakkında çok şey söyleyebilirsiniz...

“DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLECEKLERİNİ DÜŞÜNECEK KADAR DELİ OLANLAR...” (7)

Dünyayı değiştirebileceklerini düşünecek kadar deli olanlar, gerçekten dünyayı değiştirebilecek olanlardır...

***

Bir yılda 250 milyon dolar kaybetmiş tek insan tanıyorum...

O da benim...

Bu size olgunluk kazandıran bir şey...

***

Bazen hayat kafanıza tuğlayla vurur...

İnancınızı kaybetmeyin...

“TANRI’NIN KARŞISINA ÇIKTIĞIMDA...” (8)

“Ömrümün sonuna gelip de Tanrı’nın karşısına çıktığımda; “İçimde tek bir yetenek kırıntısı bile kalmadı... Bana bahşettiğin her şeyi kullanıp tükettim...” diyebilmeyi umuyorum...”

***

23 yaşına girdiğimde 1 milyon dolardan fazla değer sahibiydim...

24 yaşına girdiğimde, bu değer on milyon dolardan fazla oldu...

25 yaşında ise 100 milyon dolardan fazla...

Ama bunun pek bir önemi yoktu...

Bunları para için yapmamıştım...

***

Büyük işler başarmanın tek yolu yaptığınız işi sevmekten geçer...

Sevdiğiniz şeyi daha bulamadıysanız, aramaya devam edin... Sakın durmayın...

Söz konusu olan kalbinizin sesi olduğu için, sevdiğiniz şeyi bulduğunuzda hemen anlayacaksınız...

Stanford Üniversitesi diploma töreni konuşması 2005

Hayatımdaki çok şeyi Bob Dylan veya Beatles şarkısı olarak görüyorum...”

Yazının devamı...

28 Şubat ve sonrasındaki medya... (1)

Erol Aksoy 28 Şubat’ın sonunda devrilen Refah-Yol iktidarının ikinci sene-i devriyesi gelmeden, sahibi olduğu “İktisat Bankası’ndaki borçlar gerekçe gösterilerek” battı...

SHOW TV’yi beş yöneticisinin “duygusal bir akşam yemeğindeki ağlamalarıyla sonuçlanan süreçte satmak zorunda kaldı...”

***

Türkiye’de bir işadamının ipi çekildiyse; en sorunlu iştiraklerinden birindeki zayıf halkanın üzerine gidilerek idam sehpası hazırlanırdı...

28 Şubat’la birlikte gelen yeni düzende Erol Aksoy’un “İktisat Bankası’ndaki açıkları gerekçe gösterilerek; Show TV’yi elinden çıkarması öngörüldü...”

***

Bu “rastlantıyı” o günlerde anlamıyordum...

Ne zaman ki, bu olayın üzerinden iki yıl geçti... SHOW TV’yi satın alan Çukurova Grubu’nun CEO’su Ersin Pamuksüzer bana dönüp;

-“Bizim de Pamukbank’a el kondu... Pamukbank’ı bize geri verecek olan siyasi parti, senin haberlerden ayrılmanı istiyor...” dedi; O zaman neyin neyle bağlantılı çalıştığını anladım Türkiye’de...

***

Koskoca Çukurova grubuna, Ersin Pamuksüzer’in deyimiyle bir siyasi parti; “Reha Muhtar’ı haberlerden almazsanız; bankanızı geri vermeyiz...” diyordu...

Buna 28 Şubat’ın son darbesi denebilirdi...

O zaman anladım ki; 28 Şubat’la gelen iktidar; SHOW TV’yi kim alırsa alsın, “esasen öncelikle ve kesinlikle benim haber merkezinden gitmemi istiyor...”

***

Zavallı Mehmet Emin Karamehmet; yıl boyunca beni; ratinglerimin yüksekliğinden dolayı bir işadamı gibi düşünüp görevde tutmuş; siyasi iradeye rağmen “haber merkezinden almamaya çalışmıştı...”

Ancak dünyanın en zengin işadamlarının bile Türkiye’de siyasi güce direnemeyeceği noktalar vardı...

Karamehmet de siyasi irade karşısında sonunda direnemedi ve kendisinin bulunduğu bir ortamda, CEO’su Ersin Pamuksüzer’in haber yöneticisine bu teklifin yapılmasını seyretmek zorunda kaldı:

***

Tek yapabileceği; beni gruptan ayırttırmamak için çaba sarfetmekti...

Odanın kapısını üstüme kilitleyip, beni ikna etmeye çalıştığı gün o gündür Mehmet Emin Karamehmet’in...

Brüksel’deki tanışıklıklar üzerinden; koskoca MİT’in müsteşarı Şenkal Atasagun yönlendirilmiş, “siyasi iktidarın o meşhum partisiyle” bağlantı başka bir şekilde çalıştırılmış ve ben; “Yaptığı haberlerle Türkiye’ye komünizmi getirecek derecede tehlikeli bir haberci” sıfatıyla görevden ayrılttırılmam istenmişti...

Hanımefendi ve beyefendi işbaşındaydı...

***

Mehmet Emin Karamehmet’in beni odaya kilitlendiği günü anlattığım birkaç yıl önceki yazıda o günü şöyle anlatıyordum;

*****

28 ŞUBAT; MEHMET EMİN KARAMEHMET VE ODAYA KİLİTLENDİĞİM GÜN... (2)

Türkiye’de siyaset mühendisliği “elinde güç bulunduranların” vazgeçemediği bir haslettir...

Siyaset dizayn edilir Türkiye’de...

2002 yılında da SHOW Haber darbesi esnasında böyle yapıldı...

***

Siyasi mühendislikle oluşturulmaya çalışılan ANAP-DSP-MHP üçlü koalisyonun “ANAP-DYP-DSP’nin bir bölümü şeklinde Türkiye’yi yönetmesi için master bir medya planlaması” yapıldı...

***

MHP lideri Devlet Bahçeli, oyunu son onda fark edip “erken seçim istemeseydi”, seçimler 2002 Kasım’ı yerine, 2004 yılının baharında yapılacaktı...

***

2002 yılının Mayıs-Haziran aylarında batan bankaların arkasından banka sahibi medya patronlarına operasyonlar yürürlüğe kondu...

***

Amaç seçimlere giderken, “büyük medya kuruluşlarının, aynı siyasi ittifakı desteklemeleri ve bu ittifakın oyların çoğunluğunu alarak bir koalisyon halinde iktidara gelmesiydi...”

Bu siyasi oyunların içinde ben ve haber merkezim yoktuk...

Hiçbir zaman hiçbir siyasi mühendisliğin içinde olmamıştık...

***

Takvime göre; seçimlere iki yıldan az bir süre vardı...

Bu süre zarfında bütün büyük kanallar ile gazeteler, tek bir ses ve siyaset üzerinde yayınlarını sürdüreceklerdi...

Bunun için de “açık açık söylenen” plan yürürlüğe konacaktı...

*****

“BEN ERSİN PAMUKSÜZER’İ AFFETTİM... O DA KENDİNİ AFFETSİN... YA HANIMEFENDİ?..” (3)

Bir arkadaşım telefonda haberi verdi;

-“Tuncay Özkan seninle SHOW Haber’i bırakırken, senin yerine geçtiği günkü görüşmesini anlatıyor Balçiçek İlter’e... Reha’nın Haber’den ayrılışının siyasi nedenleri yoktu... Ona program yapmasını teklif ettim... Kabul etmedi... Etseydi onun için çok iyi olacaktı falan diyor” dedi...

***

-“Allah Allah” dedim...

-“Bizim Tuncay’la bana böyle bir teklif yapacak ve onun benim ayrılmamı isteyecek bir ilişkimiz yoktu ki...”

Ben SHOW’dan ayrılışımı hiç Tuncay’la konuşmadım ki... Tuncay’ı, sadece veda ettiğim gün, “Reha Muhtar’ın SHOW’a veda altyazısı” dönerken, yayın öncesi gördüm...

***

Benim “Veda altyazı”mı yayında görmüş, koştura koştura kanala gelmiş ve odama girmişti... Bana “kalsan...” gibisinden bir şeyler söyledi ama o bir görüşme değildi ki...

Ben o sırada SHOW TV’ye veda etmiştim, alt yazılarda yarım saattir bunu ilan ediyordum...

O ise daha göreve bile başlamamıştı...

Benim görevimin bitmesine iki gün vardı... Üstelik Tuncay’ın ziyaret ettiği odayı da ben o sırada çoktan boşaltmıştım...

“Sadece masa ve sandalye kalmıştı benden yadigar orada kalan...”

***

Tuncay’a o gün büyük bir içtenlikle “Hayırlı olsun” dedim ve başarılı olmasını diledim... Sonra da Hamit Özsaraç’la yayına çıkıp, onun konuğu olarak aynı şeyi milyonlarca izleyiciye canlı yayında bir kez daha söyleyip veda ettim...

Haziran sonlarında bir Pazar akşamıydı...

Telefonlar kilitlenmişti...

Telefon edenlerin hüngür hüngür ağladığını söylüyordu santraldeki iki memure...

***

Benim ayrılış görüşmemde Tuncay’la hiçbir şekilde olmadı... O sırada grubun bankalarından Pamukbank’a el konmuştu... Yapı Kredi’ye de el konacağı kesinleşmişti...

SHOW TV’nin patronu, CEO’su ve İcra Kurulu üyeleri dört kişinin tanıklığında Ersin Pamuksüzer isimli yönetici arkadaş;

-“Bankaları kurtaracak siyasi partinin, beni haber merkezinin başında görmek istemediğini”, onun için bana DİGİTÜRK’te kanal kuracaklarını, SHOW’a istediğim programı yapacağımı, ayrılmamamı, fakat haberden feragat ederek bankaları kurtarmaları gerektiğini söyledi bana...

***

O kadar saftım ki Ersin Pamuksüzer bana bunu söyleyince önce anlamadım hangi siyasi partinin beni istemediğini; DSP-ANAP-MHP koalisyonu vardı iktidarda o sırada...

İçimden

-“Allah Allah” dedim...

-“Ecevit böyle bir şey yapmaz... Yapısı müsaade etmez... MHP mi yaptı acaba?... Geçen gün Sağlık Bakanları’nı eleştirmiştim canlı yayında... Ondan olabilir mi acaba?..”

***

Bir süre sonra bir dostum;

-“Hakikatten safmışsın sen...” dedi...

-“Bankalar MHP’ye mi bağlıydı koalisyonda... ANAP’a bağlı değil mi?..”

*****

28 ŞUBAT MEDYASI... SONRASINDAKİ MEDYA... TEK BAŞINA KALMIŞ BİR GAZETECİ MANİFESTOSU... (4)

Türkiye’yi hala; Çetin Altan’ın yazdığı “en iyilerin kazandığı” liberal düzenin hakim olduğu bir ülke...

Paper Chase dizisindeki profesör Kingsfield’ın Harvard’lı öğrencilerine gösterdiği “en mükemmeli olun; en mükemmel kazanır” felsefesinde...

Fame dizisinin; parçasının bestecisi genç konservatuvar öğrencisi Bruno’nun, taksi şoförü babasının 46. caddedeki okulun önüne gelip; “Gün gelip oğlumu Madison Square Garden’da göreceğim” diyen rekabetçi azmini benimseyen ruhu, bir nebze benimseyen ülke olarak görüyordum...

***

Türkiye Amerika’ya yakın durduğunu söyleyen “etki ajanlarının” en pespayi, en gaddar, en kirli yöntemlerle mesleki rakiplerini safdışı bıraktığı, medya-siyaset, güç bağının her şeye hakim olduğu bir ülke oluyor her zaman...

***

“Mesleki olarak en iyinin ve en mükemmelin” kazandığı değil, “en kirli ayak oyunlarını gerçekleştirenin su üstünde kaldığı” bir sistemin egemen olduğu bir ülke yapılmaya çalışılıyor...

***

28 Şubat medyasını tartışanlara bakıyorum...

Eskileri tanıdığım gibi;

Yenileri de çok yakından tanıyorum...

Buruk bir tebessümle izliyorum tartışmalarını...

Çocuklarımı bu bitmek bilmeyen gayya kuyusundan nasıl kurtarırım diye düşüne düşüne...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.