Şampiy10
Magazin
Gündem

43. ölüm yıldönümünde Picasso için birkaç satır...

Erkeğin kadınlarla ilgili fantasyalarını gerçekleştiren adam Pablo Picasso...

Egoist bir adam...

Karizmatik...

Kadınları seviyor...

Her kadında yeni bir ilham, her ilhamda yeni bir sanat eseri ve yeni bir tarz inşa ediyor...

***

Barcelona’daki müzesinde; “resmine ilham veren kadınlar ve onlardan esinlenerek yarattığı tarzlar” sergileniyor...


KADINLARLA GENÇLEŞEN; MONOTONLAŞAN İLİŞKİLERDE GADDARLAŞAN RESSAM... (2)

Kadınlarla yaşadığı aşklarla gençleşiyor...

Kadınlara kendini beğendirdikçe güzelleşiyor...

Güzelleştikçe yeni ve güzel resimler yapıyor...

Yeni tarzlar yaratıyor...

Kadınlar ona aşık oldukça, o resimlerinde daha fazla var oluyor...

***

Kadınlar onu sıktığında, hayatını biteviyeleştirdiğinde, ender görülecek bir gaddarlıkla onlardan kopuyor...

Merhametin yanından geçmiyor...

Yeni aşklara, genç kadınlara ve taze aşklara yelken açıyor...

***

Yeni kadınlara rotayı çevirdikçe, eskiler alabora oluyor...

Fırtına yaratıyor, sağanak olup yağıyor...

Onu alabora edip, devirmek için bütün kadınlıklarını kullanıyorlar...

***

Çocukları, yaşanmış yılları, verilen gençlikleri ve onu duygusal olarak etkileyebilecek deniyorlar...

Hiçbir erkeğin dayanamayacağı duygusal ağıtların ortasından bir taş gibi çıkıyor Picasso...

Kadının yarattığı psikolojik taarruzdan etkilenmiyor...

Ya da etkilenmiyor gözüküyor...

Resme sığınıyor...

Resme sığındıkça, kadınlara karşı gaddarlaşıyor...

***

Monotonluğun ve bıkkınlığın hakim olmaya başladığı yerden kaçıyor...

Yeni bir kadın tanıyıp; bıkkınlığa, yeknesaklığa, yorgunluğa ve yıpranmışlığa “elveda” diyor...

***

Ondaki gaddarlığın sırrını anlamaya çalışıyorum...

Resmine ve sanatına duyduğu narsist saygının; tezahürü olduğu sonucuna varıyorum...

Resmine kendisini verebilmesi için; kendisini iyi ve yaratıcı hissetmek istiyor...

***

İlham almayı arzuluyor... Duygusal açıdan beslenmek ihtiyacını duyuyor...

Duygusal beslenmenin ve ilhamın kaybolduğu yerde; resminin ve sanatının da kaybolacağını hissediyor...

Bu ona “ölüm”ü anımsatıyor...

Sanatçının ölümünü...

Ölmek istemiyor...

Her sanatçı gibi, sonsuzluğa kadar yaşamak istiyor...

Egoizm ve narsizm, aslında sanatı için duyduğu fedakarlıktan besleniyor..

AŞKLAR VE RESİMLERLE 91 YAŞINA KADAR SÜREN BİR HAYAT... (3)

100yıl öncesinin yaşam standartlarında gençliğinden, sanatından ve yaratıcılığından bir şey kaybetmeden, son gününe kadar yeni ve taze aşklar yaşayarak 91 yaşına kadar yaşıyor...

***

Surviving Picasso filmini Anthony Hopkins’in oyunculuğuyla izledikten sonra, Barcelona’ya gidiyorum...

Picasso’nun evindeki sergiyi izlemeye...

Saatler saatler boyu resimlerine bakıyorum...

Tutkuyla bağlı olduğu kadınlarla resimleri arasındaki bağlantıyı çözmeye çalışıyorum...

***

60 yaşını geçtiğinde, 20’li yaşlarını süren Francois Gilot’yla tanışmasının, dahi ressamın; resimlerine olan etkisini gözlemliyorum...

***

Francois Gilot; 60 yaşını geçen Picasso’ya; o yaştan sonra iki çocuk verip, bütün hayatını Picasso’ya adıyor...

20’li yaşlarındaki Francois bile Picasso’nun o yaşta, kadınlara olan tutkusunu, hastalıklı bağımlılığını yok edemiyor...

***

Başka kadınlara doğru yönelirken, eski kadınları için merhamet duymaktan nefret ediyor Picasso...

Eski kadınlarının hayatlarından bütünüyle çıkmıyor...

Onların bir yerinde kalmaya devam ediyor...

Ancak kendi yaşam ilhamının reçetesi, bu olaylardan etkilenmeden sürüyor...

Picasso “o zaman diliminde aşık olduğu kadınla” yaşamayı isteyebilecek kadar hayata karşı cüretkar davranıyor...

***

Bir erkek için; egoist, narsist ancak yine de çok zor bir duygusal karar yürüttüğü...

Bir erkeğin uzun zaman birlikte olduğu kadınla duygusal bağını koparabilmesi için, “o kadının ve annenin” dışında çok güçlü bir “kutsal amacının olması” gerekiyor...

Picasso; kutsal amacı resimle bulmuş gözüküyor...

Ona kişisel aidiyeti sadece resim sağlıyor...

***

Bir yandan da yeni aşklarla gençlik buluyor...

Bulduğu gençlikle, yeni sanat tarzları yaratıyor...

Her erkeğin bir miktar içinde varolan fantasyaların bütününü 91 yıllık hayatında gerçekleştiriyor Pablo Picasso...

ISLAK VE KAYGAN BİR SABUN GİBİ PİCASSO... (4)

İnsanlara karşı iyi mi?..

Hayır değil...

Kadınlara karşı çok özenli mi?..

Hayır değil...

O sadece resmine karşı iyi...

Resmine karşı iyi olmak için bulabildiği her şeyden besleniyor...

***

“İyi” olmayı, işine karşı iyi ve fedakar olmayla eşdeğer tutan bir anlayışın sembolü Picasso...

“Resmine karşı iyiyse; resim insanlara bir şey veriyorsa; insanlığa ve evrene karşı da iyi olunabileceğine” inananlardan...

“Sanatında iyi olanlar; insanlık için de iyi şeyler yapmış olurlar...” diyenlerden ve sadece bunu önemseyerek yaşayanlardan...

Bu denklemde kadınlar onun için ilham verici periler olmanın ötesine gidemiyorlar...

***

Kadınlar böyle bir erkeğe sahip olamadıkça; olabilmenin yöntemlerini arıyor ve erkeğin üstüne daha fazla düşüyorlar...

Onun çocuksu bencilliğini ve gaddarlığını bile es geçebiliyorlar...

Sabun gibi kadınların ellerinin arasından kayıp gidiyor Picasso...

Islak ve kaygan bir sabun gibi...

Yazının devamı...

Özgüvenini sağlamak için, kendine güvenen erkeklerle ilişkiye giren kadın... (1)

“Yattığım erkeklerin kendilerine güvenleri çok fazlaydı... Bense kendime hiç ama hiç güvenmezdim... Onların yanında olmak bile kendime duyduğum güveni arttırırdı... Onların güvenlerini sanki emer ve kendi güvensizliğime katardım...”

***

Marilyn kendi özgüvenini sağlamak için, Albert Einstein’den, beyzbol ilahı Joe Dimaggio’ya kadar, birçok ünlü ya da yakışıklı erkekle beraber oldu...

***

Sonradan Amerikan Satanist Kilisesi’ni kuran Anton Szandor Lavey’le “yatak ilişkileri” kesintisiz 2 hafta sürdü...

***

Lavey daha sonra Marilyn için, “Erkeklerle flört etmekten, onları tahrik etmekten çok hoşlanıyordu, ama cinsel açıdan pasifti...” diyecekti,

-“İş daha ileri ilişkilere geldiğinde garip bir biçimde kaçardı... Kimi zaman bunda başarılı oluyordu, kimi zamansa kaçamazdı ve kendini yatakta bulurdu... Kararsız ve ürkek bir kişiliği vardı...”

*****

MARİLYN; SARIŞIN BİR SEKS OBJESİ OLMAKTAN SIKILDIĞINDA... (2)

İkinci kocası gelmiş geçmiş en ünlü beyzbol yıldızlarından Joe Dimaggio’ydu...

***

Bütün kadınların özlemle baktıkları, bütün erkeklerin imrendikleri bir süper sporcuydu...

***

Joe ondan sinemayı bırakmasını istedikten bir süre sonra ayrıldılar ve Marilyn bu dönemde “Aptal Sarışın” imajından sıkıldığını farketti...

***

Sarışın bir seks objesi olmadığını ispat etmek için ünlü tiyatro yazarı Arthur Miller’la evlendi...

***

Bu süre zarfında hizmetçisinin anlatımına göre, “Tiyatro dersleriyle, psikiyatrik tedavi kliniği arasında mekik dokudu...”

***

Marilyn iç çamaşırı giymiyordu, hizmetçisinin anlatımına göre çok sık banyo falan da yapmıyordu...

***

Bakımına özen gösterdiği tek şey apış arası kıllarıydı...

En az haftada bir kez onları sarıya boyar ve gerekçe olarak da “Kendimi her yönümle sarışın hissetmek istiyorum...” derdi...

***

İki kez düşük yaptı ve daha sonra artık çocuk yapamayacağı gerçeğiyle yüz yüze geldi... Depresyonu derinleşti, uyku haplarının dozajını arttırdı ve kendini uyuşturarak uyumaya başladı...

***

Arthur Miller’den boşandığında 35 yaşındaydı, yaşlanma korkusu içini kemirmeye başlıyordu...

***

Yaşlanmadığının, çok güzel bir kadın olduğunun sürekli kendisine hatırlatılmasını istiyordu...

Frank Sinatra’dan Eve Montand’a kadar birçok ünlü erkekle oldu ama Montand, karısı Simone Signoret’i terketmedi.

***

Frank Sinatra’yla evlenme fantezileri kurarken, Sinatra onu, Amerikan Başkanı ve kardeşi Kennedy’lerle tanıştırdı...

*****

AMERİKAN BAŞKANI VE KARDEŞİYLE YAŞADIĞI AŞKLARI... (3)

Önce Amerikan başkanı John F. Kennedy’yle ilişki yaşadı...

Bir süre sonra John başkanlığı açısından politik sorun çıkacağını hesap ederek Marilyn’i Adalet Bakanı olan kardeşi Bobby’ye devretti...

***

Marilyn evlilik fantezileri kurmaya ve bu kez de Bobby’nin karısı Ethel’i ve 9 çocuğunu bırakarak kendisiyle evlenmesini beklemeye başladı...

***

Bir süre sonra Bobby, Marilyn’den kurtulmak için telefonlarını değiştirdi...

Bu kez Marilyn reddedilmenin öfkesiyle, bir basın toplantısı düzenleyeceğini ve Kennedy kardeşlerin gizli çamaşırlarını ortaya dökeceğini sağda solda söylemeye başladı...

***

Bobby Kennedy’nin telefonunu değiştirdiği Haziran ayından başlayarak 1962 yazı süresince Marilyn büyük bir psikolojik bunalıma girdi...

Hapların dozu arttı psikologla seanslar sıklaştı...

***

5 Ağustos 1962 Pazar sabahı fazla uyku hapı aldığı için yatağında ölü bulunduğunda, “intihar mı cinayet mi sorusu” bütün dünyaca soruldu...

***

20 gün önce ortaya çıkan bir FBI belgesinde, Marilyn’e fazla uyku hapı dozunun, doktor tarafından verildiği ve doktora da yukarıdan bir yerlerden telkin geldiği ortaya çıktı.

*****

KONUŞURSA... (4)

Muhtemeldir ki, konuşup kirli çamaşırları ortaya dökebilir endişesiyle, “Amerikan Başkanlık sistemi kendini garantiye almıştı.”

***

Son günlerinde ikinci kocası olan beyzbol ilahı Joe Dimaggio’ya bir mektup yazdı...

***

Mektubunda şöyle diyordu:

“Artık ne yaparsam yapayım bir erkeği kendime tam olarak bağlayamıyorum... Hiçbir erkeğin gereksinimlerini tam olarak karşılayamıyorum...”

***

Mektubu yazdı, ama postaya vermedi...

Öldüğünde mektup hala yanındaydı!..

*****

“ÇOCUĞUMU ÖLDÜRDÜĞÜN İÇİN TANRI BİR DAHA SANA ÇOCUK VERMEYECEK...” (5)

Önceki gün; hakkında yıllar önce bu satırları yazdığım Marilyn Monroe’nun “Bilinmeyen Hikayesi” isimli filmi izliyorum...

Dünyanın “en muhteşem sarışın bombası” olmaktan sıkılıp, entelektüel bir sanatçı olma arayışını sürdürdüğü yıllarında; ünlü yazar Arthur Miller’la yaptığı evliliğini izliyorum...

***

İlk günlerde Marilyn’i teşvik etmek için “inanılmaz çabalar harcayan ünlü yazarın”, bir süre sonra, genç kadından yeni bir eser yaratma uğraşından vazgeçerek, onu küçümsemeye başlamasının trajik öyküsünü adım adım izliyorum...

***

Aldığı haplar ve alkolün sonucu bebeğini düşüren Marilyn’e, ünlü yazarın söylediği sözün; kadını nasıl mahvettiğini birebir izliyorum... Şöyle diyor Arthur Miller, bebeğini düşürdüğü karısı Marilyn Monroe’ya;

***

-“Sen benim çocuğumu öldürdün... Benim çocuğumu öldürdüğün için Tanrı bir daha sana çocuk vermeyecek...”

*****

DENİZLE MARTININ AŞKI... (6)

Aşkı “aşk halinde bırakmayıp, ötesini zorlama macerasının, Marilyn ve Arthur Miller’ın hayatında olduğu gibi yaşamda trajik sonuçlar doğurduğunu fark ediyorum... Aklıma Deniz ile Martı’nın “aşk hikayesi” geliyor;

***

Deniz eğiliyor kulağına Martının...

-“Yapma...” diyor; -“Maviliğime aldanıp dalma sularıma... Balık yaşamıyor içimde artık...”

***

Tebessüm ediyor Martı... -“Sadece balık için dalıyorum sanıyorsun maviliğine...” diyor...

-“Ya neden?..” diye soruyor Deniz... -“Biz birçok aşığın fotoğraflarında aynı karede yer alıyoruz... Birçok ayrılanın sakladığı fotoğraflarda da... ‘balık yok’ diye seni terk etsem, o fotoğrafları terk etmiş olmaz mıyım?..

Ben balığa ayıp olmasın diye değil... Aşka ayıp olmasın diye seninleyim...”

Yazının devamı...

Hediye raket... (1)

Ortaokulun sonlarında; yakın bir aile dostu olan diş doktoru Celal Bey; bana bir tenis raketi hediye etmek istiyor...

O yıllarda, okulda ve mahallede popüler olan iki spor var...

Mahallede futbol; okulda basketbol...

***

Hollanda milli takımının portakal renkli formalarıyla dünyanın tozunu atacağı 1974 Dünya Kupası henüz başlamamış...

***

Ken Reeves isimli NBA oyuncusunun sakatlanıp Los Angeles’taki Carver Lisesi’ne basketbol koçu olarak gelmesine ise bir süre daha var...

Dizi; her mahallede basketbol potası yaptırtan ünlü televizyon dizisi; Beyaz Gölge lakaplı basketbol koçunun; Carver Lisesi’nin siyahi ve İspanik öğrencilerinden muhteşem bir basketbol takımı oluşturmasını konu alıyor...

***

Gençlik yılları futbol, basketbol, masa tenisi branşlarında devam eden bir kültürden geçiyor...

O yıllarda “tenis” okulda ve mahallede yeterince popüler değil...

Fazla alakamı çekmiyor...

Yıllar içinde, yeşil kortların muhteşem sporu; estetik enstantaneleri ile kalbimde önüne geçemediğim bir duygu fırtınası yaratıyor...

***

Yugoslav Monica Seles’i ve İspanyol Sanchez’i izlediğim Atina yılları, “gelecekte çocuğuma tenisi sevdirmeyi tetikleyen bir tohumun filizlenmesine yol açıyor...”

*****

TSYD’NİN BAŞINA GELEN ARKADAŞ!.. (2)

İki şeyi düşünüyorum...

Sporla büyüyen çocuk; hayatı boyunca sporla iç içe yaşar...

Sporla büyüyen, sporla, antrenmanla iç içe yaşayan, genç; sağlıksız alışkanlıklara, bohem çevrelere bir miktar daha mesafeli durur...

Hayatın başarısını ve tatminini yaptığı sporda arar...

***

Beş yaşından itibaren; tenis, yüzme buz pateniyle haşır neşir bir çocukluk geçiriyorlar...

Yedi yaşına geldiklerinde; Tenis Akademisi’nin alt yapısında kendilerine yer buluyorlar...

Antrenmanlar, özel dersler, bir süre sonra başlayacak turnuvalarla “genç yaşta başarı duygusunu spor gibi beyinlerine ve vücutlarına hakim olma kabiliyeti verecek bir alanda” yapmalarını sağlamaya çalışıyorum...

***

Birbuçuk yıl önce bir arkadaşım; “Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin genel merkezinin bulunduğu Levent tesislerinde her yaştan çocuklar için tenis okulları açıldığını” duyuruyor bana...

***

Çocukluğumdan beri futbol turnuvalarından sevdiğim TSYD şemsiyesi altında çocukların tenise başlamasında bir “hikmet” bulup, soluğu TSYD tesislerinde alıyorum...

İlk yıl, hepsi arkadaşım, dostum olan TSYD yöneticileri yardımcı oluyorlar; çocukların tenis sporunu benimsemeleri için...

***

Ne oluyorsa ikinci yılın başında oluyor...

TSYD’nin başına 35 yıl önce Milliyet’ten arkadaşım olan, sonra 7 yıl SHOW TV’de beraber çalıştığım, en sonunda da LİG TV’de her hafta davet ettiği programına yorumcu olarak katıldığım; dostum Oğuz Tongsir geliyor...

-“Aman ne iyi oldu... Hayat hep dostlarını karşına çıkartıyor...” diye seviniyorum...

*****

SOĞUKTA ÇOCUKLARA AÇILMAYAN KALORİFERLER... (3)

Ancak bir süre sonra, TSYD’de çocukların tenis antrenmanıyla ilgili sürekli sorunlar çıktığını görmeye başlıyorum...

Birkaç defa Oğuz’u arıyorum...

TSYD Başkanı olduğundan işleri çoktur diye, fazla da üzerine gitmeyeyim diyerek SMS mesajı geçiyorum...

***

Bir iki üç, 35 yıllık arkadaşım benim hiçbir SMS’ime cevap vermiyor...

İşler bazen halloluyor, bazen hallolmuyor; ama beni derinden derine üzen 35 yıllık arkadaşımın benim mesajlarıma cevap vermemesi oluyor...

***

Üstelik konu; ufacık çocukların tenis yapması gibi, “bunu teşvik etmesi, mesleki ve etik sorumluluğu altında olan TSYD gibi bir derneğin” alanıyla ilgili olduğu halde...

***

Bir gün; dışarıda havanın 14.5 derece olduğu kapalı bir günde tenis kortunun günlerdir ısıtılmadığı için iyice soğuk olduğunu fark ediyorum...

Görevlilere “kaloriferleri biraz açsanız” diyorum...

-“Çocuklar üşüyorlar... Hasta olacaklar...”

***

-“Tenis standartlarına göre ısı 14 derecenin altına düşmeden kaloriferleri açamayız...” diyorlar..

Telefonu açıyorum tenis hocasıyla konuşuyorum...

-“Salondaki ısı 14 derecenin altında... Dışarıdaki hava 14.5 derece... Salon balon kort dedikleri kortlardan... İyice soğuk...”

***

Çocukların annesiyle birlikte ne yaptıysak fark etmiyor ve kaloriferleri çalıştırmıyorlar...

Oğuz’a mesaj atıyorum...

-“Çocuklar hastalanacak... Buna mesaja bile cevap vermiyorsun... Bu mu senin arkadaşlığın?.. Bu günahı ne ben ne çocuklar unutur...” diye...

***

Oğuz’dan direkt bir cevap gelmiyor...

Dolaylı cevap ise; bir süre sonra TSYD’deki görevliden geliyor...

-“Çocuklar için kortlar dolu... Antrenman saati vermiyoruz...”

***

Bunu söyleyen yer; Türkiye Spor Yazarları Derneği...

Niye?..

Çocuklara kaloriferleri çalıştıracaklar ve bir miktar yakıt parası ödemek zorunda kalacaklar diye...

Ne yapıyorlar bunun için?..

“Kort yok” diyerek özel kişilere kiraladıkları kortlarda, dışarıya iş veriyorlar...

Kim karar veriyor buna?.. Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin Başkanı...

Kim bu Başkan?..

Benim 35 yıllık arkadaşım Oğuz Tongsir...

Ben kimim?..

35 yıllık gazeteci ve basın şeref kartı sahibi bir vatandaş...

***

Tek kelime etmiyorum...

Olayla ilgili hiçbir şey de yazmıyorum...

O günlerde bütün spor basını Oğuz Tongsir’i yerden yere vuruyor; akçeli işlerle, alınan satılan arabalarla ilgili...

Hiçbir topa girmiyorum...

***

35 yıllık arkadaşın çocuklara yönelik yaptığı zalimliği yazıya dökerek hesap soracak bir anlayışı “ham ve çirkin” buluyorum...

*****

“NE DOSTLAR! SEVDİM ASLINDA YOKTULAR...” (4)

Üzerinden aylar geçiyor...

Çocuklar Tenis Eskrim Dağcılık spor kulübünde (TED), kaloriferli kortlarda, eğitimli hocaların yanında tenis yapıyorlar, takıma seçiliyorlar...

Tenis Akademisi’nde alt yapıya girerek lisans almaya hak kazanıyorlar...

***

Olay artık hayatımızın tamamen gerisinde kalıyor...

Yeni bir mecrada; “her şerde bir hayır var” mucizesiyle yol alıyor çocuklar...

Sporu bize sevdiren Beyaz Gölge Ken Reeves isimli basketbol koçu geliyor gözlerimin önüne...

Onun çocuklara sporu sevdirmek için yaptıkları ve adının üzerinde Türkiye Spor Yazarları Derneği yazan kuruluşun yöneticilerinin, “çocuklara, para harcamamak için kalorifer yakmayan acı ve ibret dolu davranışları...”

***

35 yıllık dost mu?..

Atilla İlhan’ın sözünü biraz çevirerek söylemenin zamanı...

“Ne dostlar sevdim... Aslında yoktular...”

Yazının devamı...

Ankara terör değil; aşkın şehridir...

“Güz yaprakları düştü...

gazeller oldu...

Bulut indi yeryüzüne...

sevdalı oldu...

***

Bir avuntu biraz keder...

böyle bize neler oldu?..

Bu ayrılık bir de hasret...

çekilmez oldu...

***

Ay karanlık; hep karanlık

yüzü bize döner oldu...

Bir ihtimal daha vardı...

felaket oldu...

***

Gitme gitme gitme kal bu şehirde...

Gitme gitme yazık olur bize...”

***

Hava karanlıktı...

Akşam saat 19 sularıydı... Necatibey caddesinin Sıhhiye’ye açılan yol ağzında, arabayı kullanırken bu şarkıyı söylüyordu; gazetecinin yanında oturmakta olan genç kadın...

***

Şarkının etkili olacağını biliyordu...

“Gitme Kal Bu Şehirde” isimli muhteşem Nazan Öncel şarkısının öznesini Ankara yapıyordu özellikle söylerken...

***

Gazeteci o sırada Ankara’dan İstanbul’a gidiyordu...

-“Gitme kal bu şehirde; Ankara’da...” diye haykırıyordu kadın;

-“Bu ayrılık, bir de hasret

çekilmez oldu...

Ay karanlık; hep karanlık

yüzü bize döner oldu...

Bir ihtimal daha vardı

felaket oldu...

Gitme; gitme kal bu şehirde

Gitme gitme; yazık olur bize”

ANKARA’DA YARIM KALMIŞ AŞKLAR...

Çocukluğunun en heyecanlı anılarını biriktirdiği istasyonun; tam önünde patlamıştı ilk canlı bomba... Sonra, okul dönüşü Kızılay’dan eve gitmek için bindiği Çankaya dolmuşlarının kalktığı durakta...

Ankara kana bulanmıştı...

“En kanlı şehirlerden biri ilan edilmişti...”

***

Kan ve Ankara...

Birbirinden ne kadar uzak, iki kavrammış gibi görünüyordu gazeteciye...

Geçmişte ne kadar kan akmış olursa olsun; Ankara kanlı bir şehir gibi görünmezdi gözüne...

Bu şehirde üniversite okurken, ne olaylara tanık olmuş; yine de Ankara’ya kanlı şehir sıfatını lehimleyememişti...

***

Ankara sıcak bir şehirdi...

İnsanların arasındaki ilişkiler sıcaktı...

Sevecendi...

Dayanışma egemendi...

Böyle bir şehirde “Beyrut” yaşanmazdı... Yarım kalmış ilk gençlik aşklarını, tamamlanamamış özlemlerini, bitmek bilmeyen sevdalarını bu şehirde yaşamıştı gazeteci...

Trenine bindiği istasyonda bombalar patlasa da, dolmuşa bindiği durakta çocuklar ölse de bir terör şehri olarak adlandırılamazdı Ankara...

***

Orası; gençliğinin sonunu kestiremediği ‘date’lerinin, mesleki ergenliğinin delidolu günlerinin; “yarım bıraktığı aşkların ‘soundtrack’leriyle bezenmiş”, bir romans kentiydi...

Her şey olabilirdi...

Ancak bir terör şehri olamazdı Ankara...

***

Söylemeye devam ediyordu genç kadın;

“Geceler kör dilsiz sanki

konuşmaz oldu...

Hüzünler koyduk üst üste

ayrılık oldu...

***

Bir avuntu biraz keder

böyle bize neler oldu

Bu ayrılık bir de hasret

çekilmez oldu...”

KUĞULU PARK AŞKI...

Arabanın içi hüznün romantikasıyla, şehrin sisini metaforik bir armoninin kesitleri haline getiriyordu...

Kadın; Sonbahar akşamının ışıklı karanlığında arabanın direksiyonunu çevirip Ankara’ya dönmesi için söylemeye devam ediyordu...

***

Oysa İstanbul’a gitmek zorundaydı gazeteci...

İstanbul’da yazları çocukluğunun geçtiği mahallede aldığı evi, hayatı ve keşfetmek istediği dünyalar vardı...

Haftanın birkaç gününü Ankara’da geçiriyor; sonra yine İstanbul’a dönüyordu...

***

“Gitme gitme gitme kal bu şehirde

Gitme yar; gitme yazık olur bize...

Yazık olur bize...

Yalan olduk biz de...

Yalan olduk biz de...”

***

Evinin yanıbaşında aşkı çağıran Kuğulu Park’ta, romantik aşıkların manzarasında kimbilir kaç kış, kaç sonbahar, kaç bahar geçirmişti gazeteci; yarım sevdaların sarmalında?..

Kuğu’ların yüzdüğü o park; kana bulanan bir terör şehrinin yüzü olabilir miydi?..

ANKARA; İLK SEVİŞMENİN VE İSYANIN KENTİ...

Hayır!..

Ankara her şey olabilirdi...

Ama bir terör şehri olamazdı...

Ankara sıcaktı...

Ankara çocukluktu...

Ankara ilk gençlikti...

Ankara kalbin ilk kıpırtısıydı...

Ankara “aşkla tanışmanın şehriydi...”

***

İlk dansın... İlk sevişmenin...

Yanaktaki ilk kızarıklığın...

İlk reddedilmenin...

İlk isyanın... İlk filizlenmenin...

İlk başkaldırının...

***

Şimdi genç kadın gazeteciye;

“Gitme kal bu şehirde” diye söylüyordu şarkıyı; gitmemesi için...

Şehrin sıcak yüzüne sevgisini katık etmekteydi...

Oysa gitmek zorundaydı gazeteci...

Hayatın bilinmeyenlerini, uzak denizleri, ulaşılmamış kıtaları, özlemle çağrılmış heyecanları, yaşanmamış coğrafyaları yaşayabilmek için gidecekti...

***

Ona göre hayatta büyümek böyle bir şeydi...

Çok sonraları bir gün Kuğulu Park’ın önünden geçip, evine yakından baktığında;

Başka diyarları; Başka duyguları...

Başka heyecanları... Başka meçhulleri...

Başka bulmacaları çözmüş, bitirmiş olması elzemdi...

***

Şarkı güzeldi...

Genç kadın güzel söylüyordu...

Sesi sevgi ve aşk doluydu...

Ne ki; hayatın bilinmeyenlerini keşfetmek aşkın kendisiydi... Gazeteci; o keşfi yapmak zorunda hissediyordu kendini...

ANKARA BİTER Mİ BEYAZ GÜVERCİN?..

Şehirden ilk ayrıldığı gün gitmiş olduğu istasyonun önünde patlattılar canlı bombaları...

Her akşam eve dönerken bindiği dolmuş durağının mazide kalmış görünmeyen levhasında patlattılar ötekileri...

Ankara’yı terör şehri yapmak; Ankara’yı öldürmek, Ankara’yı bitirmek istiyorlardı...

Şehirler insanlar ve onların anılarında vardırlar...

Anılar kayıtlarda...

Kayıtlar yazılarda...

Öykülerde...

Romanlarda...

Necatibey Caddesi’nin açıldığı yol ağzında...

Göl kenarında “Belçika’lının Evi”nde; Chez le Belge’de...

***

Anılar gider mi?..

Kayıtlar uçar mı?..

Şarkılar susar mı?..

Ankara biter mi?..

Ümit Yaşar ve Timur Selçuk “Beyaz Güvercin”de birlikte cevaplıyorlar bu soruyu gazetecinin kalbinin derinliklerinde;

***

“Süzülüp mavi göklerden yere doğru

omuzuma bir beyaz güvercin kondu...

Aldım elime usul usul okşadım

sevdim gençliğimi yeniden yaşadım...

***

Bembeyazdı tüyleri öyle parlaktı

açsam ellerimi birden uçacaktı...

Eğildim kulağına dur gitme dedim

hareli gözlerinden öpmek istedim...

***

Duydum avuçlarımda sıcaklığını

duydum benden yıllarca uzaklığını...

Çırpınan kalbini dinledim bir süre

ve uçmak istedim onunla göklere...

***

Ak güvercinin iri gözleri vardı

güzelliğinden fışkıran bir pınardı...

Soğuk sularından içtim serinledim

çağlayan bir nehrin sesini dinledim...

***

Belki buydu sevmek

hayat belki buydu

Işıl ışıldım

gözlerim dopdoluydu

Bir name yükseldi sevinçten ve hazdan

bir name yükseldi güzelden beyazdan...

***

Uzattı sevgiyle pembe gagasını

birden öğrendim hayatın manasını...

Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış

seninle bir çift güvercin olmak varmış

***

Süzülüp mavi göklerden yere doğru

omzuma bir beyaz güvercin kondu...

Aldım elime usul usul okşadım

sevdim; gençliğimi yeniden yaşadım...”

Yazının devamı...

Karısına dünyayı gezdirmeye başlayan Fehmi Koru...

Gazetede biri ismiyle, diğeri ‘Taha Kıvanç’ mahlası köşelerinde yazdığı ilginç komplo teorilerini herkese okuturdu Fehmi Koru... Uzun yıllar; siyaset-iktidar-diplomasi-istihbarat-medya beşgeninde; “haberi kimden aldığını belli etmeyecek derecede” geniş kaynak ağına sahip bir gazeteciydi...

***

Yazdığı haberleri hangi kaynaktan almış olabileceğini bulmaca çözer gibi tahmin etmeye çalıştığım çok yazısını hatırlıyorum...

Bir televizyon programıma Emin Çölaşan’la katılmıştı uzun yıllar önce...

İki üç yıl önce de, ortak dostların organizasyonuyla ara ara öğle yemeklerinde buluşur olduk...

***

Siyaset-sanat-ticaret dünyasının içinde sürekli yurt içi ve dışı seyahatlere gittiğini, özel toplantılara iştirak ettiğini; etkin bir köşe yazarı olarak; “yirmidört saat mesleğiyle haşır neşir bir yaşamın dışında; pek bir şeye rağbet etmediğini” görüyordum...

BEŞ ÇOCUĞUNU KARISININ BÜYÜTTÜĞÜ GAZETECİ... (2)

Yakın dostları; “Beş çocuğunu akademisyen olan eşinin büyüttüğünü”; Koru’nun işinden başka pek bir şeyle meşgul olmadığını söylüyorlardı...

***

Bana hiç yabancı gelmeyen bir hayattı Fehmi Koru’nun hayatı...

Tek önemli farkla...

Ben onun gibi muhafazakar bir çevreden gelmediğimden; evlilik konusunu gençlik yıllarımda da önceliklerim arasından tamamen çıkarmış; 30 yıl gazetecilikle evli bir hayatı sürdürmüştüm...

***

Bir ses sanatçısıyla yaşadığım ilişkiden yadigar; hafta sonları görebildiğim manevi kızım dışında; hayatta ne bir eş, ne de çocuklarla nefes alan bir eve sahip olmuştum...

***

Varsa yoksa yalnız bir ruh yapısında sürdürülen gazetecilik... Son yıllarda fark etmiştim ki; dolaştığım dünya şehirlerinin hiçbirinin farkında değildim... Belgrad’ı kongre merkezinden; Sofya’yı Başbakanlık, Dışişleri bakanlığı güzergahından; Kopenhag’ı, Leeds’i canlı yayın yaptığım meydanlarından, Helsinki’yi tek bir caddesinden ve sonuçta bütün şehirleri kaldığım iki gecelik beş yıldızlı otel odalarından ibaret tanıyordum...

***

Bu şehirlerde hasbelkader gezdirildiğim yerleri bile gezerken; aklım haberde ve gazetecilikte olduğundan; birçok şeyi görmüş, ama pek bir şey fark etmemiştim...

MİLANO, VİYANA, PRAG, ROMA, BARCELONA’DA HAYAT... (3)

Aktif haberciliği aniden bıraktığım 2004-2005 yıllarından itibaren; hayatı, dünyayı ve insanları olağan halleriyle tanımaya başlamış; şehirleri gerçek anlamda görme fırsatı elde etmiştim...

Milano, Viyana, Prag, Roma, Barcelona, Los Angeles, Miami, Madrid, Positano, Amalfi, Capri, Napoli, Budapeşte, hatta Bodrum hep aktif habercilik sonrası gerçek dünyalarıyla keşfedebildiğim şehirlerdi...

***

25 yıllık gazetecilik, bana dünyayı gezme olanağı verirken, dünyayı ıskalama arızasını da beraberinde getirmişti... Neyi ıskalamakta olduğumun farkında da değildim...

Kendimi her gazeteci gibi “süper insan” modunda ve şair metaforunda söylendiği gibi; “Herkes kendi penceresinden bakar... Şair damdan bakan insandır...” ezberinde yaşayan bir “süper gazeteci” zannediyordum...

3 AYDA KARŞIMDA BAŞKA BİR GAZETECİ... (4)

İnsanların “sıradan hayatları, bayramlardaki tatil arzuları, yazları deniz sevdaları, kışları kayak arzuları, turlarla dünyayı keşfetme heyecanları” bana sıradan gelir; gazeteci şizofrensiyle soslanmış tarihsel kahramanlık mertebesinin Don Kişot’vari çılgınlığında, görünmez yel değirmenlerine savaş açardım...

***

Fehmi Koru’nun tüm bu yıllar boyunca; ne kadar benim kadar çılgın yaşadığını bilmiyordum ama; beş çocuklu mükemmel bir aileye sahip olmasına karşın, hiçbir şekilde aile düzeneğinde bir hayat yaşamadığı aşikardı...

Varsa yoksa, politika, diplomasi, istihbarat, ekonomi, ticaret, global ve yerel siyaset ile her türden labirent, onun yaşamına egemendi...

***

Köşe yazılarının zorunlu kesildiği üç aya yakın bir sürenin, son bir ayında kendisini görmemiştim...

Geçen hafta gördüğümde; karşımda tamamen farklı bir Fehmi Koru vardı...

Bir kitap yazmıştı;

“Cemaatin Siyasetle Sınavı... Ben Böyle Gördüm...” diye...

Kitabı aldım, belirli bölümlerini okudum...

Fakat ben kitaptan ziyade Fehmi Koru’daki değişikliğe fokuslandım...

***

İki ay gibi kısa bir süre içinde önce çocuklarını alıp New York’a götürmüştü Koru...

Sonra karısını alıp Atina’ya gitmişlerdi...

Akropol’ün eteklerine, Zapion kapısının önlerine...

Şimdi yine karısını alıp Berlin’e gitmenin planlarını yapıyor, uçak ve otel rezervasyonlarındaki incelikleri hatmediyordu...

-“Eşimi bugüne kadar bir türlü götüremediğim yerlere götürüyorum...” diyordu...

“GAZETECİYE KADIN VERMEZLER... GAZETECİ EMEKLİLİĞİ GÖRMEZ...” (5)

Yüzü kanlanmış, cildi düzelmiş, huzurlu ve sağlıklı görünüyordu...

Bu duyguyu tanıyordum...

Sharma’nın Ferrarisini Satan Bilge kitabını okuyana kadar;

“Gazeteci gece gezer...

Gazeteciye kız vermezler...

Gazeteci bohem sever...

Gazeteci hızlı yaşar genç vefat eder...

Gazeteci erken ölür...

Gazeteci yaralanır...

Gazeteci kalp krizinden gider...

Emekli gazeteci pek görülmez...

Yaşayanlar emekliliği görmez...

Gazetecinin eşi, ilk günden dul bir hayat sürer...

Gazeteci eşinin doğumuna yetişmez...

Çocuklarının mürvetini görmez...”

türünden onlarca mesleki tezvirattan oluşan bir içtihadın ezberinden geliyordum...

Bu mesleğe hayatını veren her gazetecinin yaptığı gibi...

***

Hayatı “sıradan” ve “sıradan olduğu için muhteşem” yaşamaya başladığımdan beri, neleri kaçırmış olduğumu fark edip, bir saniyemi bile boşa geçirmemeye çalışıyordum...

Bir gazetecinin mesleğinin ilk yıllarında edindiği tezviratın hayatını bu denli etkilemesi, inanılır gibi değildi...

Gazeteciler aslında, hayatı ilk günlerden itibaren sıradan yaşamadıkları için, olağan hayatlardan uzaklaşıyor, bir süpermen egosuyla başka bir gündemin merkezine seyahat ediyorlardı...

O dünyaları sıradan insanlar anlamıyor; “süpermenler de kendilerinin neden anlaşılamadığına boşu boşuna hayıflanıyorlardı...”

Fehmi Koru için şunu söyleyebilirim;

“Welcome to the Ordinary’s Clup...”

Yazının devamı...

Sıra arkadaşı Can Dündar’a mektubum...

Hayat ne enteresan sevgili Can...

Biz okuldayken; sen gazetecilikte “sıcak haber”e çok uzak, edebiyata ve sanata yakın; ben “sıcak haberin göbeğinde”, çok sonraları beni, “işaret fişeği” niyetine eleştirmek zorunda kaldığın gibi; “haber için babamı bile tanımayacak kadar” sıcak haberi kutsallaştıran bir adamdım...

***

Şöyle demiştin;

-“Biz haber için babasını bile görmeyecek o gazeteci gibi değiliz...”

Kast ettiğin kişi bendim...

***

Şimdi yakın çevrenin istediği gibi her şeyin farkında olarak “babamı bile tanımadığım habercilikten vazgeçmek durumunda kaldım...”

Senin bir zamanlar en fazla yapmak istediğin şeyi yapıyorum...

Yazarlık...

***

Televizyondan kopuyorum; sıcak haberden uzaklaşıyorum; hayata ve tarihe tanıklık etme görevinin farkında; çocuklarımı büyütürken, yazarlık mesleğini sürdürüyorum...

Böylesi daha iyi...

Kendimle baş başayım...

Bütün söylediklerim, sadece beni bağlıyor...

İçinden ve kalbimden geçenleri yansıtıyor...

Kimse hiçbir operasyon yapamıyor yazdıklarıma...

Yalnızım...

Yalnızlık bana güç veriyor...

Eskiden de yalnızdım biliyorsun...

Ama etrafım çok kalabalıktı operasyon yapanlarla...

***

Şimdi iki yanımdaki sırada oturduğun günden 1978 Sonbahar’ından 38 yıl sonra;

Seni ‘Sıcak haberin’ sınır tanımayan odaklarında; tutuklamaların, yargılamaların, mahkemelerin ortasında, Amerikan Başkan Yardımcılarının; resmi girişimlerine konu olacak muazzamlıkta, konsolosların, elçilik yetkililerinin davaları izlediği, selfie çektirdiği davalarda görmek; beni tarifsiz heyecanlara sürüklüyor...

***

Böylesine uluslararası bir ilgi “Tutuklanma ihtimalini azaltacağından mutlu ediyor beni...”

Bir taraftan da kendi hayatımla ilgili derin hesaplaşmalara sokuyor beni!..

***

Senin olayın vesilesiyle fark ediyorum ki Sevgili Can; “Benim tek başına içimde varolan özgür dünyam ve yaşamakta olduğum bağımsız tek kişilik varlığım; gazeteciliğimi, bu global dünyaların dengelerine, bağlantılarına, ittifaklarına sokacak bir tarzı içermiyor...”

Onun çok uzağında sadece “kalbimden geçenleri yaptığım bir mecradayım” ben...

***

Bu satırları dün akşam senin, mahkemece tutuklanmayacağının ve cezaevine yeniden girmeyeceğinin anlaşıldığı

dakikaların hemen ertesinde yazıyorum...

Aynı okul sıralarından başka dünyalara yelken açıp yaşayan bir sınıf arkadaşın olarak; önümüzdeki günleri, haftaları, ayları, yılları ve ömrünün geri kalanını; eşinle, oğlunla, annenle beraber mutlu yaşamanı diliyorum...

Kalbimin derinliklerinden geçen isteğim ve arzum bu sıra arkadaşı...

Umarım mutlu olursun...

Kal sağlıcakla...


“NEREYE BÖYLE?..” (2)

“Gözümden yaş geldi...

İçimden ağlamak...

Yüzünden düşen bin parça...

Konuşmak lazım konuşmak...

***

Gözlerim dolmuş boşalmış bir kere...

Sütten kesilmiş bebek gibiyim...

***

Soruyor musun bakalım

Nasılsın diye...

Ne biliyorsun belki...

İyi değilim bu gece...

***

Anlamadan dinlemeden

Son sözümü söylemeden

Nereye böyle...

***

Belki ben yatak döşek...

Duygularım paramparça

Her günümü her gecemi

Yaşıyorum iki kişilik...

***

Halimi sordular

Söyledim birilerine...

Söylemese miydim acaba?..

***

Anlamadan dinlemeden

Son sözümü söylemeden

Nereye böyle?..”

***

Nazan Öncel’in parçasını kulaklığımda dinlerken;

Parçanın kalbimde yarattığı etkiyi; acaba hangi siyasi söylem, hangi fütursuz hesaplaşma, hangi belagat ustalığı geçebilir diye düşünüyorum...

***

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerine “Evrensel düzeyde sanatçı olun... Gerçek olan sanattır...” derken; sanatçının politik söylemler peşinde koşan halini değil; bu şarkıyı yazan, besteleyen ve söyleyen halinin; yarattığı duygusal mabedi anlatmaya çalışıyorum...

Sanatın ve sanatçının kutsallığı, şarkının yazılışında, bestesinde, seslendirilmesinde ve duygulara kattığı sihirli değerlerde...

***

Türkiye; gazeteciliğin “derin merkezler tarafından iğdiş edildiği” gibi, sanatçıların da “duygulara estetik güzellikler katan, hayata mutluluk ve güzellik sunan insanlar olmaktan çıkartılıp; politik söylemlerin parçası haline gelen siyasi figüranlara dönüştürüldüğü bir ülke her daim...”

***

Güzel Sanatlar Lisesi öğrencileriyle evrensel düzeyde sanatçı olmak isteyen tüm gençlere söyleyeceğim şey; “hayat boyu politik duruşlarını sanatlarının en fazla yüzde 10’unun ötesine taşırmamaları...”

***

Bilmeliler ki; sanatlarıyla insanlar üzerinde yarattıkları duygu yoğunluğu, mutluluk ve ilham, politik aktörlüklerinden çok daha etkili olacak...

Hiçbir güç; Nazan Öncel’in “Nereye Böyle” şarkısındaki kadar, benim ruhumu tetiklemiyecek...

Sanat böylesine güçlü olduğu için zaten sanatçılar kullanılmaya çalışılıyorlar...

***

Leman Sam’ı “Kurban Bayramı’nda hayvanlar kesiliyor...” söylemleriyle değil, müziğinin ve sanatının doruğa çıktığı, duygularımı alabora eden;

“Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe...

Sırf sana benziyor diye...

Usulca sokulup merhaba dedim...

***

Tanıdık bir huzur aradım

Şaşkın bakışlarında dün

Bildik bir söz bekledim

Eskiden kalma öylesine

Konuştu bir şeyler söyledi

Beklediğim sözler bunlar değil

Yüzüme baktı gözlerime

Ama senin gibi değil...

***

Anladım ki hiç kimse

Hiç kimse sen değil

Hiç kimse senin kadar

Fikrime huzur değil...

***

Anladım ki hiç kimse

Hiç kimse sen değil

Hiç kimse senin kadar umuduma yol değil...”

parçasıyla dinlemek istiyorum...

Sanatı büyüleyici...

Gerisi herkesin söylediğinden farklı değil...

Yazının devamı...

“Gazeteciliğin kurgusal, sanatın ise gerçek olduğunu” söylediğim ödül... (1)

Kırk yıl düşünsem aklımdan geçmeyecek bir güzellik, inanamayacağım ölçüde kaliteli sahne performanslarını izlediğim bir geceyle karşılaşıyorum...

Önceki gece çocuklara;

-“Ödevlerinizi bitirin, gece kıyafetlerinizi giyinin... Ödül almaya gideceğiz beraber...” diyorum...

***

Gece yazı yazdığımdan bir yere çıkartamıyorum onları...

Onlar gece için aldıkları şık kıyafetleri giymek istiyorlar;

“Vesile olur, ödül töreninde güzel kıyafetlerini giyerler ben de bu arada ödül alır dönerim” diyorum...

***

Yıldız Şale köşküne; gittiğimizde sanat ve müzik dolu inanılmaz bir gece yaşayacağımızı bilmiyorum...

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi öğrencileri; bana öyle sanat dolu bir gece yaşatıyorlar ki anlatmakla bitmez...

***

Söyledikleri parçalar, sahnedeki şovlar; o kadar güzel, o kadar renkli, o kadar sanatla iç içe ki, gözümün önüne hayatımın en önemli dizilerinden biri “Fame” dizisi geliyor...

***

New York’ta 46. Caddedeki, New York School Of Arts lisesi öğrencilerinin 30 dakika süren bölümlerde; sahneledikleri danslara, müziklere, dramalara, piyano ustalığına, ilişkilerindeki sanatsal özgürlüğe içimin nasıl gittiğini, nasıl imrenerek onları izlediğimi hatırlıyorum...

***

Sanatın her dalında en iyisi olabilmek için, yürüttükleri korkunç rekabetin, en mükemmelini gerçekleştirebilmek için akıtılan terin ve emeğin;

“Fame... I’m gonna live forever...” “Şöhret... Sonsuza kadar yaşayacağım...” diye haykırdıkları parçanın ruhumu altüst eden tınısı, parçayla yarattıkları sokak dansının muhteşem koreografisi gözümün önünden gitmiyor, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerini izlerken...

***

1980’lerin New York 46. caddesinin ruhu, 35 yıl sonra İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerine geçiyor...

Sanatın evrenselliği karşısında bir kez daha duygusallaşıyor ve kucağımda oturan çocuklara bakıyorum...

İnanılmaz bir keyif duyarak dikkatle ve öykünerek izliyorlar sahnedeki şovu...

***

Sanat; yaratıcılık, estetik ve görsellik kaygılarıyla yapıldığında ne kadar “gerçek ve hakiki” oluyor; onu fark ediyorum...

Duygu hissediliyor...

Estetik fark ediliyor...

Yaratıcılık görülüyor...

Ses duyuluyor...

Müzik yaşanıyor...

Enstrümanın içine giriliyor...

Lise öğrencilerinin sahne şovu evrensel bir standardı yakalıyor...

***

Ödül alan bazı “yıldızlar” töreni erken terk ediyorlar...

Oysa çocuklar geç saate kalamayacak olmasına rağmen ben neredeyse;

-“Siz ödülü falan boşverin bu şova devam edin...” diyeceğim...

O kadar etkileyici sahneliyorlar şovlarını...

Ramazan Kurnaz’lar, Bekir Hazar’lar; Cengiz Semercioğul’ları, Selim Akçin’ler, Gülşen Yüksel’ler; benimle çalışan birçok televizyoncu “yılın televizyoncusu” ödülünü alıyorlar...

***

Ben televizyonculuk değil; köşe yazarı ödülünü alıyorum...

Ödül alırken şöyle diyorum;

-“Burada televizyonda yetiştirdiğim çocuklar yılın televizyonculuk ödülünü aldılar... Ben de onlardan sonraki küçük çocuklarımla o ödülleri almalarını mutlulukla izledim...

Onlar yetişti...

Şimdi küçük çocuklarımı yetiştiriyorum...

Bir itirafta bulunacağım size...

35 yıllık gazeteciliğin sonunda fark ettiğim bir sırrımı sizinle paylaşacağım...

35 yıl önce gazeteciliğe başlarken, gazeteciliğin sahici, sanatın ise kurgusal olduğunu düşünürdüm...

Ben kurgusal olanı değil sahici olanı; yani gazeteciliği yapayım demiştim...

35 yıl sonra gerçekte gazeteciliğin kurgusal, sanatın ise hakiki olduğunu anladım... Siz sanatçı yetişiyorsunuz... Sanatçısınız... gerçek olan, hakikat olanın sanat olduğunu aklınızdan çıkarmayın...”

*****

KALBİMİN İÇİNE İŞLEYEN İKİ ŞARKI... NEREYE BÖYLE; KAL BU ŞEHİRDE... VE NAZAN ÖNCEL... (2)

Ankara’da terör saldırıları arka arkaya “ölüm” getirdiği günlerde; benim için “aşk ve gençliğimin şehri” olan “Ankara’da aşkı” yazmak için duygularım yavaş yavaş yerlerinden kıpırdıyor...

***

“Ankara Aşk”ı yazabilmem için; tek bir şarkıya gitmem gerek biliyorum...

O şarkı yıllar önce bir Ankara gecesinde; İstanbul’a gitmeden hemen önce, arabamın direksiyonunda; Necatibey caddesinden Sıhhiye’ye çıkan yol ağzında; genç bir kadın tarafından bana söylenen duygulu bir şarkı...

“Gitme Kal Bu Şehirde...”

***

Nazan Öncel’in bu muhteşem şarkısını günlerce ve defalarca dinliyorum...

“Ankara’da Aşk”ı tam yazacağım sırada; İstanbul’da canlı bombalar patlıyor...

Ankara’nın terör gündemini başka şehirler paylaşıyor...

***

Fakat; “Gitme Kal Bu Şehirde” şarkısı dilimden ve kalbimden gitmek bilmiyor...

Dün ona hayatımın en vazgeçilmez parçalarından birisi; “Nereye Böyle” şarkısı ekleniyor...

Nazan Öncel iki şarkısıyla, kalbimin en derinlerindeki yerinden sahne alıyor...

***

“Ankara’da Aşk” yazısını yazma günlerimin geldiğini hissediyorum...

Dilimde Nazan Öncel;

Benim gecelerimi anlatan şarkısı;

“Nereye Böyle...”

Ve Ankara Aşk’ını anlatacak en iyi parça

“Gitme Kal Bu Şehirde...”

Pek yakında bu sinemada...

Yazının devamı...

Yelda’nın ağlayan telefonu ve tarihi kirletenlerin kirlenmesi...

Öğlen saatlerinde dün haber merkezinde yaşadıklarını yazdığım Yelda Kırçuval arıyor...

Telefonda hüngür hüngür ağlıyor...

Anlattığım olayların “hayatının kırılma anı olduğunu, yazıda bunları yeniden yaşattığım ve geçmişiyle yüzleştirdiğim için bana müteşekkir olduğunu” söylüyor...

***

Ona kendisiyle ve yayıncılığıyla gurur duyduğumu söylüyorum...

O günlerde; “kurulu sistemin ve planlanan oyunların bir parçası olmayı reddeden” SHOW Haber Merkezi’nin başına nelerin getirildiğini düşünüyorum...

***

Düzenbazlar; koskoca bir haber merkezini itibarsızlaştırmak için, “izlenme oranı anlamına gelen rating”in Türkiye’yi mahvedeceğini söyleyecek kadar yalancılaşıyor, sahtekarlaşıyorlar...

***

Türkiye’de insanların izleme tercihlerini gösteren bir sistemi; “Türkiye’yi mahvedecek bir düzen” olarak gösterebilme cüreti, seslerinin çok çıkmasından kaynaklanıyor...

***

Normal bir düzende aklı biraz olan insanın;

-“Rating dediğiniz kimin hangi kanalı ve programı izleyip izlemediği sorusunun cevabı... Bunun Türkiye’yi mahvetmekle ne ilgisi olabilir?.. Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?..” demiyor diyemiyor...

Algı öyle bir hale getiriliyor ki;

“İnsanların hangi kanalı ve programı tercih ettiklerini gösteren sistem” Türkiye’yi felakete götürecek düzen olarak gösteriliyor...

***

Çünkü hedefledikleri SHOW Haber, ratingleri altüst ediyor...

Bunu da “entelektüel dürüstlük” adına yaptıklarnı ve “etik mülahazalarla” davrandıklarını söyleyerek gerçekleştiriyorlar...

***

Dün gazetenin birinde “doğru ve dürüst haberciliğin haysiyet savaşını verdiğini söyleyen” bir düzenbazın; o günlerde çalıştığımız televizyon kanalında kadrosuz; iş başı şoförlük yapan tanımadığımız bir adamı tacizci ve tecavüzcü ilan ederek, benim ismimle yan yana koyarak “üzerimde nasıl çamur bir algı yaratmaya çalıştığını” hatırlıyorum...

***

Bu çamurlukların yıllar sonra başka çeşitlerini, özel hayatımda en yakınımda gözüken insanlardan “aynı senaryonun ve planın parçası olarak” geleceğini henüz bilmiyorum o günlerde...

***

Haysiyet mücadelesini için çabaladığını söyleyen nice haysiyetsiz! o günlerde “hayatımızı kuru iftiralarla karartmak için, yalanın ve iftiranın en pisini, en kirlisini en çirkefini atmaktan” çekinmiyor...

***

Ne enteresan ki; hayat kimsenin yaptığını yanına koymuyor...

Gün geliyor; hiç tahmin edilmeyen bir yerde, hiç tahmin edilmeyecek bir olayda; tarih kendisini “kirletenleri”, kirletiveriyor...

MİRAS VE KÂBUS...

Hayat, ölüm ve ölümün arkasından yaşananlar; bir magazin tartışmasının ‘şimdi ne olacak acaba’ muammasıyla beslenen şehvetli belagatının keyfi yerine; içinden çıkamadığım cevapların havada uçuştu derin bir hüzne sürüklüyor beni...

***

Kayahan ne ilk, ne de son kurban “ölümünden sonra yaşanan kavgalara özne olan...”

Onun için üzülüyorum...

Fakat daha çok “bunlar bunlar benim başıma gelirse ne yaparım sorusu”nun biçare hüznü kurcalıyor beynimi...

Hiçbir şey yapamam...

Ölmüş gitmişim...

Her faninin ruhunun “yalanla bezenmiş senaryoları sıkıntılı sıkıntılı” izleyeceğini biliyorum...

Öldükten sonra ruhta ego da faaliyette olmayacağından hüzünler işkence gibi gelecekler ademoğluna...

***

Ölümlerin ardından, para ve miras kavgasından öteye; merhum ve merhumenin; hayatta yaptıklarını yok farz eden, yaşananları tersyüz edip bir iftira zincirinin halkası haline getiren” bir dünyada yaşamakta olduğumu anladığımda, hayatımın elli yılını geçirmiş bulunuyordum...

***

O zaman fark ediyorum ki; Türkiye’de insanların yaşadıkları olayları tümden çarpıtan, yalan yazan, yalan söyleyen, gerçekleri optik aldatmacalarla buharlaştıran, kurmacaları ve iftiraları gerçekmiş gibi gösteren “algı ajanları” dört bir yanı sarmış faaliyetteler...

***

Bu ülkede ne kadar çok kişi bir şeyi tekrarlarsa, o olay gerçek zannediliyor...

Çok kişinin söylediği bu ülkede gerçek sanıldığından, “koro halinde söyleyerek, Türkiye’nin ve bu coğrafyada yaşayan insanların gerçek tarihini” çakma ve yalan bir tarih olarak değiştiriyor, belgeselleştiriyorlar!..

***

50 yaşıma kadar, yaşadığım ve gördüğüm olayların, “her şeyiyle doğru yazılacağına yönelik değişmez bir tarih inancım olduğundan”, bu konuları hiç dert etmiyor, yaşamı aynı hızla ve ambiyansla sürdürüyorum...

***

50 yaşından itibaren başıma inanılmaz olaylar geliyor...

Başıma gelen olaylardan daha korkuncu ise olaylar değil, “olayların yalan ve yanlış yazıldığını fark etmiş olmam...”

***

Yaşadığım ve tanık olduğum olaylar, oldukları şekliyle değil, olmadıkları biçimleriyle, belgesellere konu oluyor, tarih yazan, belgesel yapan adamlar olayları “insanları dolandırmaya yönelik düzenbaz bir senaryo haline getiriyor ve öyle satıyor...”

***

Yaşadıklarımız; “dolandırıcıların elinde”, düzenbazların haklı, iyilerin haksız göründüğü bir optik çarpıtmanın resmiyle beyinlerimize nakşediliyor...

***

“Bu gerçek değil...” diye haykırmak istiyorum başlarda...

Yalnız ve çaresiz görünüyorum, kimselcikler görünmüyor etrafımda...

-“Ama öyle olmamıştı ki...” diye anlatmaya çalışıyorum...

Bir kâbusta gibiyim... Sözlerim boğazımda düğümleniyor, bir türlü ağzımdan çıkamıyor...

Ağzımdan çıkanı, o büyük koro karşısında kimsecikler duymuyor...

***

“Bir kâbus olsa gerek gördüklerim” diyorum...

Hayır bir kâbus değil...

Yaşıyorum bunları ve

yaşadıklarımın somut bir gerçek olduğunu fark ediyorum...

-“Keşke kabus olsaydı; o zaman uyanıp rahatlardım” diye hayıflanıyorum...

O zaman bugünlere ibret olacak olayları ve gerçekleri yazmaya başlıyorum...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.