Şampiy10
Magazin
Gündem

Çağla gibi tenisçi çocukların 23 Nisan’ı... (1)

22 Nisan Cuma akşamı anneleri mesaj gönderiyor...

-“Okuldaki 23 Nisan törenleri için, çocukların kırmızı pantolon beyaz tişört kıyafetlerini yarın giymeleri için hazırlıyorum...” diyor...

***

Anneleri 23 Nisan’da, diğer etkinliklerin iptal olacağını düşünüyor...

Oysa tenis takımındaki 7 yaş çocuklarının tenis antrenmanları ne 23 Nisan ne 19 Mayıs ne de başka bir bayram ya da seyran tanıyor...

***

O çocuklar ve daha büyük yaşlar antrenman programlarına kesintisiz devam ediyorlar...

-“Okuldaki 23 Nisan törenlerine katılım zorunlu değil... TED’deki antrenmanları kaçırdılar mı, diğer arkadaşlarından geride kalıyor, soğuyorlar...” diyorum annelerine...

-“İstersen antrenmanı kesmesinler... Orada da 23 Nisan töreni yapılır... Sporcu arkadaşlarıyla orada kutlarlar...”

***

23 Nisan sabahı TED kulübünde antrenmana gidiyorlar...

Her yaştaki antrenman gruplarının, aynı disiplinli katılımla devam ettiğini görüyorum...

Saat 11 gibi Hocalar;

-“23 Nisan için tören var...” diyorlar ve kısa bir tören yapıp, pasta kestikten sonra yeniden antrenmanlara alıyorlar tenisçileri...

*****

TARİHTE İLK KEZ BİR TÜRK KADIN TENİSÇİ... (2)

Önceki gece sabaha karşı tarihte ilk kez bir Türk kadın tenisçi sıfatıyla, uluslararası bir WTA turnuvası kazanan Çağla Büyükakçay’ın maç sonrası; küçücük bir kızın sorusuna verdiği cevabı izliyorum...

Minik kız Çağla’ya soruyor:

-“Böyle bir şampiyon olabilmek için ne yapmam gerekiyor?..” diyor...

Çağla cevap veriyor...

-“Önce iyi bir insan olmak gerekiyor... Sonra sürekli çalışmak... Hiç yılmadan, bezmeden, usanmadan çalışmak...”

***

Çağla Büyükakçay 26 yaşında bir Türk tenisçi...

Finalde karşılaştığı Danka Koviniç; henüz 20 yaşında Karadağ’lı bir tenisçi kız...

Ancak maça başlarken; Çağla ilk yüze giremeyen bir tenisçi, Koviniç ise 60. sıradan kendine yer bulmuş bir profesyonel...

***

Yorgun olduğum için akşamları erkenden yatıyorum... Zaman zaman geceleri saat 03 gibi uyanıyorum...

Kaçırdığım bir tenis veya basketbol finali, bir futbol derbisi ya da çok sevdiğim bir film varsa izliyorum...

***

Çağla’nın final maçına da böyle tesadüf ediyorum...

Saat 04.30’a kadar gözümü kırpmadan İstanbul’daki tenis finalini izliyorum...

Görülmemiş bir konsantrasyonla oynuyor Çağla Büyükakçay finali...

Bir Türk tenisçisinin; Türkiye’nin tarihinde ilk kez çıktığı bir uluslararası turnuva finalinde, böylesine soğukkanlı konsantrasyon sağlayabilmesi, inanılması zor bir mucize...

***

Çağla bunu başarıyor...

Yine de karşısındaki rakip, kendisinden klasmanda epey üstte yer alıyor...

Bu dezavantajı, inanılmaz bir seyirci desteğiyle geçiyor Çağla...

*****

ÇAĞLA VE ANNESİ... (3)

Kameralar maçın final setinde, Çağla’nın annesine sürekli zoom yapıyorlar...

Anne kızının heyecanından ayakta duramıyor...

Yanındakilere tutunuyor...

***

Annenin ayakta durmakta zorlandığı anlarda, Çağla forehand, backhand inanılmaz vuruşlar yapıyor, spin çekiyor, rakibini ters ayakta yakalıyor, drop shut’larla sayı alma denemelerine giriyor...

***

O zaman aklıma;

İstanbul’un Avrupa yakasında TED’de ENKA’da sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar kortlarda çalışan, genç tenisçiler geliyor...

***

Anne babaların, çocukların antrenmanlarını bitmek bilmeyen bekleme maratonları halinde izlemeleri gözümün önünden gitmiyor...

***

O anda fark ediyorum ki, geçen yıl 1 Mayıs’ta, herkes Bayram tartışmalarına kilitlenmişken, çocuklar 6 yaşında yine tenis kortlarında antrenman yapıyorlar...

***

Çağdaşlığın ve gelişmişliğin şaşmaz manivelasının; “uluslararası çapta, iyi yetişmiş meslek erbabı ve sporcu yetiştirmek” olduğunu çoktan biliyorum...

***

İspanyollar, Sırplar, Hırvatlar, Almanlar, Japonlar, Amerikanlar, İsviçreliler, Fransızlar, İngilizler muhteşem tenis şampiyonları çıkartırken; bir Türk tenisçinin dünya sıralamasında ilk 100’e bile girememesindeki “hüzün verici ibret”i çözmeye çalışıyorum...

***

Hayatın ve zamanın tenis yapılan bu kulüplerde, Türkiye’nin diğer yerlerine göre başka türlü geçmekte olduğunu fark ediyorum...

***

Buralarda kavga edilmiyor...

Buralarda insanlar birbirini kesmiyor...

Gözünün içini oymaya çalışmıyor...

Buralarda, kronik bir hesaplaşma dürtüsü, bitmek bilmeyen bir kan davası, bir türlü alınamayan obsesif intikam duygusu mevcut değil...

***

Buralarda insanların yaşam tarzları tartışılmıyor...

Birbirlerine metazori dayatılmıyor...

Farklılıklar üzerinden kavga çıkmıyor...

Buralarda spor yapılıyor...

Ter akıtılıyor...

Daha iyisi daha güzeli yapılsın diye bitmek bilmeyen çabalar içine giriliyor...

***

Bu ülkenin dünyayla en fazla entegre olan merkezleri; buralar...

Florida, Barcelona, Londra, Monaco, Sydney, Paris gibi dünyanın ünlü tenis merkezlerine benzemeye çalışıyor bu merkezler...

Aynı barışçıl enerjiyi, aynı pozitif aurayı yayıyor...

*****

TENİS ŞAMPİYONASINDA DAVULLU TEZAHÜRAT... (4)

Önceki geceki turnuvanın final maçının, sadece bir rahatsız edici noktası bulunuyor...

***

Wimbledon; Australia Open, Roland Garros; Barcelona, Monaco, Miami Open gibi uluslararası prestijli Grand Slam turnuvalarda da ev sahibi oyunculardan yana seyirci baskısı hissediliyor...

***

Ancak seyirci desteği, biraz alkış, teşvik edici tempolu alkış biçiminde tezahür ediyor...

Futbol veya basketbol maçındaki tezahürat biçiminde bir seyirci performansı “tenis sporunun” ruhuna aykırı sayılıyor...

***

İstanbul’daki turnuvada seyirci, “Çağla Çağla” diye dakikalarca tempo tutuyor...

Tenis; arka arkaya sayıların alındığı bir basketbol maçı değil... Tenis bireysel bir spor ve sporcunun aşırı derecede konsantrasyonunu gerektiriyor...

***

Birçok uluslararası turnuvada, star tenisçiler; seyircilerin abartılı tepkilerine bile reaksiyon gösteriyor ve hakeme itiraz ediyorlar...

***

İstanbul’daki tezahürat şekline; bugüne kadar dünyanın hiçbir tenis turnuvasında tanık olmuyorum...

***

Bir ara iş iyice çığırından çıkıyor ve tezahürat davul eşliğinde tempo tutularak yapılmaya başlanıyor... Tenis sporunun konsantrasyon moduna uygun olmayan; davullu tezahürat şekli, sakil bir görüntü çiziyor...

***

İstanbul’daki turnuvanın tek olumsuz görüntüsü olarak hafızalara kazınıyor...

Çağla’nın şampiyon olduktan sonra, iki buçuk saatlik maçın ardından; irticalen yirmi kişinin ismini ve görevini sayarak; Türkçe ve İngilizce teşekkür etmesi ise akıllara durgunluk veriyor...

***

Koskoca Oscar törenlerinde, hayatları ezber olan dünya çapındaki aktör ve artistlerin ceplerinden çıkardıkları kağıttan teşekkür konuşmasını yaptıklarını bilen ben, Çağla’nın tenis performansının ardından, yaptığı konuşmanın muhteşem bir mucize olduğunu hissediyorum...

***

Genç Türk kızının, tenisine, sporculuğuna, asaletine ve disiplinine bir kez daha hayran oluyorum... Gözlerimden yaşlar akarken, televizyonu kapatıp yatıyorum... Gecenin adım adım sabaha dönüştüğünü fark ediyorum...

Yazının devamı...

Anne oğul çekişmesi...

Annemin tek çocuğuyum...

Çok zeki, fazlaca akıllı, Trabzonlu Karadeniz kadını dominant bir anneydi; benim annem...

Onun 91 yıllık benim elli altı yıllık ömrümü düşündüğümde; hayatta oğlu olarak annemi değiştirebildiğim tek bir konunun olduğunu görüyorum...

***

Oğlu ne olursa olsun, hangi mevkide, hangi şöhrette, hangi pozisyonda olursa olsun; hayatı boyunca hiçbir konuda hiçbir tutumunu değiştirmedi sevgili annem...

Tek bir istisnası hariç...

***

Fenerbahçe’liydi...

Biricik oğlunu Fenerbahçe’li yapmak için her yolu denedi altı yaşına kadar...

Olmadı; beni Fenerbahçe’li yapamadı...

***

Ancak altı yaşından sonra da vazgeçmedi oğlunu Fenerbahçe’li yapma sevdasından...

Aileyi öne sürdü...

Ayasofya Kütüphanesi’nde Müdürlük yaparken Beşiktaş’lı olan arkadaşlarını anımsattı; onlara karşı Fenerbahçe’yi nasıl savunduğunu anlattı...

***

Bütün bunları yaparkenki amacı, biricik oğlunu kendi tuttuğu Fenerbahçe’nin taraftarı yapmaktı...

***

Olmayınca olmadı...

Oğlu karakter olarak muhtemelen kendisine benzediğinden taraftarı olduğu Beşiktaş’tan bir türlü vazgeçmedi...

***

16 yaşına kadar uğraştı...

Fayda etmedi...

Sonunda pes etti... Hayatta, pes ettiği yegane konunun bu olduğunu sanıyorum...

***

Pes ettiğini de şöyle itiraf etti;

-“Ben artık oğlumun takımını tutuyorum.. Fenerbahçeli değil Beşiktaşlıyım...”

Bununla kalmadı maçlara geldi, bayrak sağladı... Oğlu üzülmesin, oğlu sevinsin diye Beşiktaş’ın maçlarında kazanması için dualar etti...

***

Bir annenin, 50 yaşından sonra değişmesini adım adım izledim...

Annemi tanıyanlar, hayatta hiçbir konuda, hiçbir surette değişmediğini bilirlerdi...

Tek değiştiği konu, Fenerbahçe’den Beşiktaş’a geçmesiydi annemin...

ÇOCUĞUNUN ÜZÜNTÜSÜNE DAYANAMAYAN ANA YÜREĞİ... (2)

Beşiktaş’a geçmesinden hiçbir zaman zafer kazanmış gibi hissetmedim kendimi... Tersine onun Fenerbahçeli kalmasını ve aramızdaki kronik Beşiktaş-Fenerbahçe atışmasının devam etmesini arzuladım...

***

Ancak “anne yüreği” çocuğunun üzüntüsüne dayanamadı... Benimle bu rekabeti daha fazla sürdüremedi...

***

Geçtiğimiz hafta “biricik oğlu için Fenerbahçe’den Beşiktaş’a geçen annem Allah’ın rahmetine kavuştu...”

Cennete gitti...

***

Annemi toprağa verdikten dört gün sonra Beşiktaş’ın maçı vardı... Babamı eve almıştım... Cumartesi akşamı; üç çocuğumla birlikte; cenaze sonrası ma-aile Beşiktaş’ın Akhisar maçını seyredecektik...

***

Sezon başından beri; “Beşiktaş’ın zaafı sol stoperdi... Buraya Gomez, Gökhan, Sosa, Oğuzhan çapında bir stoper alınmazsa; en azından vasat üstü bir savunmacıyla anlaşılmazsa; Beşiktaş çok kötü günler yaşar...” diye yazıyordum...

***

Ersan devre arası satıldığında; “şimdi iyi bir stoper alırlarsa, Beşiktaş takımı, büyük işler yapar...” diye düşünüyor ve söylüyordum...

***

Alexis Delgado’yu ilk gördüğümde, onu bedelsiz olarak son gün alınan futbolcu olduğunu sandım... Marcello’yla karıştırdım... 2 milyon euro’ya alındığını duyunca şok oldum...

***

Alexis; iyi bir forvet hattı karşısında çaresizleri oynuyordu Fenerbahçe maçında...

İkinci golü tek başına yedirerek Beşiktaş’ı ikili averajını Fenerbahçe’ye kaptırttı...

***

Son bir kez yazayım dedim...

-“Alexis’in yerine Beşiktaş’ın öz çocuğu Necip’i koyun... O hiç olmazsa terinin son damlasına kadar savaşıyor... Alexis Beşiktaş’ın futbolcusu değil... Bari Necip; ne yapar eder kafasını tekmeye uzatır, çok daha verimli olur...”

YENEN 60 GOLDE İMZASI OLAN ALEXİS... (3)

İki maç Necip kondu... Sonra allem edildi kallem edildi; Alexis takıma yeniden monte edildi...

***

Alexis Fenerbahçe maçındaki rezaletinden sonra; Akhisar maçında “hiçbir stoperin yapmayacağı bir şeyi yaptı, ceza sahası içinde voleybol oynayarak hiç yoktan bir penaltıya sebebiyet verdi...” Üçüncü golde ise, çıkartacağı topa girmek yerine, rakip forvete omuzla bindirmeye çalıştı...

***

İki golün yenmesinde yüzde yüz hatalı, yenilen üçüncü golde ise, diğer stoper Marcello’yla yüzde elli hatalıydı...

***

Böylece bütün takımın özverisi, emeği, alın teriyle hak ettiği şampiyonluğa geçen hafta; Beşiktaş, bir kez daha uzanamadı...

Önümüzdeki haftalara bıraktı... Tıpkı Fenerbahçe derbisinde olduğu gibi Alexis takımı yine mahvetti...

BEŞİKTAŞ; İSPANYA’DA 60 GOL YİYEN BİR TAKIMIN STOPERİNDEN NE MEDET UMUYOR/.. (4)

Alexis’in Beşiktaş çapında doğru düzgün bir stoper olmadığını anlamak için futbol müneccimi olmaya gerek yoktu... Beşiktaş Başkanı sevgili Fikret Orman’a ve tüm futbol alemine tek bir soru sormak yeterliydi; kurtarıcı niyetine alınan Alexis’in kim olduğunu anlamak için...

***

Hangi takımdan alınıyordu Alexis devre arası Beşiktaş’a?..

İspanyol Getafe takımından...

İspanyol liginde kaçıncı sıradaydı Getafe takımı?..

20 takımlı İspanya liginde 19. sırada...

***

İspanya’da ligin bitimine 3 hafta kala; büyük olasılıkla Getafe küme düşecekti...

Beşiktaş’ın yeni kurtarıcısı Alexis hangi mevkiide oynuyordu?..

Stoper mevkiinde...

Yani...

Takımın gol yemesini önleyecek en kilit mevkiide...

***

Şimdi kilit soruya gelecektik...

Getafe takımı bu sezon İspanyol liginde kaç gol yedi...

Otuz beş maçta tam altmış dört gol...

Rakkamla 64...

Getafe takımının averajı kaçtı?..

Eksi 31...

Rakkamla -31...

***

Alexis denilen stoper arkadaş; yenen 64 golün; ilk yarı bitimine kadar en az 55’inde hisse sahibi olduğuna göre, hangi başarı kriterine göre Beşiktaş takımına 2 milyon euro para verilerek satın alındı?..

Bana bunu izah edecek, bir Allah’ın kulu var mıydı?..

***

Sevgili Fikret Orman Başkan’a bir sorum daha vardı...

-“Sezon ortasında, 2 milyon euro’ya nasıl bir stoper alınabileceğini düşünüyordu da Alexis’in alımına ses çıkarmadı?..”

Açmak için soruyu yeniden sorayım;

-“Beşiktaş’tan devre arasında 2 milyon euro’ya hangi futbolcuyu satardı Fikret Başkan?..”

Gökhan’ı mı?.. Gomez’i mi?.. Sosa’yı mı?.. Oğuzhan’ı mı?..

Geçtik onları... Olcay’ı satar mıydı 2 milyon euro’ya Fikret Başkan...

Geçtim Olcay’ı; İsmail Köybaşı’nı satar mıydı 2 milyon euro’ya Başkan...

İsmail Köybaşı’nı da geçtim...

Beck’i satar mıydı; Rhodolfo’yu satar mıydı?..

Satmazdı; hiçbirini satmazdı...

Tosiç bile satmazdı Tosiç’i...

***

Peki Beşiktaş’ın 2 milyona satacak futbolcusu yoktu da, 64 gol yiyen Getafe’nin stoperinin hikmet-i ilahisi neydi de Beşiktaş’a geldi?..

BEŞİKTAŞ “ALIN TERİ DÖKEN FUTBOLCULARLA ŞAMPİYON OLACAK...” (5)

Ben inanıyorum ki her şeye rağmen Beşiktaş şampiyon olacak...

Uluslararası çaptaki orta sahası, forvet hattı ve savunmada alın teri döken futbolcularıyla, şampiyon olacak...

***

Fikret Orman yönetimi, stadı yapmanın yanısıra bu sene şampiyonluk ipini de göğüsleyecek... Ama bu bir soruyu ve gerçeği değiştirmeyecek...

***

Bu sezon 64 gol yiyip, eksi 31 averajdaki Getafe’nin stoperini “kurtarıcı” niyetine niye alıyor Beşiktaş?..

Alexis iki golde yüzde yüz hatalı...

“Ersan olsaydı böyle olmayacaktı” diyenler, acaba maç izliyorlar mı merak ediyorum... Bu hafta Çin’de Demba Ba’nın takımıyla karşılaşan Ersan’ın takımı 2-0 mağlup oldu...

***

Gollerden birini Ersan kendi kalesine attı... İkincisinde de penaltıya sebebiyet verdi...

Ersan gitti, kurtarıcı olarak Alexis geldi...

Şaka gibi bir şampiyonluk geliyor Beşiktaş’a annecik...

Oğlucuğun mutlu sen merak etme; ışıklar içinde uyu...

Yazının devamı...

Baudelaire; “Daima sende yaşıyordum anne...”

Baudelaire’i dünyaya getirdiklerinde babası 60 annesi 26 yaşındaydı...

Anneyle baba arasında 34 yıl yaş farkı vardı...

***

6 yaşında babasını kaybedince; annesine aşırı bağlandı...

Genç ve dul anne, babasının ölümünden kısa bir süre sonra

evlendi...

***

Annesine tutkundu Baudelaire...

Babasının ölümünden kısa bir süre sonra evlendiğini görünce şöyle dedi annesi için:

-“Benim gibi bir oğlu olan kadın bir daha evlenmemeliydi...”

OIDIPUS KOMPLEKSİ BAUDELAIRE VE “LANETLİ YAŞAMI...” (2)

Freud Oidipus kompleksinde çocukların, karşı cinsteki ebeveyni sahiplenmek için, hemcinsi olan ebeveyni saf dışı etme dürtülerini anlatır...

***

Erkek çocuk anneyi sahiplenmek için babayı, kız çocuk babayı sahiplenmek için anneyi saf dışı bırakmaya çalışır...

***

Baudelaire ise bu rekabeti öz babasında değil, annesinin, babası ölünce evlendiği üvey babada yaşadı...

Annesini hemen sonrasında evlendiği için hiç affetmedi...

***

Sonraki yıllarda hayatındaki kadınlara güvenmedi...

-“Sanırım yaşantım başından beri lanetli... Ve hep de lanetli kalacak...” diyordu...

“KADINLAR HER ZAMAN TERK EDERLER...” (3)

Şiir sanatında modernizmin öncüsü olarak geçti dünya edebiyat tarihine Baudelaire...

***

Annesinin; üvey babasıyla evliliğini; “kendisini terketme” olarak algıladı çocukluk yıllarında...

Bu algı; hayatı boyunca değişmedi...

***

Annesinin hatırası ona ileriki yıllarda kadınlarla ilgili şöyle düşündürecekti:

-“Kadınlar hep yanlış yapan, yalnız bırakan, ne zaman terk edip gideceği belli olmayan yaratıklardır.... İki tür kadın önerebilirim... Yosmalar ve aptal kadınlar...”

***

Cinselliği yara almıştı ünlü şairin annesiyle ilişkilerindeki arızalı geçmişten...

Sevişmenin “işkenceyi ya da ameliyatı andırdığını” söylüyordu...

***

Aşk bir trajediydi ona göre...

Sevişmedeki inlemeler de bu trajedinin semptomları..

***

Aşkı ve cinselliği günah ve trajik görüyordu...

Sanki günah olduğu inancını doğrularcasına bir fahişeyle beraber olduktan sonra frengi kaptı...

-“Kadın ruhu bedenden ayırmayı bilmez... Kadın açtır yemek ister... Kadın susuzdur içmek ister...

Şehvetten kudurmuştur, perişan olmak ister... Ona yakışan da budur...”

HAYATININ KADINI VE KOPAMADIĞI AŞKI... (4)

Anneye ve kadınlara karşı bütün travmalarına rağmen, Baudelaire hayatının kadınıyla 21 yaşında karşılaştı...

***

Jeanne Duval; Dominikli Yahudi bir melezdi...

“Hayvanca zevklere düşkünlüğüyle”, şairin fantazyalarını ve bedenini tutuşturan dolgun ve dik göğüsleriyle, parlak siyah saçlarıyla, kimi zaman bir fahişe kimi zaman da bir melek gibiydi Baudelaire için...

***

Duygusuz, eğitimsiz ve entelektüel kabiliyetleri olmayan bir kızdı...

Baudelaire’i parası için seviyordu...

***

Oysa bütün dağınıklığına ve aykırı kişiliğine karşın, Baudelaire ona aşıktı...

Annesinde aradığı şefkati onda buluyordu...

Sevgi arayışını ve sevilme ihtiyacını bu kadın tatmin ediyordu...

***

Jeanne Duval; şair için vazgeçilmez bir tutku haline gelmişti...

Genç kadın ise gözünü kırpmadan başka erkeklerle hatta kadınlarla; Baudelaire’i aldatıyordu...

***

Ama Baudelaire kadından bir türlü vazgeçemiyordu...

Aldatmalarından büyük acı duyuyor, kadını kapı dışarı ediyor, sonra yeniden bir araya geliyordu...

ERKEĞİN EN ZAYIF YERİ... (5)

Bir erkeğin en zayıf yeri, anne şefkatinin yerine koyduğu alternatif kadından kolay vazgeçmemesidir...

Çünkü anneden bir türlü vazgeçemez erkek...

Vazgeçemediği annenin, yerine koyduğu kadından da vazgeçmesi pek mümkün görünmez...

***

Esasen vazgeçemediği, göbek bağını kesemediği anne şefkati ve özlemidir...

Onu “seven” bir kadının varlığına duyulan özlemdir...

***

25 yıl boyunca; hayatının sonuna kadar genç kadından vazgeçemedi Baudelaire...

***

Dünyanın en ünlü şairlerinden birisiydi...

Ancak ailesi tarafından kendi kendini idare edemeyecek birisi olduğu gerekçesiyle sürekli velayet altında tutuldu...

Babasından kalan mirası sefahat içinde yiyor diye, bir noterin velayeti sağlandı...

***

Üvey babasını hiçbir zaman sevmedi...

Annesini babasının ölümünden hemen sonra üvey babasıyla evlendi diye hiç affetmedi...

***

Kendisine şehvet, annesinden eksik kaldığını düşündüğü şefkat ve sevilme ihtiyacını Jeanne’ın verdiğini düşündü...

Genç kadın onu defalarca aldatmasına rağmen ondan hiç vazgeçemedi...

***

Kadınlara hiç güvenmediği ve bir gün onların onu bırakacağını düşündüğü için, bir kez birlikte olduktan sonra kadınlardan kaçtı..

46 yaşında öldü...

Paris Montparnasse’daki mezarlıkta sevmediği üvey babasının yanında yatıyor...

“YALNIZ BENİMDİN ANNE...” (6)

Büyük yaratıcıların çoğunluğunda olduğu gibi, kadınlarla iyi yaşayamadığı için iyi şiirler yazdı Baudelaire...

***

Dominikli melezle şehvetli gecelerden, Madam Sabatier’le buluşmalardan, Marie Daubrun’la yakınlaşmalardan kedisine fazla bir şey kalmadı...

***

Bütün kadınlardan kendine değil; şiirlerine bir şeyler kaldı...

Bir de çocukluk günlerini anlatırken annesi için yazığı iki sözcük kaldı kendinden yadigar...

***

Gerçekleşemeyen bir hayalin, trajedilerle bezenmiş kırık bir öyküsüydü o sözler:

-“Daime sende yaşıyordum... Yalnız benimdin anne...”

Yazının devamı...

“Gerçek ne kadar acı olursa olsun; yalan kadar insanı yaralayamaz...”

“Önemli olan söylediklerin değil; söyleyemediklerindir...”

***

“Gerçek ne kadar acı olursa olsun; hiçbir şey yalan kadar insanı yaralayamaz...”

***

“Kadınlar sözleriyle değil; gözleriyle konuşur...

Bu yüzden onları anlamak için dinlemek yetmez... İzlemek gerek yalnızca...”

***

“Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır...”

***

“Gönül öyle yol geçen hanı değil dergahtır!..

Paldır küldür girilip çıkılmaz günahtır!..”

***

“Dünyayı değiştiremiyorsan; dünyanı değiştir...”

***

“Öyle bir sihirbazdın ki; beni bile kaybettin...”

***

“Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur...

Düşmem dersin düşersin...

Şaşmam dersin şaşarsın...

Öldüm deyip durur; yine de yaşarsın...”

***

“Aşk hiçbir zaman pişman olmamaktır...”

***

“Kiminle güldüğünü unutabilirsin...

Ama kiminle ağladığını asla...”

***

“Sütten çıkınca bütün kaşıklar aktır...

Önemli olan, içinden çıktığın sütü ak bırakmaktır...”

***

“Kime koşarsın canın yandığında...

En sevdiğine mi?.. Seni en sevene mi?..”

***

“Hep çok şey sandığım insanların, aslında hiçbir şey oluşunun yükünü taşıyorum...”

***

“Başkalarına ‘evet’ derken, kendinize ‘hayır’ demediğinizden emin olun...”

***

“Sana dünyaları değil; kendi dünyasını veren adamı iste... Çünkü sen ona dünyaları vereceksin...”

***

“Gerçek şu ki; herkes seni incitecek...

Yapman gereken tek şey, acı çekmeye değer birini bulmak...”

***

“Beni dışarıdan yargılayanlara söyleyecek sözüm yok... Zaten dışarıda kalmaları onlara yetiyor...”

“İNSAN DOSTUNU; DÜŞMANINDAN DAHA ZOR AFFEDİYOR...” (2)

“İnsan dostunu; düşmanından daha zor affediyor...”

***

“Kalbinin kırık olması kimsenin umurunda olmaz...”

***

“Adını duyunca değil, yanında başka bir ad duyunca yanar aslında canımız...”

***

“Beklentiler; sadece insanı üzerler...”

***

“Bir kelimenin insan hayatını değiştirdiği çok görülmüştür...”

***

“Acı ve acı çekme, büyük bir zekaya ve duyarlılığa sahip kişiler için her zaman kaçınılmazdır...”

***

“Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur...”

***

“Bu dünyada sırtınızı her zaman dayayabileceğiniz tek şey ailenizdir...”

***

“Alın yazımı değiştiremem... Ama istemediğim kadere de boyun eğemem...”

“SONSUZA KADAR MUTLU YAŞADILAR... AMA AYRI AYRI...” (3)

“Sonsuza kadar mutlu yaşadılar... Ama ayrı ayrı...”

***

“Söylenemiyor çok şey; susmadan...”

***

“Gel seninle bir kez daha ağlayalım...

Yaşanmışlara; yaşanmamışlara; bir de hiç yaşanamayacaklara...”

***

“Sır gibi seversen eğer, muradın gerçekleşir...

Çünkü tohum toprağa gizlenirse yeşerir...”

“BİR ÜLKEYİ TANIMAK İSTİYORSANIZ; O ÜLKEDE İNSANLARIN NASIL ÖLDÜĞÜNE BAKIN...” (4)

“Kendini çok zorlama... En güzel şeyler, onları en az beklediğinde gerçekleşir...”

***

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız; o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın...”

***

“Bir kadının kaderi; sevdiği adamın ihanetiyle; sevmediği adamın sadakati arasında çizilir...”

***

“Eğer farklıysan yalnızlığa mahkum oluyorsun...”

“ZİHİN FUKARA OLUNCA, AKIL UKALA OLUR...” (5)

“Zihin fukara olunca; akıl ukala olurmuş...”

***

“Söyleyebildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır ancak...”

***

“Söylesem tesiri yok...

Sussam gönül razı değil...”

***

“Bazı hataları erken yapmanın hayatınıza büyük katkısı olacak...”

***

“Bugün hayat veren su; yarın sizi boğabilir...”

“İNTİKAMDA VE AŞKTA KADIN ERKEKTEN BARBARDIR...” (6)

"İntikamda ve aşkta kadın erkekten barbardır...”

***

“Neye nasıl bakarsan; o da sana öyle bakar...”

***

“Kimileri vardır aşkın en yücesine layıktır... Kimileri vardır, aşkın en yücesini versen de aşağılıktır...”

***

“Ne güzel bir yalansın sen...

Hep inandığım...”

***

“Bir kadın sevdiği bir adamın başka bir kadın tarafından mutlu edildiğini görmektense, onu can çekişirken görmeyi tercih eder...”

***

“İnsanı herhangi biri kırabilir; ancak sadece sevdiği acıtabilirmiş...”

***

“İnsanların ‘ama’ kelimesinden önce söylediklerinin hiçbir önemi yoktur...”

“AŞIK OLDUĞUNU NE ZAMAN ANLARSIN?..” (7)

“Aşık olduğunu; bütün şarkılar anlamlı gelmeye başladığında anlarsın...”

***

“Daha zeki olmanın tek yolu; daha zeki bir rakiple oynamaktır...”

***

“Dalından şüphe ettiğin ağacın gölgesinde soluklanmayacaksın...”

***

“Ayıbın büyüğü; aynısı sende varken, başkasını ayıplamandır...”

Yazının devamı...

Annem ile Emin Çölaşan’ın ilişkisi... (1)

Milliyet gazetesinin Ankara bürosuna stajyer olarak girdiğim günler...

Henüz 22 yaşında bir tıfılım...

Benim bulunduğum odayla, Emin Çölaşan’ın bulunduğu oda karşı karşıya...

***

Arada bir king oynuyoruz; işten fırsat bulduğumuz saatlerde sohbet ediyoruz geyik yapıyoruz...

Emin Çölaşan da Milliyet gazetesine o yıllarda giriyor...

Ancak arada, önemli bir yaş ve kariyer farkı var...

***

O Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalıştıktan ve Turgut Özal tarafından atıldıktan sonra, araştırmacı gazeteci ödülleri kazanarak, Abdi İpekçi döneminde Milliyet’e başlıyor...

Ben ise; henüz bir şey kazanacak yaşa gelmeden genç bir gazeteci olarak meslek hayatımın ilk yıllarının tecrübesinden geçiyorum...

***

Emin Abi’yle ikimiz de Ankara Kolej’liyiz...

Emin Abi’nin karısı Tansel Çölaşan Danıştay’da çalışıyor...

Bir gün Emin Abi’yle konuşurken;

-“Annemle babamın, Danıştay’da hakim olan yakın bir aile dostları var... Yurdanur Hanım...” diyorum...

-“Herhalde siz de tanıyorsunuzdur...”

***

Emin Abi yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor...

-“Siz nereden tanıyorsunuz Yurdanur Hanım’ı?..” diyor...

-“Babamın Kültür Merkezi’nden talebesiymiş... Sonra dost olmuşlar...” diyorum...

-“Haaa” diyor Emin Çölaşan ve geçiyor...

Pek anlam veremiyorum o sohbete ama, üstünde de durmuyorum...

*****

YURDANUR HANIM... (2)

Yurdanur Hanım’ın iki kızı bir oğlu var...

Küçük kızı Ankara Kız Lisesi’nde okuyor; okulun basketbol takımının gardı olarak oynuyor...

Oğlu da aynı okulun solcu gençleri arasında...

Büyük kızı ODTÜ’de, o da devrimci bohem tarzın bir üyesi...

***

Küçük kızı ve oğluyla yakın arkadaşım ben...

Yaşamları, tarzları, şekilleri şemalleri, Ankara küçük burjuvazisinin, aileden bağımsızlığını ilan eden gençlerinin çılgın dünyalarının bir tezahürü...

***

Yurdanur Hanım; hafif topluca başı açık bir hanım...

Kocasını erken yaşta kaybetmiş...

Arada bir, “Hoca’lara gidiyor, dualara katılıyor, manevi dünyalardan dertlerine derman arıyor...”

***

Annecik bu konularla ilgili birisi değil...

O her şeyiyle pozitivist bir kişilik...

Ancak Yurdanur Hanım’la çok yakın dostlar...

Manevi mucizelerden derman arama konularına anneciğin ilgisi olmadığından, saatlerce onun dışındaki konulardan sohbet ediyorlar...

***

Anneciğin bir özelliği daha var...

Ben de ondan alıyorum herhalde...

Farklı dünyaların insanlarını, mümkün olduğunca “ötekileştirmiyor...”

Her görüşten, her ırktan, her çeşitten insanla haşır neşir...

***

Ben de Yurdanur Hanım’ın kızı ve oğluyla arkadaşım...

Basketbol, solculuk ve aileye isyan bizim ortak konularımız...

*****

EMİN ÇÖLAŞAN’LA AYNI BÜRODA DÖRT YIL... (3)

Emin Çölaşan’la Milliyet’in Ankara bürosunda dört yıla yakın beraber çalışıyoruz...

Emin Abi; Yurdanur Hanım meselesinden bana bir daha hiç söz etmiyor...

***

Gel zaman git zaman, ben Milliyet’in Ankara bürosundan Atina’ya, Atina’dan; İstanbul’a, televizyon programlarına oradan da Show TV’nin yayın yönetmenliğine geliyorum...

***

Olayın üzerinden 20 yıla yakın bir zaman geçiyor...

Annecikle babacık bir Eylül ayında “Akdeniz’i dolaşan gemiyle tura çıkıyorlar...”

Yunanistan, İtalya, Monaco, Fransa kıyıları ve limanları dolaşıp geliyorlar...

15 günlük bir tur bu...

*****

ANNECİKLE BABACIĞIN EMİN ÇÖLAŞAN’LA KARŞILAŞMALARI... (4)

Döndüklerinde bir sürpriz bekliyor beni...

Haberi hemen yetiştiriyorlar...

-“Bizim gemide kim vardı biliyor musun?.. Kimle beraber yolculuk yaptık tahmin edebilir misin?..”

-“Bilmiyorum” diyorum;

- “Tahmin edemem...”

-“Emin Çölaşan’la karısı Tansel Çölaşan vardı gemide...” diyor annecik...

-“Çok güzel geçti... Bütün yolculuk boyunca beraberdik... Çok sevdiler bizi... Biz de onları...”

***

Annecik biraz abartıyor diye düşünüyorum... Annecikle babacığın dünyası, Çölaşan’lardan çok farklı bir dünya... Bizimkiler; gazeteciliğin “trikli dünyalarının çok uzağında; nahif ve sade bir akademisyen, öğretmen yaşamı içindeler...

15 gün ne yapsın Çölaşanlar annecik ve babacıkla her gün her gece birlikte diye geçiriyorum içimden...

***

Annecik ısrar ediyor;

-“Her akşam beraber yemek yedik... Çok güzel geçti... Çok sevdik birbirimizi...”

- “Peki anneciğim peki...” diyorum...

İçimden de; “fazla bir şey olmasına imkan yok... Herhalde bir iki gördüler; çok samimi olduklarını düşündüler bizimkiler...” diye geçiriyorum...

*****

EMİN ABİ; İLK YILLARDA BENİ MUHAFAZAKAR MUKADDESATÇI SANIYOR... (5)

Üzerinden yine uzun bir zaman geçiyor... Milliyet gazetesinin bir yıldönümü gecesinde tesadüfen ben de katılıyorum törene...

Emin Abi’yi görüyorum yıllar sonra törende... Koluma giriyor, beraber salona giriyor, beraber oturuyoruz...

-“Ya Reha biliyor musun?..” diyor...

-“Ben seni hep muhafazakar mukaddesatçı bir çocuk zannettim yıllarca...”

***

Emin Abi, arada bir yaptığı gibi ti’ye mi alıyor beni diye düşünüyorum...

-“Nereden çıktı bu Emin Abi?..” diyorum... “Benim Milliyet’in Ankara bürosunda böyle bir profil çizmeme imkan yok... Nasıl böyle düşünmüş olabilirsin ki?..”

-“Hatırlıyor musun?..” diyor...

-“Bana Danıştay’da Yurdanur Hanım’ı tanır mısın?..” diye sormuştun...

Ben de ‘sen nereden tanıyorsun’ demiştim... Sen de ‘annemle babamın dostu’ demiştin... Ben o zaman seni, muhafazakar mukaddesatçı bir aileden geldiğini düşünmüştüm... Kendini de gazetede kamufle ettiğini varsaymıştım... Çünkü Yurdanur Hanım Danıştay’da o dünyaların bir mensubu olarak bilinirdi...

Annenle babanla dost olduğuna göre, sizinkiler de öyle olmalıydı... Öyle düşünmüştüm”

***

Gözlerim faltaşı gibi açılmış Emin Abi’yi dinliyorum... Yurdanur Hanım’ın ne kızları, ne oğlu ne de kendisinden; “o dünyalara has tek bir kelime” duymamışım...

Çocukları; benden daha isyankar; o günlerin deyimiyle ‘dejenere’ ve çılgın sayılıyorlar...

*****

ATATÜRK; CUMHURİYET VE ANNEM... (6)

Benim garip baktığımı görünce devam ediyor Emin Çölaşan;

-“Akdeniz yolculuğunda annenlerle tanıştık... Yahu ne kadar hoş bir annen var... Katıksız Cumhuriyetçi ve Atatürkçü... Bütün bir seyahat hep birarada olduk onlarla... Ben de seni ve onları, yıllar önce başka zannetmiştim...”

***

Ne diyeceğimi bilemiyorum...

Beni bir aile dostundan dolayı farklı düşünmesine mi yanayım?..

O aile dostunun kimliğinin, Emin Abi’nin düşündüğüne uymamasına mı hayıflanayım?.. Anneciğin “biz Emin Çölaşan’larla 15 günü beraber geçirdik” demesini abartılı bulduğuma mı yanayım; bilmiyorum... Ancak böylesine tuhaf bir hikayenin neresinde olduğumu da hala anlayamıyorum...

***

Önceki gün Emin Abi arıyor beni...

Başsağlığı için... Hala anneciği ve o anısını anlatıyor...

- “Onlarla bizim bir Akdeniz seyahatimiz vardı Reha’cığım...

Ne Atatürkçü bir annen vardı... Tam bir Cumhuriyet kadını... Nasıl da güzel geçmişti seyahatimiz...”

***

Yazmam gerekiyor seni her yönünle ve anekdotlarınla annecik... Yazmasam sana saygısızlık olur... Dünyanı paylaşanlar; “Işıklar içinde yatsın...” diyorlar...

Işıklar içinde uyu annecik...

Yazının devamı...

Senden ölümü de öğrendim annecik...

“Ölüm soğuktur...” derler ya annecik...

-“Ölenler soğurlar, bir süre sonra donuklaşırlar...” diye devam ederler ya...

Onun için ölümlerden hep korkardım ben annecik...

Çocukken geldi bu korkunun esansı bana...

***

Hep ölümlerden ve ölenlerin bedenlerinden uzak durdum...

Meral Okay’ın nur yüzünü öldüğü yatakta, yatarken gördüğümde bile; yakınına gidemedim, arkadaşımı iki metre mesafeden öteye yaklaşıp öpemedim...

***

Cenazelerden de “ölümü yaşattığı için” olabildiğince kaçtım...

En yakınlarımın cenazelerine bile ürktüm, korktum gidemedim bugüne kadar...

***

Bana çocukken konuşmasını öğrettin...

Anlatmasını, kendini ifade etmesini kavrattın...

Kim bilir daha başka neler öğrettin, çocukluğumdan beri?..

-”Senden öğrenilebilecek her şeyi öğrendim...” dediğim yılların üzerinden bunca zaman geçti...

***

Artık kendimi bulduğumu sanıyordum...

Senden öğrendiğim şeylerin bittiğini; “artık senin beni takip etme zamanının geldiğini” sanıyordum...

Pazar gününe değin...

SIMSICACIKTI ÖLÜM... (2)

Hastaneye geldiğimde, kalbinin evde durduğunu biliyordum annecik...

Doktor “hastanede her şeyi yaptık ama kalbi çalışmadı” diyecekti bana...

***

Ölümle; yalnız başıma ilk kez hastanenin acil servisinde yüzleşecektim; biliyordum...

Bilinçaltı; elli altı yıl kaçtığım, karşılaşmaktan imtina ettiğim ölümle, senin vasıtanla karşılaşacaktım...

***

Çocuklara senin cennete gittiğini söyledikten; onlarla vedalaştıktan sonra; ölümle ve senle başbaşa kalmak zamanı gelmişti annecik...

Bir süre bekledim...

***

Siyah gözlüklerimi getirmiştim evden...

Hastanede ağlamak geldiğinde içimden; gözlüğümü takıyordum...

Nöbet geçince, çıkarıyordum...

***

“Kar Beyazdır Ölüm” diyor Kerim Tekin şarkısında...

Ben de şarkılardan ve hayattan ölümün “soğuk” olduğunu düşünürdüm ilk gençlik yıllarımdan beri...

***

Morgda senin yüzünü gördüğümde; ölümle senin aranda gidip geldim annecik...

-“Öpeceğim seni...” Ama hep diyorlar ya; ölüm soğuktur diye...

Ürküyordum; “soğuk dedikleri ölüm” seni bana soğumuş hissettirir diye...

***

O duygularla öptüm seni annecik...

Bana sıcacık gelen yüzünde, “soğuk dedikleri şey”in izine bile rastlamadım...

***

İnsanın çok sevdiğinin ölümünde; ölen yüzün teninde soğuğu değil, sımsıcak bir sevgiyi hissediyordu...

Sanki benim öpmemi bekliyordun annecik...

***

Eğildim bir daha bir daha öptüm seni...

Ne soğuk ne korkutucu bir şey vardı yüzünde...

Sen vardın sadece...

Her şey sımsıcaktı...

Sımsıcaktın...

Beni bekliyordun...

seni öpmem öpmem için annecik...

MEZARI VE TOPRAĞIN ALTINI SEVDİM ANNECİK... (3)

“Kar beyazdır” derler kar beyaz değildi ölüm...

Tersine sıcaktı; sımsıcaktı...

Seni öperken annecik; ne soğuk; ne beyaz, ne kar hissettim...

Sımsıcak sevgiyi hissettim sadece...

Seni hissettim annecik...

İnsanın “can”ı öldüğünde; ölüm korkutucu falan değildi...

Hala sıcak geliyordun bana; çünkü o “sen”din annecik...

***

Ölürken; bana ölümden korkmamasını öğrettin...

Cenazeden...

Tabuttan...

Mezardan...

Topraktan korkmamasını...

***

Hiç mezarlığın içine inmemiştim bugüne kadar...

Defini izlerken hep ürkütücü gelirdi oraya inmek...

“Nasıl iniyorlar oraya hiçbir şey olmamış gibi” diye düşünürdüm içimden...

***

Seni gömerken Hoca;

“yakını kim var, o insin” dedi...

Fark ettim ki, mezarın başındaki tek yakının benim annecik...

Benden başka bir yakının yok, ne mezarın başında ne mezarın dışında...

Tek yakının babam; ayakta duramadığından; on metre aşağıda sandalyeye oturmuş dua ediyor; defini izliyor...

***

Biliyordum ki; sana bu hayatta sorsalar;

-“Kim senin yakının” deseler;

“Benden başka tek bir kişinin adını anmazdın sen annecik...”

SON GECE BABAMIN ELİNİ ÖPMÜŞSÜN ANNECİK... (4)

Çocukken bana dini bayramlardaki ritüeli anlattığın günü hatırlıyorum...

-”Bayram sabahı, babanın elini ve yanaklarını öpersin ... Sana harçlık verir... Ben de rahmetli babamın elini ve yanaklarını öperdim... Sakın sadece el öpme...” demiştin...

-“Çocuklar büyüklerin ellerini öper Bayram harçlığı alırlar...” diye devam etmiştin...

***

Bir gün bir yerde duymuştum...

-“Hanımlar da bayramlarda kocalarının ellerini öpüyorlarmış anne...” demiştim...

-“Öyle şey olmaz... Ben öpmem erkeğin elini... Bizde öyle adetler yok yavrum...” demiştin...

***

Babamın elini öptüğünü hiç görmedim elli altı yıl boyunca...

Pazar günü babam; " bu gece sabaha karşı annen elimi öptü” dedi...

***

Son zamanlarında babam gözü gibi bakıyordu sana...

Her şeyinle ilgileniyordu...

Gece uyanıp, saatlerce uyanık kaldığında, senle tek başına o meşgul oluyordu...

***

Bir minnet vardı sanki içinde; babamın bu özenine karşı...

Son gece sabaha karşı, kalkıp eline sarılıp elini öpmen bundan olsa gerek...

Altmış iki yıllık beraberliğin teşekkürü ve sevginin gücü niyetine...

Öleceğini mi anladın acaba bilmiyorum ki?..

Onun için mi öptün babamın elini, bunca yıl sonra ölümünden ölümüne sadece birkaç saat kala?..

***

Seni mezarına yerleştirdiğimde, ne korku duydum, ne ürküntü...

Sen vardın yanımda...

Toprağın altı olmuş üstü olmuş ne fark eder ki annecik?.. Ne mezarlık korkusu kaldı, ne kazılan toprak?..

Toprağı altını bana sen sevdirdin...

Mezarı...

Hatta ölümü...

Ne yapabilirdin ki daha annecik?..

Yazının devamı...

Başbaşa doğduk... Başbaşa ölüyoruz annecik...

Pazar sabahı kahvaltıya gelecektiniz babamla...

Önce babam;

-“Biz bugün gelmeyelim” diye telefon etti...

- “Annen pek iyi hissetmiyor kendini...”

***

Ben de “peki” dedim...

Üç çocukla hazırlanıyordum tenise gitmek için...

Babam; “Reha’yı çağırın” dediğinde, bir terslik olduğunu anladım annecik...

Babam; öyle kolay kolay beni çağırtmaz...

***

Yine de konduramadım...

-“Beni gördüğünde moralin yerine gelir...” dedim...

Yukarı çıktığımda benim gelmeme hiçbir tepki veremediğinde anladım kötü bir şeyler olduğunu...

***

Hep derler ki;:

“Anneler çocuklarının ne hissettiğini içgüdüyle bilirler...”

Oysa bir gerçek daha vardır pek söylenmeyen annecik... Çocuklar da annelerini gördüklerinde; annelerinde ne olduğunu anlarlar...

“Ben de seni gördüm mü senin içinde neler olduğunu hemen anlardım...”

***

Her zamanki koltuğundan uzak babamın koltuğunun yanındaki sandalyeye yığılmış, doğru düzgün nefes alamıyordun...

Böyle durumlarda hep kolonya koklatırdım sana... Yine öyle yaptım annecik...

Ne ki kolonyaya bile tepki vermedin...

AMBULANSLAR GELDİĞİNDE... (2)

Ambulansları çağırmıştım çoktan, aşağıdaki evden; sana gelmeden...

Bir defa daha aradım,

- “Gelmiyor musunuz?..” diye...

O an babam, sen ve ben başbaşa kaldık...

Doğum anım gibi...

Babam yan odadaydı...

Başbaşa doğmuştuk seninle annecik...

Şimdi başbaşa ölüyorduk...

***

Yarım saat kalp masajı yaptılar sana...

Babamı odadan çıkardım; çok sevdiği Boğaz’ı seyretsin diye balkona götürdüm...

Sana masaj yaparlarken; ben senin öldüğünü biliyordum annecik...

Bir ileri bir geri yürüyordum odanın içinde...

BENİ GÖRÜP TEPKİ VERMEDİĞİNDE GİTTİĞİNİ ANLAMIŞTIM ANNECİK... (3)

Hastaneye ambulansın arkasından gittiğimde annecik; acil servisteki doktor öldüğünü söyledi...

45 dakika kalp masajı yaptıklarını; cevap vermediğini, yapacak bir şeyleri kalmadığını...

***

Oysa bunu söylemesine gerek yoktu...

Beni evde görüp de cevap vermediğini fark ettiğimde, artık hiçbir masaja cevap veremeyeceğini biliyordum annecik...

SENİ HUZURLU BİR YERDE YATIRABİLEYİM DİYE... (4)

“Kafeteryaya alalım sizi...” dediler... Gitmek gelmedi içimden annecik...

-“Bekleme salonunda oturun dinlenin...” dediler...

Oraya da gitmek istemedim...

***

Acil servisin resepsiyon barının üzerine yaslandım; seni yatırabileceğim huzurlu bir yer için telefonlara sarıldım...

***

Ne zamandır bu anın geleceğini biliyordum...

Kendimi hazırladığımı zannediyordum... Ne kadar hazırlansan fark etmiyor ki annecik?.

İnsan annesizliğe babasızlığa kendini nasıl hazırlayabilir ki?..

***

“Ölümü çağırmasın” diye, ne bir mezar yeri, ne bir mezarlık potansiyeli için hazırlık yapmıştım...

“Önceden mezarlık alırsam; ölümü çağırırım” diye düşünüyordum... Aradım aradım aradım...

Hiç tahmin edilmeyecek yerleri ve insanları...

ALYANSINI VERDİLER BANA; BİR DE MAVİ YÜZÜĞÜNÜ... (5)

Üstünden ne kadar geçti bilmiyorum...

Parmağından çıkan alyansını ve mavi yüzüğünü getirdiler bana; bir naylon poşetin içinde...

-“Görmek isterseniz, görebilirsiniz kendisini...” dediler...

-“Morgda...”

***

Çocukların tenisteki antrenman saatleri bitiyordu annecik...

Hızlı düşünüyordum...

Onları annelerine göndermeden, bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum...

Tam evden çıkacakken; senin yanına gittiğimi, ambulansların eve geldiğini görmüşlerdi...

Ayşe Nazlı onları tek başına götürdü tenise annecik...

Büyüdü de kardeşlerini tek başına tenise götürebilecek çağa geldi...

SENİNLE MAHREM KALMAK İSTEDİM ANNECİK... (6)

Elimde alyansını, mavi yüzüğünü cebime sakladım annecik...

Ayşe Nazlı kardeşleriyle geldi...

Onları da bekleme odasında, insanların arasına almak istemedim...

Mahrem kalalım istedim annecik...

Dışarı çıktık...

Acilin kapısının önünde çiçekleri ve yeşilleri çeviren tretuvarın üzerine çömeldik birlikte...

***

-“Babaanne cennete gitti...” dedim onlara...

Mina ağlamaya başladı...

-“Ben babaannemle şakalaşamayacak mıyım artık...” dedi...

Senin onun şakalaşmalarını gökten izleyeceğini söyledim...

- “Ama babaanne olmayacak ki...” dedi...

***

Ağlarken gülmeye çalışıyordum...

Annecik en zor şey; ağlarken gülmeye çalışmak...

Ayşe Nazlı içli...

Ürkmüş; tek kelime etmeden beni süzüyordu...

Poyraz; “içli”...

İçindekini fark ettirmemeye çalışıyor;

-“Dedem ağlıyor mu şimdi” diyor...

***

Torunlarına şöyle dedim annecik;

-”Babaanneniz, hayatta çok iyi bir anne ve babaanne idiydi ki; Allah ona, 91 yıllık uzun bir hayatı bahşederken, cennete giderken; oğlu, kocası ve üç torunu yanındaydı...

Pazar sabahı; bütün ailesi yanıbaşındayken cennete gitti babaanneniz...

Allah herkese böyle bir hayat ve güzel ölüm nasip etsin...

Allah onun ailesine olan düşkünlüğünü böyle mükafatlandırdı...

Babaanneniz şimdi sizi gökten seyrediyor......

Her şeyinizi görüyor...

Siz de iyi olun...

İnsanlara iyilik yapın...

İlerde mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayıp cennete gidin...”


BERABER ÖLÜYORUZ ANNECİK... (7)

Onlara bunları anlattıktan sonra, dakikalarca sarıldım her birine annecik...

Sonra taksiye bindirdim; gönderdim çocukları...

***

Müdüre işaret ettim;

-“Annemi göreyim...” dedim...

Beni aşağıya aldılar...

Morga...

Biri hanım iki görevli vardı...

-“Biraz dışarıda durursanız...” dedim...

-“Yalnız kalmak istiyorum annemle...”

***

Ben çıktılar sandım...

Seninle başbaşa kalmış gibi yapayalnız hissettim ikimizi... Eğildim öptüm seni annecik... Başında durdum; dua okudum...

İki defa daha öptüm...

***

Seninle başbaşa düşündüm hayatı annecik... Sanki doğumhanede gibiydik...

İkimiz başbaşa... Ben doğuyordum içinden... Beraber doğuyorduk...

Şimdi yerin iki kat altında doğumhaneye benzeyen bir morgda...

Senle ben; doğum anındaki gibi başbaşayız... Sen ölüyorsun...

Beraber ölüyoruz annecik...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.