Şampiy10
Magazin
Gündem

Frida’yla; Diego’nun sadakatsiz aşkları... (1)

Aşk sadakatle anlatılmaz...

Sadakatin yanından geçmediği ölümsüz aşklar vardır...

***

20. yüzyılın en önemli ressamlarından biriydi Frida...

Kocası Diego; ondan daha ünlü bir ressamdı...

***

22 yıl ölümsüz bir aşk yaşadılar...

Troçki’nin bile suikasta kurban gitmesine neden olduğu söylenen ölümsüz aşk, hep aldatmalarla ve sadakatsizliklerle yaşandı...

***

Frida’yla Diego’nun, sadakatsiz ama aynı ölçüde ölümsüz aşkları “büyük bir aşktı...”

Bazen en büyük aşklar sadakatsiz olanlardır...

***

Büyük aşklarda büyük beklentiler olur...

Büyük beklentilerin karşılanamadığı durumlarda ise büyük hayal kırıklıkları...

***

Hayal kırıklıkları, egoları zedeler...

Zedelenen egolar kendilerini tamir etme yoluna gider...

Egoları tamir etme prosesi; büyük sadakatsizliklere gebe bırakır kadını ve erkeği...

*****

SADAKATSİZLİK AŞKI ÖLDÜRMÜYOR... (2)

Sadakatsizlik aşkı öldürmez...

Nefrete dönüştürür...

Nefret de bir aşktır...

Aşkın olumsuz halidir...

***

Frida hayatındaki en büyük aşkı, iki kere evlendiği, 22 yılını geçirdiği adamla ilgili şöyle konuşur:

***

“Başlangıç Diego...

Yapıcı Diego...

Erkek Diego...

Arkadaşım Diego...

Ressam Diego...

Aşkım Diego...

Kocam Diego...

Annem Diego...

Ben Diego...

Benzerlik içinde farklılık...

Kime Diego diyebilirim?..

Hiçbir zaman benimle olmayacak...

O sadece kendisine aittir...”

***

Altı yaşındayken çocuk felci geçirdi... Ona “Tahta Bacak Frida” dediler...

***

Felç geçirdiğinde hasta yatağında 9 ay boyunca kendisine babası baktığından, babasını hep çok sevdi...

***

Geçirdiği felç yetmedi...

18 yaşında bindiği otobüs tramvayla çarpıştı...

Demir çubuk karnının sol tarafından girdi, cinsel organından çıktı...

***

Omurgası 3 noktadan, sağ bacağı ise 11 yerinden kırılmıştı...

Köprücük kemiği kırıktı; yanısıra üçüncü ve dördüncü kaburgaları ve leğen kemiği...

Sol omuzu da çıkmıştı...

***

Doktorlar parçalara ayrılan genç kadının yeniden toplanabileceğinden şüpheliydiler...

***

Dört yıl, alçı korseyle yattı...

Acılar içinde kıvranırken resim yapmaya başladı...

Dört yıl sonra kendisini iyi hissettiği bir günde; saygın bir sanatçı olarak bilinen Diego Rivera’yı görmeye gitti...

***

Yaptığı resimlerin; iyi bir sanatçı kariyeri yapmak için yeterli olup olmadığını soracaktı...

***

Sadakatsizliklerle dolu, ölümle burun buruna süren ölümsüz aşkları başlıyordu...

21 Ağustos 1949’da evlendiler...

*****

“BİR KADINI NE KADAR ÇOK SEVERSEM O KADAR ACI ÇEKTİRİYORUM...” (3)

Diego’dan 3 kere hamile kaldı...

Vücut ilginç bir şekilde doğuma direnç gösteriyordu...

Üçünde de düşük yaptı...

***

“Benim gözümde bir devdi...”

Diego için böyle diyordu...

“Gecelerim sürekli seni arıyor...

Bedenim birkaç sokağın, ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlamıyor...

Bedenim gecenin ortasında senin gölgeni görememekten dolayı acıdan çıldırıyor...

Bedenim uykunda sana sarılmak istiyor...

Bedenim gece uyumak ve karanlıkta senin öpüşünle uyanmak istiyor...

Gecelerim bundan daha zalim bir düş tanımıyor...”

***

Diego bir süre sonra Frida’nın kız kardeşiyle beraber olmaya başladı...

***

Romanlarda, pembe dizilerde, böyle durumlarda “kadın iyi karakter, erkek kötü karakter olarak çizilir... Erkek öykünün sonunda öldürülür, kadın da mutlu edilir...”

***

Oysa hayatın ve aşkın gerçeği böyle değildi...

Kız kardeşi ve başka kadınlarla ilişki kuran Diego aslında Frida’ya deli gibi âşıktı...

***

Şöyle yazıyordu öz yaşam öyküsünde:

“Frida’nın durumu beni çok etkiliyordu... Bir eş olarak kendimi sorgulamaya başladığımda, kendi lehime çok az şey şey bulabiliyordum...

Bir kadını ne kadar çok seversem, ona o kadar çok acı çektiriyordum...

Ve Frida bu iğrenç huyumun en bariz kurbanıydı...”

*****

FRİDA; TROÇKİ’YLE İLİŞKİYE GİRİYOR... (4)

Hayatının aşkı Diego başkalarıyla ilişkiye girince; Frida da yeni ilişkilere girmekten çekinmedi...

***

İlişkiye girdiği kişiyle sanki Diego’dan intikam alıyordu...

***

Sovyet Devrimi’nin en ünlü ideolog liderleri Troçki, Stalin’le girdiği mücadele sonunda Sovyetler’den kaçmak zorunda kalmıştı...

Sürgün için Frida’nın uğraşları sonucu Meksika’ya geldi...

Eşiyle birlikte Frida’nın evinde kaldılar...

***

Frida komünist lider Troçki’yle; eşiyle birlikte evlerinde kalırken ilişkiye girdi...

***

Diego bu durumu öğrendi...

Tepkisi büyük oldu...

***

Diego da bir komünistti, Troçki’nin karısıyla ilişkiyi girdiğini öğrendiğinde kavga çıkardı...

“Ölüler Günü”nde, Troçki’ye alnında Stalin yazan şekerden yapılma bir kurukafa hediye etti...

***

Troçki, Frida’nın evini terk etmek zorunda kaldı... İlginç bir tesadüf, daha sonra Troçki’ye suikast düzenlendi...

Polis şüphelendiği Frida’yı; Troçki suikastıyla ilgili 12 saat boyunca sorguladı, iki gün gözaltında kaldı Frida...

***

Alkolik olmuştu Frida...

Günde bir şişe konyak içiyordu...

Ancak en güzel resimlerini o sırada yaptı... Arkadaşına şu unutulmaz sözleri yazdı o günlerde:

***

“Üzüntülerimi boğmak için içiyordum... Ancak artık o lanet üzüntüler yüzmeyi öğrendiler!..”

*****

“GÖZLERİ KURBAĞAYA BENZİYOR... CİLDİ DENİZ ANASINA...” (5)

Aşkları çoğu zaman ihanetle atbaşı gidiyordu...

Hayal kırıklıkları büyük oluyor; derin yaşanıyordu...

***

Medcezirler halinde daireler çiziyordu...

Manik depresif bir psikolojinin esiriydi; her ikisi de...

Bir çıkıp bir iniyorlardı...

***

Frida, manik haldeyken yere göğe koyamadığı Diego’yu depresif günlerinde kurbağa ve denizanasına benzeterek tarif ediyordu:

***

“Gözleri kurbağanınkine benziyor...

Cildi bir deniz anası gibi yeşilimsi beyaz oluyor...

Diego’ya kocam diyemem...

O kimsenin kocası olamaz...

Sevgilim de sayılmaz...

Ondan sadece bir ruh olarak bahsetmeyi denediğimde ise, duygularımı tuvale dökerken buluyorum...”

***

Önce her şeyi...

Sonra bir koca ve sevgili bile olamayacak kadar ucuz bir kurbağa ve denizanası benzetmesi...

***

Aşkları işte tam da böyle bir şeydi...

Ondan asla bir koca çıkmayacağını söylediği; kurbağaya ve denizanasına benzettiği adamla ayrıldıktan sonra yeniden evlendi Frida...

***

Bu sefer bir koşulu vardı;

Asla seks yapmayacaklardı...

***

Onu içine alamayacak kadar uzak, tenini teninde hissedemeyecek kadar korku, sarılamayacak kadar tiksinti duyuyordu...

***

Yine de evleniyordu onunla...

“Sizden uzakta olduğum günler ve gecelerde beni unutmayın diye portrelerimi bırakıyorum...” demişti Frida...

***

Portrelerle birlikte; sanat tarihine “sadakatsizliklerle beslenmiş, en ölümsüz aşklardan birini” bıraktı Frida...

Yazının devamı...

Ladino ve muhteşem Yasmin Levy...

Telefonda;

-“Yasmin Levy’nin konserine davet etsek gelir misiniz?..” dediklerinde;

Karşımdakine bıkkınlık verecek; ‘durup dururken nereden aradık’ dedirtecek detaylı sorularıma geçiyorum...

-“Nerede olacak?..

Ne zaman yapılacak?..

Hangi saatte konser?..

Konser günü haftanın hangi gününe geliyor?..”

***

Sorular bitmek bilmiyor..

Çocuklar doğduktan sonra bir yere gidebilmek için, o kadar çok şeyin denk gelmesi gerekiyor ki; çoğu zaman halkla ilişkilerciler, davet etmeye yeltendiklerine bin pişman telefonu kapatıyorlar...

***

Yasmin Levy konseri için arayan halkla ilişkilerciler de ilk anda benden yana umutsuzlar...

Oysa Yasmin Levy ismini duymamla; ikinci telefon arasında “öyle saatler yaşıyorum ki; konser ‘ben buradayım’ diye bangır bangır beni çağırıyor...”

***

Yasmin Levy’nin Sevda şarkısını dinlemeye başlıyorum ve bir anda çarpıldığımı hissediyorum...

Firuze’yi dinlerken ise, sesim soluğum kesiliyor...

***

Sevda ve Firuze Türkçe şarkılar...

Melodisini biliyorum; ritmini biliyorum; sound’unu biliyorum...

Ne çarpıyor peki beni böylesine?..

***

Birincisi;

Yasmin Levy’nin muhteşem sesi...

İkincisi;

Parçaya yaptığı vurgu...

Fakat; hepsinden öteye parçaları dinlerken; ruhumun debisinin gitgide derinleştiğini hissediyorum...

Öyle bir dille söylüyor ki şarkıları Yasmin Levy; hayatım boyunca ses, müzik ve dilin böylesine “estetik bir aqustik”le mixlendiğine şahit olmadığımı fark ediyorum...

***

Önce İspanyolca gibi geliyor dili;

Ancak sadece İspanyolca açıklayamıyor Yasmin Levy’nin şarkılarındaki sound’u...

-“Acaba İbranice motifler mi sağlıyor bu durumu parçalarda” diye bütün vücut enerjimi kulağıma fokusluyorum...

***

En sonunda anlıyorum ki; bu inanılmaz parçaları Yasmin Levy; Yahudi İspanyol’casıyla (Ladino) seslendiriyor...

***

Parçaları birkaç kere dinlememe rağmen, bir türlü tekrar dinlemekten alıkoyamıyorum kendimi...

***

İkinci telefon konuşmasında; ben çoktan konsere gitmeye karar vermiş bulunuyorum...

O kadar ki, 7 yaşına basan çocuklarımı “kulaklarının böyle muhteşem bir müzikle açılması için” onları da konsere götürmeyi düşünüyorum...

ADİO KERİDA... SALON YIKILIRKEN... (2)

Konser gecesi; Zorlu Gösteri Merkezi en dolu gecelerinden birini yaşıyor... Ben; Türkiye’de bile çok nadir gördüğüm ölçüdeki muhteşem bir sesi ve yorumu dinlemek üzere oradayım...

***

İsrail’den gelen Musevi bir sanatçı Yasmin Levy... Babası İzhak Levy; Manisalı Türk Musevisi bir müzisyen...

İsrail kurulunca, oraya gidiyor ve İsrail Radyosu’nda müzisyen olarak görev yapıyor...

Annesi de kendisi gibi yorumcu...

İlk kez 21 yaşında annesinin sahnesinde sahne alıyor Yasmin Levy...

***

Parçaları o kadar aşkı, o kadar hüznü, o kadar duyguları çağırıyor ki; saatler geçse de ses ve melodilerin içinden çıkmak istemiyorum...

***

Firuze; Sevda’dan sonra Mal de l’amor; La Alegria geliyor...

Ve nihayet Yasmin Levy; en büyük hiti Adio Kerida’yı söylemeye başlıyor...

Salon yıkılıyor...

Benim ise içim yıkılıyor...

MUSEVİ BİR AŞK... (3)

Adio Kerida’yı (Elveda Kerida) dinlerken; göğsümden fışkıracakmış gibi çarpan yüreğim; bir anda 28-30 yıl öncesine gidiyor...

***

Hayatımdan alaboraların eksik olmadığı esmer günlerimde; bana kalbinin tüm güzellikleriyle açıp; destek olmaya çalışan Nora’ya...

***

Nora Atina’da tanıdığım hali vakti oldukça yerinde bir Musevi kadın...

Eşinden ayrılıyor ve bütün gücüyle iki çocuğunu büyütmeye ve yetiştirmeye çalışıyor...

***

Tertemiz bir kalbi var Nora’nın...

Ortak kız arkadaşlarımızdan “benim temiz kalpli bir insan olduğuma kanaat getiriyor”; ve sevgili olarak atan yüreğinin tüm sevgisini; mesleki olarak zor günlerimde bana yardımcı olmaya çalışarak göstermeye çalışıyor...

***

Kaderin garip cilvesi;

Hayat beni büyütmek için, aynı zamanlarda iki Musevi kökenli insanı hayatıma sokuyor... “Birisi hayatıma destek; diğeri ise köstek” olmak üzere geliyor hayatıma...

Köstek olanı bana yapmadığını bırakmıyor o yıllarda...

***

Mesleğimden atılmam; benim gazetecilikten kopartılmam için elinden gelen her darbeyi yapıyor...

En çaresiz günlerimde Nora’yla konuşuyorum;

-“Ne istiyor bu adam benden Nora?..” diyorum...

***

Nora; aynı etnisiteyi taşımanın verdiği mahçup bir özgüvenle;

-“Senden ürküyor...” diyor;

-“Onun için; seni bir an önce yok etmeye çalışıyor...”

***

Hayat o günlerde bana unutamayacağım bir ders veriyor...

İnsan denilen varlığın; etnisite, ırk, renk, milliyet, millet, din, mezhep üzerinden sınıflandırılamayacağını en açık haliyle gösteriyor...

***

Aynı etnisitenin iki insanı; kadın ve erkek; biri hayatımı mesleki olarak bitirmeye çalışırken; diğeri bana hayat vermek için kalbime masaj yapıyor...

O günlerde en ağır tecrübeyle o dersi aldığım sırada henüz 30 yaşındayım...

***

Bir kez daha anlıyorum ki; “hiçbir sınıfı, aidiyeti, milleti, milliyeti, dini, mezhebi, kültürü ötekileştirmek” hayata ve insana karşı yapılacak en büyük haksızlıktır...

Hayatı okumayan; gerçeği anlatmayan bir safsatadır kafatasçılık...

***

Adio Kerida...

Yazının devamı...

“Artık sende fırtına kopsa bile bende yaprak oynamaz...” (1)

Bu saatten sonra sende fırtına kopsa bile bende yaprak oynamaz...

Boris Vian

***

Kızgınlık gürültülüdür

Kırgınlık sessiz...

Necip Fazıl Kısakürek

***

Şu geniş dünyaya sığmayan gönül; şimdi bir odaya kapandı kaldı...

Aşık Veysel

***

İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin...

Ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin...

P. Neruda

***

Aynı şehirde sen varsın...

Ben varım...

Biz yokuz...

Cemal Süreya

***

Karşındakine yargılarınla değil; algılarınla yaklaş...

Einstein

***

Gözler kördür; insan ancak baktığı zaman gerçeği görebilir...

Küçük Prens

***

Hiç kimse vazgeçilmez değildir...

Ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir...

Victor Hugo

***

İyi insan; güzel söz söyleyen değil; söylediğini yapan ve sadece yapabileceklerini söyleyen insandır...

Konfüçyüs

***

Eğer bir insanın samimi olmadığını fark edersem; bunu ona belli etmem...

Gözümde daha ne kadar küçülebileceğini seyrederim...

Ts. Eliot

*****

KALP DÜŞÜNEBİLSEYDİ EĞER; ATMAKTAN VAZGEÇERDİ... (2)

Kalp düşünebilseydi eğer; atmaktan vazgeçerdi...

F. Pessoa

***

Bir insanla birlikteyken ne kadar saçmalıyorsanız; o kadar samimisinizdir...

Woody Allen

***

Hata bir daha yapılmayacaksa özür dilenir...

Sık sık tekrarlanan özür hakaretle eş değerdir...

H. Murakami

***

İnsanların şu hırsları, yaygaraları; ne acınası şeylerdir...

Virginia Woolf

***

“Ama ne olur eksilme hiç başımızdan...”

Cahit Zarifoğlu

***

İnsanlar seviyelerinin seninle konuşmaya yetmeyeceğini anladıkları için arkandan konuşmaya başlarlar...

Keyfini çıkart...

Bernard Shaw

***

İntikam iyi bir şey değil Mathilda...

İnan unutmak daha iyi...

Leon filmi; Leon’un Mathilda’ya sözleri...

***

Allah gördüğü halde insanın ayıbını gizler...

İnsan görmediği halde yaygara koparır...

Sadi Şirazi

***

Küskünlüğüm hayata değil; içindeki beş para etmez insanlara...

Bıkkınlığım ise, onların yüzüne bakmak zorunda kalmama...

Cemal Süreya...

*****

“İYİ NİYETİNDEN VURULANLAR; KOLAY KOLAY İYİLEŞEMEZLER...” (3)

Günün birinde herkes kendi yıldızını bulabilsin diye mi parlaktır acaba yıldızlar?..

Küçük Prens...

***

İyi niyetinden vurulanlar; kolay kolay iyileşemezler...

Münir Üstün

***

Gözlerin bende kalmış...

Aynalarda seni gördüm...

***

Benimle aynı yere gelecek olsan; seni dünde bırakmazdım...

Tom Robbins

***

Bitti o şiir...

Başka mısra gerekmez...

Cahit Zarifoğlu

***

Sadece hayallerinin peşinde koşan insanlar için hayat farklı bir anlam taşır...

Into The Wild

***

Allah’ım hayalime bile günah girmesin...

Bana temiz bir zihin ve temiz bir gönül ver...

Hz. Mevlana

***

Edepsizliğin başladığı yerde; edebiyat biter...

Mehmet Akif Ersoy

***

Mesafeli olmak önemlidir...

Bazıları sana ne kadar yakın, ne kadar uzak anlarsın...

Bukowski

***

İnsanları tanıman için en uygun zaman; ayrılmalarına en yakın zamandır...

O zaman sahte yüzler açığa çıkarlar...

Anton Çehov

***

Çocukken her şeyin sahibi olmak için büyümek isterdik... Büyüdük; şimdi her şeyden uzak kalmak için hep ‘çocuk kalmak’ istiyoruz...

*****

“ÜÇ ÇEŞİT İNSANDAN KORKACAKSIN!.. DAĞDAN İNME; DİNDEN DÖNME, SONRADAN GÖRME...” (4)

“Hayatta üç çeşit insandan korkacaksın...

Dağdan inme; dinden dönme; sonradan görme...”

Necip Fazıl Kısakürek

***

Kötü günlerin iyi tarafları da vardır...

tanırsın...

Özellikle yanında sandıklarını...

H. Murakimi

***

İnsanlar sizi eskisi gibi kullanamadıklarında değiştiğinizi söylerler...

S. Freud

***

Konuşmadan önce düşün...

Gereği var mı diye...

barındırıyor mu diye...

Kimseyi incitebilir mi diye...

Sessizliği bozacak kadar değerli mi diye...

Lou Tau

***

Bir şeylerin yoluna girmesi için, her şeyin raydan çıkması gerekir bazen...

Ts. Eliot

***

Çıkar konuşunca vicdan susar...

Cemil Meriç

***

Seni kaybetmeyi başaranı; asla kazanmak için uğraşmayacaksın...

Tuncel Kurtiz

***

Önemli olan tek bir an vardır...

O da ‘şimdi’dir...

En önemli an şu andır...

Çünkü bir tek ona sözümüz geçer...

Tolstoy

***

Onu kırmış olmalı yaşamında birisi...

Dinledikçe susması...

Düşündükçe susması...

Tek başına iki kişi olmuş...

Gölgesiyle kendisi...

Özdemir Asaf

***

Her şeyi çok ciddiye alıyordum...

Sanki ölümsüzmüşüm gibi...

Jean Paul Sartre

***

Bizim sükutumuzdan bir şey anlamayan; kelamımızdan da bir şey anlamaz...

Ahmed Amiş Efendi

***

Güldürmek bir şey değil ki;

Onu soytarılar da yapıyor...

Gözlerinin içini güldürebiliyor mu?..

Ondan haber ver...

C. Chaplin

***

Çatlak bardaktan sızan suya benzer hayat...

Sen içsen de tükenir...

İçmesen de...

Artık acı çekmeyi bırak; hayattan tat almaya bak...

Neyzen Tevfik

***

Çağımızın en büyük sorunu; akıllılar hep kuşku içindeyken; aptalların küstahça kendinden emin olmasıdır...

Bertand Russel

***

Aklımı kaçırana kadar her şeye kapayacağım kendimi...

Herkesle bozuşacak kimselerle konuşmayacağım...

Franz Kafka

***

Aslında bazen; hayatına girenleri düşünmeyi bırakıp, kimlerin çıkması gerektiğini düşünmek gerek...

Gore Vidal

***

Yavaşça kalemin kulağına eğilip dedim ki;

“Bir daha onun adını yazarsan, seni de kırarım...”

Cemal Süreya

----

(Kelime Deryası isimli portaldan derlenmiştir)

Yazının devamı...

Ahmet Çakar’ın silahla yaralandığı olay ve eve gelen Lucescu...

Star televizyonunda program yapıyorum 2003 yılında...

Ateş Hattı; İtiraf; Hayatın İçinden isimli üç programım yayınlanıyor her hafta...

***

Star televizyonunun giriş katının, diğer ucunda bulunan spor servisinde oturan Ahmet Çakar ara ara; benim odama uğramaya başlıyor...

***

Laf arasında Çakar’ın zemin yokladığını seziyorum...

Lafı dönüp dolaştırıp;

-“Senin gibi bir rating kralı çok sevdiği futbolda, program yapsa, büyük olay olur... Bir gün bunu mutlaka yapmalısın...” gibi sözlerle beynime girmeye çalışıyor...

***

Ana haber bültenini bırakalı altı aydan fazla zamanın geçtiği günlerdeyim ve Türkiye’de habercilik adı altında oynanan “sanal tiyatro”dan sıtkı sıyrılmış bir durumdayım...

***

Yavaş yavaş içimden;

-“Neden olmasın?..” fikri filizleniyor...

-“Nasıl olsa artık “sanal bir tiyatro halini alan” televizyon haberlerini keyfimle yapma şansım kalmıyor... Bari hayatımın en önemli hobisi olan futbol programları yaparak; keyifle işi birleştiririm...” diye düşünüyorum...

***

Serhat Ulueren’in müdür olduğu spor servisinde Güntekin Onay’ın moderatörlüğünde, Ahmet Çakar; Ziya Şengül ve Turgay Şeren’le birlikte televizyon programlarına katılmaya başlıyorum...

***

O sıralarda Beşiktaş’ın başında Mircea Lucescu teknik direktör olarak görev yapıyor...

Ahmet Çakar, Lucescu’yu zaman zaman inanılmaz bir biçimde eleştiriyor...

***

Çakar’ın eleştirileri o kadar sert ve acımasız ki; o günlerde bunu neden yaptığını kavrayamıyorum...

***

Bir gün Serhat’ın ekibi Lucescu’yu canlı yayına bağlıyor...

Çakar; Lucescu’ya o kadar şiddetli giriyor ki; o sırada programda bulunan ben ve Güntekin; Çakar’ı sakinleştirmek için inanılmaz bir çaba sarfetmek durumunda kalıyoruz...

LUCESCU’NUN EVDE SÖYLEDİĞİ SÖZLER... (2)

Ahmet Çakar o günlerde televizyonda gelene geçene ağır eleştiriler yapıyor...

Birkaç ay sonra Çakar işyerinin bulunduğu Mecidiyeköy’de, bir saldırganın; silahlı saldırısına uğruyor...

Arabasının şoför koltuğunda saldırganın silahından çıkan beş kurşunla ağır yaralanıyor...

***

Silahlı saldırı; bir anda “kim yaptı” sorusunu da beraberinde getiriyor...

Ahmet Çakar’ın o günlerde televizyon programında “çok ağır eleştirdiği herkes; olağan şüpheli” durumuna düşüyor...

***

O kişilerden bir tanesi de Mircea Lucescu...

Zavallı Lucescu; o günlerde 11 puan ilerde Beşiktaş’la ikinci şampiyonluğa giderken; bir yandan kendisine yapılan operasyonla uğraşıyor, diğer yandan da “akıllarda yanlış bir izlenim uyanmasın” diye apar topar Ahmet Çakar’ın evini ziyaret etmek istediğini söylüyor...

***

Eve geldiği sırada; ben de Ahmet Çakar’ın aşağı kattaki salonunun bir ucuna yerleştirilmiş yatağının yanında bulunuyorum...

***

Lucescu’nun yüzünün bembeyaz olduğunu fark ediyorum...

Silahlı saldırıdan ne kadar korkmuş olduğunu; kendisinin ne kadar üzgün olduğunu defalarca anlatmaya çalışıyor...

Yanlış bir izlenim yaratılmasın diye aşırı bir özen gösterdiğini hissediyorum...

***

Kendisine; kimsenin Lucescu’yla ilgili bir soru işaretinin olmadığını defalarca anlatmamızdan sonra, bir nebze rahatlıyor ve konuşmaya başlıyor...

LUCESCU; İKİ ŞAMPİYONLUĞUMU GÖZ GÖRE GÖRE ELİMDEN ÇALDILAR... (3)

İnsanların tehlikeli zamanlarda, yaşadıkları ürküntü ve korkunun hemen akabinde, aşırı gevşedikleri, rahatladıkları ilk anda çok samimi sözlerle konuşmaya başladıkları anlar var...

***

Lucescu da; Çakar ve bizim; kendisiyle ilgili duygularımızdan emin olduktan sonra; böylesine bir duygusal boşalım yaşıyor ve sözler birer makineli tüfek gibi ağzından dökülüyor;

***

-“Hayatım boyunca yaşamadığım olayları yaşadım Türkiye’de...” diyor...

-“Bir zamanlar Romanya’da futbol dünyası böyleydi...

Gücü gücüne yeten götürürdü işleri...

***

Maalesef Türkiye de şimdi böyle durumda...

Dört yıldır Türkiye’deyim...

Galatasaray’ı ve Beşiktaş’ı çalıştırdım... İkisini de birer yıl şampiyon yaptım...

Ne var ki iki lig şampiyonluğumu göz göre göre elimden çaldılar...

Ben aslında 4 şampiyonluk aldım...

Ama ikisi futbol dışı yöntemlerle elimden alındı...

Bunu yapanlar belli...

Ama buna; benim yapabileceğim bir şey yok...

Çaresiz durumda kaldım; bu komploya karşı...”

***

Konuşma burada bitmiyor...

Daha uzun sürüyor...

Çok fazla paylaşıyor o duygu birikimiyle Mircea Lucescu...

***

Ancak; off the record konuşmaları, dostlar arası sohbet şeklinde süren o konuşmaları yayınlamayı etik bulmuyorum...

***

Lucescu’nun sözlerini genel çerçevesi itibariyle aktarmakla yetiniyorum...

Mircea Lucescu; o günlerin duygularıyla; bu şampiyonlukların elinden gitmesiyle hakkında bazı kişileri çok ağır biçimde suçluyor...

***

Sıtkının sıyrıldığını fark ediyorum;

Şampiyonluğun elinden gitmesi yetmiyormuş gibi, Federasyon’dan söylediği sözler gerekçe gösterilerek gelmesi muhtemel 6 aylık cezanın hayal kırıklığını yaşadığını görüyorum...

***

Bu görüşmeden iki ay sonra Beşiktaş’tan kopmasına neden olan olaylar zincirinde; Lucescu’nun o geceki duygusal kırıklığının büyük rolü olduğunu biliyorum...

***

O günden bu yana 13 yıldır Lucescu; Ukrayna’da yaşıyor...

Şimdi Ukrayna’yı bırakacağı ve yeni bir takımla anlaşacağı söyleniyor...

***

Türkiye’de her takım ara ara Lucescu’yla görüşüyor...

Trabzon; Galatasaray; Beşiktaş; ve son olarak Fenerbahçe’nin ünlü bir yöneticisinin görüştüğü haberleri geliyor...

***

Son görüşmede yöneticiyle ne görüşüyorlar bilmiyorum...

Ancak Lucescu’nun; o gece Ahmet Çakar’ın evinde neler söylediğini biliyorum...

Buruk buruk gülümsüyorum...

Yazının devamı...

Çapkın kadınlar...

Bir erkeğin beraberindeki kadını “okumasıyla”, o kadının kendi hayatını “yazması” birbirinden çok farklıdır...

***

Bir kadın, erkeğe uzun süreli tavır yapıyorsa altında mutlaka “okunması gereken” farklı bir hal vardır...

***

Kadın erkek beraberliklerinde; ilişki belirli aralıklarla devam ederken kadın eski sıklıkta aramıyorsa, durumun mutlaka önemli bir nedeni vardır...

***

Büyük olasılıkla bir başka erkek kadının bulunmaktadır...

***

Erkekler kadına yönelik empati duygusunu çok geliştirmek istemediğinden kadının aramasındaki seyrekliği “şerre” yormaz, “hayra” yorar...

***

“İşi vardı aramadı...”, “arkadaşlarıyla buluşmuştu vakit bulamadı...”, “ailesiyle beraber olacaktı, zaman bulamadı...” gibi fazla derine inmeyen, kendini aldatan analizlerle rahatlar...

***

Oysa bir kadının erkeğe duyduğu ilgi, onu sürekli kontrol etmek istemesinden anlaşılır...

***

Sürekli kontrol, kadının tek ilgisinin o erkekte olduğunu göstermez ama kontrol yoksa ilgi zaten hiç yoktur...

***

Erkek hiç heveslenmemelidir...

***

Bir kadın ailesini, arkadaşlarını, işini gücünü, bahane edip aramaları seyrekleştirmişse; ya gözüne kestirdiği, ya kafasına taktığı, ya da yakında hayatını değiştirmek üzere kendini hazırladığı bir erkek mutlaka vardır...

***

Kadınlar erkekler gibi değildir, birkaç işi bir arada yapabilme yeteneğine haizdir...

***

Bu özelliğine rağmen telefonlar seyrekleşmiş, buluşmalar azalmış, yapılacak işler çoğalmışsa, etrafta potansiyel adaylar var demektir...

***

Kadın gözünde “yeni bir seçim, yeni bir arayış, iyi olanın kazanacağı yeni bir yarış” başlamıştır...

***

Erkekler, bu durumları pek farketmezler...

Kendileri sözkonusu oldu mu, kadının başka arayışlarına ihtimal vermezler...

***

Arayışta olanlar kendi sevgilileri değil; başka kadınlardır...

***

Onlara pas verenler, cazibelerinden etkilenen mutsuz kadınlardır...

***

Erkek fark etmez ki, yanında ya da uzağında beraber olduğu kadın mutsuzsa, hatta mutluysa ama bir arayıştaysa aynı “denemelerde” bulunacaktır...

***

Erkek bir taraftan kıskanır... Bir taraftan da kendi yanındaki kadına çapkınlığı konduramaz...

***

Korkusu, özgüven eksikliği, cinsel yetersizlik paranoyası erkeği “kadın çapkınlıklarından” korkar hale getirir...

***

Erkek “çapkın kadınlardan” korkar...

***

Hayatta kimse hele hele bir kadın hiçbir zaman munis olmaz...

Sadece munis gibi gözükebilir...

***

Hayatta kimse mazbut da değildir...

Olsa olsa duruma göre mazbut olabilir...

***

Hayatta prensipleri ve duruşları olan kadın konusu ise yoruma açık bir konudur...

***

Bir kadının aramaları seyrekleşti mi erkek “hayra” yormamalı, kendi açısından “şerre” yormalarıdır...

***

Bir kadının erkeğe ilgisi sonsuz devam ediyorsa, başına en büyük felaketler gelse de erkeği aramadan edemez...

***

Kısa süreli “yeni bir durum dayatma blöflerinin” dışında uzaktan ya da yakından kontrol etmeden yaşayamaz...

***

İşini, arkadaşını, annesini, babasını bahane ederek seyrekleşmekteyse eğer aramalar...

Yavaş yavaş “uzuyor” demektir...

***

Bu durumda erkeğe de “ikilemek” düşmektedir...

BİR EVLİLİK HİKAYESİ... (2)

Kadın çok güzel, erkek çok yakışıklıydı...

***

17 yaşındaki David ile 15 yaşındaki Jade’in aşkı ve cinselliği keşfedişlerini anlatan Endless Love filminde; (Affedilmeyenler) Brooke Shields’in gençlik yıllarındaki kadar taze ve güzeldi kız...

***

Erkek ise yakışıklı bile denmeyecek kadar bebek yüzlü bir güzeldi...

Endless Love filminin erkek oyuncusu Martin Hewitt’in temizliği vardı yüzünde...

***

İkisi de çok ünlüydü...

Genç kadın o kadar naif bir güzel, erkek öylesine bebek yüzlü bir yakışıklıydı ki, ikisinin de güzellikleri ünlerinden önde gidiyordu...

***

Ortak yaptıkları bir işte tanıştılar...

Tanrı onları birbirleri için yaratmıştı sanki...

***

Erkek güzeliyle, kadın güzeli bir arada olsunlar diye onları dünyaya göndermişti...

***

Aşık oldular birbirlerine...

Evlendiler...

***

Uzun yıllar önceydi...

Evliliklerinin üzerinden bir süre geçti ki, naif ve dünyalar güzeli kadın işinde kendisini yöneten adama aşık oldu...

***

O adamla beraber oldu...

Adam, naif güzelin, bebek yüzlü sevgilisi gibi yakışıklı değildi...

***

Belki karizmatik, belki yaratıcıydı; neyi dokundu genç kızın yüreğine ve tenine bilinmiyordu...

***

“Gönül bu sevdi...

yeni bir ten,

yeni bir heyecan...

bilirim üstelik...

***

Ne acı, ne acı insan... Kendine ne kadar yenik...

bulunmadı ihanetin ilacı...

yürek koca bir kara delik...”

***

Bebek yüzlü genç adam, bütün kadınlar önünde geçit resmi yaparken, yaşadığı bu ikilemi hayatı boyunca unutamadı...

***

Yüreği yaralandı...

Gençti, çok yakışıklıydı, ünlüydü ve etrafında yüzlerce genç kadın vardı...

***

Hangisiyle istese onunla olurdu...

Yara kolay kolay kapanmadı...

***

Bu olayın üzerine, yaşamı, inançları, tercihleri, her şeyi değişiverdi genç adamın...

***

Yeni dünyası, ona acılarını unutturacak, tevekkülü gösterecek, yaşamı acılarıyla yaşamasını öğretecek bir dünyaydı...

***

Erkek güzeli genç adam, yeni dünyasından bir daha hiç kopmadı...

***

Bir süre sonra yeniden evlendi...

Çocukları oldu...

***

Yıllar sonra bir gün yakın bir dostuna; “Aşkla evlilik bir arada gitmiyor... Evli olduğun kadına aşık olmayacak, onu seveceksin... Aşk zor, çok zor bir şey...” diyecekti...

***

Genç eşiyle yaşadığı olay genç adamı bambaşka bir dünyaya itmişti...

***

İlginçtir, o aşk genç kadını çok başka bir dünyaya götürdü...

***

Öyle ki bir zamanların bebek yüzlü prensiyle, naif yüzlü prensesi birbirinin tam zıttı iki dünyanın başrol oyuncusu oluverdiler...

***

Biri materyalist dünyaların önemli bir figürü, öbürü maneviyat dünyasının sesi olmuştu...

***

Aynı filmde başrol oynarlarken, birbirinin zıttı dünyaların başrol oyuncuları haline gelivermişlerdi...

***

Geçmişi bilmeyen birisi bu iki ayrı dünyanın, fikirlerin ve düşüncelerin insanlarının bir zamanlar tek bir karenin iki fotoğrafı olduğunu anlayamazdı...

Yazının devamı...

İyi bir Galatasaray taraftarının maçtan önce söyledikleri...

Amerika’da eğitim görmüş makine mühendisi Bursa’lı işadamını geçtiğimiz yaz tanıyorum...

***

İyi bir Galatasaray taraftarı olduğunu; ayda iki kez Galatasaray’ın maçları için; ailesiyle Bursa’dan İstanbul’a geldiğini öğreniyorum...

***

Maçları Bursa’dan kalkıp İstanbul’a gelerek; Arena stadında izleyecek kadar “iyi bir Galatasaray’lı...”

***

Geçen hafta Cuma günü çocukların yaş günü için İstanbul’a geliyorlar...

-“Yaş günü partisiyle, herhalde Galatasaray-Beşiktaş derbisini bir arada düşündünüz...” diyorum...

-“Hayır...” diyor...

-“Galatasaray-Beşiktaş derbisine kalmayacağım... Onu statta seyretmek istemiyorum...”

***

Hayret ediyorum...

İstanbul’a hazır gelmişken; onun gibi bir Galatasaray’lının derbiyi izlemek istememesinin altındaki “duyguyu” çıkarmaya çalışıyorum...

-“Bu maçta Galatasaray’ın kazanmasını istemiyorum... Bu maçta beşincilik kazanılıp UEFA hakkı elde edilecek olsa da istemiyorum;” diyor...

-”Bunun Beşiktaş’la bir ilgisi yok... Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını istemiyorum...

Bu uğurda Galatasaray’ın beşinci olup, UEFA’ya gidemeyecek olması da bir anlam ifade etmiyor benim için... Galatasaray’ın UEFA’ya gitme yerine, Fenerbahçe’nin şampiyon olmaması bana daha doğru geliyor...”

TEŞEKKÜRLER GALATASARAY... (2)

Makine mühendisi “iyi bir Galatasaray taraftarı” dostumu dinledikçe; Galatasaray-Fenerbahçe rekabetindeki saiklerin; Beşiktaş’la ilgili olmadığını fark ediyorum...

***

Bunu anlayınca; derbi öncesi Fenerbahçeli yöneticilerin; Galatasaray’ı ateşlemek uğruna uyguladıkları politikayı daha iyi anlıyorum...

***

Fenerbahçe yöneticisi Mahmut Uslu kardeşim; Galatasaray’ı tetiklemek için, derbi öncesi elinden gelen her şeyi yapıyor...

O bir Fenerbahçe yöneticisi... Böyle yapmakta sonuna kadar haklı...

Bunda kızacak bir şey bulamıyorum...

***

Önceki akşam babacık’la baş başa Galatasaray-Beşiktaş derbisini seyrediyoruz...

Galatasaray takımı; inanılmaz bir mücadele performansı sergiliyor...

***

Sabri; tribünleri ayağa kaldırmak için, saha içinden tezahürat başlatıyor...

Galatasaray’lı futbolcular deliler gibi, ya da aslanlar gibi savaşıyorlar...

***

Beşiktaş takımı, ilk yarı, baskı karşısında ne yapacağını bilemez bir halde, 0-0’ı korumaya çalışıyor...

***

Galatasaray tribünleri makine mühendisi dostumun duygusal durumunun aksine; “Beşiktaş’a yönelik en galiz tezahüratı yapıyorlar...”

Galatasaray; Beşiktaş derbisinde sanki bir ölüm kalım savaşı veriyor...

***

Devre arasında Başkan Fikret Orman; Beşiktaş soyunma odasına gidip futbolcularla konuşma ihtiyacı hissediyor...

Şampiyonluğa oynayan Beşiktaş açısından vahim bir durum ilk devre...

***

Duygularımı check ediyorum...

-“Dürüstçe cevap ver...” diyorum kendi kendime...

-“Galatasaray’ın böyle oynamasından mutlu musun, mutsuz mu?..”

***

İçimin derinlikleri şöyle cevap veriyor;

-“Evet mutluyum... Böyle oynamasa ve Galatasaray yatar gibi oynasa, ben mutlu olmayacağım... Ben Beşiktaş’ın; Galatasaray’ı oynayabileceği en iyi oyununda yenmesini istiyorum...

Futbol eğer bir rekabetse; rakibini en iyi halinde yenmek istiyorsun... İçten içe, derinden derine rakibinin en iyi durumda olmasını istiyorsun... O maçı pas geçer gibi oynarsa; kendi takımının gücünü hissetmiyorsun...

O iyi olur ve sen kazanırsan; o zaman kendini iyi hissediyorsun... Beşiktaş’ın gücünü hissedebilmem için; Galatasaray’ın ölümüne oynaması gerekiyor...

O zaman kazanırsa Beşiktaş bir anlam ifade edecek galibiyet...”

BEŞİKTAŞ ŞAMPİYON OLACAK ANNECİK... (3)

İlk yarı Galatasaray’ın müthiş baskısı ve performansıyla bitiyor...

İkinci yarı; fizik gücü rakibinin üstünde olan Beşiktaş ağır basmaya başlıyor...

***

Sosa’sı; Oğuzhan’ı, Cenk’i ve Gomez’i sahneye çıkıyor...

Beşiktaş; Beşiktaş gibi oynamaya başlıyor...

***

Hayatımın en güzel Galatasaray-Beşiktaş derbilerinden birini izliyorum...

O kadar geriliyorum ki; gerildikçe derbinin muhteşemliğine şapka çıkartıyorum...

***

Derbide hissediyorum ki; Beşiktaş bu sene şampiyon olacak...

Tanrı’nın bana, ikiz çocuklarımı verdiği yıl Beşiktaş’ın iki kupayla şampiyon olması; “ilahi düzenekin bir parçası”;

Annecik’i kaybettiğim yıl da Beşiktaş’ı şampiyon olacak biliyorum bunu...

***

Bunun Mahmut Uslu’nun maçtan önce korktuğu “Galatasaray’ın şike dürtüsüyle” bir ilgisi yok...

Bu Tanrı’yla annecik ve benim aramdaki bir konu ve duygu...

***

Annecik’in benden ayrıldığı bu yıl; Beşiktaş şampiyon olacak bunu hissediyorum...

Ben Tanrı değilim...

Tanrı gibi hayatta ne olacağına kadir değilim...

Ancak Tanrı’yı içimde hissedebiliyorum...

Öyle hissediyorum...

BU YAZIYI YAZARKEN BAŞAKŞEHİR-FENERBAHÇE... (4)

Yazıları akşam 18 sularında yazmaya başlıyorum...

Saat 20-20.30 civarı yazılar bitiyor, gazeteye gönderiliyor...

***

Dün akşam bu yazıyı da, saat 20’ye kadar yazıyorum...

Sonra Başakşehir-Fenerbahçe maçı başlıyor...

***

İlk yarısı 0-0 bitiyor maçın...

İkinci yarısında ise, Başakşehir bir gol atıyor...

Televizyonun sesi açık değil...

Ancak ikinci gol gelince, bir not eklemek ihtiyacı hissediyorum...

***

Yazı esnasında ve derbi sırasında Tanrı’yı içimde hissetmemin; Başakşehir-Fenerbahçe maçıyla hiçbir ilgisi yok...

***

Benimle; Tanrı, annecik ve Beşiktaş arasındaki bir mesele bu...

Annecik’e şöyle söylemek istiyorum;

-“Beşiktaş şampiyon oluyor; seni kaybettiğim bu yıl annecik...”

Rahat uyu sen...

Yazının devamı...

Annesiz bir Anneler Günü...

Bugün Anneler Günü...

57 yıldır ilk kez anneler gününde anneciği yanımda bulamayacağım...

***

Dün dükkanlara bakarken, “annecik için bir şey bakamadım...”

Bir burukluk var içimde...

Yanımda çalışan kızlar için hediyeler aldım onun yerine...

Bir miktar unutmaya çalıştım, gelmekte olan zamanı;

Annesiz gelecek ilk Anneler Günü’nü...

***

Sonra annecik’in son Anneler Günü’nde; benim hangi yazımı okuduğunu merak ettim...

Geçen yılki yazıyı buldum...

Onu okurken neler düşündüğünü hissetmeye çalıştım annecik’in...

ANNELER GÜNÜNDE BİR ÇOCUKLUK RÜYASI... (2)

Hayatımda görmek için sabırsızlandığım, ne olacağını en çok merak ettiğim gündü; 2000 yılına, yeni milenyuma gireceğimiz yılbaşı gecesi...

Kırk yaşında olacaktım o günlerde...

Kırk bir yaşından gün alan, durmuş oturmuş bir adam olacağımı zannediyordum...

***

Evli olacağıma kesin gözüyle bakıyordum...

Muhtemelen üç çocuğum olacaktı...

Üç çocuğumun olmasını arzu ediyordum...

Çocukluk günleri; her istediğimin, istediğim an, istediğim şekilde olacağını düşündüğüm yıllardı...

Arabamı bile düşünmüştüm...

Bir Volkswagen’imin olacağını öngörmüştüm...

***

Çabuk geçen yıllar; fırtınalı ve kasırgalıydı...

Türkiye kanlı yıllardan ve olaylardan geçiyordu...

Hayat mecram, beni hiç düşünmediğim, varlığından bile haberdar olmadığım dünyalara savuruyor; kendimi bulabilmem; büyük mücadelelere, iç hesaplaşmalara, dışardaki acımasız dünyada ayakta kalabilme savaşına dönüşüyordu...

***

2000 yılı gelip çattığında;

Ne çocuklukta tahmin ettiğim gibi rahat bir işim...

Ne masum yıllarımda tasavvur ettiğim gibi, huzurlu bir hayatım...

Ne bir eşim...

Ne de sıcak bir yuvam ve üç çocuğum vardı...

Bir Volkswagen’im de yoktu...

***

2000 yılına girerken bunların hiçbiri hayatımda değildi...

Buna karşın annem, babam ve ben...

Bir otel odasında başbaşaydık...

Odaya; yuvarlak küçük masayla getirilen bir akşam yemeği ısmarlamış, onunla yılbaşını geçirmeyi planlamıştık...

***

Huzurlu bir iş yerine;

Türkiye’nin beni konuştuğu; çok sevenlerle; çok yerin dibine batıranların at başı gittiği bir insan olmuştum...

Aldığım ölüm tehditleri gırla gidiyordu...

O yüzden zaman zaman evde; zaman zaman bir otel odasında yaşıyordum...

Annemle babamı, yılbaşı gecesi kaldığım otel odasına çağırmış; “yılbaşını gözlerden uzakta burada bir arada geçiririz” diye düşünmüştüm...

***

Annem hastaydı ve birkaç güne kadar önemli bir ameliyata girecekti...

Volkswagen’im değil, çocukluğumda bindiğim babamın arabası gibi bir Mercedes’im vardı ve lüks görünüyordu...

Ama; Annemden babamdan başka ne bir aile ne bir çocuk ortalıkta gözükmüyordu...

Üstelik annem hastaydı ve ağır bir ameliyata giriyordu...

Endişeli gibi başlayan bir yılbaşı gecesiydi...

2000 YILBAŞI GECESİNDE; BİR OTEL ODASI... (3)

Bir yıl aradıktan sonra çok sevebileceğim bir ev bulmuştum...

Çocukluk yıllarımın geçtiği, sahilde, rüyalarını gördüğüm bir evdi bu...

Evin yanında, bir de küçük dubleks daire vardı... Satın aldığım kişinin annesi orada yaşıyordu...

Evde uzun zamandır kimse oturmadığından, yeniden ikamete açmak için baştan aşağı yenilenmesi gereken bir evdi...

Mimarlara vermiş, bir yıl sürecek tadilat işleminin bitmesini bekliyordum...

***

Annem birkaç güne kadar ameliyat olacaktı... Üç kişi başbaşa, küçük bir otel odasında yılbaşını geçiriyorduk...

Kadehlerimizi hep beraber annemin sağlığına kaldırdık...

Anneme;

-“Ameliyat bitsin... Evin tadilatı tamamlansın; karşı taraftaki evi satıp benim yanıma yerleşirsiniz...” dedim...

***

Böyle anlarda hiç duygularını belli etmek istemezdi annem...

Eve taşınmayı; sırf oğluna yakın oturabilmek için ‘deliler gibi’ isterdi...

Ama bunu açıkça ilan ederse; gerçekleşmeyeceğini düşündüğünden, sıradan bir “olur” cevabının dışına taşmamayı yeğlemişti... Yılbaşı gecesi 12’yi biraz geçe, annemle babam evlerine gitmek üzere odadan ayrıldılar...

***

Yalnız başına kaldım odada...

Yatağa uzandım...

Odadaki televizyonda yılbaşı eğlenceleri devam ediyordu...

İzlemiyordum...

Televizyon, odada bir insanın eksikliğini dolduruyordu...

1995 yılının yılbaşısına da Ankara’da bir otel odasında yalnız girdiğimi hatırlamıştım...

O yılbaşı ayağım kırılmıştı...

Alçıdaydı...

***

Gece otel odasında yalnız kalmak istemiştim... O zamanlar; sadece televizyonda yapacağım işleri düşünürdüm...

Yalnızdım; ama beraberimde televizyonculuk denen, ruhumun her tarafını işgal etmiş bir meslek vardı...

***

2000 yılına girdiğim o gece; “televizyon aygıtı, odadaki yalnızlığımdan beni kurtarıyor” gözükse de;

Çocukken hayalini kurduğum şeylerin birçoğunun daha yanından bile geçemediğimi fark ediyordum... Ameliyat sonrası annemi, onunla beraber babamı kaldığım evin yanına almaya, “yeniden aileyi bir araya getirmeye, yaşlanırken onları yalnız bırakmamaya o gece karar verdim...”

***

Uyurken bir anda, içimin bir huzurla kaplandığını hissetmiştim...

Rahatlamıştım...

Birkaç güne kadar önemli bir ameliyata girecek olan annemin endişesinden uzaklaşmıştım... Annemle babam, yanıma taşınacaktı... Onları yalnız bırakmayacaktım...

Ameliyatın endişesini değil, yeni kararımın huzurunu yaşıyordum...

15 YIL SONRA HAYAT... (4)

Bu olayın üzerinden yaklaşık 15 yıl geçti...

Bugün anneler günü...

Annemle ve babamla 15 yıldır yan yana evlerde yaşıyoruz...

Hayatım; 2000 yılına girdiğimiz yılbaşı gecesi aldığım karardan sonra çok değişti...

Şimdi üç çocuğum var...

Bugün; anneler gününe onlarla beraber uyanacağız...

***

Dün annelerinin hediyelerini aldık hep birlikte...

Gün içinde annelerine gidecekler, hediyelerini verecekler...

“Gönüllerince anneler gününü” kutlayacak, onlarla sevgiyi yaşayacaklar...

Ben anneme de hediye aldım...

Ona hediyesini vereceğim...

Annemle, babamla ve çocuklarımla yaşadığım hayata şükredeceğim...

***

Artık huzursuz bir işim yok...

Beni sevenlerin kimler olduğunu biliyorum artık bu dünyada...

Yerin dibine batırmaya çalışanlara gelince;

Onları da teker teker deşifre ettim...

Volkswagen’im hala yok...

Çocukken babamın Mercedes’ine bindiğim gibi yine Mercedes’e binmeye devam ediyorum...

Sanıyorum şartları elverirse oğlum da aynı şeyi yapacak...

Bunu hissediyorum...

Yazı yazıyorum...

Suyun yanında sabahları güneşi seyrediyorum...

Hayata şükrediyorum...

BUGÜN... (5)

Geçen yılki yazı “şükrederek” bitiyor...

İyi ki “şükretmesini bilmişim” bu hayatta...

Kim bilir neler hissetti; yazıyı okurken annecik...

Gözlerinin içi gülüyordu o gün...

***

Bu yıl uyandığımda annecik evde olmayacak...

Çocukken beni büyüttüğü Yeniköy’deki mezarında uyuyor olacak...

***

Ben de Anneler Günü’nde oraya gideceğim...

Hediye bir şeyler alamadım annecik’e...

Çiçekler alacağım giderken...

***

Ona çiçeklerini vereceğim...

Sohbet edeceğim...

Anneler gününü kutlayacağım...

Beni dünyaya getirdiği için teşekkür edeceğim annecik’e...

***

-“Yine Yeniköy’de beni büyüttüğün yerde başbaşayız...” diyeceğim...

Onu toprağından öpeceğim;

İçimde yaşatmaya devam edeceğim annecik’i;

Aynı anda ‘Babacık’ı ve “çocuklarımın babasını” yaşatmaya uğraşacağım...

Anneler Gününüz kutlu olsun...

Tüm annelerin; ve tüm çocukların...

Yazının devamı...

Kadının kör noktası...

38 yıl önce babam bana araba kullanmasını öğretirken çok önemli bir şey söylüyor:

-“Sağ dikiz aynasından arkanı görebilirsin... Arkanda araba var mı yok mu anlar, ona göre sollayabilirsin...” diyor;

***


-“Fakat sağ dikiz aynasının görüş alanı dışında kalan küçücük bir nokta bulunur...

O noktayı mümkün değil göremezsin...

Kör noktadır o...

***

Arkandaki araba sollamış seni geçmek ister... İyice sola kaydığından, sağ dikiz aynası göstermez onu...

Sen dikiz aynasına güvenip aracı sollarsan ölüme yol açabilecek kaza kaçınılmaz olur...

Buna kör noktası denir...”

***


Arabadaki kör nokta sol dikiz aynası yardımıyla görünür kılınıyor...

Arabaların dışına sol dikiz aynası konarak sorun çözülüyor...

***

Oysa ben kadınların kör noktasının nasıl çözüleceğini bilmiyorum...

***

Çünkü kadınlar; erkeklere oranla misli misli komplikeleşmiş olmalarına karşın, “kendilerine göre aşırı basit ve düz olan erkeği algılamada inanılmaz bir kör nokta semptomuyla” karşı karşıya bulunuyorlar...

***

İlişki gurusu kıvamında genç ve güzel kadın bana uzun süreli bir aşk yaşamak üzere ilgi uyduğu bir adamın kodlarını veriyor...

***

-“Ahh nasıl iyi bir insandı bilemezsin...” diyor...

-“Bir hafta beraber gezdik tozduk... Her şeyi paylaşmaya konuşmaya çalıştık... Nasıl romantik bir ilişkiydi... Hiç beraber olmadık... Hiç zorlamadı beni... Buna karşın sevecen, koruyucu ve duyarlıydı...”

***

-“Sonra” diyor;

-“Çalıştığı şehre gitmeye yakın, ‘Ben senin istediğin gibi bir ilişkiyi şu anda yürütemem’ demeye başladı...

***

Başımdan kaynar sular döküldü sandım...

Herhalde birileri benimle ilgili bir şeyler söylediler, onu doldurdular, yoksa mümkün değil mükemmel biriydi...”

***

O ve arkadaşı konuştukça “ne şanssız kız” diyorum içimden;

-“Kırk yılda bir karşısına çıkan uygun bir kişiyi etraf hemen zehirliyor...”

***

Baştan oralı olmuyorum “kim bu adam” diye...

Yavaş yavaş sordukça, o da gıdım gıdım ipuçlarını verdikçe “muhteşem sevgilinin” kim olduğu ortaya çıkıyor...

***

Anlattığı erkek tipi; bir kadının hayat boyu evde kalsa, uzun süreli bir ilişkiyi denememesi gereken bir adam tipi...

***

Bir kadının kör noktası merhamet duygusuyla tetiklenmiş “farklılığını gösterme” duygusu oluyor...

***

Kadın hiç kimsenin “adam edemediği” erkeği, kendisinin adam edeceğini düşünüyor...

***

Egosu güçlü olduğundan; diğer kadınların bunu becerememiş olduğuna inanıyor...

Erkeğin serseri ruhu, iflah olmaz kıvamı kadını erkekten uzaklaştırmıyor, tersine yaklaştırıyor...

***

Kadın merhametle karışık bir tür sevgi duyuyor “adam olmak istemeyen, adam olmayı bilmeyen arıza erkeğe karşı...”

***

Onu evirip çevirip, şevkatli kollarında, anlayışlı sularda, sakin limanlarda kendine getirmeyi umuyor...

***

“Diğer kadınların hiçbirinin yapamadığı şeyi kendisinin yapacağına inanıyor...”

***

Adamın iflah olmaz bir serseri olmasını ayarının doğru verilmemesine bağlıyor...

Kendisi doğru ayarı verdiğinde her şeyin hallolacağına, o serseriden bir beyaz atlı prens çıkacağına inanıyor...

***

Şizofrenik fantazya kadının annelik uygusundan tetikleniyor...

Serseri ve arıza erkekler; kadın tarafından “adam edilecek erkekler kategorisine sokuluyor...”

***

Kadın bunu misyon ediniyor...

Merhameti, genetik mirası olan annelik güdüsü, özgüvenin yarattığı başka kadınların yapamadığını yapabilme dürtüsü kadını bu şizofrenik misyona itiyor...

***

Kadının kör noktası komplike beyninin kendi içinde yarattığı “bu muhteşem misyonun” öznesi bir serseriyi bulmak olarak şekilleniyor...

***

Sevimli serseriler çoğu zaman kadının şizofrenik misyon edinme tutkusunun farkında oluyorlar...

Kadın onu adam etmeye çalışırken, onlar oralı olmuyorlar...

***

Komplike kadın beyninin düz ve basit erkek beyni karşısında kontak yaptığı alan bu kör nokta halini alıyor...

***

Kadın çabaladıkça, sorunu çözeceğini sanıyor, oysa fasit dairede dolanıyor...

Değiştirilmeye çalışılan erkek değişmiyor...

***

Kadın beynindeki zeka, duyarlılık ve detaylarla beslendiğinde şizofreni çok yıkıcı oluyor...

***

Serserileri “sevimli” yapan şey; kendilerinde varolduğu söylenen şeytan tüyü değil; kadın beynindeki merhametle soslanmış, annelik ve farklılık dürtüsü...

FAHİŞELEŞEN AŞK MEKANLARI... (2)

Her aşkın herkesten gizli, yalnızca iki sevgilinin bildiği, kem gözlerden ırak serpildiği bir mekanı bulunuyor...

***

Sevgililer adını koymasalar da o mekanın kendilerinin olduğunu biliyorlar... Ayakları birkaç buluşmada bir oraya doğru seyirtiyor...

***

Orası onlar için; aşk adını verdikleri tiyatro oyunun sahnesi halini alıyor...Bir kafeterya gibi bir yer olabiliyor orası...

***

Boğaz’a nazır semaver eşliğinde çay servisi yapan bir Emirgan veya Hisar çay bahçesi de olması mümkün...

***

Pazar sabahları tıklım tıklım olan kahvaltı mekanları da iki sevgilinin gizli “aşk mekanı” halini alabiliyor...

Veya her daim ziyaret edilen küçük romantik bir restoran... Aşıkların dışarıdan gelen her tehlikeye karşı ortak sığındıkları mekan oluyor orası...

***

Bazen “aşk o mekanda” başlamış oluyor... Bazen orada başlamıyor, ama devamlılığın sağlandığı mekan oluyor orası...

***

Sevgililerin buluştuğu yerlerin civarında salaş bir lokanta... Kızın oturduğu evin tenhalarında bir kafe...

Üniversite civarında bir pastahane...

Issızda kalmış bir evin bir odası...

***

“Duvarları olsa da konuşsa” deniyor aşkın hassas mekanlarına...

Aslında her zaman romantik anlara sahne olmaz o mekan... Çokça kavga, tartışma, sataşma da görür o duvarlar...

***

Ne ki, “intim” olur orada yaşananlar...

Sevgililere özeldir, gizlidir, kimse bilemez oralarda neler yaşandığını...

***

Bir tür sığınaktır oralar sevgililer için güvende hissedebildikleri...

***

Aşk bittiğinde üç şey birden biter...

İki sevgili... Aşkın sahne aldığı yatak... Ve sığınak halini alan ortak mekan...

***

Uzun yıllar önce, çok uzaklarda bir yerde bir Çin lokantası var anılarımda...

Haftanın bir bazen iki günü meçhul bir kadınla oraya gidiyorum...

***

Bir gün veda ediyoruz kadınla birbirimize... O gün ben de veda ediyorum o Çin restoranına gitmeye...

“Sanki gidersem bir fena olurum; sadakati bozarım, ihaneti çağırırım” diye düşünüyorum...

***

Anılara sadık kalıyorum...

Yaşanan sevgiyi, sevgili ve mekanla bir bütün sayıyorum...

Sonraları hep düşünüyorum -“Acaba ne dediler arkamızdan?..” diye...

***

Bir gün aniden kayboluveriyor restorandan o müşteri çift...

Sevgiliye ihanetin ötesinde bir de aşk mekanlarına ihanet ediliyor...

***

Hayat bazı mekanların gizli kalmış sığınaklığını, yaşanan sevgiyle birlikte gömüyor... Mekanlara fahişe muamelesi yapmıyor...

Aşk mekanları fahişeleşmiyor...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.