Şampiy10
Magazin
Gündem

Anneciğin sesi; anneciğin görüntüsü...

Cuma günü anneciğin kırkı geliyor...

Birkaç gün önce, sevdiğim bir arkadaşım;

-“Sizi bu hayatta en çok seven kadının, sizden bahsederkenki ses tonunu ve görüntüsünü görmek isterseniz eğer...” diyerek; bana bir link atıyor...

***

Link evimin önünde duran arabamın camının kırılarak içinden bilgisayarın götürüldüğü hırsızlık olayıyla ilgili...

“Park halindeki lüks otomobilinin camı kırılan Reha Muhtar’ın laptopu çalındı...” başlıklı haber linkinde vefatından sonra; ilk kez anneciği görüyorum...

***

Fark ediyorum ki, arka arkaya hırsızlıklardan sonra, evin önündeki arabanın camının kırılıp, laptopun çalınması, gazeteciler tarafından haber yapılıyor...

Evde olmadığım bir sırada; kameralar gelip arabanın kırılan camını ve içini çekiyor...

Gazeteciler evin önünde alışverişten gelen anneciği yakalayıp ona sorular soruyorlar...

***

Annecik o heyecanıyla 6 Mayıs 2006 tarihinde; hırsızlığın ilk hırsızlık olmadığını, bir yıl önce, evin bilgisayarın bulunduğu bölümüne girilip, bilgisayarın alındığını çantaya konup, oğlunun kimliklerinin ve cep telefonlarının uyurken yanından alınarak evden gidildiğini anlatıyor...

***

Adımdan söz ederken heyecanlanıyor annecik...

Zaman zaman kelimeler boğazına düğümleniyor; tıkanıyor annecik...

Hiçbir şey bilmeyen naif haliyle; “Hep Reha’ya yapılıyor bu hırsızlık...” mealinde bir şeyler söylüyor...

-“Kimse bir şey yapmıyor...” diye yakınıyor...

***

On yıl önce; Mayıs 2006’da yapılan röportajı ve anneciğin halini izlerken tuhaf oluyorum...

Gazeteciye yapılan kirli operasyonların, hiçbir şeyden haberi olmayan ana yüreğinde yarattığı acıyı görüyorum...

***

Anneciğin canhıraş şekilde televizyon kameralarına; yapılan hırsızlıkları anlattığını, o günlerde bilmiyorum...

Bana söylemiyor...

Oğlucuğunu kendi yöntemleriyle korumaya çalışıyor annecik...


AHTAPOTUN KOLLARI... (2)

Dün gazetecilik onur ödülü alacağımı yazdığım yazıda; soğuk savaş döneminden kalma kontrgerilla-gladyo üyesi; gazeteci-televizyoncu görünümlü kişilerin yönettiği gizli bir çetenin varlığından bahsediyorum...

***

Birkaç kişi bana;

-“Bu söylediğiniz kontrgerilla-gladyo çetesi; yandaşlardan mı, candaşlardan mı, paralel dediklerinden mi, ulusalcılardan mı oluşuyor?..” diye soruyor...

***

-“Hepsinden ve hiçbirinden...” diyorum...

Ne dediğimi anlamıyorlar ilk başta...

-”Bu çete, soğuk savaş dönemi yöntemlerini kullanan etki ajanlarından oluşuyor ve her grubun içinde ayrı ayrı faaliyet gösteriyor...

Bir çıkar çetesi bu...

Yandaşların içine giriyorlar...

Cemaatin ya da paralelin içine giriyorlar...

Ulusalcıların en şahini oluveriyorlar...

Gerçekte hepsi, aynı menfaat çetesinin birer üyesi...

Bundan dolayı deşifre edilmeleri çok zor oluyor benim için...

Tek bir sözcük; tek bir somut anahtar var onları anlatan... O anahtar sözcüğü kullandın mı; herşey iskambil falı gibi ortaya dökülüyor...

O sözcük; Türkiye’de herkes tarafından “başka bir işin prestijli ismi gibi gözüküyor...”

Oysa tek o sözcük ahtapotun; yandaşlar, candaşlar, cemaatçiler paraleller, ulusalcılar içindeki bütün kollarını açıklıyor...

***

Çete bir ahtapot gibi...

Ahtapotun kolları var...

Ahtapotun kolları arasında yandaş üyeler var...

Cemaatçi paralel dedikleri üyeler var...

Ulusalcı dedikleri şahin görünümlü elemanlar var...”

NEREDEN TANIYORUM ONLARI?.. (3)

Uzun zaman; bir yandaştan, bir cemaatçi veya paralelciden, ya da bir ulusalcıdan geliyor saldırılar... Olayı yıllarca çözmeye çalışıyorum... Ancak çözmek çok zor oluyor...

***

Olayları derin bağlantıları, perde arkası kontrgerilla yöntemleri, gladyo teknikleriyle çözmesini bilmediğim için, “ideolojik bağlantılara saplanıp kalıyorum...”

***

Yandaş görüneni hükümet yanlısı, cemaatçi görüneni paralel, ulusalcı görüneni cumhuriyetçi sanıyorum...

Oysa çetenin etki ajanları için bu sıfatlar sadece birer maskeden ibaret...

Kendilerini gizlemek için kullanıyorlar... Aslında aynı yerde aynı bağlantının üyesi onlar...

Birkaç yerde kendilerini ele veriyorlar... Ancak yine de anlamlandırmak ve bağlantılarını kurmak, uzun zamanımı alıyor...

***

İktidara en azılı muhalif “ulusalcı kılıflı etki ajanıyla”, Tayyip Erdoğan’ın “şair” gibi sevdiği yandaş kamuflajlı etki ajanı; ya da “cemaat savcılarının ağzının içine bakıp, o dosyalar üzerinden yıllarca Aziz Yıldırım’ı, Serdal Adalı’yı, Tayfur Havutçu’yu içerde tutmak için uğraşan etki ajanları” aynı kirli düzeneğin birbirinin kopyesi olan parçaları...”

***

Bunlar birbirinin zıttı görünüyorlar...

Anneciğin; boğazında düğümlenen hıçkırıklarla, ağzına dayanan televizyon mikrofonuna anlatmaya çalıştığı, ancak ne olduğunu anlayamadığı hırsızlık operasyonun arkasındaki güç; “farklı görünen etki ajanlarının aynı düzenek içinde, bir oradan bir buradan operasyon yaparak; insanlığın içindeki kötünün ve çürümüşlüğün nerelere kadar uzanabildiğini anlatıyorlar...”

ANNECİĞE MESAJ... (4)

Cuma günü kırkın oluyor anneciğin... Anlatırken boğazının düğümlendiği olaylarla ilgili ona yeni haberlerim var...

***

Vefatından önce son yılında olayları, kimlerin yaptığını, kimlerin rol aldığını bütün yönleri ve detaylarıyla çözüyorum... Sağlığıyla ilgili zor günler yaşıyor o günlerde annecik; ve çoğunu söylemiyorum ona...

***

Ancak cennette bulunduğu yerde hiç merak etmemesini diliyorum...

Oğlunun evine, arabasına, telefonlarına, kasasına, cüzdanına, evraklarına, aile mahremiyetine yapılan hırsızlıkları anlatırken düğümlenen boğazını ve hıçkırığından çıkmayan sözcükleri ve yüzündeki nahifliği unutmuyorum...

***

O günlerin intikamını zinhar almayacağım... İntikama inanmıyorum...

Ancak o cennetteyken; hıçkırığını boğazında bıraktırmamaya söz veriyorum...

Sen rahat uyu annecik...

Yazının devamı...

Gazetecilik onur ödülü...

Ünlü ve saygın derginin her yıl düzenlendiği ödül töreni yaklaşırken; derginin sahibi meslektaş beni telefonla arıyor...

Mayıs ayının son günlerine bir tarih veriyor; O tarihte İstanbul’da olup olmayacağımı, ödül törenine katılıp katılamayacağımı soruyor...

***

-“Bu yılki gazetecilik mesleği onur ödülünü; jürimiz size vermeyi uygun görüyor...” diyor...

-“Mayıs sonundaki ödül törenine katılırsanız mutlu edeceksiniz bizleri...”

***

Aktif gazetecilik yaptığım yıllarda; “kimsenin yapamadığı röportajları yaparak; kimselerin bulamadığı haberleri bularak, kimselerin cesaret edemediği rüşvet olaylarını canlı yayınlarda ortaya çıkartarak” gazetecilik ödüllerini aldığımı hatırlıyorum...

***

Gazeteciliğin Türkiye’de sadece etki ajanlarının “kirli algı operasyonlarının bir parçası haline gelmesinden sonra” ise; gazetecilik yapılacak mecra kalmıyor Türkiye’de...

***

Gazetecilik mesleğini; siyasi iktidarları manipüle ederek; tahrik ederek; gazetecileri hedef göstererek;

“teker teker ortadan kaldırtmayı amaçlayan güç” görünmeyen gizli bir güç...

***

Piyasada ünlü bir gazeteci ya da ünlü bir gazeteci eşi gibi görünen, asıl mesleği NATO ülkelerinde eski Soğuk Savaş döneminden kalma Gladyo-kontrgerilla örgütlenmelerinin gizli üyesi olan örgüt mensupları; kendilerine bağlı, “köşe yazarı, televizyon yorumcusu görünümlü” etki ajanlarıyla; “gazetecileri hedefe koyuyorlar...”

***

“Sahte bilgileri, yanlış bir algı yaratacak şekilde gerçekmiş gibi servis ettiriyorlar...”

***

Linç operasyonu başladıktan bir süre sonra, aynı kontrgerilla-gladyo örgütünün gizli mensupları, siyasi gücü elinde bulunduranlara sızıyorlar;

Hedefe koydukları gazeteciyi “hapse attırmaya, linç ettirmeye, ölümüne gidecek kanlı bir süreci başlatmayı amaçlıyorlar...”

YAŞAYAN TANIKLAR YAŞAYAN KANITLAR... (2)

Daha önce tanıkları ve kayıtları ile anlattığım bu çetelerden biri; 2002 yılında Mesut Yılmaz’ın liderliğinde yeni bir koalisyon hükümetinin kurulabilmesi için; benim SHOW Haber’den elimi çektiriyor...

***

Operasyonu yapan kişi; beş kişinin bulunduğu odada bana açıktan;

- “Bankalarımızı kurtaracak siyasi parti seni televizyon haberlerinin başında istemiyor...” diyor...

***

Çetenin mensupları; dönemin MİT müsteşarına;

-“Gazetecinin yaptığı haberler Türkiye’ye komünizmi getirebilir...” dedirterek; gazeteciyi hedef gösteriyor ve mesleki bitirme planını adım adım yürürlüğe koyuyor...

***

İftira sürecini o kadar hayasızca ve kalleşçe yapıyor ki çete; foyası her ortaya çıktığında yeni ve daha komik bir yalana sarılıyor...

ÇETENİN KARŞISINA ÇIKAN GARİP TESADÜF... (3)

Kontrgerilla-gladyo çetesi; bununla yetinmiyor...

AKP iktidara geldikten sonra; “28 Şubat sürecinde gizli bir operasyonla görevinden gönderttikleri gazeteciyi; bu kez 28 Şubat’ın faili gibi göstererek; bu kez de hapse tıkılması için çaba harcıyor...”

***

İnsanlara tek tek ve toplu olarak algı operasyonu yapan çete; o günlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ve siyasi partilere ulaşıyor; Abdullah Gül’ün yedi gazeteciyle görüşmemesini, bu gazetecilerle görüşmenin tehlikeli olduğunu söylüyor...

***

O günlerde rahmetli Hasan Karakaya’nın yardımıyla ortaya çıkartılan gerçek korkutucu boyutlarda...

Aynı çete; bir siyasi partinin genel başkanına ve yardımcısına ulaşarak; gazetecinin yargılanması için suç duyurusunda bulundurtuyorlar...

***

Soğuk savaş döneminden kalma kontrgerilla-gladyo çetesi; ahtapot şeklinde uzanan kolları üzerinden;

***

Gazetelerde manşet haberler...

Etki ajanı şeklinde kendileriyle organize çalışan köşe yazarı görünümlü kişilere yazı yazdırtmalar...

***

Aynı anda siyasi partilere ulaşarak ‘gazeteciyi hapse göndertmek için’ suç duyurusunda bulundurtmalar yoluyla...

Kendilerinden olmayan gazetecileri sindirtiyorlar...

Yanlarında çalışan bir gazeteci-televizyoncu; çeteye karşı çıktığı için, senelerce işsiz bırakılıyor...

“Özür dilemesi” isteniyor...

Özür dilemezse iş bulamayacağı söyleniyor...

***

Kendi sistemlerinin içine girmeyen gazetecileri, susturabilmek için; evlerini defalarca soyuyorlar; bilgisayarları alıyorlar; Evindeki kasasını sökerek götürüp bütün kişisel ve ailevi belgelerini çalıyorlar...

***

Arabasında bulunan bilgisayar, aracın camı kırılarak alınıp götürülüyor ve gazetecinin bütün belgelerine ve mesleki çalışmalarına el konuyor...

***

Bunları yapmaktaki amaç; “Türkiye’yi Soğuk Savaş’tan kalma gladyo-kontrgerilla artığı gizli elleriyle; gizli düzeneklerinde yönetebilmek...”

***

Siyasi erki perde arkasından yönetmek istiyorlar... Yargıyı etkilemeye çabalıyorlar...

Sistemi kontrol etme dürtüsüyle yanıp tutuşuyorlar...

***

Ne ki;

Bu kirli işleri tezgahlayanların eli ayağı bir süre sonra birbirine dolanıyor...

Garip bir tesadüf sonucu; bir televizyon simasıyla eşinin; “paraların kaynağının ve nerden geldiğinin sorulmadığı bir kara para aklama ülkesinde”; başka bir ülkeyi ikametgah göstererek, yine bambaşka bir ülkede açtıkları şirket yoluyla hesap açtıkları ortaya çıkıyor...

***

“Günahsız gazetecilere yönelik karanlık operasyonların, kirli tezgahların sonunda; başka ülkelerde kurulan şirketler, dünyanın başka şehirlerinde gösterilen ikametgah ve adresler kaynağı belirsiz para akışları...”

***

Derginin sahibi;

-“Gazetecilik onur ödülünü size vermek istiyoruz bu yıl...” diyor...

36 yıl onurunu koruyarak çıkmaya çalışan bir gazeteciye; daha anlamlı hangi ödül verilebilir ki?..

Yazının devamı...

Dali’nin annesi ile karısı arasındaki fasit tahteravallisi...

Çağın en büyük ve en deli ressamlarından birisini, kendisine deli gibi aşık eden, onun sevgilisi, karısı, menajeri, perisi haline gelen Gala’nın; Dali ile hayat öyküsü egzantrik ve dramatik bir öyküdür..

***

Bir Rus avukatın kızıydı Gala...

Evliydi...

Çocuğu vardı...

Kocası sürrealist ünlü bir şair olan Paul Eduard’dı...

***

1926 yılında Cadaquez’de, Akdeniz’in Katalan kıyısındaki Miramar Oteli’nin terasından karşı terasta olan Salvador Dali’yi gördü...

***

O güne kadar kadınları erotik fantezileri için gerekli gören, onun dışında kadınlarla fazla ilgilenmeyen Dali, Gala’dan inanılmaz şekilde etkilendi...

Ertesi sabah saat 11.00’de otelin plajında buluşmak üzere sözleştiler...

***

Ünlü ressam kısa bir süre önce; “hayatında en önemli kişi dediği annesini” kaybetmişti...

Kendisini boşlukta hissediyordu...

***

Gala’yla buluşmaya gitmeden önce, soyundu, göğüs uçlarını, kıllarını, göbek deliğini ve esmerleşen tenini gösterecek biçimde elbiselerini egzantrik bir şekilde kesti...

***

Boynuna inci bir kolye, kulağına kırmızı bir sardunya taktı...

Tıraş olurken kendini yaraladığından, akan kanı üzerine sürdü...

***

Fakat otelin karşı penceresinden, Gala’nın bronzlaşmış sırtını görünce, bu egzantrik ritüele son vererek, ona koştu...

22 yaşındaydı Dali...

DALİ’NİNİN BEDENİNDE ABİSİNİ YAŞATMAYA ÇALIŞAN ANNE BABA (2)

Dali’nin doğumundan üç yıl önce doğmuştu abisi... Dali tıpkı ağabeyine benziyordu...

***

Ancak Dali doğmadan hemen önce 3 yaşındaki abisi bağırsak enfeksiyonundan öldü...

***

Aile ağabeyin ölümünü bir türlü kabullenmedi... Onun Salvador olan adını Dali’ye verdiler... Dali’nin bütün hayatını etkileyecek dram o gün başladı...

***

Aile, Dali’nin bedeninde abisini yaşatmaya uğraşıyordu... Abisinin Salvador olan adını almış, aşırı benzerliği nedeniyle de aile içinde “vefat eden abisi Salvador gibi” muamele görmeye başlamıştı...

***

Küçük Dali'nin hayatı boyunca “extrem ve deli” işler yapmasının altında, “Ben abim değilim, başka bir Dali’yim... Ben kendimim” deme isteği yatacaktı...

***

Çocukluk trajedisi, hayat boyu sürecek bir dramın başlangıcıydı...

“İki su damlası gibi birbirimize benziyorduk... Fakat yansımalarımız farklıydı... O herhalde fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu...” diyordu abisi için...

GALA’DAN ÖNCE ANNESİ... (3)

Babası otoriterdi, ama bir dediğini iki etmeyen annesine tapardı Dali...

***

Önce aşçı olmak istemişti...

Sonra Napolyon’a özenip komutan...

***

Taptığı annesi onu resim okuluna gönderdi 1914 yılında... Abisiyle ilgili ilk trajedisinden sonra, kendisinin “hayatımın dramı” dediği olay 1921 yılında, Dali 17 yaşındayken meydana geldi...

***

“Annesi meme kanseri oldu ve öldü...”

“Hayatımda aldığım en büyük darbeydi” diyordu...

-”Anmeme tapardım... Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilirdi... Hep güvendiğim bir varlığı kaybettim... Kabullenemedim...”

***

22 yaşında Gala’yı gördüğü ana kadar kabullenemedi annesinin öldüğünü ve kendisini bırakıp gittiğini Dali...

Gala’yı gördüğünde; annesinin yerine geçecek kadını tespit etmişti kendi bilinçaltı...

***

Gala kocasını ve çocuğunu bıraktığı gibi Dali’ye koştu...

***

Dali için bir aşık, bir arkadaş, bir esin perisiydi genç kadın...

Tıpkı “her türlü kusurunu kapattığını söylediği, ona ilham verdiğini taptığı belirttiği annesi” gibi...

***

Aynı zamanda resimleri için modellik yapıyordu Gala... Le Grand Mastrubador tablosunda ilk defa profilden resmetti Gala’yı...

***

Gala için esas tablosu 1947 yılında yaptığı tablodur... Gala’nın burada sol göğsünü açıkta bırakmıştı...

Kadının parmağında yüzük vardı ve evliydi...

***

Dali’nin, taptığı annesi, meme kanserinden ölmüştü... Hayatının kadını gördüğü Gala’yla evlenmişti... Şimdi Gala’nın sol göğsünü açıkta bıraktığı bir tabloyu yapıyordu... Freud olmaya gerek yoktu...

***

İlginç bir rastlantı; Dali de Freud’u çok severdi... Ona uğramışlığı, sohbet etmişliği ve onun resimlerini yapmışlığı vardı...

BİR KADINDA; İKİ KADINI... İKİ KADINDA BİR KADINI YAŞIYORDU DALİ (4)

Gala tam 50 yıl Dali’nin her şeyi oldu... “Varlığının yöneticisiydi...” Dali onsuz hareket edemiyordu...

***

Bunu Gala yaşarken değil, öldükten sonra anladı... Önce İspanya İç Savaşı’ndan, sonra Dünya Savaşı’ndan kaçmak için bütün dünyayı gezdiler...

***

1929’da Dali 25 yaşındayken beraber yaşamaya başlamışlardı...

1934’te evlendiler... 1940’ta İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak kalmak için gittikleri Amerika’da 9 yıl kaldılar...

***

1949’da Dali’yle Gala birlikte Avrupa’ya döndü ve Dali’nin memleketi

Katalonya’ya yerleştiler...

1982’de ilham perisi, sevgilisi, karısı, varlığının yöneticisi Gala öldü...

***

Ölümü Dali’nin bütün yaşama isteğini öldürdü...

Gala’nın öldüğü ve gömüldüğü Pubol Kalesi’ne yerleşti...

***

İnsanlardan uzakta, bir hayat sürmeye başladı...

1982’de İspanya Kralı Juan Carlos’un Dali’yi “Pubol Marki”si ilan etmesi de onu yalnızlıktan kurtarmadı...

Sadece bu jestine karşılık Kral’a Avrupa’nın Başı isimli çizimini hediye etti...

***

1983 yılında yalnız yaşadığı Pubol Kalesi’nde “Serçe’nin Kuyruğu” isimli tabloyu yaptı... Orada yaptığı bütün tablolarda olduğu gibi sonuncusunu da Gala’ya ithaf etti... Ünlü ressamın son tablosuydu bu...

***

84 Ağustos’unda Kale’deki yatak odasında bilinmeyen bir nedenle yangın çıktı...

Bacağından yaralandı...

***

Bunun üzerine Figueres’teki Salvador Dali Tiyatro ve Müzesi’nde yaşamaya başladı...

23 gün herhangi bir şey yemeyi reddetti...

23 Ocak 1989’da kalp yetmezliğinden öldü...

***

Gala’ya biran önce ulaşmak istiyordu...

Taptığı annesinin göğüs kanserinden erken ölmesinden sonra Dali’nin yalnızlığını Gala gidermiş ve ona bütün bir hayatı beraberce yaşayarak ortak olmuştu...

***

Gala önce bir sevgili, sonra bir eş, en sonunda da hayatta olmayan annesinin yerini alan bir yoldaş halini almıştı Dali için...

***

Annesi Gala’yı hiç görmedi...

Keza Gala da Dali’nin annesini...

İki kadını farklı zamanlarda yaşayan kişi Dali’ydi... İki kadında aslında bir kadını...

Bir kadında aslında iki kadını yaşıyordu Dali...

Yazının devamı...

“Kadınlar sevdikten sonra arzu etmeye başlarlar...”

“Erkeklerin tersine kadınlar; sevdikten sonra arzu etmeye başlarlar...

***

Kadın erkeğin; ilgisinden çok ilgisizliğine karşı duyarlıdır...

***

Hiçbir kadın bir adamla parası için evlenmez...

Kadınlar bir milyonerle evlenmeden önce, ona aşık olacak kadar akıllıdır...

***

Kadınları güzel yapan Tanrı; sevimli yapan şeytandır...

***

Bir kadın, alçakgönüllü olduğu zaman olağanüstü güzel ve büyüleyicidir...

***

Seven kadın; sevdiği erkeğin kusurlarını hatta cinayetlerini bile tanrılaştırır...

***

Kadınların fazla kuvvetli sözcük kullanmadan; bütün duygularını anlatmakta eşsiz bir kabiliyetleri vardır...

***

Ateş karşısında bozulmayan altın;

Altın karşısında bozulmayan kadın...

Kadın karşısında bozulmayan erkek kalitelidir...

***

Kadın her şeyi affeder, ama unutmaz...

***

Kadın erkeği kılıçsız zapt eder ve ipsiz bağlar...

Kadın ruhu konusunda otuz yılı aşkın çalışmalarıma karşın, yanıtlamayı başaramadığım bir soru var;

Kadın ne ister?..

***

Erkekler kendine güvenen gururlu kadınlardan hoşlanır,

Zor elde edilen kadınları arzu ettikleri gibi...

***

Kadının tahmin ettiği şey; erkeğin emin olduğu şeyden daha doğrudur...

***

Güçlü adamlar, çoğunlukla karılarının desteğiyle başarılı olurlar...

Güçlü kadınlar, kocalarına rağmen başarırlar...

***

Sadece iki kadın tipi vardır...

Tanrıçalar ve paspaslar...

***

Havayı geldiği gibi;

Rüzgarı estiği gibi;

Kadını olduğu gibi kabul edin...

BİRÇOK AKILLI ADAMI; APTAL KADINLARLA... (2)

Birçok akıllı adamı, aptal kadınlarla görebilirsiniz...

Ama akıllı bir kadını aptal bir adamla asla göremezsiniz...

***

Kadını ne kadar incelersen incele; daima yepyeni kalır...

***

Kadınlarla ilgili yapılabilecek üç şey var...

Onu sevebilir;

Onun için acı çekebilir...

Ya da onu edebiyata çevirebilirsin...

***

Sözde; kadınların siyasal gücü yoktur...

Oysa akıllı kadınlar; kendileri kadar akıllı olmayan kocalarını hiçbir güçlük çekmeden parlamentoya sokar; hatta bakan koltuklarına oturttururlar...

***

Kadın hayattaki bütün işlere cinsiyetiyle katılır...

Hatta ara sıra, aşka bile...

***

Bir kadın söyleyeceği çok şey olduğu halde susuyorsa, erkek artık tüm şansını kaybetmiştir...

“KADINLAR GURURLARINI KURTARAN YALANLARDAN HOŞLANIRLAR...” (3)

Kadınlar gururlarını kurtaran yalanlardan hoşlanırlar...

***

Güzel, iyi ve zeki bir kadın arayan; gerçekte bir değil üç kadın arıyordur...

***

Bir kadının yüreğindeki kötülük, yüzünden okunur...

***

Kadınlar güçsüz olana kendini bir idol; güçlü olana kendini bir eşya gibi sunar...

***

Kadınlar zayıf; anneler kuvvetlidir...

***

Kadınların iki büyük silahı vardır... Makyaj ve gözyaşı...

Erkeklerin şansına; ikisini aynı anda kullanamazlar...

***

Kadın insanın gölgesi gibidir...

Kovalarsanız kaçar...

Kaçarsanız kovalar...

***

Kadınlar sevilmek için yaratılmıştır... Anlamak için değil...

“SEVMEDİKLERİ ADAMA HİÇ ACIMAZLAR...” (4)

Kadınlar; sevmedikleri adama hiç acımazlar...

***

Bir erkeği terbiye ediniz, bir insanı terbiye etmiş olursunuz...

Bir kadını terbiye ediniz...

Bir aileyi terbiye etmiş olursunuz...

***

Kadınlar olmasaydı; dünyada paranın hiçbir değeri kalmazdı...

***

Kadınların gücü; bir şeyi söylemelerinden değil; onu çok söylemelerinden kaynaklanır...

***

İyi bir kadın erkeği etkiler...

Zeki bir kadın onda ilgi uyandırır...

Güzel bir kadın büyüler...

Anlayışlı bir kadın ise ona sahip olur...

***

Tanrı kadınları, erkekleri evcilleştirmek için yarattı...

“HIÇKIRARAK AĞLAYAN BİR KADININ GÖZYAŞLARI...” (5)

Kadınlar sessiz adamlardan hoşlanır...

Dinlendiklerini düşünürler...

***

Bir kadın olmadan yaşanmayacağı doğru değildir...

Bir kadın olmadan yaşanmış olunmaz sadece...

***

Adamı deli eden her kadına karşılık; deliyi adam eden bir kadın vardır...

***

Dürüst bir kadının güzelliği ateşe benzer...

Yaklaşmayana hiçbir zararı dokunmaz...

***

Hıçkırarak ağlayan bir kadının gözyaşları, ağlatan adamın başına geleceklerin altına atılan imzadır...

***

Güzel bir kadın göze, iyi bir kadın kalbe hoş görünür...

Birincisi pırlanta ise; ikincisi hazinedir...

***

Çocuk doğurmak, tek başına bir kadını anne yapmaz...

***

Bir kadın, sevdiadamın başka bir kadın tarafından mutlu edildiğini görmektense, onu can çekişirken görmeyi tercih eder...

***

Kadın; sevinçte kederde, dışarda içerde; her durumda ihtiyaç duyar aynaya...

***

Erkekte gelecek; kadında geçmiş ararım...”

Yazının devamı...

“Bir zamanlar senin çirkinliklerin bile güzeldi...”

Bir zamanlar senin çirkinliklerin de güzeldi... Şimdi güzelliklerin bile çirkin...

Özdemir Asaf

***

İyileşmek mi?..

Ama ben hasta değilim ki...

Kırılmış ve dökülmüşüm...

Aynı şey değil ki...

Frida Kahlo

***

İnandığı şeyi yapan insanın enerjisi asla tükenmez...

Goethe

***

Hiç kimseyi kızdırmamak, hiç kimseye zarar vermemek arzusu; tedirgin, huzursuz ve kaygılı bir karakterin işareti...

Nietzsche

***

Onurlu bir adam, susuzluğunu giderdiği kuyuya taş atmaz...

Amin Maalouf

***

Açıklamalarla vaktini harcama...

İnsanlar sadece duymak istediklerini duyarlar...

Paulo Coelho

***

Dayanılmaz olan yaşam değil; insanlarmış... Franz Kafka

***

Sadece insana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak...

Balığın yüzerken boğulduğunu duydunuz mu hiç?..

Ya da bir serçenin kendisini pencereden aşağıya attığını?..

Dostoyevski

***

Hayatta önemli şeylerle ilgilenin...

Aşk, güzellik, hakikat, adalet gibi...

Ölü Ozanlar Derneği

*****

AH ULAN AYRILIK... BİR TEK SENİNLE AYRILAMADIK...

Ah ulan ayrılık...

Bir tek seninle ayrılamadık...

Cemal Süreya...

***

Çok olur öyle...

Alışsan iyi edersin...

Biri sana ‘gitme’ der...

Sonra kendi defolup gider...

‘Biz olalım’ der...

Sonra ben olur gider...

Bir Tutam Aşk

*****

“İŞİNİZ ALLAHA KALMIŞSA OLDU BİL...”

İşiniz Allah’a kalmışsa; oldu bil...

Şems-i Tebrizi

***

Suçum var mı?..

Tabii ki var...

Zor yola, kolay kişilerle çıkmak en büyük hatam...

Bukowski

***

Güler yüzlü insanların olduğu her yere, huzur kendiliğinden gelir...

Yukio Mişima

***

Sadece şevkat iyileştiricidir...

Çünkü insanın içindeki tüm hastalıklar, sevgi eksikliğinden kaynaklanır...

***

Ne çok gülerim;

İçinde binlerce kötülük bulunan, ama kendini ‘iyi’ zanneden zavallılara...

Nietzsche

***

En güvendiğin insanların bir yanılgıdan ibaret olduğunu anladığında, köşene çekilirsin...

Bukowski

*****

“YENİ BİR BAŞLANGIÇ DEĞİL, MUTLU BİR SON İSTİYORUM ARTIK...”

Yeni bir başlangıç değil; mutlu bir son istiyorum artık...

Chuck Palahniuk

***

Bazen fırtınalar iyi gelir insana...

Tekneyi biraz yıpratır; ama güvertede hiç pislik kalmaz...

Icarus

***

Yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın bir anlamı yok...

Ulrike Meinhof

*****

“KATİLİNİ AFFEDERSEN, SENİ BİR KEZ DAHA ÖLDÜRÜR...”

Katilini affedersen; seni bir kez daha öldürür...

Ezel

***

Öyle zamanlar olur ki; nereye gittiğin önemini yitirir...

Asıl önemli olan yanında kiminle gittiğindir...

Tolstoy

***

Güvendiğim dağlara kar falan yağmış değil...

Derin bir düş kırıklığı benimkisi...

İsmet Özel

***

Kimi iyi bir dost olduğumu söyler...

Kimi ise soğuk ve mesafelidir der...

Beni anlatırken; herkes kendi hak ettiği resmi çizer...

Goethe

***

Ve dövüşebilirim...

Doğru bulduğum; haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey ve herkes için dövüşebilirim...

Yaşım başım buna engel değil...

Nazım Hikmet

***

Bazen ulaştığın cevaplar daha fazla soruya neden oluyor...

Fringe

(Kelime Deryası portalından derlendi...)

*****

CEMAL SÜREYA’DAN...

Keşke şöyle yapsaydım beni severdi deme...

O senin için ne yaptı da sevdin sanki?..

Akıl işi değil; gönül sevdi mi gerisi bahane...

***

Üşüyor musun?..

Üzülme be...

Gel yanıma...

O kadar yaktın ki canımı; ısınırsın yanımda...

Üşümezsin bir daha...

***

Annesinden dayak yediği halde, yine ‘anne’ diye ağlayan bir aşk...

***

‘Üzülme değmez’ sözünü duymaktan sıkıldım...

Değmeyenlere zaten üzülmem...

Üzüldüğüm şey;

Değmeyenlere; yüreğimin değmiş olması...

***

Senin çelme taktığın yerden başlıyorum hayata...

Varsın yara içinde kalsın dizlerim...

Yüreğim kadar acımaz hiç değilse...

***

Annem gözyaşları için ekmek kırıntısı gibi değerledir derdi...

Üstüne basıp geçenlerin, çarpılışını görmek için bekliyorum seni...

***

Tek bir isteğim var senden...

Onun kokusunu al getir... Onun saçlarını al getir...

Mümkünse onu al getir bana rüzgar...

***

Kaldı işte çayımız bardakta...

Çocukluğumuz sokaklarda...

Mutluluğumuz kursağımızda...

Sevdiklerimiz uzaklarda...

Gülüşlerimiz fotoğraflarda...

***

Seni soruyorlar;

Öldü mü diyeyim?..

Yoksa dönecek mi?..

Biliyorum sen asla geri dönmezsin...

Ve biliyorsun; sen asla benim için ölmezsin...

***

Küçükken aldığım dışı güzel, içi çürük çıkan elmalı şekerler gibisin...

Aranızdaki tek fark o elmalı...

Sen ise el malı...

***

Unutsun beni demişsin...

Bu bana imkansız geliyor...

Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor...

***

Birer birer seve seve çıktığım aşk basamaklarını, onar onar söve söve iniyorum şimdi...

***

Kim demiş aşk uğruna ölmek zor...

Uğruna ölünecek aşk bulmak zor...”

Yazının devamı...

19 Mayıs yazıları...

O günkü kadar muhteşem bir kalabalığı; o günkü kadar coşkulu bir topluluğu hayatımda az gördüğümü hatırlıyorum...

***

Onbeş yıl önce 19 Mayıs 2001 yılında; haber merkezindeki yurt haberler servisi müdürü arkadaşlar; -”Bizi Samsun’dan çağırıyorlar...” diyorlar...

-”Ne yapacağız orada?..” diyorum;

-”Samsun 19 Mayıs Meydanı’nda düzenlenecek kutlamalara katılmanızı, konuşma yapmanızı, haber bültenini oradan sunmanızı talep ediyorlar...” diyorlar...

***

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki; 19 Mayıs’lar aklıma geliyor...

İlkokul, ortaokul ve lisedeki binlerce öğrenciye; Gençliğe Hitabe’yi okuduğum Kolej yıllarını anımsıyorum...

***

-”Sorar mısınız; düzenleme komitesine;” diyorum... -”19 Mayıs’ta Gençliğe Hitabe’yi meydanda okumamı ve okutmamı isterler mi?..” Soruyorlar... Bir süre sonra cevap geliyor... -”Çok memnun olacaklar...” diyorlar...

***

Yüzbinden fazla insanın bulunduğunu görüyorum meydanda...

***

Bu kadar insan sanki “bütün sihri çok izlenmekten ibaret bir televizyon habercisini değil de; iktidara getirmeye hazırlandığı bir siyasi parti liderini” karşılar gibi karşılıyor beni...

***

Toplumun atardamarları; o kadar büyük bir coşkuyla atıyor ki 19 Mayıs günü Samsun’da; televizyon canlı yayını izdihamdan etkilenmesin diye yetkililer özel önlemler almak zorunda kalıyorlar...

***

Haber bültenini meydandan sunduktan sonra; Gençliğe Hitabe’yi okuyorum; meydanda toplanan yüzbinin üzerinde kişi hitabeyi büyük bir coşkuyla tekrarlıyor...

***

Meydan yıkılıyor... İzdiham nedeniyle şehir dışında rezervasyon yapılan otelimize zar zor gidebiliyoruz...

KENDİ KENDİMİ SORGULAMAM!.. (2)

Bugün Türkiye’nin “halet-i ruhiyesinin” bütünüyle değiştiğini görüyorum...

***

Samsun’da bu görüntüler yaşanırken; o günlerde; ülkenin Milli İstihbarat Teşkilatı müsteşarına; “Bu adam; Türkiye’ye komünizmi getirecek haberler yapıyor...” şeklinde demeçler verdiriyorlar...

***

Türkiye’nin güvenlik kurumları; işi gücü bırakıp; bir televizyonun haber bülteninin içeriği üzerine “çeşitlemeler” yapmaya başlıyor...

***

Şaka gibi bir durum bu...

Kendi kendimi dürtüyorum...

-”Oğlum senin; bilinmedik başka bir ajandan falan mı var?.. Aynaya bakıp; doğruyu söyle...” diyorum kendime...

Bir nevi kendi kendimi psikanalitik bir sorgu odasına alıyorum...

Acı acı gülümsemekten başka hiçbir sonuç çıkmıyor psikanalitik-sorgu seansımdan...

“GAFFAR OKKAN’A UZANAN ELLER KIRILSIN...” (3)

Samsun 19 Mayıs kutlamalarından iki buçuk ay önce; suikaste uğrayan Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın anısına düzenlenen bir futbol maçı için Diyarbakır’a gidiyoruz...

***

Diyarbakır’ın tek eğlencesi olan futbolda; süper ligde kalabilmesi için; inanılmaz bir mücadele veriyoruz o yıl; haberlerimizde...

Diyarbakır’a; ünlü sanatçıları ve on kişilik haber ekibini götürerek, büyük bir çıkartma yapıyoruz...

***

“Gaffar Okkan’a uzanan eller kırılsın” diye saatlerce tezahürat yapan Diyarbakır halkı; bizi bağrına basıyor...

***

Yöre halkıyla insani ilişkiler kuran; “terör meselesini sadece silahla çözmek yerine, insani ilişkiler ve yöre halkının taleplerini gözönüne alarak çözmeye çalışan bir emniyet müdürü Gaffar Okkan...”

***

Hayatını ve Diyarbakır’da yaptıklarını öğrendikçe, ona büyük sempati duyuyorum... Hep böyle adamların başına geldiği gibi, kimliği meçhul bir suikast sonucu öldürülüyor Gaffar Okkan...

***

Diyarbakır stadına girdiğimde; tribünler Diyarbakırspor’a ve Gaffan Okkan’a verdiğimiz destekten dolayı, beni bir saate yakın bir tribünden diğerine çağırıyor...

***

-”Diyarbakır seninle gurur duyuyor...” diye haykıran tezahürat kulaklarımda bütün gün çınlıyor...

-”Gaffar Okkan’a uzanan eller kırılsın...” tezahüratı bitmek bilmiyor...

TÜRKİYE’DE DEĞİŞEN 19 MAYIS... (4)

O günlerin bir yıl sonrasında; ben “haber bültenlerini” biraz da metazori olarak bırakıyorum...

***

Hayatta kaldığıma şükrederek kendi dünyama çekiliyorum...

Türkiye; son 15 yıl içinde; tarihinin en keskin virajlarını ve dönüşümlerini yaşıyor...

***

Toplum psikolojisi, duygusal tepkileri, algı perspektifi değişiyor...

***

Bir zamanlar; “tamamen sivil ve kimselerin emrine girmemiş, hiç kimselerin oyununu oynamaya yanaşmamış, kalbinden geçeni ekrana yansıtmaktan ibaret bir yayın politikası izlemiş yalnız bir haberciye derin operasyon çekenler;

Türkiye’yi siyasi mühendislikle kendi istedikleri düzene getirebileceklerini zannedenler”;

Son onbeş yılda geçmiş operasyon yeteneklerini önemli ölçüde kaybediyorlar...

***

Türkiye ise; başka çehreyle ortaya çıkan bir ülke haline geliyor...

***

Bugün 19 Mayıs...

Çocukları; Tenis Eskrim Dağcılık kulübüne götürüp, onların tenis antrenmanı yapmalarına çalışıyorum...

TED’de mütevazi bir 19 Mayıs kutlaması olursa, ona da katılacaklarını biliyorum...

***

Hayat değişiyor...

Toplumsal olarak da kişisel olarak da...

Kendi hayatımızı yürütmeye çalışıyoruz; 19 Mayıs Bayramı’nın bu tatil gününde de...

***

Kalabalıkların içinde yaşanan; “derin operasyonlara açık kalkansız, yalnız bir hayat”ın parçası değilim artık...

***

Albenisiz, gösterişsiz, sakin ve sahici bir aile hayatının çocuklarla sağlanan mutluluğunda, onlarla birlikte antrenman yapıyorum...

***

Gençlik ve Spor Bayramı konseptine ve kontekstine uygun olarak...

O günlerden kalan herkesleri arkamda bırakıyorum...

Güneşli bir 19 Mayıs günü olmasına dua ediyorum...

Yazının devamı...

Paris’teki Cafe’den 6 yıl boyunca çıkmayan Ressam Çallı... (1)

Bir 4 Temmuz günü, uçağa binip hayatımda ilk kez tek başıma Paris’e gidiyorum...

Ne beni karşılayacak birisi, ne kalacak bir yakın evi, ne bildiğim bir otel, ne bir ihtiyacımı giderebileceğim bir arkadaşım bulunuyor...

***

21 yaşındayım...

Cebimde 1550 frank ve 100-200 dolar arası bir para bulunuyor...

***

Hepsini bugünkü kurdan dolara vurduğunuzda yaklaşık 400 dolar tutuyor...

***

Türkiye’de o tarihlerde döviz rezervi yeterli olmadığından ancak 3 yılda bir turist olarak çıkılabiliyor yurt dışına...

***

Öğrenci kimliğim üzerinden Lille yakınlarında bir çalışma kampına “kültürel değişim” programı çerçevesinde katılıyorum...

Fransa’ya ancak böyle gidebiliyorum...

***

Siyasal Basın Yayın’da gazetecilik okuyorum...

4-5 aydır da gazetecilik yapıyorum...

Tüm bunlara karşın; uçak havaalanından ayrılırken, Türkiye’ye döner miyim dönmez miyim bilmiyorum...

***

Bir punduna getirip dönmemeyi düşünüyorum...

Bu “kripto düşüncemi” aileme söylemiyorum...

***

“Çalışma kampı”na katılma gerekçesi üzerinden kendimi ilk önce, rüyalarımın kenti Paris’e atıyorum...

***

Koskoca şehirde elimde bulunan tek garanti belgesi “uçak dönüş biletim...”

***

Parasız kalıp, artık hiçbir şekilde Paris’te yaşayamayacağımı anlarsam, uçağa binip döneceğim...

***

Gençliğin verdiği cesaret ve hayallere duyduğum özlem, Paris’te mütevazi param çapında bir otel odası bulmamı sağlıyor; maceralı bir yolculuktan sonra...

Paris’te birkaç gün geçiriyorum ve çalışma kampına katılmak üzere Lille’e gidiyorum...

***

Ne var ki Lille’deki kamp birkaç gün sonra beni sıkıyor...

Trene atladığım gibi; çocukluğumun ve ilk gençliğimin rüyası Paris’e geri dönüyorum...

***

Yanımda benden daha züğürt iki Polonyalı kız arkadaşım var...

Onlarla aylak aylak, sabahtan gece yarılarına kadar bütün Paris’i dolaşıyoruz...

*****

DARBE ÖNCESİ GÜNLERDE PARİS... (2)

Polonya’da komünist partisi iktidarda o günlerde...

Sonradan dünya tarihine adını altın harflerle yazdıracak Lech Walesa isimli işçi lideri, “Dayanışma Sendikası’nın önderi” Polonya’da komünist rejimi temelinden sarsıyor...

***

Aylardan Temmuz... Yıl 1980... Polonya’da komünist rejim bir işçi lideri tarafından sallandırılıyor... Türkiye’de ise her gün onlarca insan öldürülerek, darbeye zemin hazırlanıyor...

***

İki ay sonra Türkiye’de 12 Eylül darbesi olacak... Bunu bilmiyorum...

Polonya’da komünist partisi düşecek ve işçi lideri Lech Walesa 1983’de Nobel Barış Ödülü’nü alacak...

Bunu da yanımdaki Polonya’lı kızlar henüz bilmiyorlar...

***

Tarih en önemli virajlarına giriyor Türkiye’de ve Polonya’da...

Ne ki; bizler bunun henüz nerelere doğru gittiğimizin farkında değiliz...

Paris’i yaşamaya çalışıyoruz...

Aylak ve beş parasız...

***

Ancak üçümüz de yaşadığımız coğrafyalardaki kaostan ülkelerimizdeki kaostan huzursuzuz...

Hepimiz gizliden gizliye; en güzel gençlik yıllarının bir bölümünü Paris’te geçirmek istiyoruz...

***

Yarım yamalak Fransızcamızla aramızda konuşuyor, tartışıyor metroda ve sokaklarda Paris’i yaşıyoruz...

*****

YAHYA KEMAL’İN PARİS’TEKİ CAFE’Sİ... (3)

Quartier Latin’deki Montparnasse Caddesi’nin sonundan, Sorbonne Üniversitesi ve öğrenci semti Saint Michael’e kıvrılırken çiçeklerin arkasına saklanmış La Closerie de Lila’yı gördüğümde içimden geçen ilk duygu “Kim bilir ne lüks yerdir içerisi” diyorum...

***

Sonra Fransa’nın bütün insanlar için ucuza sağladığı en büyük sosyal dayanışmasını hatırlıyorum...

Bir kahve içmek için; La Closerie de Lila’ya giriyoruz...

***

Paris’in her yerinde o sıralarda 2.5-3 franka kahve içiliyor... Hiçbir Fransız garson, hizmet ettiği mekan ne kadar lüks olursa olsun “Burada kahve içemezsiniz” gibisinden ukalalıklarda bulunmuyor... Paris’te yaşayan herkesin kazıklanmayacağı bir fiyatla her yerde kahve içme hakkına saygı gösteriyor...

***

Orada içeride, duvara yaslanmış bir masada bakır bir plakanın üzerinde “Yahya Kemal Beyatlı” yazdığını görüyorum...

***

O masanın; Paris yıllarında Yahya Kemal Beyatlı’nın “brasserie’deki masası olduğunu”, üstadın hep o masada oturduğunu öğreniyorum...

***

Fransız cafe’si; müdavimi olan dünyaca ünlü sanatçıların isimlerini bakır bir plakete yazdırıp, oturdukları masaya iliştiriyor... Sanata; sanatçıya saygı gösterirken, cafe’nin prestijini ve saygınlığını koruyor...

***

Cafe’nin başka masalarında da başka yazarların ve şairlerin bakır levha üzerine kazınmış isimlerinin olduğunu o gün görüyorum...

***

Paris’in yazarlara, şairlere, sanatçılara değer vermede alabildiğine bonkör bir şehir olduğunu fark ediyorum...

***

Onların Paris’te cafe’lerde bile anıları yaşatılmaya devam ediyor...

***

O sırada Türkiye’de yazarlar, şairler, gazeteciler arka arkaya öldürülüyorlar...

DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler o günlerde bir suikaste kurban gidiyor...

*****

RESSAM ÇALLI’NIN OTURDUĞU CAFE’DE ÖĞRENEMEDİĞİ FRANSIZCA; GARSONUNUN ÖĞRENDİĞİ TÜRKÇE... (4)

Ester Almelek’in “Bu Şehri Seviyorum... İstanbul-Viyana-Venedik-Paris” isimli kitabını okuyorum... Yahya Kemal’in Cafe’sini anlatırken şöyle diyor Ester Almelek:

***

“Yahya Kemal Beyatlı da Paris’in bohem hayatının merkezi Quartier Latin’deki La Closserie de Lilas adlı kahvenin müdavimlerinden...

Oradaki masaların birinde onun kazınmış ismini görmek mümkün...

***

Bohem hayatın cazibesine kapılan şairimiz, edebiyat alanında da yeni fikirler kazanarak 1912’de Türkiye’ye dönüyor... Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’a âşık oluyor...

***

Maddi manevi olarak kendini hazır hissetmediği için son anda evlilikten vazgeçiyor ve koyu bir yalnızlık içinde hayata veda ediyor...”

***

Ressam İbrahim Çallı’nın bir anekdotunu koyuyor Ester Almelek:

***

“Yine aynı semtte, Quartier Latin’deki Vachette kahvesinden 6 yıl boyunca ressam Çallı’nın dışarı çıkmadığı biliniyor...

***

Bir söylenceye göre, ressam İbrahim Çallı bu 6 yıl boyunca bir türlü Fransızca öğrenemiyor... Ancak Cafe Vachette’in garsonu Julien; Türkçe’yi gayet güzel konuşmaya başlıyor...”

***

Paris... Türk sanatçıların, yazarların, şairlerin, yaşadıkları bohem, altı yıl boyunca her gün gittikleri kahvelerde, adlarını kazıttıkları masalar; Türkçe öğrettikleri garsonlar...

***

Her biri yalnız ve hüzünlü öyküleri içlerinde barındırıyorlar...

***

O kahvelerde, Paris’te uzun bir bohem yaşayabilmek için dolaşıp duruyorum 1980 yazında...

***

Sonra, bohem ve romantizmin yerini hayat ve gerçekler alıyor; üniversiteye; Türkiye’ye ve askeri darbeye dönüyorum...

***

Paris’ten gittikçe uzaklaşırken, 35 yıl kesintisiz sürecek gazetecilik macerasına yelken açıyorum... Paris’le o günden bugüne; ne yaşarsam yaşayayım; yarım kalan aşkın, bir türlü bitmediğini içimde hissediyorum...

Padam, padam, padam...

Yazının devamı...

“Reha Muhtar beyaz desene...”

Vogue restoranın terasında, rahmetli annemle, babamla, kundakta 15 günlük çocuklarım ve büyük kızımla oturduğum öğle üzerini hatırlıyorum şimdi...

***

Beşiktaş’ın bundan önceki son şampiyonluğunu yaşadığı gün o gün...

Aşağıdan şarkılar söyleye söyleye, tezahüratlar yaparak Beşiktaş çarşısından; Dolmabahçe’ye öbek öbek insan yürüyor...

Yeni doğmuş çocuklarım kundakta uyuyorlar... Anneleri, abileri, ablaları yanlarında...

***

İki çocuğumun doğduğu yıl; Beşiktaş ligde ve kupada iki şampiyonluk birden kazanıyor...

Çok duygusalım o gün...

Dokunsan ağlayacak denir; bana dokunmadıkları halde kendi kendime ağlıyorum...

***

Gözümden akan yaşlara hakim olamıyor; güneş gözlüklerimle durumu kamufle etmeye çalışıyorum...

***

Vogue restorandan Akaretler’e indiğimde; kundaktaki çocuklarımı taşımaya çalışırken; bir grup Beşiktaş’lı taraftar beni görüyor...

-“Reha Muhtar ‘Beyaz’ desene...” diye tempo tutmaya başlıyor...

***

Aynı tribünden gelen insanların arasındaki görünmez bağ; hayatın en derinlikli bağlarından birisi oluyor;

***

Onlar “siyah” dedikçe ben “beyaz” çekiyorum; iki üç kere...

“En büyük” diyorlar...

-“Beşiktaş” diyorum...

***

Kundaktaki çocuklarıma bakıyorum...

Mışıl mışıl uyuyorlar...

Uyanıp babalarını görseler, bir an için büyük gibi düşünebilseler ‘ne söylerler babalarına acaba’ diye içimden geçiriyorum...

KUNDAKTA BAŞLAYAN BİR AŞKIN, YEDİ YIL SONRAKİ ÇİÇEĞİ (2)

Üzerinden yedi yıl geçiyor bu olayın...

Çocuklar büyüyorlar...

Yedi yaşına geliyorlar...

Önceki gün; annelerine çocukların pasolig kartlarını gösterirken;

-“Akşama doğru senden alırım çocukları... Gece geri getiririm... Şampiyonluk maçı var Beşiktaş’ın... Götüreyim onları maça...” diyorum...

***

İki elime sıkı sıkıya sarılıyorlar...

Yol boyu meşaleler, dumanlar, toma’lar, barikatlar, izdihamlar göre göre yürümeye babalarına tutunmuş iki minik elle birlikte...

***

Bir taraftan kendi kendime düşünüyorum... -”Böyle bir izdihamın ortasına getirmekle yanlış mı yapıyorum acaba... Tek başıma iki çocuğuma birden kalkan olabilir miyim bu izdihamda?..”

***

Tanrı duyuyor o sırada beni...

Yanlış bir şey olmaması için, her görünmez yardımı gönderiyor bize...

Stada arabayla gitmek imkansız...

Ortaköy’den; Dolmabahçe’ye, Dolmabahçe’den de, inanılmaz bir izdihamın ortasında Ortaköy’e iki minik yavruyla birlikte yürümek zorunda kalıyoruz...

***

İlk defa; babamın beni maça götürürken yaşadığı korkuyu anlıyorum...

İnsan vücudunun neresiyle o minik yavrulara kalkan olacağını düşünüyor böyle durumlarda...

BEŞİKTAŞ’LI OLMAK DEMEK; “TÜRKİYE’Lİ OLMAK DEMEK...” (3)

Fenerbahçe’nin ve Galatasaray’ın şampiyonlukları; kendi taraftarlarına nasıl geliyor bilmiyorum;

Ama bir Beşiktaş’lı; takımı şampiyon olana kadar aylarca akla karayı seçiyor...

Çok zor günler geçiriyor...

***

Beşiktaş’lı olmak demek tutkulu olmak demek... Beşiktaş’lı olmak demek; herkesin ikinci bir takıma yönelik “sempatisinin merkezi olmak” demek...

***

Beşiktaş’lı olmak demek; taraftarı olması en zor takımı tutmak demek...

Beşiktaş’lı olmak demek; yılmamak demek... Yalnız kalmak, ama siyah-beyaz’dan ayrı kalmamak demek...

***

Beşiktaş’lı olmak demek; “gücün ve güçlünün egemenliğinin” karşısında “tek başınalıktan ve zıt renklerin kontrast aşkından kaynaklı; bir kartalmışcasına özgürce yalnız başına uçabilmek” demek...

***

Beşiktaş’lı olmak demek; “Darbe mi yapacaktınız; telefonda her şey değişecek diyorsunuz” diye soran hakime;

-“Ne darbesi hakim bey... Biz Çarşı’yız her şeyi yapabilecek bir ruhumuz olduğunu hissediveririz arada bir öyle” şeklinde konuşabilecek mütevazi bir ironinin merkezi olmak demek...

***

Beşiktaş’lı olmak demek; taraflı tarafsız herkesin; -“İyi ki onlar var... Biz olmasak da iyi ki onlar şampiyon oldular...” diyecek kadar gizli bir sempatinin öznesi olmak demek...

***

Nihayet bütün bunların rezümesi; Beşiktaş’lı olmak demek... Ülkenin çimentosu, harcı olan, herkesin kendinden bir şey bulduğu bir kulübün taraftarı olmak demek... Beşiktaş’lı olmak demek Türkiye’li olmak demek...

BU HİKAYEYİ BEŞİKTAŞ’TAN BAŞKASI YAZAMAZDI... (4)

Bu şampiyonluğun bir yıllık hikayesinin; çok önemli “virajları” var...

Yaşanan; ve yaşanırken “geleceği belirleyen virajlar olduğunun” bilindiği...

***

Demba Ba’nın satılıp; kulübe para girmesine karar verilmesi...

O öyle anlardan biri...

***

Fiorentina’da sakatlık sonrası varlık gösteremeyen efsane futbolcu Mario Gomez’in alınmasına karar verilmesi; Bonservis bedeli olmaksızın... Bu ikinci an...

***

Fenerbahçe; alınması düşünülen orta sahayı almaya kalkınca; Sosa’nın daha iyi bir tercih olacağı düşünülüp; dümenin Sosa’ya kırılması... Sosa gibi dünya çapında muhteşem bir futbolcu Beşiktaş’a kazanılması...

***

Ümraniye’nin ortasında “herkese göstere göstere çişini yapıyor” denen Quaresma’nın içindeki Beşiktaş’a oynama arzusunu görerek onu yeniden Beşiktaş’a kazandırma yürekliliğinin gösterilmesi diğer ‘karar anı virajlarından’ birisi...

***

Hiçbir takımı şampiyon yapmamış; ancak oynattığı her takımda futbolcuları özel ilişkileri ve özel çalıştırma becerisiyle ‘parlatmış’ Şenol Güneş’in Hoca olmasına karar verilmesi yine bu anlardan birisi...

***

Nihayet; Ersan Gülüm’ün 7 milyon euro’ya devre arasında Çin takımına satılmasının karar verilmesi yine bu cesur kararlardan birisi... O paranın önemli bir kısmıyla, Beşiktaş önümüzdeki günlerde “uluslararası çapta bir stoper” transfer edebileceğinin planlanması...

***

Şampiyonluğun yazılması hikayesi bunlardan ibaret değil... Çok başka öyküler de var; yaşanan ve anlatılmayan...

O öykülerin içinde, her şey güllük gülistanlık değil... Oysa neler neler yaşanıyor o günlerde, gecelerde, haftalarda; aylarda...

***

Ne ki şampiyonluğun güzel tarafı; öykünün acıklı bölümlerinin ‘ibret ve ders alınması için’ kahramanlarında saklanması; hikayenin zaferlerle dolu mutlu öyküsünün ise; insanlara “inancın ve azmin zaferi olarak sunulabilecek bir örnek olarak anlatılabilmesindeki rahatlıktır...”

***

Üç senedir Türkiye’nin dört bir yanında “evi olmadan göçebe hayatı yaşayan, yerinden yurdundan kopuk bir takımın; içerdeki maçlarını Konya’da yapmak zorunda kalmasının dramıdır Beşiktaş’ın öyküsü...

***

O dramdan yaratılan bir mucizenin hikayesidir bu öykü... Bu hikayeyi Beşiktaş’tan başka bir takım zaten yazamazdı... Beşiktaş yazdı...

Öyle olması gerekiyordu...

tarih öyle tecelli etti...

ŞİMDİ HASAN DOĞAN’IN NE KADAR MUTLU OLDUĞUNU BEN BİLİYORUM... ALLAH BİLİYOR... (5)

Bu sezonun adı Hasan Doğan sezonu... Hasan Doğan’ı; sağlığında tanıyor ve başbaşa futbolla ilgili çok önemli saydığım görüşmeler yapıyorum...

***

Tertemiz bir insan olduğunu anlıyorum... Pırlanta gibi bir kalbinin olduğunu görüyorum... O pırlanta kalp; vaktinden çok erken bir günde duruveriyor ve Hasan Doğan aramızdan ayrılıveriyor...

***

Onun ruhunun; bu şampiyonluktan ne kadar mutlu olduğunu ben biliyorum... Kendisi biliyor...

Allah biliyor...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.