Paris’teki Cafe’den 6 yıl boyunca çıkmayan Ressam Çallı... (1)
.
Bir 4 Temmuz günü, uçağa binip hayatımda ilk kez tek başıma Paris’e gidiyorum...
Ne beni karşılayacak birisi, ne kalacak bir yakın evi, ne bildiğim bir otel, ne bir ihtiyacımı giderebileceğim bir arkadaşım bulunuyor...
***
21 yaşındayım...
Cebimde 1550 frank ve 100-200 dolar arası bir para bulunuyor...
***
Hepsini bugünkü kurdan dolara vurduğunuzda yaklaşık 400 dolar tutuyor...
***
Türkiye’de o tarihlerde döviz rezervi yeterli olmadığından ancak 3 yılda bir turist olarak çıkılabiliyor yurt dışına...
***
Öğrenci kimliğim üzerinden Lille yakınlarında bir çalışma kampına “kültürel değişim” programı çerçevesinde katılıyorum...
Fransa’ya ancak böyle gidebiliyorum...
***
Siyasal Basın Yayın’da gazetecilik okuyorum...
4-5 aydır da gazetecilik yapıyorum...
Tüm bunlara karşın; uçak havaalanından ayrılırken, Türkiye’ye döner miyim dönmez miyim bilmiyorum...
***
Bir punduna getirip dönmemeyi düşünüyorum...
Bu “kripto düşüncemi” aileme söylemiyorum...
***
“Çalışma kampı”na katılma gerekçesi üzerinden kendimi ilk önce, rüyalarımın kenti Paris’e atıyorum...
***
Koskoca şehirde elimde bulunan tek garanti belgesi “uçak dönüş biletim...”
***
Parasız kalıp, artık hiçbir şekilde Paris’te yaşayamayacağımı anlarsam, uçağa binip döneceğim...
***
Gençliğin verdiği cesaret ve hayallere duyduğum özlem, Paris’te mütevazi param çapında bir otel odası bulmamı sağlıyor; maceralı bir yolculuktan sonra...
Paris’te birkaç gün geçiriyorum ve çalışma kampına katılmak üzere Lille’e gidiyorum...
***
Ne var ki Lille’deki kamp birkaç gün sonra beni sıkıyor...
Trene atladığım gibi; çocukluğumun ve ilk gençliğimin rüyası Paris’e geri dönüyorum...
***
Yanımda benden daha züğürt iki Polonyalı kız arkadaşım var...
Onlarla aylak aylak, sabahtan gece yarılarına kadar bütün Paris’i dolaşıyoruz...
*****
DARBE ÖNCESİ GÜNLERDE PARİS... (2)
Polonya’da komünist partisi iktidarda o günlerde...
Sonradan dünya tarihine adını altın harflerle yazdıracak Lech Walesa isimli işçi lideri, “Dayanışma Sendikası’nın önderi” Polonya’da komünist rejimi temelinden sarsıyor...
***
Aylardan Temmuz... Yıl 1980... Polonya’da komünist rejim bir işçi lideri tarafından sallandırılıyor... Türkiye’de ise her gün onlarca insan öldürülerek, darbeye zemin hazırlanıyor...
***
İki ay sonra Türkiye’de 12 Eylül darbesi olacak... Bunu bilmiyorum...
Polonya’da komünist partisi düşecek ve işçi lideri Lech Walesa 1983’de Nobel Barış Ödülü’nü alacak...
Bunu da yanımdaki Polonya’lı kızlar henüz bilmiyorlar...
***
Tarih en önemli virajlarına giriyor Türkiye’de ve Polonya’da...
Ne ki; bizler bunun henüz nerelere doğru gittiğimizin farkında değiliz...
Paris’i yaşamaya çalışıyoruz...
Aylak ve beş parasız...
***
Ancak üçümüz de yaşadığımız coğrafyalardaki kaostan ülkelerimizdeki kaostan huzursuzuz...
Hepimiz gizliden gizliye; en güzel gençlik yıllarının bir bölümünü Paris’te geçirmek istiyoruz...
***
Yarım yamalak Fransızcamızla aramızda konuşuyor, tartışıyor metroda ve sokaklarda Paris’i yaşıyoruz...
*****
YAHYA KEMAL’İN PARİS’TEKİ CAFE’Sİ... (3)
Quartier Latin’deki Montparnasse Caddesi’nin sonundan, Sorbonne Üniversitesi ve öğrenci semti Saint Michael’e kıvrılırken çiçeklerin arkasına saklanmış La Closerie de Lila’yı gördüğümde içimden geçen ilk duygu “Kim bilir ne lüks yerdir içerisi” diyorum...
***
Sonra Fransa’nın bütün insanlar için ucuza sağladığı en büyük sosyal dayanışmasını hatırlıyorum...
Bir kahve içmek için; La Closerie de Lila’ya giriyoruz...
***
Paris’in her yerinde o sıralarda 2.5-3 franka kahve içiliyor... Hiçbir Fransız garson, hizmet ettiği mekan ne kadar lüks olursa olsun “Burada kahve içemezsiniz” gibisinden ukalalıklarda bulunmuyor... Paris’te yaşayan herkesin kazıklanmayacağı bir fiyatla her yerde kahve içme hakkına saygı gösteriyor...
***
Orada içeride, duvara yaslanmış bir masada bakır bir plakanın üzerinde “Yahya Kemal Beyatlı” yazdığını görüyorum...
***
O masanın; Paris yıllarında Yahya Kemal Beyatlı’nın “brasserie’deki masası olduğunu”, üstadın hep o masada oturduğunu öğreniyorum...
***
Fransız cafe’si; müdavimi olan dünyaca ünlü sanatçıların isimlerini bakır bir plakete yazdırıp, oturdukları masaya iliştiriyor... Sanata; sanatçıya saygı gösterirken, cafe’nin prestijini ve saygınlığını koruyor...
***
Cafe’nin başka masalarında da başka yazarların ve şairlerin bakır levha üzerine kazınmış isimlerinin olduğunu o gün görüyorum...
***
Paris’in yazarlara, şairlere, sanatçılara değer vermede alabildiğine bonkör bir şehir olduğunu fark ediyorum...
***
Onların Paris’te cafe’lerde bile anıları yaşatılmaya devam ediyor...
***
O sırada Türkiye’de yazarlar, şairler, gazeteciler arka arkaya öldürülüyorlar...
DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler o günlerde bir suikaste kurban gidiyor...
*****
RESSAM ÇALLI’NIN OTURDUĞU CAFE’DE ÖĞRENEMEDİĞİ FRANSIZCA; GARSONUNUN ÖĞRENDİĞİ TÜRKÇE... (4)
Ester Almelek’in “Bu Şehri Seviyorum... İstanbul-Viyana-Venedik-Paris” isimli kitabını okuyorum... Yahya Kemal’in Cafe’sini anlatırken şöyle diyor Ester Almelek:
***
“Yahya Kemal Beyatlı da Paris’in bohem hayatının merkezi Quartier Latin’deki La Closserie de Lilas adlı kahvenin müdavimlerinden...
Oradaki masaların birinde onun kazınmış ismini görmek mümkün...
***
Bohem hayatın cazibesine kapılan şairimiz, edebiyat alanında da yeni fikirler kazanarak 1912’de Türkiye’ye dönüyor... Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’a âşık oluyor...
***
Maddi manevi olarak kendini hazır hissetmediği için son anda evlilikten vazgeçiyor ve koyu bir yalnızlık içinde hayata veda ediyor...”
***
Ressam İbrahim Çallı’nın bir anekdotunu koyuyor Ester Almelek:
***
“Yine aynı semtte, Quartier Latin’deki Vachette kahvesinden 6 yıl boyunca ressam Çallı’nın dışarı çıkmadığı biliniyor...
***
Bir söylenceye göre, ressam İbrahim Çallı bu 6 yıl boyunca bir türlü Fransızca öğrenemiyor... Ancak Cafe Vachette’in garsonu Julien; Türkçe’yi gayet güzel konuşmaya başlıyor...”
***
Paris... Türk sanatçıların, yazarların, şairlerin, yaşadıkları bohem, altı yıl boyunca her gün gittikleri kahvelerde, adlarını kazıttıkları masalar; Türkçe öğrettikleri garsonlar...
***
Her biri yalnız ve hüzünlü öyküleri içlerinde barındırıyorlar...
***
O kahvelerde, Paris’te uzun bir bohem yaşayabilmek için dolaşıp duruyorum 1980 yazında...
***
Sonra, bohem ve romantizmin yerini hayat ve gerçekler alıyor; üniversiteye; Türkiye’ye ve askeri darbeye dönüyorum...
***
Paris’ten gittikçe uzaklaşırken, 35 yıl kesintisiz sürecek gazetecilik macerasına yelken açıyorum... Paris’le o günden bugüne; ne yaşarsam yaşayayım; yarım kalan aşkın, bir türlü bitmediğini içimde hissediyorum...
Padam, padam, padam...