Şampiy10
Magazin
Gündem

Altı metreye dokuz metre büyüklükteki bayrak eve nasıl asıldı?..

Beşiktaş’ın şampiyonluğunu izleyen günlerin birinde, öğle saatlerinde annemin ölümünden sonra yalnız kalan babamla sohbet ediyorum...

Boğaz’ın karşı tarafında asılan üç adet Beşiktaş bayrağını görünce dayanamayıp babama şöyle söylüyorum...

***

-“Çocuklukta ve ilk gençlik yıllarında evin patronu sendin...

Sen de bu işlerde itidali severdin... Ankara’daki Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarım hep nakıs kaldı...

Sonra Atina’ya gittim... Şampiyon olduğumuz bir yıl bayrağı Atina’daki evimin balkonundan astım...

Uzun süre orada kaldı... Ama Atina’da da gönlümce bir Beşiktaş şampiyonluğu kutlayamadım...

İstanbul’a geldim... Habercilik; genel yayın yönetmenliği yapmaya başladım...

O yıllarda da ‘tarafsız’ olma gayretiyle işimi yapmak zorundaydım...

Sonunda şöyle gönlümce kutlayabildiğim şampiyonluk sayısı bir elin parmaklarını geçmedi...

Bu sene; kulüpten büyük bir bayrak sipariş edeceğim... O bayrağı evin önüne asacağım...”

***

Babam 86 yaşında...

Eskiden nasılsa yine öyle...

Değişmiyor...

-“Sen her çevrede tanınıyor biliniyorsun...” diyor...

-“O kadar büyük bayrak asmak başka kulüp taraftarlarını rencide etmesin... Yine de sen bilirsin ama...”

***

Her zamanki kılçığını atıyor, etkili olacağını düşünerek geri çekiliyor...

-“Hiç boşuna uğraşma...” diyorum,

-“Çocuklar büyüdü... Bu sene çok büyük bir bayrak asmak, çocukları neşelendirir; onlarda bir kültür yaratır...”

***

O an kulübü arıyorum...

6 metreye 9 metre büyüklükteki bayrağı ısmarlıyorum...

-“O bayraklardan kalmadı... Diktireceğiz...” cevabı veriyorlar...

-“Diktirin, beklerim...” diyorum;

-“Sonra bir zahmet iki kişi gelsin assın...”

***

Beş gün sonra, koskoca bayrak geliyor eve...

Dama çıkıyor görevlilerden biri...

Bir saate yakın uğraşıp bayrağı kalp şeklinde asıyorlar eve...

*****

ŞAMPİYONLAR LİGİNDE BEŞİKTAŞ... 100 MİLYON LİRAYA YAKIN PARA KAZANABİLİR BEŞİKTAŞ...

Bu sene “Şampiyonlar Ligi”nde mücadele edecek yeniden Beşiktaş...

***

İyi yönetilirse 25-30 milyon euroluk ek bir gelir anlamına geliyor Şampiyonlar Ligi Beşiktaş için...

Bunun anlamı; yüz milyon Türk lirasına yakın bir para kazanabilmeyi umuyor; Beşiktaş Şampiyonlar Ligi mecrasından...

*****

ŞENOL HOCA NE İSTİYOR?..

Şampiyonlar Ligi mecrasında; Şenol Hoca’nın takımla ilgili düşünceleri çok önemli...

Şenol Hoca yaptığı görüşmelerde;

“Kaleci ile, savunmaya iki stoper, mevcutlara alternatif iki sağ ve sol bek” transferi istiyor...

-“Orta sahayla, ileri üçlüyü alternatifleriyle muhafaza edelim yeter...” diyor...

***

-“Orta saha aynı kalsın... İleride Gökhan Töre bu yıl futbolunun üstüne koyar... Quaresma, Kerim Frei, Olcay’la bu yılı götürürüm...” diyor...

***

Buna bir de devre arası transfer edilen genç Aras’ı eklemek lazım...

Şenol Hoca’ya göre; bol alternatifli iyi bir Şampiyonlar Ligi forveti ortaya çıkıyor... Gomez ve Cenk Tosun da olduğunda; durum yeterli görünüyor...

*****

GÖKHAN TÖRE’Yİ SATMAK BİR CİNAYET...

Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde ve yeni stadında mücadele edeceği bu sezon, iki ezeli rakibi Fenerbahçe ve Galatasaray’la son yıllarda arasında oluşan farkı kapatabileceği bir sezon olabilir...

***

Bunun için, Şenol Güneş’in de tercih ettiği gibi, orta saha, kanatlar ve forvetin bozulmaması, savunmaya ve kaleye de takviye yapılması gerekiyor...

***

Şampiyon olup; Şampiyonlar Ligi grubuna kalan bir takımın, elindeki en önemli asetlerden birini satması; anlaşılabilir bir şey değil...

***

Gökhan Töre 24 yaşında; henüz çok genç...

Şenol Güneş; Töre’nin önümüzdeki yıl futbolunun üzerine koyacağını söylüyor...

***

Orta saha ve ileriden Mustafa Pektemek ve belki Veli’nin dışında futbolcu satmak akla, mantığa, izana uymuyor Beşiktaş’ta...

***

Etkili bir kaynağım;

-“Ne Gökhan Töre, ne Quresma satılmalı... Ama illa satılacak olsa; Quaresma 32 yaşında... Bundan sonra bir daha bir yere satılması mümkün olmaz... Gökhan henüz 24 yaşında... Beş yıllık sözleşme yaparsınız... Futbolunun üstüne koyar... Ne zaman isterseniz o zaman satarsınız... 24 yaşında futbolcu, kolay kolay satılmaz... Hele Şampiyonlar Ligi’nde mücadeleye hazırlandığınız ve iyi yönetilirse 30 milyon euro kazanacağınız bir sezonun arifesinde...”

***

Hak veriyorum;

Ben de bu düşüncede olanlar gibi;

Şampiyon olmuş kadroda; Şampiyonlar Ligi arifesinde Gökhan Töre gibi bir starın satılmasını “cinayet” olarak niteliyorum...

***

Çok zor günlerden Beşiktaş’ı alıp, buralara getiren Fikret Orman’ın böyle bir hata yapacağını sanmıyorum...

Futbol manipülasyona çok açık bir alan...

Quaresma’nın Beşiktaş’tan gidişini hatırlıyorum...

***

-“Ümraniye’de ortalık yerde çişini yapıyor...” diye gönderiliyor Quaresma...

-“Disiplinli ve ahlaklı değil...” diye tukaka edilerek kulübün kapısı gösteriliyor Quaresma’ya...

***

Aynı Quaresma bugün Beşiktaş’ı kurtarıyor...

Gökhan Töre için; bugünlerde yayılmaya çalışılan söylentilerin hiçbirine itibar etmiyorum...

Quaresma örneği gözümün önünde...

Beşiktaş ve Şenol Hoca isterse Gökhan Töre’ye “muhteşem bir dönüş yaşatırlar” bu kulüpte...

O da Beşiktaş’a şampiyonluk mücadelesinde ve şampiyonlar liginde...

*****

GÖKHAN TÖRE’NİN YERİNE KENDİMİZİ KOYDUĞUMUZDA...

Olaylara Gökhan Töre’nin penceresinden bakıyorum...

Başkan Fikret Orman’ın Oğuzhan için dediği gibi;

-“Chelsea ister; Barcelona ister... Real Madrid ister; Gökhan gider...”

Beşiktaş’ın vizyonu, şampiyonlar liginde yaşayacakları; Türkiye’de yeni şampiyonluk ihtimalleri; Westham’la kıyas bile kabul etmez...

***

Gökhan Töre; Beşiktaş gibi bir devi bırakıp; Westham’da ne olacak?..

Westham’mıdır Gökhan Töre’nin Avrupa’daki rüyası?..

Geçiniz bir kalem...

Yazının devamı...

Yılın kalite gazetecisi...

Önceki akşam; Quality of Magazine dergisinin; yılın Quality ödülleri töreni için, iki çocuğumla Suada’ya gidiyorum...

***

Seçkin bir topluluğa Linet’in şarkılarıyla muhteşem bir gece geçirdiği davet; Quailty (Kalite) adına yaraşır bir şıklıkta yapılıyor...

***

Bize ayrılan locada; büyük usta Haldun Dormen ve Yeşilçam’ın unutulmaz jönü Salih Güney’in ortasına çocuklarla birlikte oturuyorum...

***

Suada; muhteşem şıklıktaki albenisine, Quality dergisinin sahne organizasyonu ve davetlilerin kattığı aurayla; zerafetin merkezi halini alıyor...

Boğaz’ın huzursuz derin sularının çevrelediği ada; gecenin ışıklarıyla, bir “masal dünyasının renkli rüyasına” bürünüyor...

***

Çocuklar;

-“Baba ödül mü alacaksın?..” diyorlar...

-“Öyle sanıyorum...” diyorum...

-“Başlarda mı sonlarda mı alacaksın?..” diye soruyorlar...

-“Hiçbir fikrim yok... Ne olacağını bilmiyorum...” diye cevap veriyorum...

ARAMIZDAN AYRILAN SANATÇILAR İÇİN... (2)

Bir süre sonra ödül töreni başlıyor...

Quality dergisi “geçen yıl aramızdan ayrılan sanatçılar için çok dokunaklı bir ekran gösterisi” sunuyor...

Levent Kırca’lar, Atilla Özdemiroğullar’ı, Oya Aydoğan’lar ve daha niceleri, fotoğraf karelerine hayat veren gülümsemeleriyle önümden geçiyorlar...

***

Dergi organizatörleri çok dokunaklı bir vtr hazırlıyorlar...

Derginin sahibi Salih Keçeci;

“Benim konuşmamda söylemediklerimi bu bant anlatıyor...” diyor...

***

Gerçekten de banttan sonra hiçbir şey söylemeye gerek yok...

Her şey en dokunaklı haliyle anlatılıyor o bantta...

KİMLERE TEŞEKKÜR EDİYORUM?.. (3)

Aramızdan ayrılanların arkasından ödül törenine geçiliyor... -“Yılın Quality gazeteci ödülü”nde adımı anons ettiklerinde; çocuklarımı oturduğumuz yerde bırakıp sahneye yöneliyorum...

***

Kısa bir teşekkür konuşması yapıyorum... Ödül komitesine, katılan seçkin davetli topluluğuna; ve onur ödüllerini almakta olduğum bu ülkeyi; onurlu ve şerefli mücadeleleriyle kurtaran Gazi Mustafa Kemal ile silah arkadaşlarına şükranlarımı iletiyorum...

***

Böyle konuşmamın altında; iki gün önce çocukları götürdüğüm Anıtkabir’in yıllar sonra üzerimde yarattığı duygusal fırtına var...

***

Gazi’nin; Anıtkabir müzesinde izlediğim “Cumhuriyet’i kurarken yaptığı konuşma”nın duygusal atmosferi; kalbimin bir köşesinde silinmeden duruyor...

***

Dört cümlelik teşekkür konuşmasından ibaret bir konuşmayla iniyorum sahneden... Tevekkülle bezenen bir sakinlik var üzerimde...

***

Ödül öncesindeki halet-i ruhiyemi yansıtıyor konuşmam...

Törene giderken, çocuklar arabada arkada birbirleriyle bağrışıyor, çağrışıyor, gülüşüyor, arada bir de kavga ediyorlar...

***

O anda; nasıl bir konuşma yapacağımı düşünüyorum içimden... -“Sakın fazla bir şey söyleme...” diyorum içimden...

-“Ödüle, verenlere, katılanlara; ve bu ödülü almanı sağlayan; ülkeyi kurtaran Gazi ve arkadaşlarına kısa bir teşekkür ve veda...

Hepsi bu...” diye geçiriyorum içimden... -“Çocukların senden bunu bekliyor...”

YILIN ‘KALİTE GAZETECİSİ’NE GEÇMİŞTE YAPILAN KALİTE LİNÇLERİ (4)

Biliyorum ki; bu ödülün gazetecilik hayatımda inanılmaz bir “ironi”si var...

***

Önceki gece, “yılın kalite gazetecisi” ödülünü veriyorlar bana...

***

Bugüne kadar, yılın en başarılı gazetecisi, yılın televizyon starı, yılın anchormani, yılın köşe yazarı, yılın habercisi; yılın spor programcısı; 25 yıla damgasını vuran televizyoncusu gibi çok anlamlı ödüller alıyorum...

***

Ancak bu ödülün ironisinin içimde yarattığı duygusal fırtına bir başka oluyor...

***

Televizyon dünyasında gelmiş geçmiş bütün rating rekorlarını altüst ederken; beni derin operasyonlarının hedefi haline getirenler; ortaya atabilecekleri tek sübjektif savı bütün güçleriyle, piyasada talimatları çerçevesinde görev yapan bütün etki ajanları üzerinden şu şekilde uygulamaya koyuyorlar;

***

-“Reha Muhtar rating rekorlarını kırmasına kırıyor... Ama ‘kalitesizliğe prim vererek’ rating rekorları kırıyor...

O kalitesiz olduğu için ratingleri patlatıyor... Onun ‘sihri’ kalitesizlik...” diye ipe sapa gelmez bir sav öne sürüyorlar...

Aynı izleyici kitlesinin aynı günlerde yayınlanan ve çok kaliteli dedikleri Asmalı Konak’la; Show Haber’i nasıl aynı anda rating rekortmeni yaptığını ise açıklamıyorlar...

***

Anlatmıyorlar; çünkü anlatacakları bir şey yok...

Psikolojik algı yaratıyorlar riyaları üzerinden...

***

Bu yalanla bezenen savları, ‘profesyonel elemanları’ üzerinden yıllarca bitmek bilmeden tekrarlatıyor ve linci gerçekleştiriyorlar...

***

Kendi etki ajanı elemanlarına; Radyo Televizyon Üst Kurulu ihbar hatlarını yüzlerce binlerce kez aratıp, hatları kilitletiyor; “bütün bir toplumun televizyon habercisinden illallah ettiği” yalanını geçerli hale getirmeye çalışıyorlar...

“BEKLE... HELE BİR NE OLACAĞINI BEKLE... ACELE ETME...” (5)

“Bekle...” der bilgeler; “Hayatta bir şey kötü gidiyor gibi göründüğünde bekle...

“Sonra neler olacağını gör... Bekle acele etme...”

***

Hayatların; insanları yöneten büyük bir sistemin içinde şekillendiğine inanan insanlar; bilgece düşüncelerin ışık verdiği hakikatlere rağbet ederler...

***

Kötülük yapmadan, riyakarlığa sapmadan; yalancılığın, sahtekarlığın, iftiracılığın tuzağına düşmeden, hayatın ne göstereceğini sabırla beklerler...

***

Hayattan dersler çıkartarak öğrenmeye çalışırlar sadece...

Sonra beklerler...

Şer gibi görünen şeylerin ardındaki “hayr”ı bulmaya çalışırlar...

***

Sonra bir gün;

Adının üzerinde Kalite olan; “yılın kalite ödüllerini dağıtan ünlü bir dergi”; izlenme rekorlarını kamufle edebilmek için “kalitesiz” damgası vurulmaya ant içilen bir ‘gazeteci’yi; ‘yılın kalite gazetecisi” unvanıyla ödüllendirir...

***

-“Bekle...” der bilgeler...

-“Hele bir ne olacağını bekle... Acele etme...”

Yazının devamı...

Hayat bize öyle birini gönderir ki...

Sonra hayat bize öyle birini gönderir ki; önceden kaybettiğimiz her şey için mutlu oluruz...

The Visitor

***

İnsanların ‘ama’ kelimesinden önce söylediklerinin hiçbir önemi yoktur...

Game Of Thrones

***

Öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile yok oluverir insan...

Bunun nedenleri çoktur...

Kişi yaşarken bile ölebilir...

Franz Kafka

***

Ne kadar okursan oku...

Bilgine yakışacak şekilde davranmıyorsan, cahilsin demektir...

***

Aklım kalbime; iman nedir diye sordu...

Kalbim aklımın kulağına eğilerek;

“İman edeptir...” dedi...

Mevlana

***

Başkalarını memnun etmek için yaşarsan, herkes seni sever; kendin hariç...

Paulo Coelho

“DÖKMEYE NİYETİM YOK İÇİMİ... ZOR SIĞDIRDIM ZATEN...” (2)

Dökmeye niyetim yok içimi...

Zor sığdırdım zaten...

Cemal Süreya

***

Her hastalık önce ruhta başlayıp, sonra vücuda sirayet eden bir isyandır...

Peyami Safa

***

Ne kadar iyi bir insan olduğunun pek önemi yok...

Nasıl olsa ilk hatanda en kötü insan sen olacaksın...

Bukowski

***

Gönül almayı bilmeyene yürek emanet edilmez...

Mevlana

***

Karakter ne kadar kuvvetliyse; vefasızlığa o kadar az kabiliyetlidir...

Cemil Meriç

***

İnsan bir kere birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez...

Yaşar Kemal

***

Sözler verilir...

Sözler unutulur...

Gün gelir ihanet eden, sadakat talep eder...

Tuncel Kurtiz

***

Gönlü geniş insanları seviyorum...

vefakar insanları...

Kusur kapatanları...

Kendi gibi davrananları...

Başkası olmayanları seviyorum...

Murakami

***

Özü sözü bir olanların, ortak yönü; karşısındaki kişinin içten konuştuğunu sanmalarıdır...

Khalid Hosseini

***

Hayat kısa; kuşlar uçuyor...

Cemal Süreya

“İNSAN BAZEN AĞLAMAZ MI BAKIP BAKIP KENDİNE...” (3)

Kötü gidiyor her şey...

Bundan daha kötüsü olamaz diyordum...

Oluyor... Leyla ile Mecnun...

***

İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine...

Edip Cansever

***

Yüreği temiz olmayanın, anlayışı kıttır...

Dostoyevski

***

İnsan;

Denizin olmadığı yerde,

Umut adına

Martı olmalı...

Nazım Hikmet

***

Ölüm değil ise bizi ayıran...

Yazık oldu...

Oğuz Atay

***

Bir insana zorla sevdiremezsin kendini,

Bana güven diyemezsin...

O bunu hissetmiyorsa,

Tek bir söz söyleyebilirsin...

‘Sen bilirsin...’

Can Yücel

“RUHUM HAYATIMDAN YORULDU...” (4)

Düşünebilen herkesin insan olması, insan olan herkesin düşünebildiği manasına gelmiyor ne yazık ki...

S. Freud

***

İyilik ticaret değildir...

Allah için yapılır ve unutulur...

Abdülhakim Avrasi

***

Bazı kahveler uzaklara bakılarak içilir...

Kahve kokusu hasret kokar bazen...

Yudumunda özlem,

Telvesinde gözyaşı vardır...

La Erdri

***

Bir bekleyenin olmalı...

Sen kendinden vazgeçsen de;

Senden vazgeçmeyen

Necip Fazıl Kısakürek

***

Ruhum hayatımdan yoruldu...

Fernando Pessoa

***

Evrende en büyük ziyan; sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir...

Albert Einstein

***

Kötü bir niyeti yoktu aslında...

Sakarlık işte...

Kalbimi kırdı ve gitti...

İlhan Berk

***

Herkesi insan yerine koyuşlarım...

Hepinize elveda...

Artık ben hiç kimsenin hiç kimsesi olmayacağım...

Nazım Hikmet

***

Kar taneleri ne kadar güzel anlatıyor...

Birbirine zarar vermeden yol almanın mümkün olduğunu...

Mevlana

“ÇOK YÜKSEĞE ÇIKMAM; BENDE YÜKSEKLİK...” (5)

Bütün hafta Cuma’yı beklersin...

Butün yıl yazı beklersin...

Bütün hayat mutlu olmayı...

True Story

***

Bütün istediğim biraz kesinlikti...

Jean Paul Sartre

***

Çok yükseğe çıkmam...

Bende yükseklik korkusu var...

Kimseyi yarı yolda bırakmam...

Bende alçaklık korkusu var...

Oğuz Atay

***

Kendi kendisinden utanmayan, hayatta kimseden utanmaz...

Neşet Ertaş

***

Bazı insanlarla yüzleşmek zordur...

Haksız çıkarsın...

Çünkü onların galip gelecekleri bir yüzleri daha bulunur...

***

Bize sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek...

Cahit Zarifoğlu

***

Yoklama yapıyorum sessiz olan...

Kaygı; Burda!

Hüzün; Burda!

Yalnızlık; Burda!

Mutluluk?... Mutluluk?...

Cemal Süreya

HERKESİN BİR GİDENİ VARDIR İÇİNDEN UĞURLAYAMADIĞI... (6)

Her şeye canını sıkma gönül...

Ne bu dertler kalıcı,

Ne de bu ömür...

Mevlana

***

Değerini bilmiyorsa...

Onun için mücadele etmenin ne anlamı var... Leon filminden...

***

Bana öyle geliyor ki ben uzun zamandan beri, kendim olmaktan çok...

Kendimi oynuyorum... Vaclav Havel

***

Eğer bir amaç uğruna ayakta değilseniz... Her darbe sizi yere serebilir...

Malcolm X

***

Herkesin bir gideni vardır...

İçinden bir türlü uğurlayamadığı

Turgut Uyar

***

Hiç alışamadım gülmeye...

Hüzün vicdanıma daha uygun...

Nuri Pakdil

Yazının devamı...

Çocuklarla Anıtkabir'e giderken...

İstanbul’un fethinin yıldönümünde, 29 Mayıs Pazar sabahı; üç çocuğumla Ankara’dayız...

Cumartesi gecesi Kolej’in 40. mezuniyet balosu yapılıyor...

***

Çocukları Pazar sabahı Anıtkabir’e götürmeye söz veriyorum...

Sabah 9 gibi, hepsini uyandırıyorum...

-“Kalkın; bugün Anıtkabir’e gideceğiz... Merak ettiğiniz Anıtkabir’i göreceksiniz...” diyorum...

***

Çankaya’dan Taksi’ye biniyoruz; Ankara’yı geze geze; taksici bizi Anıtkabir’e getiriyor...

YEŞİLLİKLERLE KAPLI KIZILAY MEYDANI... (2)

Yolda taksiciyle sohbet ede ede gidiyoruz Anıtkabir’e...

-“Ankara’da yeşil kalmadı...” diyor...

-“Doğrusu bana öyle gelmedi...” diyorum...

-“Dün Kızılay’dan geçerken, caddenin iki tarafının yemyeşil ağaçlarla kaplandığını gördüm...” diye ekliyorum...

-“Hatta Kızılay ne kadar yeşillenmiş...” dediğimde; taksici arkadaş bana, “Bu ağaçların yeni dikildiğini söyledi...” diyorum...

***

Taksici,

-“Kızılay öyle de...” diyor...

-“Diğer yerler pek öyle değil...”

Anlıyorum ki şoförümüz Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek muhaliflerinden biri...

***

Bu yargıyı pekiştirdikten sonra, uzun zamandır görmediğim Ankara’yı; muhalif bir taksicinin penceresinden dinlemeye karar veriyorum...

HAFIZALARDAN SİLİNMEYE ÇALIŞILAN TANDOĞAN MEYDANI... (3)

“Tandoğan Meydanı artık yok...” diyor taksici...

-“Anlamadım...” diyorum...

-“Meydanı mı kapattılar?.. Nasıl yol veriyorlar ki?..”

-“Hayır abi...” diyor...

-“Tandoğan Meydanı’nın adı; artık Anadolu Bulvarı ve Anadolu Meydanı oldu... Tandoğan diye bir şey kalmadı artık...”

***

Ankara’nın “yeşil”iyle ilgili iddialı konuştuğunu düşündüğüm taksici arkadaşın, sözlerine irkiliyorum...

***

Ona bir şey söylemiyorum ama, “Tandoğan Meydanı isminin kaldırılarak; Ankara’da toplumsal hafızanın silinmeye çalışıldığını” fark ediyorum...

***

Tandoğan...

Solcu yıllarımızın... Özgürlük ateşiyle tutuşan gençliğimizin;

İstisnasız tüm mitinglerimizin...

Meydanında haykırdığımız eşitlik ve özgürlük sloganlarımızın...

Ana sahnesi ve doğal dekoru olan meydan...

Tandoğan...

***

Ona Anadolu Meydanı demekle; tek kelime üzerinden şehrin ve meydanının bütün tarihini değiştiriyorsunuz...

***

Ankara’da Tandoğan ismi tedavülden kalkıyorsa; başkent tarihinde siyasi mitingler, gençlik hareketleri, kitle mücadeleleri yok farz ediliyor demek oluyor...

***

Onların hepsini anlatacak tek kelime kalkıyor şehrin demokrasi tarihinden...

Tandoğan Meydanı’nı ilk gittiğim günü hatırlıyorum...

16 yaşındayım...

Bülent Ecevit’in mavi gömleğiyle Tandoğan Meydanı’nda konuşma yaptığı yerdeyim...

***

Mitinge katılan Marksist sol ayrılıkçı örgütlerle, sosyal demokrat gençlerin bulunduğu bölümlerin tam ortasındayım...

Arkamda ayrılıkçıların da bulunduğu sol örgütler, önümde sosyal demokrat gençler var...

***

Arkamdan atılan sloganlar; olabildiğince tehlikeli, önümden atılan sloganlar mümkün olduğunca Ecevit’e endeksli...

Bir ara Ecevit; hemen arkamdaki grubu işaret ederek;

-“Onların provokasyonuna gelmeyin...” diyor...

Ecevit’in sözleri üzerine arkamdaki gençler, sloganları daha hararetli seslendiriyor...

Önümdeki gençler Ecevit’e endeksli sloganlarla, grubu bastırmaya yelteniyor...

***

Tarihi bir kavşakta Marksist ve ayrılıkçı sol ile; Marksist olmayan demokratik sol arasında ortada bir yerde durmanın hazzını yaşıyorum...

***

O günden sonra kaç kez Tandoğan Meydanı’nda mitinge katıldığımı hatırlamıyorum...

Kaç kez Maltepe Camii’nin önünde polis tarafından durdurulup yürüyüşe son vermemiz gerektiğinin söylendiğini de anımsamıyorum...

***

Maltepe Camii’nin arka sokaklarından hangi yol şemalarını izleyerek Kızılay’a vardığım da, hafızamın tamamen derinliklerine itilmiş bir dehlizde...

***

Ne var ki; Tandoğan Meydanı; halen ismindeki tüm haşmetiyle duruyor...

Kişisel demokrasi tarihimin...

Meydanları ve sokağı öğrendiğim bireysel gelişim terrakimin...

En önemli abidesi olarak bilincimdeki yerini tüm azametiyle sürdürüyor...

***

Tandoğan Meydanı bitiyorsa;

“Ankara’nın siyasi mitingler tarihi de bitiyor” demek anlamına geliyor...

Taksi şoförüne bir şey söylemiyorum...

Çocuklarımın önünde; bu konuyu konuşmayı da doğru bulmuyorum...

Ne ki; içim bir garip oluyor...

Ankara’nın başkalaştığını hissediyorum...

***

Mançuryalı Aday filmini hatırlıyorum...

Filmin kahramanı Amerikalı yüzbaşıyı oynayan Denzel Washington’un hafızasının takılan çiplerle değiştirilmesi sahnesi gözümün önüne geliyor...

Tandoğan’ı “kişisel belleğimden sildirmemek” için çiplerle mücadele etmeye; hafızamın sahici halini muhafaza etmeye karar veriyorum...

İSTANBUL’UN FETHİ Mİ; İSTANBUL’UN KURTULUŞU MU?.. (4)

Anıtkabir’de çocuklar Atatürk’ün mozolesini görüyorlar...

Çok zengin Anıtkabir müzesinde bir saat boyunca geziyorlar...

***

Heyecanlı ve mutlular...

Ben de onlara Anıtkabir’i göstermekten mutluyum...

Kendilerine cüzdan, anahtarlık gibi hediyeler alıyorlar...

***

TED Koleji’nin ilkokul olarak okuduğum, şimdi üniversite olan binalarını gezmeye gidiyoruz...

TED Vakfı Genel Başkanı Selçuk Pehlivanlıoğlu; yeni yapılan tesisleri, yüzme havuzunu, spor salonunu bana ve çocuklara gösteriyor...

***

İlkokuldaki ve lisedeki sınıfıma götürüyorum çocukları...

Lisede okulu astığım günlerde kaçtığım tuvalet penceresini gösteriyorum...

Dedelerinin; babalarına kinayeli;

“Teşekkür konuşması yaptığı” kapıyı gösterip, video çekimi yapıyorum onlarla...

***

Uçağa biniyoruz ve İstanbul’a geliyoruz Pazar akşamüstü...

Taksiciler ve telefonda konuştuğum arkadaşlar; İstanbul trafiğinin “fetih yıldönümü kutlamaları nedeniyle” kapandığını söylüyorlar...

***

Yenikapı’daki miting ve kutlamalar; yollardan birini tamamen kapatıyor, trafik diğer iki yola kayıyor...

***

Anıtkabir’de çocuklarla birlikte Gazi Mustafa Kemal’in konuşmalarını kendi sesinden, görüntüsünden dinliyoruz birkaç saat önce...

İşgal edilmiş vatanın, nasıl kurtarıldığını “az zamanda çok ve büyük işler yaptık” şeklinde anlatıyor Mustafa Kemal...

***

İstanbul’da ise; İstanbul’un; Osmanlı tarafından alınmasının yıldönümü kutlanıyor... İstanbul’da; İstanbul’un alınışı kutlanıyor... Ankara’da, İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu anlatılıyor... İkisinin arasında bir fark yok bana göre... İkisi de bu ülkenin tarihinin; mihenk zafer taşları...

***

İstanbul’da yaşıyor, çocuklarımı İstanbul’da büyütüyor, İstanbul’luyum diyorsam; İstanbul’un alınışıyla, İstanbul’un kurtuluşu arasında bir fark göremiyorum... Suni fark yaratanları da anlayamıyorum...

***

Mutlu ve huzurlu bir hafta sonu geçiriyoruz... Pazar’dan yadigar tek buruk nokta; Tandoğan Meydanı...

Meydanın isminin tedavülden kaldırılmasını içime sindiremiyorum...

Yazının devamı...

Kolej’li gencin 40 yıl önceki aşkı...

Onu; Kolej’in onuncu sınıfında baharın Ankara’ya düştüğü bir Mayıs gününde ilk kez duygularıyla fark etmeye başlamıştı...

Bir okul gezisindeydiler...

Kızılcahamam’ın ormanlarına düzenlenen yıl sonu pikniğinde; genç kızı uzun zamandır farklı duygularla algılamaya başlamıştı Kolej’li genç...

***

Anneler; erkek çocuklarının duygularını; kendilerinden önce fark ederler...

Hiç istememişti annesi pikniğe gitmesini...

-“Derslerin iyi değil... Evde otur çalış... Derslerini kurtar...” demişti...

İzin alana kadar atla karayı seçmişti Kolej’li genç...

***

Piknikte değişik bir romantizmin rüzgarına girdiği genç kızla yakınlaşacağını umuyordu...

15 yaşındaydı...

Güzel, çalışkan, hoş, alımlı bir kızdı Kolej arkadaşı genç kız...

***

Annesi yabancıydı...

Genç kız naifliğini; annesinin Avrupalı kimliğinden alıyordu...

Yarı Avrupalı sayılsa da tam bir Türk gibiydi...

***

Bunu hiç fark ettirmez temiz Türkçesi’yle derslerde başarılı bir portre çizerdi...

Genç Kolej’li ise, makasın diğer ayağına kaymak üzereydi...

***

Dersleri ve okulu asmaya, başlamış sigaraya da o sıralarda başlamıştı...

Genç kızlarla dolu cafe’ler, kağıt oyunları oynanan kahvehaneler, başında kavak yelleri esen Kolej’li gencin yelken açtığı rüzgarlardı...

*****

İKİ KADIN, BİR AŞK... İKİ HAYAL KIRIKLIĞI...

Bir erkeğin atılganlığıyla; bir kadının temkini arasında uzunca bir mesafe bulunur hayatta...

Kolej’li genç; erkeğin atılganlığıyla kadının temkini arasındaki uzun mesafeden bihaberdi o günlerde...

***

Onuncu sınıftaki Mayıs pikniği genç erkeğin atılganlığıyla, genç kızın temkini arasında tahteravalli oynadı durdu...

***

Ders yılının son günleriydi...

Derslerden başarılı olamayanlar; Haziran ayında tamamlama kurslarına gidecekler, tamamlama sınavına gireceklerdi...

Tamamlamayı bitiremeyenler bütünlemeye kalacaktı...

***

Beş dersten tamamlamaya kaldı Kolej’li genç...

Romantik perisine, duyduğu kıpırtıya ise, o günlerde perinin yeterince karşılık vermediğini hissetti...

Temkinliydi peri...

O ise üzülmüş ve kırılmıştı...

***

Annesinin göğüs kanseri olduğu haberini sonradan aldı Kolej’li genç...

Annesi ameliyat olmuş; bir göğsünü almışlardı...

Kolej’li gence ameliyat bitene kadar; sınavları etkilenmesin diye haber vermemişlerdi...

Annesinin hastanedeki odasını ziyaret etmeye gitmeden önce, yarım paket sigara içmişti...

Artık bir sigara tiryakisiydi...

***

Hayat Kolej’li genci başka bir iklime doğru sürüklemişti...

Bütün derslerden geçmişti o yıl...

Ancak; bir ay içinde, önce romantik perisinden istediği cevabı alamamış, arkasından; hayatının ilk ve vazgeçilmez kadını; annesinin kanseri karşısında alabora olmuştu...

***

Annesini kaybetme korkusuyla, romantik perisini kaybetme hissiyatı birbiriyle çakışmıştı...

Hayat böyle anlarda erkeği; “tehlikeli sulara” sürüklerdi...

***

Söz konusu olan 15 yaşında genç bir Kolej’li erkekse; “tehlikeli sular, kanlı olayların girdabındaki olaylı gençliğin” habercisidir...

***

O yaz; Kolej’li gencin “devrim” sandığı, “devrimciler” zannettiği , “sosyalizm” diye kutsadığı, rüzgar hücrelerini saracaktı...

***

Mayıs ayının romantik prensinden ve anne kuzusu gencinden artık eser kalmayacaktı...

Bir “devrimciydi” artık...

Hayatı ve düzeni değiştirecek bir adamdı...

Burjuva aşkların dönme dolabında; Kolej gençliğinin “dejenere yaşamında” yeri yoktu o gencin...

Öyle sanıyordu...

***

Devrimler yapacak kadroların, dünyayı değiştirecek insanların, dünya dinamiklerini farklı okuyan teorilerin; pratiğiydi artık...

***

Bir kadınla erkek arasındaki “cüret ve temkin farkı”, ile hayatının ilk kadını anneciğin göğüs kanseri; bütün yaşamı değiştirivermişti Kolej’li gencin hayatında...

15 yaşındaydı...

Yaşadığı kırılma hayatının sonraki kırk yılına damgasını vuracaktı...

O sırada bunun farkında değildi...

*****

GENÇ KIZIN AŞKI...

Son sınıfa geldiklerinde; Kolej’li genç artık bir “devrimciydi...”

Romantik perisi; Kolej’in son yılında; hep ona ilgi gösterdi... Sevdiğini ve ilgilendiğini hissettirdi...

***

Güzel ve naif Kolej’li kız; temkini bırakmış; Kolej’li gence olan ilgisini göstermeye başlamıştı...

Artık açıkça ilgisini gösteriyor; sevgisini açıktan söylüyor; Kolej’li gencin kendisi için ne kadar önemli olduğunu ona satır aralarında anlatıyordu...

***

Erkekle kadın arasındaki “genetik kodlanma farkı” acıklı öykülere sebep olur, lise yıllarında...

Kolej’li genç için, artık başka bir hayat başlamıştı...

Anneciği ve romantik perisinden yaşadığı kırıklıklar; onu “dünyaları değiştirecek bir mücadele ruhuna” sürüklemişti...

Artık perisini; sevgili olarak değil; geçmişte duyguların çakışmadığı Kolej’li bir kız olarak görüyordu...

*****

“KADINIM...”

“Eşyalar toplanmış seninle birlikte...

Anılar yazılmış odaya her yere...

Sevdiğim o koku yok artık bu evde...

Sen... Kadınım...

Lara lara lara laralam..

Kadınım...

Bana bıraktığın bütün bu hayatın...

Yaşanan aşkların değeri yok artık...

Ben sensiz olamaz anlıyorum artık...

Sen... Kadınım...”

***

“Kadınım” şarkısı romantik Kolej’li gencin; romantik perisine duygularını tercüme eden şarkıydı o günlerde...

***

Bir şarkı daha dinlerdi o günlerde...

Çok severek, çok hissederek...

Şarkının hayatının gizli kalacak bir trajedisi olacağını bilmiyordu o esnada...

*****

AĞLAMAK GELİYOR İÇİMDEN...

Yıllar yılları kovaladı...Kolej’li genç, annesi ve romantik perisiyle 1975 yılında yaşadığı “mukadder kırıklıklarından” sonra, devrimci, sonra gazeteci, sonra televizyoncu, sonra bir televizyon starı haline geldi...

Hayatı, aşkları, farklı tarzı ve değişik haberciliğiyle bütün ülkenin konuştuğu adam haline geldi... Bir gün Kolej’li bir arkadaşıyla sohbet ederken; çaktırmadan romantik gençlik perisinin ne yaptığını sordu...

-“O mu?..” dedi arkadaşı:..

-“O maalesef çok erken yaşta öldü...”

Kulaklarına inanamadı...

Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı...

Hiçbir şey fark ettirmemeye çalışıyordu...

İlk gün onu “atılgan bulan”, sonraki yıl onun başka dünyalara gidişini bir türlü kabullenmeyen, ilk göz ağrısını uzun zaman unutmayan Kolej’li peri kız gencecik yaşında ölüp gitmişti... İki güzeller güzeli kız çocuğunu arkasında bırakarak...

***

Dün Kolej’li gencin; o sınıftan mezun oluşunun 40. yılıydı... 40 yıl önce hep dinlediği ve sonra gerçek olan şarkı Modern Folk Üçlüsü’nün bir şarkısıydı...

“Ağlamak Geliyor İçimden...”

Şimdi onun da;

Ağlamak geliyordu içinden...

***

“Küçük bir dünyam vardı...

İçinde bütün evren...

Bu öykü orada başladı...

Bahçesinde bir evim...

Evimde bir sevdiğim...

Aşkım sevgim her oradaydı...

***

Nasıl ve neden bilinmez...

Ayrıldık birdenbire...

Yılların ötesinde...

Bir gün haber verdiler...

Aylar boyu bekledi ve öldü dediler...

Ağlamak geliyor içimden...

Lay lay laylay... Lay lay laylay...

Lay lay lay lay laa...

Utanıp ağlayacak...

Kırık dökük anılar...

Bırakıp onu gittim diye...

Anılar toplanacak...

Hasretle okşanacak...

Bir güç bir dost bulursun diye...

Dağlar taşlar haykıracak

Ovaya ve her yere...

Anlatacak onu...

Onu ve öyküsünü...

Mezarında solacak...

O gönderdiğim çiçekler...

Ağlamak geliyor içimden...

Lay lay laylay...

Lay lay laylay...

Lay lay lay lay laaa...”

Yazının devamı...

Ölüm yıldönümde; Ankara'da Çiğdem Talu şarkıları dinliyorum

Bugün 28 Mayıs 1983’de ölen, Çiğdem Talu’nun ölüm yıldönümü...

Tesadüf diye bir şey yok gerçekte...

Ben de 40. yıl gecesi için Ankara’ya gidiyorum...

***

Ankara yıllarımın; duygusal med cezirlerinin şarkılarının söz yazarıydı Çiğdem Talu...

***

Kolej yıllarımın; gençlik bohemini onun yazdığı şarkı sözleriyle yaşıyorum ben yıllarca...

Ölüm yıldönümünde, 40 yıl önceki mezuniyeti anmaya gidiyorum...

***

Bugün değişik şarkılardan okunan Çiğdem Talu şarkılarından bir demet seçiyorum sizler için...

***

Çiğdem Talu; hep Erol Evgin’in söylediği şarkılarla anılır...

Ancak bugün ben; sadece Erol Evgin’den değil, diğer şarkıcılardan da topladığım Çiğdem Talu şarkılarını derliyorum sizler için...

***

Çiğdem Talu şarkıları konusunda Erol Evgin’le aramdaki gizli bir rekabetten! olsa gerek...

Derlediğim bu şarkıların hepsi Erol Evgin şarkısı değil...

Ama hepsi Ankara şarkılarım benim...

Bugün onları dinlemek istiyorum...

AĞLIYORUM YİNE... NİLÜFER SÖYLÜYOR... (2)

Elimde bir eski resmin,

Karşımda son mektubun var.

Şarkılarda senin ismin,

Etrafımda yabancılar...

Ağlıyorum yine, gündüz gece.

Son bir kere görmedim seni diye,

Çekilip bir köşeye ağlıyorum yine...

Ölüm bile daha kolay

Senden ayrı yaşamaktan.

Bu sokaklar, bu karanlık

Seni bana hatırlatan.

Ağlıyorum yine, gündüz gece.

Son bir kere göremedim seni diye,

Çekilip bir köşeye ağlıyorum yine...

MİNİK KUŞ; FÜSUN ÖNAL SÖYLÜYOR... (3)

Gel minik kuş gel yanıma

Söyle söyle anlat bana

Aşık mısın sen de acaba

Gel minik kuş pencereme

Gel dertleşelim seninle

Bekler misin sen de hep böyle

Ah minik kuş ah bir bilsen

Hiç haber yok sevgilimden

Ancak sen anlarsın halimden...

Kon bakalım daldan dala

Git biraz daha uzağa

Şöyle bir uzan dağlara

Sor bakalım var mı gören

Sevgilimi oralarda

Çok özlemiş dersin onu görünce

Hep seni beklemiş dersin günlerce

Yalnız seni sevmiş de anlat ona

Bul onu getir yeter ki yanıma

Affetmiş de söyle ona

Devrilmez küçük bir taşla

Aşk denen o koskoca kaya

Söyle söyle anlat ona

dünyada sevgimden daha

Anlamlı bir şey yoktu başka

Dönme sakın bulmadıkça

Ondan haber almadıkça

Beklerim ben dünya durdukça

Kon bakalım daldan dala

Git biraz daha uzağa

Şöyle bir uzan doğlara

Sor bakalım var mı gören Sevgilimi oralarda

Çok özlemiş dersin onu görünce

Hep seni beklemiş dersin günlerce

Yalnız seni sevmiş de anlat ona

Bul onu getir yeter ki yanıma

HAYALİMDEKİ ADAM... YELİZ SÖYLÜYOR... (4)

Ne zaman yalnız kalsam

Hayalimdeki adam

Sanki gerçekmiş gibi

Bulur beni

Ne söylesem ne anlatsam

Hayalimdeki adam

Anlar hemen halimi

Dinler beni...

Dur gitme; kim bilir belki de

Sendin hayalimde

Yaşattığım kimse

Dur söyle sen miydin benimle

Dolaşan el ele ufuksuz düşlerde

Bir gülsem bir ağlasam

hayalimdeki adam

Çok yakın bir dost gibi anlar beni

Bir gün gelir rastlarsam

Hayalimdeki adam

Görünce gözlerimi

tanır beni

Dur dinle; belki hep gerçekte

İnanmam bir kere, söylemem kimseye

Dur bekle dön bak gözlerime

İnsan sevinince ağlarmış gizlice...

İŞTE ÖYLE BİR ŞEY... EROL EVGİN SÖYLÜYOR... (5)

Seni düşündüm dün

akşam yine

Sonsuz bir umut doldu içime

Bir de kendimi düşündüm sonra

Bir garip duygu çöktü omzuma

Hani ıssız bir yoldan geçerken

Hani bir korku duyar da insan

Hani bir şarkı söyler içinden

İşte öyle bir şey

Hani eski bir resme bakarken Hani yılları sayar da insan

hani gözleri dolar ya birden

İşte öyle bir şey

Seni düşündüm dün akşam yine

Sonsuz bir huzur doldu kalbime

Bir de kendimi düşündüm sonra

Bir garip duygu çöktü omzuma

Hani yıldızlar yanıp sönerken

Hani bir yıldız kayar ve insan

Hani bir telaş duyar ya birden

İşte öyle bir şey

Hani bir yağmur yağar da bazen

Hani gök gürler ya arkasından

Hani şimşekler çakar peşinden

İşte öyle bir şey...

SEVDAN OLMASA... EROL EVGİN SÖYLÜYOR... (6)

Bende bu cehennem gibi yürek olmasa

Bende deli rüzgar gibi hasret olmasa

Bir de cana can katan o

Sevdan olmasa, sevdan olmasa

Bende bitip tükenmeyen umut olmasa

Ferhatın dağları delen sabrı olmasa

Bir de cana can katan o

Sevdan olmasa, sevdan olmasa

Gönlümde bu dinmek bilmez sızı olmasa

Gözlerimde gözlerinin izi olmasa

Bir de cana can katan o

Sevdan olmasa, sevdan olmasa

Aahh! Bu hayat çekilmez

Aahh bu hayat çekilmez

Sen olmasan canım

Aahh bu çile çekilmez

İÇİMDEKİ FIRTINA... EROL EVGİN SÖYLÜYOR... (7)

Gün ağarırken tek başıma oturmuşsam

Henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam

Sen yoksan yine ben de yorgun ve yalnızsam

Hele bir de bir de canım hasretine kapılmışsam

Ve gözümde tütüyorsan buram buram

İşte o an bir fırtına kopar

Sanki yer yerinden oynar

Hoyrat bir rüzgar eserken

Sallanan gemi misali

Sallanır durur içimde dünya

Son ışıkları sönüyorsa sokakların

Yeni bir gün giriyorsa penceremden yavaş yavaş

Sen yoksan yine, bense suskun ve bitkinsem

Hele bir de kadehin gölgesine sığınmışsam

Ve yılların hesabını şaşırmışsam

İşte o an bir fırtına kopar

Sanki o an yer yerinden oynar

Kül rengi bir akşam vakti

Kaybolan renkler misali

Kaybolur gider gözümde dünya

İşte o an bir fırtına kopar

Sanki o an yer yerinden oynar

Bir koca çınar dalından

Savrulan yaprak misali

Savrulur gider güzelim dünya

HEP BÖYLE KAL... EROL EVGİN ZUHAL OLCAY SÖYLÜYOR (8)

Herkes bir şey aldı götürdü benden

Kimi umutlarımı

Kimi inançlarımı

Kimi en güzel duygularımı

Sen başkalarına benzeme sakın

Hep böyle kal hep böyle kal

Hep cana yakın

Herkes bir şeyler aldı benden

Kimi bugünlerimi

Kimi yarınlarımı

Kimi en güzel duygularımı

Sen başkalarına benzeme sakın

Hep böyle kal hep böyle kal

Hep cana yakın

Yazının devamı...

“Duygusallaştın baba...”

Yarın çocukları alıp Ankara’ya gidiyorum...

Kolej’den mezuniyetimizin 40. yıldönümü kutlamasını yarın gece yapacağız Kolej Mezunları Derneği’nin düzenleyeceği yemekte...

***

Ankara Swiss Otelde olacak yemekli gece...

40 yıllık mezunlarla birlikte, beşer yıl aralarla mezun olan bütün kolej’liler, 25 yıllık, 30 yıllık, 45 yıllık 50 yıllık mezunlar da katılacaklar geceye...

***

Pazar günü, ayrıca Kolej’in geleneksel kuru fasulye günü var...

Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Başkanı Selçuk Pehlivanlıoğlu dün telefonla arıyor...

-“Abi geliyorsun değil mi?..” diye...

***

Sonra da müjdeyi veriyor,

-“Pazar günü geleneksel

kuru fasulye günümüzü; okulun bizim okuduğumuz eski ilkokul ve ortaokul binalarında yapacağız...

Okuduğumuz sınıflarda... Kolej’in ilk binalarında...”

***

-“Çocukları Anıtkabir’e götürmeyi düşünüyorum... Kolej etkinliklerine de katılırlar ve yaşarlar diyorum... Bakalım gelmeye çalışacağız...” diyorum...

-“Çok iyi olur...” diyor...

***

Telefonu kapattıktan sonra çocuklara; hafta sonu programını açıklıyorum...

-“Şimdi sizin okuduğunuz ilkokul gibi, babanızın ilkokulunu göreceksiniz Ankara’da...

Sizin okuduğunuz Kolej’in Ankara’daki ilk binalarını gezeceksiniz...” diyorum...

***

Bunları söylerken, hafif tıkanıyor boğazım...

Bir şey fark ettirmediğimi düşünüyorum...

Mina hemen atlıyor,

-“Duygusallaştın baba...” diyor...

***

Bu lafın üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum;

-“Evet duygusallaştım...” diyorum...

40 YIL SONRA KOLEJ’E GİDERKEN... (2)

1976 yılında mezun olup çıkıyorum Kolej’den...

Daha 17 yaşını bile doldurmamışım, liseyi bitirdiğimde...

16 yaşının son günlerindeyim...

***

O gün bana;

40 yıl sonra; Kolej’de okuyan üç çocuğumla 40. yıl mezuniyet gecesine katılacağımı söyleseler;

40 yılı kapsayan fırtınalarla dolu bir hayatımın olacağını anlatsalar;

Çocuklarımın annelerinin kimlikleri hakkında ipucu verseler;

Bunu söyleyenlere ne derdim acaba?..

***

Aklıma gelir miydi böyle bir 40 yıl geçireceğim Kolej’i bitirdiğim 1976 Mayıs’ında...

İLKOKUL MERDİVENLERİ... (3)

Pazar günü ilkokulun merdivenlerini göreceğim...

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini merdivenlerin bitiminde okuduğum ilkokul 3. sınıftaki halim gözlerimin önüne gelecek, o merdivenlerden çıkarken...

***

Ortaokuldaki kürsüden okuduğum günleri hatırlayacağım...

Sınıfları göreceğim...

Yemekhaneyi...

Anneciğin elimden tutarak beni getirdiği okul bahçesinde gezeceğim, geçmiş ayak izlerimi arayarak...

***

Çocukların yanında kalbim nasıl dayanacak bilemiyorum, duygu tünelinin içindeki bu sırat köprüsü dakikalara...

EN YAKIN ARKADAŞIMIN, 30 YIL SONRA ÇALMASINI İSTEDİĞİ ŞARKI... (4)

Kolej’in son sınıfında, en yakın arkadaşım Cemil’le (Sayek), okuldan sonraki 30 yıl sonrasını düşünürdük...

***

-“30 yıl sonra bir gün...” derdik;

-“Buralardan geçeceğiz... Yüzümüzde buruk bir hüzün...

Geçmişi anarak; bugünleri düşüneceğiz...”

***

Cemil bir gün bir plak getirmişti;

-“30 yıl sonra biz buralara yeniden geldiğimizde; arka fondan şu parça çalacak...” derdi...

***

Nereden bulmuşsa bulmuş Selda Bağcan’ın bir parçasını bulmuştu; Kolej sonrası hayat öykümüzün soundtrackı olarak...

***

Dün gibi hatırlıyorum...

Şöyleydi 1974 yılında çıkan o parça;

“BİR GÜNLÜK MUTLULUĞA BİR ÖMÜR ALIP GİTTİLER... NE GÜNLERDİ AH O GÜNLER...” (5)

Ne varsa her şey hatırımda...

Sanki daha dünmüş gibi...

Senden gelen senin olan...

Ne varsa her şey hatırımda...

O günler, o günler...

Şimdi yabancı gibiler...

Bir gün mutluluğa

Bir ömür alıp gittiler

Ne günlerdi ah o günler...

Bir daha dönülse

Şu yalancı dünyaya...

Bir ömür verirdim ben yine

Seninle bir günlük mutluluğa...

ANITKABİR VE LİSENİN KAPISI... (6)

Lisenin kapısını aşarak dışarıya açılan tuvalet penceresini gösterebilecek miyim çocuklara acaba?..

***

Dersleri asmak için pencereden nasıl kaçtığını babalarının?.. Dedelerinin üniversiteden apar topar nasıl çağırıldığını;

-“Çocuğunuza sahip çıksanız...” dediklerini...

- “Okul başlayalı iki ay oldu... Çocuğunuzun devamsızlığı 23 günü buldu...” diye serzenişte bulunduklarını o sabah...

***

Kolej kapısının önünde dedelerinin fötr şapkasıyla babalarına dönüp;

-“Teşekkür ederim oğlum... Çok teşekkür ederim...” dediğini...

***

Bunları anlatabilecek miyim çocuklara acaba?..

Bilmiyorum...

Bilemiyorum ki...

Bir Anıtkabir’e götüreyim çocukları Pazar sabahı hayatlarında ilk kez...

***

Ankara’yı bir hissetsinler...

Ankara’yı bir yaşasınlar...

Atatürk’ün Anıtkabir’ini bir görsünler...

TED Kolej’inin neyin üzerine kurulduğunu fark etsinler hele...

Sonra...

Sonrası Allah kerim...

Yazının devamı...

MİT müsteşarlığına kimin geleceğiyle ilgilenmeyen bir gazeteci...

36 yıllık gazetecilik hayatının sonunda; dün bir olay karşısında daha ayılıyor; çok geç öğrendiğim bir olgu karşısında hayrete düşüyorum...

***

Bunca yıllık gazetecilik yaşamımda, bir günden bir güne; “MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı’nın) başına kimin geçtiğini, ya da geçeceğini merak etmiyorum... Çoğu zaman gelen kişinin kimliği dışında; hakkındaki hiçbir şeyi merak edip bilmemenin yarattığı derin travmayı şimdi yaşamaya başlıyorum...

***

Yıllarca bu davranışımı; gayet doğal ve demokratik buluyorum...

-“Bana ne ki MİT’in başına geçen kişiden...” diyorum...

-“Devlet benim kirli ilişkilerimin, alangirli işlerle işimin, olmadığını biliyor... O gelmiş, bu gitmiş beni ne enterese eder?..” diye düşünüyorum ve konuyu hiçbir şekilde gündemimin hiçbir tarafına sokmuyorum...

***

MİT’in başına atanan kişinin; birçok insanın kaderinde çok etkili olabileceğini düşünmek istemiyorum...

Piyasada faaliyet gösteren, iki adımda bir gölgelerine çarptığım; yalan ve iftirayla beslenen etki ajanlarının varlığından bihaberim yıllar yılı...

***

MİT müsteşarlığı görevi, doğru, düzgün ve dürüst elemanlar kadar, piyasada faaliyet göstermekte olan yalancı ve sahtekar etki ajanlarını kapsadığından önemli bir boyut taşıyor...

***

Birkaç gündür sözünü ettiğim; “yalan ve iftiralarla” insanları gammazlayan, soğuk savaş dönemi artığı kontrgerilla tipi çetenin tepesindeki hanımefendiyle, bir zamanlar bu köşede sözünü ettiğim kurnaz etki ajanı, yeni bir operasyon çekmeye uğraşıyorlar...

***

Yalanları ve iftiraları onlarca kez suratlarına çarptığı halde, hakkımda kargaların bile güleceği yeni bir yalanı tezgahlama peşindeler...

***

Beni konudan haberdar eden yakın arkadaşlarıma;

-“Allah Allah...” diyorum;

-“Bayram değil, seyran değil... Bunlar niye kontrgerilla yöntemli iftiralara bugünlerde yeniden başvuruyorlar acaba?..”

***

Dün; 36 yıllık meslek hayatımda ilgilenmediğim haberler gözüme çarpınca; “kontrgerilla çetesinin bugünlerde neden hareketlendiğini” de anlıyorum...

***

MİT’e yeni bir müsteşar atanacak mı; eskisi mi yerinde kalacak?..

Yeni atanacaksa kim atanacak; kulisler bu sorularla çalkalanıyor...

***

Anlıyorum ki bu durum için kontrgerilla çetesi yeni yalanlar tezgaha sürüp, yeni duruma göre pozisyon almaya çalışıyor...

***

Hanımefendi ve ona gizliden bağlı; genelkurmay başkanlarına ayar çekip, fırça atan...

Birkaç yıl süresince davalarda sanıkların içeri girmesi ve içerde sürünmesi için televizyonlarda bangır bangır bağıran...

Apo’ya “sayın”; genelkurmay başkanlarına da “haddini bileceksin; memursun” diye fırça çeken;

Asya Finans gibi kuruluşlardan bir milyon liranın üzerinde kredi çeken...

Kurnaz bir etki ajanı yeni pozisyonlama yapmaya çalışıyor...

***

Hayatta kimselerle gazetecilik, dostluk ve arkadaşlık dışı bir ilişkim olmadığından; hiçbir tarakta bezim bulunmadığından; ne yaptıklarını ilk anda anlayamıyorum...

***

“Meselenin göreve gelecek, ya da görevde devam edecek MİT müsteşarıyla ilgili bir pozisyon alma çabası olduğunu” sonra fark ediyorum...

***

-“Allah Allah...” dememin;

-“Yine niye yalan ve iftiralara sarılma ihtiyacı duydular ki?..” diye sormamın nedeni bu...

***

Bugüne kadar üzerime attıkları bütün yalan ve iftiralar tokat gibi patlıyor yüzlerinde...

Tanrı; bundan sonra da öyle olacağını sanki gözlerinin içine baka baka söylüyor...

Ancak onlar yine “pes” etmiyorlar...

Hayatta tek bildikleri işi fütursuzca ve umutsuzca yapmaya devam ediyorlar...

***

Prefabrike üretilen yalan, iftira ve kumpastan medet umuyorlar...

Soğuk savaş döneminden kalma kontrgerilla eğitimi sadece bunu kapsıyor...

Başka bir sanatları yok ve olmadığı için, hayat için yararlı bir değer sunamıyorlar...

Durumlarına; kızmak mı gerek, üzülmek mi, acımak mı?..

Hâlâ kestirebilmiş değilim...

*****

ÇOCUKLAR GECCE COM’UN GECESİNDE BİR SAAT KALINCA...

Dün akşam saatlerinde; prefabrike yalan ve iftira üreten kontrgerilla artığı çetenin, kirli işlerini açığa çıkartırken; GECCE COM’un sahibi Kenan Erçetingöz’e mesaj atıyorum...

***

-“İyi bir zamanımda değilim... Yazı yazıyorum... Anneciğin çete yüzünden zor geçirdiği günleri hatırlıyorum... Onları yazıyorum... Bu sene, ödül verme merasimi nasıl olsa yok... Ben katılmayayım; yazımı yazayım...” diyorum...

***

Beni dinlemiyor...

Tepki gösteriyor...

Kenan’ı sakinleştirene ve gerçek durumumu anlatana kadar akla karayı seçiyorum...

Nihayet durumu anlıyor; sakinleşiyor;

Fakat bu sefer de benim içim elvermiyor...

-“Bir ara çocukları alır, kısa bir süre uğramaya çalışırım gecce com’un ödül törenine...” diyorum...

***

Çocuklara; konserler, Broadway müzikalleri, tiyatro oyunları, gece mekanları, ödül törenleri, sahne şovları, futbol maçları, sinemanın konulu filmleri, dünyanın belli başlı şehirleri, sporun envayi çeşitiyle dolu, bir yaşamı bütün renkleri ve kesitleriyle tattırmaya çalışıyorum...

-“Hadi hazırlanın... Sizi Suada’da çok şık bir geceye götüreceğim...” diyorum...

-“Bir saat kalıp döneceğiz... Çok seveceksiniz...”

***

Gözlerini dikip, her detayı içlerine sindirmeye çalışıyorlar; gecce com’un mekanlara ödül verilen gecesinde...

***

Bir saatin sonunda Poyraz uyumaya başlıyor...

Alıyorum onları; hayatlarına yeni bir fotoğraf karesi eklemenin manevi hazzıyla eve götürüyorum...

***

Hayatta kim hangi kötülüğü yaparsa yapsın, yaşam; kendi enerjisini, sevgisini, dostluğunu, arkadaşlığını ve sinerjisini sunmaya devam ediyor...

Gecenin bitiminde ailemden bana, benden çocuklara yadigar sevgi yumağının sonsuza kadar devam etmesi için Tanrı’ya dualar ediyorum...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.