Şampiy10
Magazin
Gündem

Başkanlık sisteminin fiili olarak başladığı gün...

Ben de dahil birçok kişi; Türkiye’deki güç ve yetki merkezinin “Başbakan’da toplandığı parlamenter sistemin kodlarıyla düşünmeye alıştığından”, onlarca yılın ezberiyle; “Davutoğlu’nun AKP Genel Başkanlığı ve Başbakan’lıktan ayrılmasının pek ihtimal dahilinde olmadığını” düşünüyor...

***

Objektif kalarak insanı böyle düşünmeye iten nedenler bulunuyor...

Bu nedenler;

1) Ahmet Davutoğlu son parlamentonun aritmetiğinin belirlendiği Kasım seçimlerde yüzde 49 alan AKP’nin, meydanlarda miting yapan, oy toplamaya çalışan genel başkanı olması...

***

2) AKP’nin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan kaynaklı oyları olsa ve iktidar alışkanlığı bulunsa bile, partiyi yüzde 49’la tek başına iktidar yapan bir genel başkanın; seçmenden oy istediği dört yılı tamamlamadan, görevden ayrılması parlamenter sistemin kodlarına uymuyor...

***

3) Ahmet Davutoğlu; “kendi isteğimle ayrılmadım...” diyor...

Cumhurbaşkanı ise; “kendi tercihidir...” diyor...

Hangisi doğruyu söylüyor diye düşünüldüğünde “ikisinin de kendi pencerelerinden doğruyu söyledikleri bir dilema çıkıyor...”...

***

4) Davutoğlu; kongreye gidilmesini Erdoğan’ın istediğine atıf yapıyor; bu sözleri söylerken...

5) Erdoğan ise; AKP kongresinin kendi doğal liderliğini benimsediğini bildiğinden;

“Doğal liderliğin etkisine karşın, Davutoğlu aday olursa kazanamaz... Aday olmama kararı bu şartlar altında kendi kararı...” demeye getiriyor...

İŞARET FİŞEĞİ; PELİKAN DOSYASI VE NASUHİ GÜNGÖR...

6) Böylece; bir süre önce gazeteci Nasuhi Güngör’ün; “Davutoğlu’yla bu işler gitmez...” sözlerinin;

***

7) “Pelikan Dosyası isimli Erdoğan-Davutoğlu ayrılıklarına işaret eden sosyal medya dosyasının”, “Cumhurbaşkanlığı tarafındaki somut temelleri olan gelişmelere işaret eden birer işaret fişeği olduğu” ortaya çıkıyor...

YENİ BAŞBAKAN MI YENİ BAŞKAN YARDIMCISI MI?.. (2)

Türkiye demokrasisi onlarca yıldır; güç ve yetkinin “Başbakan’ların elinde toplandığı parlamenter sistemle” yönetiliyor...

Tüm bu yıllar içinde; “Başkanlık sistemi” isteği, özellikle merkez sağ liderler tarafından dile getiriliyor...

***

Turgut Özal; akıllarda en fazla kalanı... Demirel faktörü nedeniyle Özal bir türlü Başkanlık sistemini Türkiye’ye getiremiyor...

***

Sonunda “tek başına kaldığı ve yalnızlaştığı Cumhurbaşkanlığı’nda; Çankaya Şişmanı” ismi takılarak; Başbakan tarafından kaale alınmayan bir pozisyona sokuluyor...

Turgut Özal; “Çankaya’dan inip, sıfırdan yeni bir parti kurmayı göze alacak bir gözükaralıkta olduğu günlerde; kalp krizi geçirerek vefat ediyor...

***

Turgut Özal’ın kurduğu ANAP; o sırada Özal’a kalkan olacak bir politika izlemiyor...

***

Aslında bu “parlamenter sistem açısından” yadırganacak bir durum değil...

***

Özal Cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren; partiler üstü bir Cumhurbaşkanı konumuna geliyor...

Bu durumda “kurduğu eski partinin, diğer partilerden bir farkı kalmıyor... Ona kalkan olma mecburiyeti bulunmuyor...”

***

Özal tecrübesinin üzerinden 25 yıla yakın zaman geçiyor...

Kurdukları partiyi arka arkaya iktidara getiren merkez sağ partilerin kurucu liderlerindeki “Başkanlık Sistemi” ise aynı dozda devam ediyor...

***

Tayyip Erdoğan da; “Türkiye’de Başkanlık Sistemi’nin gerekli olduğunu” uzun zamandır söylüyor...

***

Ancak henüz “Anayasa değişikliğinin yapılmaması; bu konuda gerekli meclis çoğunluğunun sağlanmamış olması” durumu “siyasi olarak çıkmazda” bırakıyor...

***

Hukuki olarak “parlamenter sistemin geçerli olduğu”; uygulamada ise “Başkanlık sisteminin zorlandığı” bir tablo çıkıyor ortaya...

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında gerçekleşen önceki günkü görüşme; bu derin farklılığın somut bir yansıması...

***

Erdoğan’a göre “Türkiye’de Başbakan”; Amerika’daki Başkanlık Sistemi gibi; “Başkan Yardımcısı” konumunda olması gereken bir mevkii...

***

Amerika’da Başkan ile; Başkan Yardımcısı; ülkeyi dört yıl için beraber yönetmek üzere seçiliyorlar...

Erdoğan’ın Davutoğlu’dan sonraki Başbakan’lardan beklediği pozisyon bu...

***

Cumhurbaşkanı’nın şimdi anayasal olarak bu sistemi, kurmak üzere harekete geçeceği anlaşılıyor...

BAŞKANLIK VE GENEL SEÇİMLERİN BİR ARADA YAPILMASI İHTİMALİ... (3)

Son olay Türkiye’de sonbahara kadar önümüzdeki birkaç aylık dönemde; muhtemel şu siyasi gelişmelerin olmasını öngörüyor...

***

1) AKP Kongresi; artık “tek başına AKP’ye seçim kazandıracak lideri değil”; yeni bir anayasa değişikliğiyle “Başkan olması beklenen Tayyip Erdoğan’la uyumlu çalışacak bir Başkan Yardımcısı modeline uyacak adayı” çıkartmak için Kongre’ye gidiyor...

***

2) AKP delegeleri “seçeceğimiz lider önümüzdeki seçimleri bize kazandırır veya kazandıramaz” mülahazasından çok; “Başkan olması amaçlanan Tayyip Erdoğan’ın yardımcısının” kim olacağını seçme tercihiyle karşı karşıya kalıyor...

***

3) Anayasayı değiştirmek için Sonbahar’da yapılacak olası bir genel seçimin; aynı anda yeni Anayasa ve “Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık seçimi haline gelmesi” en ağırlıklı ihtimal olarak görünüyor...

***

4) Türkiye 14 yıllık dönemin en keskin virajlarından birine giriyor...

Adım adım döşenen yolda; şimdi gelinen nokta “Başkanlık sisteminin, anayasanın ve genel seçimlerin hepsinin bir arada oylanacağı” bir seçim virajına girilmesi...

Yazının devamı...

Berlin duvarını andıran Avrupa vize duvarı...

20 yaşında bütün hevesi; yurt dışına gidip, İngiltere’de, Fransa’da hayatı görüp tanımak olan bir gencim...

Yeterli döviz olmadığından hükümet bir karar çıkartıyor ve yurt dışına çıkışları üç yılda birle sınırlı tutuyor...

Üç yılda sadece bir kez çıkabiliyor ve çıkışta en fazla 500 dolar alabiliyor Türk insanı; Merkez Bankası’ndan...

***

Sınır kapısında fazla dövizle yakalanırsa, suç işlemiş oluyor ve parasına el konuyor...

Cambridge’e giderken annem, pantolonumun iç cebine birkaç yüz doları dikerek yerleştiriyor...

***

Ertesi yıl Paris’e gitmek için, “Lille’deki bir çalışma kampına gidiyorum” diye çalışma kampından izin belgesi alıyorum...

Yaşamım boyunca her yurt dışına çıkışta, “mazimde kısıtlamaların yarattığı bir yarım kalmışlık duygusunun yarattığı hevesin tatminini duyuyorum...”

DUVARDA BİR GEDİK AÇABİLDİĞİMDE... (2)

Bir yıl önce Almanya’ya seyahat ettiğimden İngiltere’ye turist olarak gidebilmen 1979 yılında mümkün olmuyor... “Ancak eğitim amacıyla bir okula kaydolursan, ya da bir iş bulabilirsen gidebiliyorsun...” diyorlar,

***

Türkiye kendi vatandaşlarının yurt dışına çıkma hakkını üç yılda birle kısıtlıyor o yıllarda...

***

Cambridge’deki okula kaydımı yaptırıyorum ve kabul belgesini aldıktan sonra İngiltere’ye gidebiliyorum...

Sonraki yıl, bütün amacım Fransa’ya Paris’e gidebilmek... Fakat yurt dışına çıkacak bütün yollar tükenmiş görünüyor...

***

Eğitim amacıyla Paris’te bir okula kaydımı yaptırmam kolay görünmüyor...

Turist olarak çıkamıyorum...

Bir arkadaşım;

-“Kültürel değişim programları var... Yaz kamplarında çalışıyor gençler... Onlara başvur... Kampa kabul edilirsen, Fransa’ya gidebilirsin...” diyor...

Sürprizi sona ekliyor:

-“Katılmak istediğin kamplarla ilgili senden üç ülke adı istiyorlar... Birincisinde yer yoksa diğer ülkelerdeki kamplara gideceksin...”

-“Ben sadece Paris’e gitmek istiyorum...” diyorum... -“Şansın elverirse gidersin...” cevabını veriyor...

***

“Fransa’da çalışma kampı talebim kabul edilecek mi edilmeyecek mi” sorusu haftalarca geriyor beni içten içe...

Bir süre sonra haber geliyor...

-“Fransa’nın Lille kentindeki çalışma kampına kabul edildiniz...” diye...

Paris’e gideceğim; Paris’ten Lille’e geçeceğim, onbeş günlük çalışma kampına katılacağım; sonra tekrar Paris’e dönüp orada kalıp, Türkiye’ye döneceğim...

Mutluyum... Ne yapıp edip; “Avrupa ile aramdaki duvarda bir gedik açıp; Fransa’ya gidebileceğim için...”

30 YAŞINDA... PARİS’TEN PORTEKİZ’E GİDERKEN (3)

Paris’teyim... Fransa’da okuyan kız arkadaşım ve onun erkek kardeşiyle, ortak bir arkadaşımızın evine misafir olup, yılbaşını geçirmek için Portekiz’e uçacağız...

Benden başka kimsenin vizeye ihtiyacı yok...

Kimliklerini gösterip geçiyorlar sınırdan...

***

Grubun tek “vize” zorunlu elemanı olmak gayri ihtiyari kimyamı bozuyor...

Sanki “suç benim suçum gibi” içimdeki savunma mekanizması çalışıyor...

***

Yıllardır gazeteci olarak seyahat ediyorum...

“Vize” isteyen memurların tavır ve davranışlarına alışkınım...

***

Fransa’dan Portekiz’e gitmek, Avrupa Birliği vatandaşları için değil vize, pasaport göstermeye gerek olmayan bir seyahat...

Onlara bir “kimlik” göstermek yetiyor...

Ankara-İstanbul uçak yolculuğu gibi...

***

Türk vatandaşı için ise, “turistik nedenle bulunduğu Fransa’dan çıkış ve bir başka Avrupa Birliği ülkesine giriş”

o yıllarda deveye hendek atlatmaktan zor bir iş...

***

Charles De Gaulle Havaalanı’nda arkadaşlarım kimliklerini gösterip geçiyorlar...

Ben vize kuyruğunda bekliyorum...

Nihayet Fransız vize memurunun karşısına dikiliyorum...

O günlerde Fransa ile Türkiye arasında nahoş vakalar var...

***

Fransız pasaport polisi o günlerde, havadan nem kapıyor ve ülkesine “girip çıkan Türk vatandaşlara, daha bir dikkatli bakar” hale geliyor...

Pasaportumu alıyor ve incelemeye başlıyor...

Neyi incelediğini bilmiyorum...

Zaten çok girişli vizem var... Atina’da ikamet ediyorum...

Benim uflayıp puflamam polisi zerrece ilgilendirmiyor, gittikçe artan bir ciddiyetle pasaport üzerinde inceleme yapmaya devam ediyor...

***

Arkamdaki kuyruk gittikçe uzuyor...

Bekleyenlerin öfkesinin pasaport polisinden çok benim üzerimde biriktiğinin farkına varıyorum...

***

Bir süre sonra Fransız pasaport polisi aradaki küçük camı kapatıyor ve “Siz benimle geleceksiniz” diyor...

Gişeyi kapatıyor...

Kuyrukta bekleyenlere “yandaki gişeye geçin” anlamında bir şeyler söylüyor... Herkesin ortasında “rezil” oluyorum... Bütün gözlerin bana çevrildiğini hissediyorum...

***

Havaalanındaki turistler tarafından “uluslararası kriminal bir kaçakçı tehlikeli bir suçlu” olarak algılandığımı biliyorum...

Böyle durumlarda “gazeteci” olduğuma şükrediyorum...

Öyle bir tepki gösteriyorum ki, Fransız pasaport polisinin “yaptığı haksızlık, yanına kâr kalmıyor...”

***

Görevli polise göre; üçüncü dünya ülkesi Türkiye’den gelen bir yolcuyu “pasaportundaki vize sahte mi değil mi” diye sorgulamak, doğal bir olay...

-“Bu vize sahte” diyor...

Ben ise ona cevap olarak, “Bu yaptığının yanına kâr kalmayacağını” söylüyorum...

***

Beni “kapalı bir odaya alan pasaport polisi, tepkimin büyüklüğünden hafif tırsıyor...”

Sorulara cevap vermeyi reddediyorum ve bana “büyükelçiliği bağlayın” diyorum... İkinci bir polis memuru geliyor... Birinci ikinciye bir şeyler söylüyor...

***

Bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım üçüncü bir polis geliyor...

Ben havaalanının ortasında uygulanan insanlık dışı muameleye karşı, “hakkımı aramanın” yollarını arıyorum...

***

Polisten şikayetçi olmaya kalksam, yılbaşını geçirmeyi hayal ettiğimiz Lizbon seyahati elimizden uçup gidecek...

Üstelik Fransız polisi “Ben görevimi yaptım... Şüphelendim, sorguladım” deyip işin içinden sıyrılacak...

Bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım polis, yavaştan beni sakinleştirmeye başlıyor...

***

Hiç hak etmediğim bir şekilde “insanlık dışı, kanun kaçağı muamelesine” tabi tutulduğumu, yüzlerce insanın önünde kriminal bir kaçak gibi, alınıp bir odaya tıkıldığımı söylüyor; ve mağduriyetimi anlatıyorum...

***

Arkadaşlarım yanıma geliyor...

Bana uçağı kaçırmak üzere olduğumuzu haber veriyorlar...

Fransız pasaport polisi hemen gidersek uçağı kaçırmayacağımızı söylemeye başlıyor ve “her şeyi unutma üzerine adı konmayan bir pazarlık yapıyor” benimle... Ya herkesin programını iptal ettireceğim, ya da bu zımni özrü kabul edip gideceğim...

Bir an için kendimi aşağılanmış hissederken; Fransız pasaport polisini dize getirmenin göreceli mutluluğuyla,havaalanından ayrılıyorum...

Lizbon’a uçuyorum...

AVRUPA’YLA 36 YILLIK VİZE DUVARININ ACI VEREN ÖYKÜLERİ... (4)

Atina’ya gitmek için havaalanında check-in yaptırıyorum...

Check-in yapan THY hostesi, utana sıkıla yanıma yanaşıyor...

-“Schengen vizeniz tek girişli... O tek girişi de daha önce yapmışsınız... Bu vizeyle ne Yunanistan’a ne de başka bir Avrupa ülkesine giremiyorsunuz...”

-“Şaka mı yapıyorsunuz” gibi bakıyorum hostes hanıma;

-“Ben bu vizeyle Yunanistan’dan sonra Beşiktaş’ta yönetici olarak takımla birlikte Berlin’e gittim... Alman polisinden hiçbir sorun çıkmadı...”

***

Aynı anda vizeye bakıyorum... Gerçekten tek giriş yazıyor... Peki Almanya’ya bu vizeyle nasıl giriyorum?.. Belli ki, her tarafı vizelerle dolu 3 yapışık pasaportu gören Alman polisi özel uçakla gittiğimiz için, hiç ihtimal vermediğinden giriş damgasını yanlışlıkla basıyor...

***

Eşyalarımla Yeşilköy havalimanında dımdızlak ortada kalıyorum...

O an, kafamda şimşek çakıyor... Yunan Başkonsolosluğu’ndaki Yorgo o anda aklıma geliyor... Yıllar yılı, İstanbul’daki Türkler ve Atina’da Rum kökenli Türk vatandaşları arasında kulaktan kulağa “nazi subayı” olarak anlatılan Yorgo’nun azizliğine uğradığımı o an anlıyorum...

***

O saatte büyükelçiyi, başkonsolosu arasan da hemen vize temin etmenin imkanı yok...

Uçağı kaçırıyorum...

Rezervasyonları iptal ediyorum...

Bütün programımı altüst etmek zorunda kalıyorum...

Biliyorum ki, kim olursam, ne olursam olayım; Avrupa’yla vize duvarı devam ettikçe, hiçbirimize özgürce seyahat olmayacak...

***

Bunlar, 36 yılda yaşadığım olaylardan sadece birkaçı...

Avrupa’ya vize kalkıyor...

26 Avrupa ülkesine Türk vatandaşları Haziran ayının sonundan itibaren vizesiz gidebilecek hale geliyor...

Bu anılar çocuklarıma; “Avrupa’yla vize duvarında yaşayan babalarından acı ve ibret dolu birer anı olarak” kalıyorlar...

Yazının devamı...

İriyarı babasının karşısında çelimsiz vücuduyla küçüldüğünü düşünen çocuk... (1)

3 Temmuz 1883’de doğan Prag’lı bir Yahudi’ydi Franz Kafka...

***

Yahudi olduğu için Almanlar tarafından sevilmedi, Almanca konuştuğu için de bu kez Çekler tarafından hor görüldü...

***

Ancak onu esas hor gören ve hayatına damgasını vuracak olan babası Hermann Kafka’ydı...

***

Ve sağlıklı bir adamdı Hermann Kafka...

Franz Kafka ise çelimsiz bir vücuda sahipti...

***

olan babanın otoritesi bir süre sonra bir fobi haline geldi Kafka’da...

***

Otorite karşısında zaten zayıf olan bedeninin iyice küçüldüğüne, yok olmaya başladığına inandı...

***

Yoğun bir korku ve suçluluk duyuyordu babasına karşı...

Bu duygu giderek, tüm dünyaya, tüm insan ilişkilerine yansıtılan bir korkuya, suçluluk duygusuna ve kaçma isteğine bıraktı kendisini...

***

Yetişme koşullarındaki bu gaddarlığa karşın; babasına başkaldırmadı Kafka...

Tam bir teslimiyet göstererek boyun da eğmedi...

İntikamı hiçbir şey yapmamaktı...

Tüm yaşamı, onu yok sayma ve aşağılama motifiyle hareket eden babasından yapıtlarıyla intikam almakla geçti...

***

Albert Camus’nun taş olmak istemesi gibi Kafka da kara saplanmış yararsız bir odun parçası olmak istedi...

***

Aşk ilişkilerinde de daireyi tamamlamak, tümlemek istemedi...

Başarısız olma korkusu giderek başarısız olma isteğine bıraktı kendisini...

***

Bu trajik hal ona başka türlü bir haz verdi...

Özellikle Milena ile aşkı böyle bir aşktı...

*****

HAMAMBÖCEĞİ SAMSA’NIN EVLİLİK RÜYASI!.. (2)

Derin aşağılık kompleksleriyle yoğrulmuş bir dünyası vardı Kafka’nın ve “Kendi bedeninden değil hoşnut olmak, neredeyse tiksinirdi...”

***

1915’de yazdığı Değişim isimli öyküsünün ilk cümlesi kendi korkularını tarif eder gibiydi:

***

“Samsa bir sabah korkulu bir düşten uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir hamam böceği olarak buldu...”

***

Öyküdeki “hamam böceği Samsa, bir süre utanç dolu ve anlamsız bir yaşam sürdükten sonra pis ve yalnız bir şekilde öldü...”

***

Kafka hamam böceği Samsa tiplemesinde; eleştirmenlere göre hayat karşısındaki kendini aczini anlatıyordu...

***

Üstünde dayanılmaz ve katlanılmaz bir ağırlığı olan babasından uzaklaşabilmek ve kendi başına varolabilmek için; evlenmek ve bir aile sahibi olmak istedi Kafka...

***

Ne ki böylesine ağır kompleksler altında ezilen bir adamın altından kalkabileceği bir iş değildir evlilik...

***

Kadınlarla mektuplaşmaktan başka bir şey yapamıyordu...

Bu yolla cinsel ilişki kurmak imkansız olduğundan hiçbir zaman çocuk sahibi olmadı...

*****

MİLENA’YA YAZDIĞI MEKTUP... (3)

Mektup arkadaşlarından biri Felici Bauer’le iki kere nişanlandı...

Esas aşkı ise kitaplarının çevirisini yapan Milena’ydı...

***

Milena evliydi, kocasıyla mutsuzdu, o da Kafka’ya karşı tutkulu bir aşk hissediyordu...

***

Mektuplar, mektuplar, mektuplar...

Mektuplarla sürdü Kafka’nın

tutku dolu; “İçimi bıçakla deliyor” dediği aşkı...

***

Milena’yla mektuplaştıkları üç yıl zarfında sadece iki üç defa görüşebildiler...

***

Görüşmeleri Kafka’ya daha da büyük bir acı verdi...

Tek iyi tarafı, bu görüşmelerin yazarın yaratıcılığını tetiklemesiydi...

***

-“Anladığım kadarı ile ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz Milena...” diyordu...

***

-“Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki...”

Bir odadayız Milena...

Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı...

Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı...

***

Halbuki bu iki kişilik ürkeklik, bu kadar benzemese, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese...

***

Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada...

***

Yeryüzündeki 38 yıllık yolculuğumdan sonra bir dönemeçte sana rastlıyorum ve bu geç gelen hiç beklemediğim karşılaşma sonrasında ne yapacağımı bilmez şaşırıp kalıyorum...

*****

KAFKA; KORKU; ÖLÜM VE DORA... (4)

Böyle yazdı Kafka Milena’ya mektubun birinde...

***

Milena Kafka’ya karşı hep büyük bir hayranlık duymuş, büyük bir sevme gücüyle ona bağlanmıştı...

Ondaki yaşam gücü ve iştahı...

Esas bu Kafka’yı korkutmuştu...

***

Korku duyduğu her durumda, hastalığının kuytu, dingin limanına sığındı, sanatoryuma teslim olmayı aşka teslim olmaya yeğ tuttu Kafka...

***

Milena ise durumu anlayamıyordu;

-“Diğer kadınların üzdüğü gibi mi üzdüm onu?.. Bu üzüntü yüzünden mi hastalığı ağırlaştı...

Onun için mi kaçıyor benden şimdi?..

Onun için mi sığınıyor korkusuna?..

Onun için mi yok olmalıyım, çıkmalıyım yaşamından?..

Suç yalnız bende mi?..

Yaradılışının zorunlu kıldığı şeyler mi yoksa bunlar?..”

***

Milena’yla mektuplaşmaları bittikten bir yıl sonra Viyana yakınlarında bir sanatoryumda ağzından kanlı öksürükler gele gele öldü Kafka...

***

Yalnız değildi...

Gencecik bir kız vardı yanında...

Dora Diamant...

İlk kez veremli yatağında mektup yazmadan konuşabileceği bir kadın oldu Dora; Kafka için...

***

Tuhaf bir huzur içindeydi...

Yazının devamı...

Babama benim melezlere aşık olduğumu söylemeyin... O beni sadece Türk olarak biliyor...

Hayatımın büyük aşklarından biri olan genç kadını ilk gördüğümde çarpıcı güzelliğinden çok etkileniyorum...

O güne kadar hiç böylesine bir “güzellik” gördüğümü hatırlamıyorum...

***

Onu tanımlayacak bir sıfat, güzelliğindeki aurayı anlamlandırabilecek sihirli bir sözcük arıyorum...

***

Konuşmaya ve çıkmaya başladıktan bir süre sonra; genç kadının “melez bir genetikten geldiğini” fark ediyorum...

***

Dünyadaki insanların hemen hiçbirisinin “ari ırkların”, başka etnisite, mezhep, din ile karışmamış saf kan üyeleri olmadığının bilincindeyim...

***

Ancak genç kadının, ebeveyn düzeyinde hem din hem etnisite olarak “melez” kimlik taşıması; “kimliğindeki melezliğe tavan yaptırdığını” fark ediyorum...

- “Senin güzelliğin melez bir güzellik...” diyorum ona...

Gülüyor...

YOUSEF BEİDAS’IN “MELEZ” HAYATI... (2)

Genç ve güzel kadının; “afet” ölçülerindeki güzelliğinin; insanı etkileyen çekiciliğinin “melez” gerçekliği; bana Kolej yıllarımda lisede okuduğum bir romanı hatırlatıyor...

***

“Cemil” isimli romanın kahramanı “Cemil”; “Beyrut’lu Hristiyan Arap bir baba ile Fransız katolik anneden olma”, her dile her dine ve her kültüre; aynı aidiyetin parçasıymışcasına kolay adapte olabilen bir karakter...

***

İngiltere’de yatılı bir İngiliz okulunda okurken; onu; “Eyrap (Arap)” diye küçümsemeye çalışan arkadaşlarına karşı, sakin davranabilmek için pantolon cebinde taşıdığı ve böyle anlarda dokunarak kendisini yatıştırdığı bir tespihi bulunuyor Cemil’in...

***

Romandaki “Cemil”; dünyanın belli başlı tüm kentlerinde; Newyork’ta bir Newyork’lu, Londra’da bir Londra’lı, Paris’te bir Paris’li gibi davranıyor ve yaşıyor...

***

Memleketi ise; o tarihlerde Hristiyan, Müslüman, Musevi, Arap; Ermeni ve nice etnisitenin yaşadığı dünyanın “en melez şehri” Beyrut...

***

O tarihlerde bir Beyrut’lu, hangi etnisite ve dinle doğarsa doğsun, doğal bir “melez” olarak dünyaya geliyor...

***

Cemil karakterinin Beyrut’lu dahi bankacı; “Filistin’deki dahi” diye bilinen Yousef Beidas olduğunu daha sonraları öğreniyorum...

***

Arapça adıyla Yousef Beidas; annesinin Fransız’lığı hesaba katılırsa Joseph Beidas; “Filistinli dahi” olarak ün yapıyor bankacılık ve finans sektöründe...

O Beyrut’lu bir “lövanten...”

***

Cemil kitabını okurken; “bir melez”in, dünyanın “kendisini saf kan zanneden ırkları karşısında ne kadar üstün olabileceğini, her şeye nasıl tepeden, kuş bakışı bakabileceğini; her kültürü bilirken, her kültürün nasıl ötesine taşabileceğini” fark ediyorum...

***

Kitap; çok zeki ve kurnaz olan Yousef Beidas’ın hayatını anlatırken, Beidas’ın atalarındaki Arap genetiğinden mütevellit Lövanten cesareti; kurnazlığı ve zekasını anlatıyor...

Ancak bu özellikler, fazlaca cüretle harmanlandığında bir süre sonra, kendisine karşı işlemeye başlıyor ve büyük bir çöküşe gidiyor dahi işadamı...

***

Aklımı başımdan alan güzel melez kızın çekiciliğine, ilk gençlik yıllarımın unutulmaz romanı “Cemil” eklenince, hayatım “melez bir estetik” kazanıyor...

***

Saf ve ari ırk denilen olguların ve kültürlerin bir süre sonra ne kadar sıkıcı; ne kadar kendini tekrar eden monoton esanslı olduğunu fark ediyorum...

***

Melez olan her şey güzel oluyor...

Heyecanlı oluyor...

İniş ve çıkışlı oluyor, hayatın farklı renklerini kapsıyor...

Tek kültüre, tek etnisiteye indirgenen bütün kültürler, insanlar, kadınlar, toplumlar; yaratıcılıktan uzak, sıkıcı, monoton ve kendini sürekli tekrar eden bir naturanın biteviye parçası oluyorlar...

***

Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk gidişlerimde durumu tam çözemiyorum...

Ancak son üç gidişimde; Amerika ve “melez kültür”le ilgili yalın gerçek bütün çıplaklığıyla çarpıyor yüzüme...

***

Amerika’nın; yaşlı Avrupa kıtasına göre, en temel gelişmişlik kıstası; yarattığı “melez kültürde” biçimleniyor...

***

Herkesin sandığının aksine, siyahiyle beyazın, İtalyan’la, İrlanda’lının, Meksika’lıdaki İspanik karakter ile, Portekiz-Brezilya nüansının kombinasyonu; Amerika’yı; pozitif melez enerjisiyle beslenen; ilham boyutu yüksek bir toplum haline dönüştürüyor...

***

Bu gerçeği; Amerika’dan sonra yaşlı Avrupa’nın; “melezleşmemiş; ari olduğunu tekrarlamaktan bıkmamış monoton etnik ve dini uygarlıklarına” gidenler hemen fark ediyorlar...

***

Melez kültürler hayatı geliştiriyor, zenginleştiriyor ve güzelleştiriyorlar...

İÇİMİZDEKİ “MELEZ”İ ORTAYA ÇIKARTABİLMEK!.. (3)

Babacık; sadece “Türk kimliğiyle varolmanın”, hayatiyetine inanan bir kuşaktan ve kültürden besleniyor...

***

Türk olmanın karşısına Kürt olmak, Ermeni olmak, Rum olmak, Arap olmak, Musevi olmak, Fransız olmak, İngiliz olmak gibi realiteler çıkartılmaya çalışılıyor; o kültürel çatışmalarda...

***

Oysa, konu “bir şey olmak” değil...

Mesele “birçok şeyi aynı anda olmak, melez olmak; olabilmek...”

***

Hepimizin içinde, genetiğinde, atalarında, aile efradında “melezlik gerçeği” var...

Konu; içimizdeki “melez”i ortaya çıkartabilmekte...

***

İçimizdeki “melez” hayatın ve bizlerin en önemli gerçeği...

İçimizdeki “melez” toplumsal koşullanmalar, ideolojik zorlamalar, kurulu düzenlerce şırıngalanan aldatmacalar sonucu; içimizden kopartılıp, uzaklaştırılıyorlar...

***

Hepimizin Ata yadigarı kökenlerinde, zengin bir etnik ya da dini yelpaze var...

***

Tek bir kültürden değil, yüzlerce kültürden oluşan insanlık vazosunun renkli bir mozaiği olduğumuzu, “etnik bir varlık değil, çok daha zengin bir olgu olarak insan” olduğumuzu hatırlatan şeyin adı “içimizdeki melez...”

***

İçimizdeki melez, gün gelecek; dünyayı kurtaracak...

Bunu bir tarafa yazın...

Böyle gelişecek insanlığın uygarlık tarihi...

Yazının devamı...

Tayyip Erdoğan’ın İmam Hatip konuşması ve benim Ted Koleji’ndeki konuşmam...

Ertuğrul Özkök’e katılmıyorum...

İmam Hatip Lisesi mezunu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın; İmam Hatip’lilere yönelik yaptığı konuşmayı; “Diğer liselerden neden bahsetmiyor?.. O liselerin mezunları iki NOBEL aldılar... Onları neden yok farz ediyor?..” diye eleştiriyor...

***

Doğru söylediği bir nokta var...

Ancak; “doğru”yu “insani duygulara bir empati yapmadan” söylüyor ve sızlanıyor Ertuğrul Özkök...

***

İmam Hatip mezunu olup, kendi dört çocuğu da İmam Hatip mezunu olan Tayyip Erdoğan’ın; İmam Hatip’lilere hitaben yaptığı konuşmanın; ertesi öğle üzeri, ben TED İstanbul Kolej mezunları ve mütevelli heyetine hitaben; ilk başlarda “içeriği Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının tam zıttı görünen bir konuşma” yapıyorum...

***

Murat Vargı ve Ömer Vargı; beni TED İstanbul Koleji’nin; mezunlarıyla mütevelli heyetinin ortaklaşa yiyeceği aile yemeğine davet ediyorlar; Mercure Otel’de...

***

Murat Vargı yemek öncesi aniden benim mezunlara ve mütevelli heyetine hitaben bir konuşma yapmamı istiyor...

***

Son dakikada emrivaki gelen bir konuşma bu...

Hiçbir hazırlığım yok...

Beş dakika sonra kürsüye çıkacağım; Ve 50 yıl önce Ankara Koleji mezunu olan mütevelli heyetiyle, İstanbul Koleji mezunu batılı, çağdaş normlarla yetişmiş, dünya vatandaşı nice İstanbul TED Koleji mezunu gence aynı anda bir konuşma yapacağım...

BENDEN ÇOK ANNEMİN TED KOLEJİ ORASI... (2)

Burası benim okulum; büyümekte olan yedi yaşında iki, onaltı yaşında bir çocuğumun; üç çocuğumun okulu...

Burası; iki hafta önce vefat eden rahmetli annecikten bana yadigar kalan “okulum...”

***

Beni çocuk yaşta Kolej’e; tek başına taviz vermeyen “anne iradesiyle”, gönderen kişi rahmetli annecik...

Kolej’le ilişkim; annecikle ilişkimin bire bir izdüşümü hayatımda...

Annecik ne ifade ediyorsa; TED Koleji de onu ifade ediyor yaşamımda...

***

Genel geçer laflarla idare edebileceğim bir yer ve konuşma değil TED Koleji konuşması benim için...

Ne diyeceğimi, düşünecek vaktim yok...

Önümde sadece beş dakikacık var, düşünebilmek için...

***

Murat Vargı gibi cep telefonunu Turkcell üzerinden Türkiye’ye getiren dahi işadamı; konuşmasını şöyle bitiriyor;

-“Ben iyi konuşmasını fazla beceremem... Size Kolej’in ne olduğunu Reha Muhtar kardeşimiz daha iyi anlatacak...”

KOLEJ’LİLER ÖNÜNDEKİ KONUŞMAM... (3)

Murat Vargı’nın sözleri iyice geriyor beni...

Karşımda Kolej’in, Fenerbahçe’nin, Türk Milli Basketbol Takımının kaptanı, mütevelli heyetinin başkanı Erdal Poyrazoğlu gibi 50. mezuniyet yılını kutlayan nice TED Kolej’li var;...

***

İstanbul TED Koleji’nden mezun uluslararası çapta, otuzlu yaşlarında sayısız TED Koleji genç mezunu ne söyleyeceğimi, ne diyeceğimi merak ediyor...

***

-“Dün tesadüfen; bir kız arkadaşımın Türkiye’deki Amerikan okullarıyla, bizim TED Koleji’nin tanıtımını ve arasındaki farkları gösteren görüntülü mesajını izliyordum...” diye başlıyorum konuşmaya...

***

-“Orada anladım ki; bütün Amerikan Kolej’leri okul tanıtımlarını İngilizce yapıyorlar...

Bizim TED Koleji’nin tanıtımı ise Türkçe yapılıyor...

Biz ilkokul birinci sınıftan itibaren, İngilizce eğitim alan, Fen, Matematik derslerini sadece İngilizce yapan, Türk edebiyatının yanı sıra İngiliz edebiyatını hatmeden bir okuluz...”

***

-“Buna rağmen, bizim tanıtımımız Türkçe yapılıyor...

Çünkü biz Mustafa Kemal’in; batılı misyoner okullar yerine Türkiye’de “çağdaş ulus ve ülke bilinciyle” ikame etmeye çalıştığı Türk Eğitim Derneği’nin kurmuş olduğu Türk Eğitim Derneği’nin Koleji’yiz...”

***

-“Bizim ayaklarımız; bu kökenimizden dolayı Türkiye’nin toprakları üzerine basıyor...

Hayata Türkiye’nin perspektifinden ve vizyonundan bakıyoruz...

Amerikan Kolej’lerini ve eğitim sistemlerini eleştirmiyorum...

Sadece sizlere; bizi anlatıyorum...”

***

-“Hayata; çağdaş, batılı ve laik değerlerle bakıyoruz...

Dünya vatandaşı olarak yetişiyoruz...

Başka ülkelerin değil; sadece Türkiye’nin perspektifiyle ve vizyonuyla hayatı okuyoruz...”

***

-“Tek bir okulduk Ankara’da Kolej olarak... Sonra Zonguldak’ta Kayseri’de ikiledik üçledik...

Şimdi 38 taneyiz...

Bir Ankara Kolej’li olarak hayallerimde bile göremeyeceğim bir noktayız...

TED Kolej’leri; artık Türkiye’de; Ankara Koleji’nin çok ötesinde bir anlam ve vizyon taşıyorlar...

Çağdaş, batılı, laik değerleri benimsemiş dünya vatandaşı gençler yetişiyor TED Kolej’lerinde...

Yalnız değilsiniz...

Türk Eğitim Derneği’nden gelen Ankara Koleji ekolünün temsilcilerisiniz...”

TED KOLEJLERİ VE İMAM HATİPLER ARASINDAKİ EĞİTİM REKABETİ... (4)

Ertuğrul Özkök; Recep Tayyip Erdoğan’ın “İmam Hatip mezunu gençlerle yaptığı konuşmada “sadece İmam Hatipli mezunlara yönelik güzellemeyi” yadırgıyor...

-Başka okulları es geçmesini eleştiriyor,

-“Başka okullardan NOBEL alan iki mezun var...” diyor...

***

Olabilir...

Ancak Tayyip Erdoğan; kendi ve çocukları İmam Hatip mezunu olan bir babanın psikolojisiyle konuşuyor, kendi okulunda...

***

Ben de önceki gün öğle üzeri; kendi TED Koleji mezunu; üç çocuğu TED Koleji öğrencisi bir babanın psikolojisiyle konuşuyorum...

***

Ertuğrul Özkök alınmasın ama; öğle üzeri yaptığım o konuşmada ne Özkök’ün İzmir’deki mektebine, ne de İmam Hatip’lere bir referans yapıyorum...

***

Mezun olduğum okul ve aynı okulun mezunu gençlerin karşısında, birlikte aidiyet taşıdığımız okul ve değerlerimizi konuşuyorum...

Başka referanslar yapmıyorum...

***

Ertuğrul Özkök diyebilir ki; -“Tayyip Erdoğan sen değil... O bir Cumhurbaşkanı...”

Olabilir...

Bu gerçek, benim gözümde İmam Hatip’li bir babanın böyle konuşmasını yadırgatmıyor...

YAŞAMALI İMAM HATİPLER YAŞAMALI TED KOLEJLERİ... (5)

Mesele şu... Ben bir TED Kolej’liyim... Annem ve babam beni TED Koleji’ne gönderiyorlar... Ben de üç çocuğumu bu okulda eğitime gönderiyorum...

***

TED Koleji’nin değerleri; batılı, demokratik, laik ve mesleğinin dünya çapında erbabı olan çağdaş insanlar yetiştirmek...”

***

Bu değerlere ve okuluma “saygı duyulmasını” istiyorum... Benim mezun olduğum TED Kolej’inden Türkiye’nin dört bir yanında 38 tane daha açılıyor... Onbinlerce mezun vermeye hazırlanıyor bu Kolej’ler... Diğerleri de sırada bekliyor açılmak için...

***

Ben aynı saygıyı, aynı sevgiyi, aynı empatiyi; İmam Hatip Lisesi mezunu öğrencilere, gençlere ve mezunlara gösteriyorum...

***

Bu benim, TED Kolej’inde edindiğim; demokratik, çağdaş batılı normlara ve değerlere uygun bir standart... O mezunların bana ve çocuklarıma saygı göstermelerini bekliyorum... Ben de aynı saygıyı onlara göstereceğimi biliyorum... Barış içinde birbirimize saygı duyarak yaşayacağımızın farkındayım...

***

Babacık üniversitelerde 50 yıl Osmanlıca-Arapça-Şark Dilleri Kürsüsü’nde öğretim üyeliği yapıyor... Üniversiteden mezun ettiği öğrencilerin en az yüzde 50’si İmam Hatip Lisesi mezunu...

***

O gençleri üniversiteden mezun eden babacık ve beni TED Kolej’ine gönderen annecikle gurur duyuyorum...

Onlar nasıl benim ailemse... Türkiye de böyle geniş ve çekirdek bir aile...

Yaşamalı İmam Hatip’ler...

Yaşamalı TED Kolejleri...

Yazının devamı...

Hayatımı etkileyen insanların bana bıraktıkları... (1)

“Kötülük” ve “kötülüğe karşı mücadeleyi” sinemada ilk kez ondan öğreniyorum...

Uzun boylu sarışın; “blondy” adını taktığı yakışıklı adamı; “kötülük ve kötülerle mücadelede” ilahlaştırıyor Sergio Leone...

***

Uzun boylu kovboy; at sırtında seyahat eden yalnız bir adam...

Meçhul bir yerden geliyor, meçhul bir yere yine yalnız başına gidiyor...

***

Uğradığı kasabada, kötülerle ve kötülükle savaşıyor...

Gömülü meçhul bir yerde bulunan dolar dolu torbaları kötülerle savaşarak alıyor...

Zaman zaman da, kötülerin başlarına konan ödül paralarını onları “temizleyerek” alıyor...

***

Ve yine bir “meçhul”e doğru atını sürüyor...

Yönetmen bütün bu filmlerde, Ennio Morricone’nin bestelediği efsane müziklerle filmi yapıyor...

O film müziği olmasa, film olmayacak... Filmlerin müzikleri, filmin kendisi kadar önemli...

***

“Dolar Üçlemesi” olarak anılan efsane filmler, “Bir Avuç Dolar”; “Birkaç Dolar İçin”, “İyi Kötü ve Çirkin” isimlerini alıyorlar...

***

1964 yılından itibaren bir yıl arayla yapılan üç film; sinema tarihine adını üç Oscar’la yazdıran Clint Eastwood isimli efsane aktörü kazandırıyor...

*****

SİNEMANIN EFSANE İKİLİSİ... SERGİO LEONE-ENNİO MORRİCONE... (2)

1989 yılının 30 Nisan’ında, kalp krizi sonucu 60 yaşında vefat eden Sergio Leone; benim hayatımı derinden etkileyen bir film daha yapıyor...

O filmin adı da;

“Bir Zamanlar Amerika’da...”

***

Bu dört filminde çalıştığı iki büyük aktör; onun hayata ve sinemaya kazandırdığı en önemli katkıları...

Clint Eastwood “Dolar Üçlemeleri”nde patlıyor; “Robert de Niro Bir Zamanlar Amerika’da” filmiyle zirve yapıyor...

***

Bir Zamanlar Amerika’da filminin unutulmaz etkileyici müziğini de diğerlerinde olduğu gibi ayrılmadığı müzisyen Ennio Morricone yapıyor...

***

Newyork’ta gençlerin oluşturduğu bir Yahudi sokak çetesinin; gençlikten, yaşlılığa kadar giden serüveninde; Robert de Niro’nun; tek güvendiği ortağı tarafından hayatı boyunca nasıl kalleşçe arkadan vurulduğunun, sevgilisinin elinden alındığının, hapislerde yatırıldığının ibret verici öyküsü anlatılıyor...

*****

İYİ KÖTÜ VE ÇİRKİN’DEN; BİR ZAMANLAR AMERİKA’DAYA... (3)

Filmlerin gerçek hayat; hayatın ise filmlerde olduğunu bilmiyorum o zamanlar...

Olmak istediğim fantastik kahramanlar olarak izliyorum o yıllarda, Sergio Leone’nin filmlerini, Ennio Morricone’nin efsanevi müziklerini...

***

Clint Eastwood’u ve Robert de Niro’yu kahramanlaştırıyorum oynadıkları karakterlerde...

Onları kahramanlaştırırken, filmde yaşadıkları hayatların türevlerini kendi hayatıma çektiğimi fark etmiyorum...

***

Bir Avuç Dolar; Birkaç Dolar İçin; İyi Kötü ve Çirkin; Bir Zamanlar Amerika’da filmlerinden;

Kendime “zor ve meşakkatli bir hayat çağırdığımı” bütün bir ömrümün kötülük ve kötülerle yalnız bir kovboyun mücadelesi şeklinde geçeceğini bilmiyorum...

***

Yıllar sonra yaşımı başımı aldığımda ise;

Robert de Niro’nun kaybettiği sevgilisine, özgürlüğüne ve hayatına benzer bir şekilde; karşıma çıkan kalleşliğin tarihçesi nezdinde; onun gibi acı bir gülümsemeyle arkamı dönüp gideceğimi bilmiyorum...

***

Bunlar teker teker yaşanıyor hayatımda, tesadüf sayılamayacak bir gerçeklikte...

Sergio Leone-Ennio Morricone ikilisinin; muhteşem filmografilerindeki; filmlerin kronolojik sıralamalarına benzer biçimde, ben de hayat içinde; “intikam alan Blondy isimli kovboy”dan;

Karşımdaki kalleşliğin “kötücül zavallılığını; içine düştüğü biçarelikte” bırakıp giden David Noodles Aaranson’un yalnız adamına dönüşüyorum...

*****

“HEY AMİGO CHE SABATA...” (4)

Hayatıma bu filmleri ve bir ölçüde kendi hayat hikayemi kazandıran yönetmenin ölüm yıldönümünde, “kötülük”lerin karşısında yılmayan, yıkılmayan, tek başına mücadele etmekten çekinmeyen, yalnızlıktan eksiklik değil, güç ve fazlalık yaratan “mütevazı bir film kahramanı yarattıkları için” Sergio Leone ile Ennio Morricone ikilisine teşekkür ediyorum...

***

Filmler, besteler, yorumlar, yorumcular, aktör ve aktristler hayat çizgimi çiziyorlar...

***

Dramaları güçlü, çok inişli ve çıkışlı, yüksek tempolu, izleyen kişiyi, titretecek derecede heyecanlı ve maceralı filmler bunlar...

Bu filmleri sevmenin; böyle bir hayatı çağırdığını bilsem; yine o filmleri sever miydim diye soruyorum kendime...

***

Bunca yaşanmışlıktan sonra, abes geliyor bu soru benliğime...

Başka bir şey, başka bir hayat bilmiyorum ben “sinemalarımın ve müziklerimin bana sunduklarından maada...”

***

Dolar Üçlemesi filmlerinin birinin fragmanında şöyle dendiğini hatırlıyorum;

-”İnsan hayatının iyice ucuzladığı yerlerde, birkaç dolar için öldürmeye üşüşenler çoğalır...”

***

O tip yerlerde, bir Blondy olabilmek; bir David Noodles kalabilmek çok zor gibi görünüyor olsa da;

İnsanın içinde Ennio Morricone’nin unutulmayan film müziği çalıyorsa; “zorluk denilen şey, kimselerin dışarıdan fark etmediği efsanevi bir içsel kahramanlığa” dönüşüveriyor...

***

Bu filmlerin benzeri bir Lee Van Cleef filminin unutulmaz girişidir şu cümle;

-”Hey Amigo che Sabata; ayguyuso...”

Yazının devamı...

Bugün Hitler’in Eva’yla tek günlük evliliğinin yıldönümü...

Bugün dünyanın gelmiş geçmiş en büyük diktatörü olarak bilinen Adolf Hitler’in, intihar etmeden bir gün önce yaptığı tek günlük evliliğinin 71. yıldönümü...

***

Hitler’in intiharından hemen önceki tek günlük evliliğini anlatmadan önce, diktatörün “meçhul aşk hayatının gizemli labirentlerinde” dolaştırmak istiyorum sizleri...

HAYATINA GİREN 7 KADININ 7’Sİ DE İNTİHARA TEŞEBBÜS ETTİ... (2)

Hayatına giren 7 kadının 7’si de bir veya birkaç kez intihar girişiminde bulundu Adolf Hitler’in...

***

Geli Raubal...

Inge Ley...

Renate Müller...

Unity Midford... Eva Braun’un intihar girişimleri ölümle sonuçlandı...

***

Maria (Mimi) Reiter ve Suzi Liptauer, intihar etmeye teşebbüs ettiler, ancak ölmediler...

***

Bilimadamları ve psikiyatrlara göre;

“Hitler siyasi hayatında ve iktidarında olduğu gibi” aşk hayatında da bir psikopattı...

***

Hem zalim, hem şevkatliydi kadınlarına karşı...

Hem sevgi, hem nefret doluydu...

Hem çekici hem iticiydi...

Onlara yaşam verirken, onların yaşamlarını ellerinden alıyordu...

***

Hipnotik bir cazibeye sahip olmasına karşın, çok tehlikeliydi...

***

Hanfstaengl’e göre Hitler;

“Yaşantısının pek bilinmeyen cinsel boyutunda; fiziksel rahatlamayı asla bulamayan bir kişiydi... İçi kof bir kahraman olarak nitelemek yanlış olmaz”dı onu...

***

Dr. Kunt Kruger’e göre ise; “Hitler’in aşk hayatında ve eş bulmadaki başarısızlığı, onun insan olarak başarısızlığının özünü, şeytani yıkıcı ruhunun ise kaynağını oluşturuyor”du...

GENÇ KIZIN HİTLER’LE YAŞADIKLARI... (3)

Hayatının önemli aşklarından biri, üvey ablasının kızı Geli Raubal ile yaşadığı aşktı Hitler’in...

***

Geli, Münih’te dans ve müzik eğitimi alırken kalacak bir yer arıyordu...

Hitler Münih’teki evinin bir odasını Geli’ye ayıracağını söyleyerek üvey yeğenini ikna etti...

***

Daha sonra “Geli için bir zindanı” andıracak olan oda, aşklarının da başladığı yerdi...

***

İri mavi gözleri, zarif davranışlarıyla Geli neşeli, cıvıl cıvıl, muhabbeti ve flörtü seven 18 yaşında gencecik bir kızdı...

***

Hitler ona lüks, pahalı elbiseler aldı...

Çılgın âşıklar gibiydi ona karşı...

***

Deli gibi kıskanıyordu Geli’yi... Onun için genç kızı baskı altında tutuyordu...

Geli’nin ruhsal durumu gördüğü baskıdan dolayı tamamen altüst olmuştu...

***

Genç kız; Otto Strasser isimli bir kişiye “yaşadığı hayatla ilgili açıklamalar yaptı...” Geli’nin açıklamaları doğru muydu bilinmiyor; ancak açıklamalar ürkütücüydü;

***

“Hitler genç kızı soyuyordu...

Kendisi yere uzanıyordu...

Sonra Geli yüzünün üstüne çömelerek oturuyordu...”

***

Böylece Hitler onu yeniden inceleyebiliyordu... Bu onu çok heyecanlandırıyor, heyecan doruk noktasına ulaştığında Geli’den üzerine çişini yapmasını istiyordu...

Bunun kendisine cinsel bir zevk verdiğini söylüyordu...

***

Geli bu olayın onu tiksindirdiğini ve hiçbir zevk almadığını söylemişti...

HİTLER’İN TEZGÂHTAR KIZ FANTEZİSİ VE MARIA REITER... (4)

Maria Reiter’ı ilk olarak Eylül 1926’da gördü Hitler... Tezgâhtar bir kızla olma fantezisine uygundu Maria...

***

Tezgâhtardı ve Hitler’in arzuladığı gibi 18 yaşından küçüktü... Maria öğle molalarında mağazanın karşısında parkta dinlenirken, Hitler onu yatak odası penceresinden birkaç kez gördü ve izledi...

***

Daha sonra harekete geçti...

Kız kardeşiyle parkta gezinirken, yanlarına yaklaşıp selam verdi... Maria ile ilk yalnız kaldığında onu öpmeye çalıştı... Reddedildiğinde sinirlendi ve “Öyleyse bir daha asla görüşmeyeceğiz...” dedi...

***

Ancak ertesi gün bunları söylememiş gibi kibar ve nazik bir şekilde Maria’ya yaklaştı... Romantik tavırlarıyla Maria’yı etkiledi...

***

Bir süre sonra parti merkezine gelen imzasız bir mektup; “Hitler’in reşit olmayan bir kızla beraberliğinin yakında açıklanacağını skandalın patlayacağını” söylüyordu...

***

Bunun üzerine alelacele ilişkiyi bitirmek zorunda kaldı... Şöyle yazdı Maria’ya:

***

-“Birisi bu kötülüğü bana, şimdiye kadar sevmiş olduğum yegane kadın üzerinden yaptı... Mimi’nin (Maria) bu iğrenç politik oyunlara alet edilmesini istemiyorum...”

***

“Maria’yla ilişkisi yürüyebilseydi, 40 milyon insan ölmeyecekti...” Böyle söyledi bazı tarihçiler...

***

Yıllar sonra Hitler’in üvey kız kardeşi Paula Wolf da Hitler’in 18 yaşından küçük Maria’yla aşkı için şöyle söyleyecekti:

***

-“Kanımca onunla evlenmiş olsaydı, tarih çok daha farklı olabilirdi...”

ÖLMEDEN HEMEN ÖNCE EVLENDİĞİ EVA BRAUN... (5)

Öğretmen olan babasının diğer iki kızıyla birlikte üstüne titrediği güzel bir kızdı Eva...

***

İlk gördüğünde Hitler için “O yaşlı beyefendi” demişti... Sonra sevgili mi, dost mu, arkadaş mı, sırdaş mı tam olarak anlaşılamayan bir ilişkiye yelken açtılar...

***

Eva, Hitler’in yanında rahat ettiği kadındı... Onu diğerleri kadar çok sevdiği söylenemezdi, ama buna karşın onunla rahat ederdi...

***

Eva’nınsa Hitler’den başka hiçbir şeyi yoktu... Hitler onun ilk ve tek aşkıydı...

Onu taparcasına seviyordu...

***

Kendini onun yoluna feda etmişti...

Bir gün onunla evlenme hayaliyle yaşıyordu...

***

Hitler ise;

-“Ben zaten evliyim... Benim karım Almanya...” diyordu...

***

Eva; 1 Kasım 1932’de Hitler’e bir veda mektubu yazarak kendini vurdu...

Ancak intihara teşebbüs eden Geli gibi o da ıskalamıştı, kurşun kalbi yerine boynuna saplanmıştı...

***

İntihar olayı Hitler’i Eva’ya daha fazla yaklaştırdı... Fakat Eva; başka kadınların Hitler’e ilgi duyduğunu öğrenince ikinci kez intihara teşebbüs etti...

Bu kez de kız kardeşi onu kurtardı...

***

Hitler için Eva, mutlak hâkimiyetin getirdiği yüklerden, yalnızlıktan, ihanetten, sıkıntılardan, kâbustan, kendisinden ve her şeyden kaçarak sığındığı bir sığınaktı...

***

Eva, Hitler’e şakalar yapabilen ve onu güldüren nadir insanlardan biriydi...

***

40 milyon insanın ölümüne neden olan savaşın bitimine yakın günlerde Eva, Hitler’le bir telefon görüşmesi yaptı...

***

Hitler’in telefondaki ses tonu, onun berbat ruh halini anlatıyordu...

***

20 Kasım 1944’te Berlin’de buluştular...

Buluşma tam bir hayal kırıklığıydı...

Hitler 3 ay içinde adeta çökmüş, titreyerek adım atamaz hale gelmişti...

Hastalıklı bir ihtiyar gibiydi...

***

Hitler’in bu halini gören Eva dostlarına şöyle dedi:

-“Ölüm benim için bir şey ifade etmiyor... Kaderin bana hazırladığı sonun bu olduğunu biliyorum...

Hitler ona gitmemi yasakladı...

Ama beni hiçbir şey durduramaz...

Benim yerim onun yanı...”

***

29 Nisan 1945’te Berlin; Rus ordusunun eline geçmek üzereyken Eva ile Hitler evlendiler... Sadece tek bir gün evli kaldılar... Sovyet ordusu her an eve gelebilirdi...

***

1 Mayıs işçi bayramıydı ve o gün Sovyet ordusunun eline geçmek istemiyordu Hitler... 30 Nisan günü Eva’yla odalarının kapısını kapattılar ve birlikte intihar ettiler...

Yazının devamı...

Kimya öğretmeninin ağlama nöbeti yapan mektubu...

Annecik edebiyat öğretmeniydi...

Kolej’deyken, raporlu bir edebiyat öğretmeninin yerine sınıfa edebiyat öğretmeni olarak geldiğinde; önceleri ne yapacağımı pek bilemedim...

***

Sınıfın en “haylaz ve isyankar” öğrencilerinin başında geliyordum...

Derslerde “Hoca”lara azap çektirtmekle ünlü bir öğrenciydim...

***

Sınıfın “en haylaz öğrencisinin”, lise birde edebiyat dersine öz annesi öğretmen olarak giriyordu...

“Serseriliğinden taviz verme, oğlum” diyordum içimden...

-“Haylaz öğrenci kontenjanındaki tavrını annene karşı da olsa sakın bozma... Annenin sınıftaki otoritesini bozsan da, serseri öğrenci karizmasını sakın bozayım deme...”

***

Annecik; 15 yaşındaki çocuğuyla, 42 kişilik Kolej’in isyankar lise bir sınıfını idare etmeye çalışıyordu o günlerde...

***

Dün; anneciğin veraset vergisiyle ilgili işlemlerini yapmak için, Sirkeci’deki Veraset vergi dairesine gittim...

İşlemler yapılırken, maillerime bakmak geldi içimden...

***

O tanımadığım Kimya öğretmeninin bana gönderdiği maili; Sirkeci’deki veraset vergi dairesinde, memurenin karşısında otururken okumaya başladım...

***

Kısa bir mektuptu...

Anneciğin ölümünden sonra yüzlercesi gelmişti bana...

Ancak bu mektup bir başkaydı...

***

Okumamla, ağlamaya başlamam aynı anda oldu...

Gözümden yaşlar akmaya başlayınca, memurenin masasının üzerinde duran gözlüğüme sarıldım...

Gözlüğü taktım...

Etrafa fark ettirmemeye çalışarak bir süre oyalandım...

***

Ancak, nadir olan bir şey başıma geldi ve maile her baktığımda ağlamaya başladığımı fark ettim...

Ağlama nöbetine girmiştim...

Ancak bir öğretmenin dili beni ağlatabilirdi...

Annem bir öğretmendi...

Babam öğretim üyesi olsa da esasen o da bir öğretmendi...

Sadece bir öğretmenin dili beni böylesine bir ağlama nöbetine sokabilirdi...

***

Ağlama nöbeti bitmeyince karşımdaki danışman ve memureden izin isteyerek dışarı çıktım...

Sirkeci’nin sokaklarında bir parça hava aldım, bir süre yürüdüm...

Ağlama nöbetlerine gire gire, devlet dairesinden içeri girdim...

***

Bir süre sonra işleri bitirip; vergi dairesinden çıktık...

Taksiye bindik...

Eve doğru gitmeye başladık...

Üzerinden bir saat geçmesine rağmen, maile her baktığımda taksinin içinde gözümden yaşlar süzülüyordu...

BENİ HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLATAN MEKTUP... (2)

Kimya öğretmeninin gönderdiği mektubu, akşam saatlerinde köşemde yayınlamaya karar verdim...

Anneciğin ölümünden bu yana hiçbir mektup; beni o derece etkilememiş, gözümden o kadar yaş akmasına neden olmamıştı...

***

Beni; hiçbir mektubun etkilemediği kadar etkileyen, hüngür hüngür ağlatan mektup şöyleydi;

***

“Sevgili Reha Muhtar,

Hep belli bir kaliteyi muhafaza ettin...

Hiç bozulmadın...

Mesafeli durdun...

Gerçekleri yazdın...

Sebebi belliymiş oğulcuk...

Başın sağolsun diyeceğim yetmeyecek, nur içinde yatsın az gelecek...

Yazını gözyaşlarıyla okudum; çünkü hepimizin içinde annecik özlemi ve yarası var...

MERAL GÜVENTÜRK

Kimya Öğretmeni”

ÖĞRETMENCİKLERİM... (3)

Ortaokul birinci sınıfta Kolej’de bir hanım öğretmeni bize “Türkçe ve Türkçe Kompozisyon” derslerine verdiler...

***

Türkan öğretmen okulda notunun kıtlığıyla bilinen bir öğretmendi...

Derslerde çok nadir, sekiz veya dokuz verir...

Yedi’den yukarı mümkün değil çıkmazdı...

On verdiği ise hiç görülmemişti...

***

Annemin edebiyat öğretmeni olduğunu biliyordu...

Aralarında konuşurlardı...

Önceleri onun edebiyatçı olmasından mütevellit bana ilgi göstermişti...

Sonra durumu fark etti; Edebiyata “esas ilgi duyanın ben olduğuma” hükmetti...

***

O da tıpkı ilkokul öğretmenim Süheyla Hanım gibi beni özel koruması altına aldı... Kanatlarının altında edebiyat derslerini yapmaktan mutluydum...

***

Sınıfın büyük çoğunluğu Türkan Hoca’dan beş alabilmek için “özel hoca”lar tutardı...

Ben ise “özel koruma altındaydım Süheyla Öğretmen’de olduğu gibi...”

***

Sınavlarda ne not alırsam alayım her dönem karnemde sekiz notunu verirdi Türkan Hoca...

Bir defasında değiştirdi; dokuz verdi...

Bir sınavdan ise “on” verdi...

Hayatımın günüydü Türkan Hoca’dan on aldığım gün...

Güle oynaya edebiyat dersini yaptık Türkan Hoca’yla üç yıl boyunca...

Derslere ilgimi kaybettiğim, başka alanlara ilgi duyduğum günlere geliyorduk...

***

Bir tek “Türkçe ve kompozisyon dersi” bundan muaftı...

Annem ne zaman “çalış” dese, kalın Türkçe kitabını alıyor, “oradan okumalar” yapıyordum...

Hangi dersten ne alırsam alayım; Türkçe’den notum 8’den aşağı düşmüyordu...

Bu olayın üzerinden 40 yıl geçti...

Gazetecilikte parlamış, televizyonculukta patlamış ünlü olmuş bir haberciydim...

***

Bel altı yöntemlerle meslekten azledilmeye çalışılıyordum...

Sığınabileceğim hiçbir sığınak kalmamış görünüyordu...

O sırada Türkan Hoca; geçmişten ve anılardan koptu geldi ruhumun derinliklerine...

Yeniden edebiyatla sardı kalbimi ve ruhumu...

***

11 yaşında sığınak olduğu yavrusuna, 40 yıl sonra yine duygusal bir sığınak yaptı...

Beni hayallerden yaptığı çağrılarla, “yeniden yazıya ve edebiyata yöneltti...”

***

Türkan Öğretmen; “11 yaşında edebiyata aşık ettiği öğrencisini 40 yıl sonra yeniden hayata döndürdü...”

Beni katletmek için uğraşanlar avuçlarını yaladılar...

Türkan Öğretmen avuçlarının içiyle öğrencisinin yanaklarını okşuyordu...

Meleklerin diyarından “Sen ağlama dayanamam” diye seslenerek...

Öğrencisinin hayatını, 40 yıl sonra anılardan gelen sevgisi ve enerjisiyle yeniden kurtarıyordu...

***

Ne diyordu Kimya öğretmeni Meral Güventürk mektubunda;

-“Hep belli bir kaliteyi muhafaza ettin...

Hiç bozulmadın...

Mesafeli durdun...

Gerçekleri yazdın...

Sebebi belliymiş oğulcuk...”

***

Ne yaptıysam, nasıl davrandıysam sebebi hep; öğretmen olan annecik babacık ve öğretmenciklerimdi...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.