Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir evlilik ve bitişinin hikayesi... (1)

Atina’da 1987 senesine, Dimokritu sokağının üzerindeki bir pasajın içine sıkışmış, sadece bilenlerin ve özel müşterilerin gidebildiği bir piyano-bar vardı...

***

Galery idi; duvarları değerli resimlerle kaplı piyano-barın ismi...

1986 yılında I Agapi İne Zali (Aşk Sarhoşu) albümüyle yeniden patlayan Haris Alexiou’nun parçalarını ilk orada dinlemeye başlamıştım...

***

Eleni isimli damardan insanın kanına işleyen bir parçası vardı Alexiou’nun o albümde...

Galery isimli piyano-barda gümbür gümbür çalmaya başlamıştı Eleni, Fevgo (Gidiyorum) isimli diğer parçasıyla birlikte...

***

Eşimden yeni ayrılmıştım...

28 yaşındaydım;

Hayatımda evlilik sonlandırmanın ne olduğunu henüz bilmediğim için; resmi boşanma sonuçlanmadığından, etrafa “Ben ayrıldım” diyemiyordum...

Huzursuzluğun; ne yapacağını bilememenin, Atina’da tek başına kalmışlığın yalnızlığında mazoşist tatlardan medet ummaya ve denge bulmaya çalışıyordum...

*****

YUNAN ELENİ... (2)

Yalnızdım...

“Düşman bir ülkenin başkentinde” ve yalnızlığımdan mazoşistçe zevk almaktan başka bir çaremin olmadığını öğrenmiştim...

***

Eleni’yi o sıralarda tanıdım...

Genç ve güzel bir Yunan kadınıydı Eleni...

***

Sarışın, renkli gözlü, çok iyi İngilizce bilen, iyi eğitimli, gerçek bir Atinalı ve gerçek bir Yunan kadınıydı...

***

Dört yıldır beraber olduğu erkek arkadaşıyla arası yalama olmuş, bozuk bir ilişkisi vardı...

Arada bir telefon görüşmesi dışında, birbirlerine tahammül ettikleri söylenemezdi...

***

Benden 4-5 yaş kadar büyüktü ve sanırım hayatında egzantrik bir aşk ilişkisi arıyordu...

***

O günlerde Yunanistan’da yaşayan bir Yunan kadını için olabilecek en egzantrik kişi bir Türk erkeğiydi...

Düşmanlıkların ayyuka çıktığı, gerginliklerin ve savaş ihtimallerinin her gün manşetleri süslediği bir ortamda bir Yunanlı kadının; Atina’nın ortasında Türk bir gazeteciyle aşk yaşamı yeterince egzantrik olacaktı...

***

Dört yüz yıl egemenliği altında bulundukları bir imparatorluğun arkasından, “en büyük düşmanının,” en takıntılı oldukları milletin, Atina’daki genç gazeteci temsilcisi; iyi eğitimli, güzel Yunan kadını için, çekici ve egzantrik geldi...

*****

HARİS ALEXİOU VE ELENİ... (3)

Haris Alexiou, o yıl Eleni’yi söylemeye başlıyordu...

Eleni bütün Yunanistan’da patlıyor; parça Atina’nın en ıssız köşelerinde bile haykırıyordu...

***

Genç Türk gazetecisi Eleni şarkısının patladığı günlerde, gazetecilik yaptığı Atina’da Eleni isimli Yunan kadınla ilişkiye başlıyordu...

***

Eleni parçasında Atina’nın en yüksek tepesinin olduğu Likavitos’tan söz ediliyordu...

***

Genç gazetecinin aşk yaşadığı Eleni’nin evi de Likavitos tepesinin eteklerindeydi...

Eşinden fiilen ayrılan, ancak henüz mahkemede boşanmamış olan genç gazeteci; düşman sayılan ülkenin başkentinde, tek dayanağı olan mesleğinin dışında, aşkla dostluk karışımı egzantrik ilişkinin, duygusal desteğinden ilham alıyordu...

***

Yunan başkentinde ne yaptığı, kimlerle görüştüğü, ajan olup olmadığı sürekli takip edilen, evi ve bürosu dinleme altında tutulan, hayatı her an kontrol altında olan genç gazeteci, anasının babasının tek çocuğu bir Kolej ve Mülkiye çocuğuydu...

***

Karşısında iyi eğitim almış, çok iyi İngilizce bilen, iyi bir işte çalışan, güzel 32-33 yaşlarında Atinalı bir genç kadın vardı...

*****

BOŞANDIĞI GECENİN KENDİ KENDİSİNE VERİLMİŞ SÖZÜ... (4)

Ayrılmaya karar verdiğinde bir söz vermişti genç gazeteci kendi kendisine...

Mahkemece resmen boşanmanın gerçekleştiği gün, Atina’da yalnız başıma bir yere gidip “O geceyi tek başına geçirecekti...”

Kimseler olmadan yanında; civarında...

***

Eleni’yle birbirlerini koruyan, birbirlerini gözeten, sevgi dolu bir ilişki yaşıyordu...

***

Büyük bir aşk yaşayacak hali ve gücü yoktu; gazetecinin...

Ancak kadın; ona yıkılan duygularını, bir nebze tamir ettirmiş Atina’yı ve hayatı yeniden yaşatmaya başlamıştı...

***

Alexiou söylüyordu Eleni diye...

Gazeteci de aynı evde kalmadan yaşıyordu bir şekilde Eleni’yle...

*****

ARİFE GECESİ... (5)

24Aralık Hristiyan dünyasının Noel bayramının arife gecesiydi... O gece Hristiyan dünyasında “hindi yenirdi...”

***

Büyük Bayram’ın kutlanması için gece saatlerin 24.00’ü vurması beklenirdi...

***

Hediyeler, evlerdeki Noel ağaçlarının altına saklanırdı...

Herkes ailesiyle kutlamaya özen gösterirdi Noel’i... Ailesi olmayanlar, yalnız kalanlar, Noel’de arkadaşlarıyla dışarı çıkar, yalnızlıklarını unutmaya çalışırlardı...

***

Yılbaşından çok daha özel bir geceydi Noel Batı’da...

***

Eşinden ayrıldığı o yıl, kitap yazmıştı genç gazeteci; Kısa dönem askere gidip dönmüştü ve savaşın eşiğinden döndüğü Yunanistan’ın başkentinde gece gündüz gazetecilik yapmaya devam ediyordu...

***

Tarihler Aralık ayını gösteriyordu...

Eleni genç gazeteciye sordu:

-“24 Aralık gecesi için bir programın var mı?..”

***

Yunan bir kadın birisine; “Noel’de bir programın var mı?” diye soruyorsa önemli bir soru soruyor demekti...

***

Ya aile kadar yakın görüyordu muhatabını, ya da onunla bizzat aile olmak istediğini ima ediyordu...

İki ihtimal de aynı kapıya çıkıyordu ve Eleni genç gazeteciye bu soruyu sormaktan imtina etmiyordu 1987 Aralık’ında...

***

Genç gazetecinin Yunanistan’da Noel’i kutlayacağı ne bir ailesi; ne de Noel kutlamak gibi bir ritüeli vardı...

- “Bir programım yok...” dedi...

-“Belki beraber oluruz, Alexiou’nun şarkılarının çaldığı bir yere gideriz...” diye devam etti...

***

Program yapılmıştı...

Gazeteci her zaman olduğu gibi 24 Aralık’ta bürosunda çalışıyor akşam olmasını bekliyordu...

***

O sırada Ankara’dan bir telefon geldi...

Arayan çok yakın bir arkadaşıydı...

Arkadaşı; kısa bir girizgahtan sonra konuya girdi...

- “Sana bir şey söylemem gerekiyor...” dedi...

- “Bugün eşinle resmen boşandınız... Hayırlı olsun...” diye konuştu...

***

Gazeteci vekaleti avukata vermesi için arkadaşına vermişti askerdeyken... Arkadaşı eşinin de arkadaşıydı... Şimdi; boşandığını haber vermesi ondandı...

***

Bir dönem bitiyordu yeni bir dönem başlıyordu hayatında...

Oysa gazeteci; “resmen boşanacağı günü, sadece kendisine ayırmıştı aylar önce... O gece yalnız ve tek başına olmaya karar vermişti Yunan başkentinde...”

***

Ne ki, tesadüfün böylesi boşandığı gün 24 Aralık’tı ve akşam Noel arifesi gecesiydi... Hristiyanların aileleriyle birlikte kutladığı o gece için Eleni genç gazeteciden söz almıştı...

*****

TORA FEVGO... (ŞİMDİ GİDİYORUM...) (6)

Eleni’ye ‘gelemiyorum’ dese ayıp etmiş üstelik özel bir Bayram gecesi genç kadını tek başına bırakmış olacaktı...

***

Öte yandan piyano bara gitse; bu kez resmen boşandığı gece, yeni Yunan sevgilisiyle gününü gün ediyor konumuna düşecekti... Yüreği böyle bir duyguyu kaldırmak istemiyordu...

***

Bir süre ne yapacağını bilemedi...

Neden sonra Eleni’yi aradı; genç gazeteci:

-”Akşam...” dedi...

-”Sana sonra anlatacağım bir işim var... Senle kulüpte ancak 24.00’ten sonra buluşabiliriz mümkünse...”

***

24.00’e kadar kendiyle baş başa kalacak ve verdiği sözü tutacaktı gazeteci... 24.00’ten sonra da genç kadının Noel’ini kutlayacaktı... Böyle bir formül bulmuştu sonunda...

***

“Gidiyorum” diyordu Haris Alexiou parçasında “Tora Fevgo...”

Şimdi gidiyorum...

Ne kadar yağmur yağsa da, gök beni korkutmuyor... Bir umudumun bir kimliği yok... Gidiyorum...

Şimdi gidiyorum... (Tora fevgo...)”

Yazının devamı...

Ankara ve Paris... Fransa’yı Türkiye’ye sevdiren adam...

Ankara ile Paris’te terörist saldırılarla ölümlerin; dünyada niye aynı etkiyi yaratmadığını, neden Paris’le, Ankara arasında “ölümlerde bile bir çifte standart” olduğunu konuşuyorum bir arkadaşımla;

***

Haklı ve doğru bir soru ve sorgulama bu...

“İnsan her yerde insan...

Ölüm her yerde ölüm...

İnsanın değerlisi ve değersizi olmuyor...

Türkiye’de ve bu coğrafyada binlerce insan ölürken, gıkını çıkarmayan dünya; Paris’te bir saldırı olduğunda toptan ayağa kalkıyor...

En etkin ülkelerin liderleri, uçaklarına biniyor; kolkola girerek Paris’teki terörist saldırıya karşı yürüyüşe geçiyor...”

Bu görüşü seslendiriyoruz, arkadaşımla beraber...

***

Ancak olayı sorgularken ben başka bir noktaya da kayıyorum...

Şöyle diyorum;

-“Bir Hristiyan dayanışması mı bu?..

Paris Hristiyan dünyanın kültür ve estetik merkezi olduğu için mi revaçta?..

Bağdat, Şam, hatta Ankara, böylesi bir duyarlılığa reva görülmeyecek kadar, “değersiz” metropoller mi dünyada?..”

***

Anılar, duygular, algıları;

Algılar tepkileri tetikliyor...

Paris; milyarlarca insanın gözünde, gönlünde, anılarında çok şey ifade ediyor...

“Aşkın başkentini çağrıştırıyor...

Romantizmin merkezi olduğunu hatırlatıyor...

Mimarinin doruğunu, şehirciliğin estetiğini vurguluyor...

Kültür abidesi bir yer, şıklığın markası bir merkez restoranların ve bulvarların mabedini bir megapolü sembolize ediyor...

Müziğin romanshaykırarak bis yapıyor...” diye konuşuyorum...

***

-“Paris; milyarlarca insan için çok şey ifade ediyor... Onun için oradaki saldırı empati yoluyla dünyanın dört tarafında yankı buluyor...

Yüz milyonlarca insanın direkt empati duygusunu barındıran bir kent oluyor Paris...

Aşık olan Paris’i düşünüyor...

Romantik olan Paris’i düşlüyor...

Marka giyen Paris’i özlüyor...

Şık restoran zevkini Paris karşılıyor...

Ankara saldırılarından sonra; “ilk aşklarımın, ilk gençliğimin, delidolu heyecanlarımın kenti” Ankara’yı yazmayı yeğliyorum...

Ankara insanıyla, aşkıyla, müziğiyle, heyecanıyla anlaşıldıkça, “başkent bir dünya megapolü haline gelecek biliyorum...”

ENRİCO MACİAS’I DİNLERKEN... (2)

Önceki gece; Zorlu Center’da Türkiye’ye Fransa’yı sevdiren adam; Enrico Macias’ı dinlerken bunları düşünüyorum...

***

“(J’ai quittÈ mon pays),

Yurdumdan ayrıldım...

(j’ai quittÈ ma maison)

Evimden ayrıldım...

***

(Ma vie, ma triste vie)

Hayatım, hüzünlü hayatım

(Se traîne sans raison)

Sürünüp gidiyor sebepsiz...

***

(J’ai quittÈ mon soleil),

Güneşimi terkettim...

(j’ai quittÈ ma mer bleue)

Terkettim mavi denizimi...

***

(Leurs souvenirs se reveillent),

Hatıralar canlanıyor...

(Bien aprËs mon adieu)

Elveda dedikten çok sonra ben...

***

(Soleil, soleil de mon pays perdu)

Güneş... Kaybolan ülkemin güneşi...

(Des villes blanches que j’aimais),

Sevdiğim beyaz şehirleri...

***

(Des filles que j’ai jadis connu)

Bir zamanlar tanıdığım kızlar...

(J’ai quittÈ une amie),

Kız arkadaşımı terkettim,

***

(je vois encore ses yeux)

Hala gözlerini görüyorum onun...

(Ses yeus mouillÈs de pluie, de la pluie de l’adieu)

Yağmur ve vedanın çiselemesiyle ıslanmış gözlerini...

***

(Je revois son sourire...)

Gülümsemesini görüyorum yeniden...

(Si prËs de mon visage)

Yüzüme bu kadar yakın...

***

(Il faisait resplendir)

Işıldatırdı...

(Les soirs de mon village)

Köyümün akşamlarını...

***

(Mais du bord du bateau, qui m’Èloignait du quai)

Fakat beni rıhtımdan uzaklaştıran geminin güvertesinde...

(Une chaîne dans l’eau)

Bir zincir...

(a claquÈ comme un fou)

Çılgın gibi şıngırdadı suyun içinde...

***

(J’ai longtemps regarde)

Uzun süre bakakaldım...

(Ses yeux bleus qui fouillent)

Gittikçe uzaklaşan mavi gözlerine...

***

(La mer les a noye)

Deniz boğdu gözlerini...

(Dans le flot du regret)

Pişmanlığın ve hüznün dalgasında...”

***

36 yıl önce çiseleyen yağmurda; erken bir Paris sabahında alacakaranlıkta terk ederken ıslak şehri;

“Bir gün ona başka bir mecrada kavuşacak olmanın” hayaliyle veda ediyorum...

***

Çocukların dünyaya gelişlerine işaret çakan bir şehir orası...

Kazanılan kariyer için atılan en anlamlı imzanın...

Yaşanılan en keskin virajların...

Nice savrulmanın yarattığı bohem ıslaklığın...

Şehri Paris...

PARİS ŞARKILARI... (3)

Önceki gece;

Adieu Mon Pays (Elveda Ülkem) parçasını söylüyor Enrico Macias...

Cezayir’de bir Cezayir Musevisi Fransız olarak doğan, genç yaşında Paris’e göç eden bir adamın Fransa’ya ve dünyaya damgasını vuran hayatını anlatıyor...

***

Enrico Macias’ın şarkılarını ilk dinlediğimde 15 yaşında olduğumu anımsıyorum...

Otuz altı yıl önce Paris’e ilk geldiğimde o parçaları mırıldanıyorum içimden...

***

Hayatın hüzünlü mucizesini andırır bir biçimde çalıyor ve söylüyor hüzünlü parçaları...

İstanbul’da gece bir bahar gecesi...

Yazı umudu ve mutluluğu çağırıyor...

Çiseliyordur; yağmur şimdilerde; muhtemelen Islak Kent’te...

Hüzünlüdür; sürgün kenti...

***

Aslında neresi sürgün orası da meçhul...

Sürgün Paris’te mi; İstanbul’da mı; orası na-malum...

***

Chopin’in Varşova’yla Paris arasında sıkışan yüreğinin kararsızlığını andıran aynı müzmin meçhul; garibin kalbiyle beyni arasında da tahteravalli oynuyor...

***

Enrico Macias...

George Moustaki’nin ‘le meteque’i...

Indila’nın ‘Derniere Danse’ı;

Jacques Brel’in ‘ne me quitte pas’ı...

Jean Francois Michael’in ‘Coupable’ı; ‘si l’amour existe encore’u;

Adieu Jolie Candy’si...

Christian Adam’ın ‘si tu savais combien je t’aime’i...

Edith Piaff’in ‘canoe rose’u...

‘sous le ciel de Paris’i...

***

Melodramik bir filmi andırıyor Paris...

“Fado” müziğindeki trajediyi...

Rebetika’daki (Rembetika) ağıtı...

Karlı Kayın Ormanı’nda; Yedi Tepeli Şehre duyulan türkünün özlemini;

Zingarella Zingarella...

Yazının devamı...

Ölürken büyük aşkı; yanına gelemeyecekti... (1)

Fransızların ünlü olan ilk kadın yazarı George Sand’le olan aşkı; anne özlemine karışmış bir sevgiyle başladı Chopin’in...

Piyanonun dahi çocuğuydu Chopin...

Babası Fransız; annesi Polonya’lıydı...

***

Hayatının en önemli bestelerini...

Müzik yaşamının en büyük sükselerini...

Avrupa’daki en çılgın popülaritesini Paris’te yaşadı...

***

Ama, Polonya onun için anavatandı...

Bir zamanlar Polonya köylülerinin getirdiği vatan toprağını yanından hiç eksik etmeyecekti...

***

Paris’le Varşova arasında gitti geldi bütün hayatı Chopin’in... Paris’teyken Varşova’yı, Varşova’dayken Paris’i özledi...

Balık burcuydu...

Aşırı derecede duygusal ve romantikti...

***

Nietzsche; “Müziğin büyüsü geçmiş günlerimizin dili demektir” der...

Neval Eyüboğlu’nun yorumuna göre, bu söz sanki Chopin için söylenmişti...

***

Chopin sanki hep geçmişte yaşıyordu...

Ruhuyla yüreği, arkada bıraktıklarıyla yaşıyor gibiydi...

Henüz sekiz yaşındayken bir piyano virtüözü olduğu anlaşılıyor, evinin önünden geçenler; “Bu evde harika bir çocuk var” diyorlar; adını “Küçük Mozart” koyuyorlardı... Polonya’daki ordunun başında bulunan Rus Çarı’nın kardeşi Konstantin; içine kapanık ruhunu açmak ve sağlığına kavuşmak için dahi çocuğa sarayın kapılarını açıyordu...

***

19 yaşında Viyana’da sahneye çıktı...

20 yaşında Varşova’da verdiği iki konserden sonra, herkes onu Polonya’nın en büyük piyanisti ve bestecisi olarak görüyordu...

***

Lise günlerinin aşkı; sarı saçlı mavi gözlü Konstantin Gladovski’yle birlikteliği o günlerde filizlendi...

*****

“DAHİ ÇOCUĞUN” SARIŞIN MAVİ GÖZLÜ AŞKINDAN ZORUNLU AYRILIĞI (2)

Lise aşkına, vurgundu Chopin...

Bu aşkı ona büyük ilham veriyordu...

Genç müzik dehası, ilk gençlik aşkı Konstantin’i mutluluk ve ilham dolu duygularla yaşar ve müziğine bu duygularını yansıtırken; ışıl ışıl parlayan gözleri yavaş yavaş donuklaşmaya, hareketlerinde bir tutukluk, yüzünün renginde bir solgunluk gözlenmeye başlandı...

***

Halk arasında “ince hastalığı” olarak bilinen tüberküloza yakalanmıştı...

Ülkesinden ayrılıp, hastalığına iyi gelecek yerlere gitmesi gerekiyordu...

Varşova’dan ayrılırken lise aşkı Konstantin’den de ayrılmak zorunda kalacaktı...

Büyük acı çekiyordu...

Hem memleketinden hem sevgilisinden ayrılıyordu...

Polonya’lı köylüler o günlerde “vatan toprağını” kendisine getirdiler...

Hiçbir zaman yanından ayırmamasını öğütleyerek...

***

Konstantin’den ayrıldıktan bir süre sonra, genç Konstantin onu unuttu, yaşamına devam etti ve zengin bir Polonya’lıyla evlendi...

Ancak mutu olamadı...

Bir süre sonra gözlerini kaybetti ve uzun yıllar öyle yaşadı...

*****

“VATANIN İÇİN SAVAŞMAK İSTİYORSAN, BURADA SANATIN İÇİN UĞRAŞ...” (3)

Chopin ise artık Viyana’da; dünya klasik müziğinin başkentindeydi...

O sırada Varşova’lılar Rus’lara karşı ayaklandılar...

Savaş başladı...

Chopin savaşa katılmak üzere Polonya’ya geri dönmek istiyordu...

***

Arkadaşının arkasından o da yola çıkacakken, babasından bir mektup aldı...

Babası geri dönmemesini, sanatına devam etmesini istiyordu...

***

Arada kalmıştı... O sırada Polonya’yı şair arkadaşı imdadına yetişti...

Şöyle diyecekti ona Witvicki;

-“Dönüp, yurdunun şerefini kurtarmak için çalışacaksın değil mi?.. Sen burada Viyana’da da yurdumuzun şerefi için çalışıyorsun...”

Chopin tıpkı Polonya’lı şairin söylediği gibi, babası Fransız olmasına, en büyük başarılarını Paris’te edinmiş olmasına karşın “Polonya’lı dahi sanatçı” olarak bilindi...

*****

16 YAŞINDAKİ MARİA’YA TAKINTILI AŞKI (4)

Artık Paris’te yaşıyordu...

Paris’in kadınları; Chopin’in etrafında dört dönüyorlardı...

Tüberküloz hastalığı ise gün geçtikçe artıyordu...

Yüzü soluyor, bakışları donuklaşıyordu...

***

O günlerde; evine misafir olduğu bir kontesin 16 yaşındaki kızı Maria’ya aşık oldu...

Maria da aşkına karşılık veriyordu...

***

Deli divane oldu...

Paris’e döndüğünde, müthiş bir ilhamla yeni besteler yaratmaya koyuldu...

Aşk onun ilham kaynağıydı...

***

Bütün büyük yaratıcılar gibi, aşık olduğunda da, aşkı kaybettiğinde de sanatına sığınıyordu... Böylece yaratıcılığı tetikleniyor, eserleri ölümsüzleşiyordu...

***

Bir süre sonra; Maria’nın ailesi; kızlarını onlardan isteyen Chopin’in yüzüne; tüberküloz hastalığını vurdular...

Maria da ailesi de;

-“Senin tedavi olman lazım” diyerek bu aşka vize vermediler...

***

Maria’yı Paris’te döndüğü aylarda ve yıllarda uzun süre unutamadı...

On yıl aşk yaşayacağı Fransızların ilk ünlü kadın yazarı George Sand onu defalarca evine davet etmesine rağmen, Maria’dan ümidi kesmediğinden ona olumsuz yanıt verdi...

*****

ANNESİNİN İZDÜŞÜMÜNÜ BULDUĞU AŞKI... (5)

Odasında bitkin bir şekilde yatarken, bir gün George Sand içeri girdi...

Chopin yataktan kalkamıyordu... Ona Maria’dan gelen aşk mektuplarını gösterdi...

Bir anne gibi ondan destek istedi...

***

Sonra dalıp gitti... Kalktığında George Sand yine yanı başındaydı... Bu sevgiyle başlayan ilişki, bir süre sonra hayatının en büyük aşkı olacak ve Chopin onun “annesini andıran sevgisinden, özeninden, duygusal desteğinden kopuk yaşayamaz hale gelecekti...”

***

On yıl boyunca, bu aşkla beslendi Chopin... Besteler yaptı, müziğini tüm Avrupa’ya duyurdu... Artık ölümsüzleşmişti...

1947 yazında basit bir tartışma sonunda ayrıldılar Fransız kadın yazarla...

***

Chopin yıkılmıştı... Ancak sanatçı doğası; ruhundaki yıkıma karşın, yaptığı müzikle hayatın intikamını alıyordu...

***

Ölüm döşeğinde yatarken, George Sand’in kızı Solange kendisini ziyarete geldi...

Annesiyle son zamanlarda bozulan aralarının artık düzeldiğini söylüyordu...

Chopin kıza bu durumdan duyduğu memnuniyeti söyledi... Çok hastaydı...

George Sand’i son kez görmek istediğini söyleyecek gücü bulamadı kendisinde...

***

Fransız kadın yazar ise o sırada çiftliğindeydi... Chopin’in ablasına bir mektup yazarak, aşkını görmek istediğini söylemişti...

Ablası mektuba çok soğuk bir cevap vermiş, bunun üzerine George Sand gelmeye cesaret edememişti...

***

Dostu Lizst son geceyi şöyle anlatıyordu;

-“16 Ekim’i 17 Ekim 1849’a bağlayan gece, yarı uyku yarı uyanık halde sabahın ilk saatlerine kadar kıvrandı... Saat ikiye doğru can çekişmeye başladı...

Bir ara kendine gelir gibi oldu ve yanında kim olduğunu sordu...

Sonra başını eğdi, kendisine destek olan Gutmann’ın elini öptü, minnettarlık belirten hareketiyle, son nefesini verdi...

***

Bütün ömrünce sevgi duyguları içinde yaşamıştı... Öldüğünde odanın kapısı açıldı, dışarıda bekleyenler içeriye doldular... Çiçeği çok sevdiği bilinirdi...

Ertesi sabah o kadar çok çiçek geldi ki, çiçekli bir bahçede yatar halde gibiydi...”

*****

KALBİM VARŞOVA’DA KALDI... (6)

Hayatı boyunca Paris’le Varşova arasında sıkışıp kalmıştı Chopin...

Mezarının Paris’te, kalbinin ise çıkartılarak Varşova’da gömülmesini istedi...

***

İkinci Dünya Savaşı’nda Chopin’in kalbinin bulunduğu müze yandı ve yıkıldı... Büyük dehanın, vatan hasreti ve büyük aşkıyla dolu kalbi kül olup, vatan topraklarına karıştı...

Yazının devamı...

Ahlaksız ve mahrem bir aşk...

Bugün; “Kunduz”un ölüm yıldönümüydü...

Kunduz; yani dünya “feminizminin sembolü Simone de Beauvoir” , 30 yıl önce Paris’te öldüğünde külleriyle, evlerinin bahçesinde bulunan “hayat arkadaşı ünlü yazar Jean Paul Sartre’ın” yanına gömülmeyi istedi...

***

Ahlaksız bir aşktı onlarınkisi...

Ahlaksız ve mahrem...

AHLAKSIZ AŞKIN İÇİNDEKİ MAHREMİYET...

Elli yılı aşkın bir süre yarattıkları yepyeni bir felsefe çerçevesinde yaşadılar aşklarını...

***

Yazar, filozof ve devrimci iki kişi, Sartre ve Beauvoir, evlilik ve tek eşliliği reddederek sürdürdüler ilişkilerini...

***

Her şeyi anlattılar birbirlerine, her şeyi paylaştılar...

Yataklarına giren insanları bile...

***

Jean Paul Sartre’a 1980 yılındaki ölümünden sonra, kendi isteği ile hiçbir devlet töreni yapılmadı...

***

Çağının en önemli filozoflarındandı...

Lègion d’Honneur ve 1964 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Sartre’ın cenazesini taşıyan araba, yazarın Paris’teki evinin önünden birbirinden habersiz toplanmış 50 bin kişi tarafından uğurlandı...

***

Sartre’ın 50 yıllık aşkı ve en yakın dostu olan filozof yazar Simone de Beauvoir ölüm üzerine şunları yazdı:

“Onun ölümü bizi ayırdı... Ben ölünce tekrar birleşeceğimize de inanmıyorum. Ama zaten en önemlisi, yaşamı, fevkalade bir uyum içinde paylaşmış olmamızdı...”

***

20. yüzyıl Fransa’sının en etkileyici yazarlarından Sartre ve Beauvoir, 40’lı, 50’li yılların, hem yaşam tarzı hem de düşüncelerdeki özgürlük rüzgarının yaratıcısı oldular...

***

Kuramını hazırladıkları ve hayata geçirdikleri Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) akımına göre; herhangi bir kozmik plan ya da üstün otorite yoktu...

***

“Özgürsün, bundan dolayı, seçimini kendin yapabilirsin” diye yazıyordu Sartre...

EVLİLİĞE VE TEK EŞLİLİĞE KARŞI BİRLİKTELİK...

Sorumluluk ve özgürlük arasında bir denge bulabilmek için; “Evliliği, tek eşliliği ve birlikte yaşamayı reddediyor,” buna karşılık ilginç bir mahremiyet içinde yürütmeye devam ediyorlardı ilişkilerini...

***

Siyah polo yaka gömleği içindeki Sartre ve başına bağladığı rengârenk ipek eşarplarla de Beauvoir, savaş sonrası Paris yaşam tarzını özetleyen ikiliydi...

***

Sartre büyükbabası tarafından dahi olacağına inandırılarak yetiştirilmişti, annesi ise küçük oğlunun büyük bir yazar olmasını istemişti...

***

Beauvoir, Sartre’dan 3 yıl sonra doğdu... Çocukluk yıllarında ‘çocuk’ diye adlandırılmaktan nefret etti...

***

Genç kızlık döneminde, herhangi bir yetişkin kadının ‘sıradan’ ihtiyaçlarından yola çıktı:

Seks, iş ve özgürlük...

***

Üç konudaki tüm gelenekleri yıkarak, ileride herkes tarafından kabullenilecek “Feminizm’in Anası” rolüne soyundu...

***

1949’da yazdığı ‘İkinci Cins’ isimli kitap dünya çapında best-seller oldu ve 70’lerdeki kadın hareketinin ve feminizmin önünü açtı...

***

Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona ‘le Castor’ Kunduz, adını taktılar...

***

Sartre bu parlak öğrenciyi, o dönemlerde ünlü derslerinden birine çağırmıştı...

“BİRLİKTE OLUN, AMA ÖZGÜR YAŞAYIN; EVLİLİĞE VE SADAKATA TAKILMAYIN...”

Başına bağladığı eşarplarla estetik bir görünümü olan Beauvoir’in yanında Sartre, kısa, göbekli ve tek gözü kör bir adam olarak sönük kalıyordu...

***

Ancak Beauvoir, her zaman, Sartre’ın öncelikle entelektüel yaşamına aşık olduğunu söylüyordu...

***

Beauvoir titiz ve dikkatli bir düşünürdü, Sartre’ın fikirlerini derleyip toparlamasına, bunların düzgün bir şekilde kitaplaştırılmasına yardım ediyordu...

***

Ortak çalışmaları sonucu sonraları birçok modern çift için geçerli olacak yepyeni bir ilişki türünün adını verdiler:

“Birlikte olun, ama özgür yaşayın...

Evliliğe takılmayın...

Sadakata da...”

***

Sartre genç güzel kızların çekiminden kurtulamayan bir seks anarşistiydi...

***

Aralarındaki ilişkide tek eşlilik, sadakat kavramlarının yerine, yaşadıkları ‘her şeyi’ birbirlerine anlatarak ‘saydam ve şeffaf’ olmayı kararlaştırmışlardı...

***

İkili bu dürüstlüğü, ilişkileri için evlilikten çok daha büyük bir ‘güvence’ olarak görüyordu...

“SANA KENDİ ÖLÇÜLERİMDE HEP SADIK KALDIM...”

1933’te birlikte gittikleri bir Londra seyahatinde Sartre genç kadını ‘Cynara’ filmine götürdü...

Filmin en ünlü cümlesi ‘Sana kendimce hep sadık kaldım’ lafıydı...

***

Bu onların felsefesiydi...

Sartre hiçbir zaman de Beauvoir’ı kaybetmek istemiyordu; çünkü o asıl kadındı...

***

Beauvoir hemcinslerinden etkilenmişti zaman zaman...

‘Ben hem kadınım, hem değilim’ diye yazmıştı Sartre’a ve hayatında lezbiyen aşkı doğal buluyordu...

***

Beauvoir’in ‘Konuk Kız’, adlı romanı üçlü aşklar üzerine yazılmış bir klasik haline geldi...

***

1938’de Sartre ve Beauvoir ikilisi, sanatçıların buluştuğu Boulevard du Montparnasse’ı kendilerine mekân seçtiler, yazılarını bugün Paris’in en ünlü cafè’leri olan ‘Cafè de Flore’ ve ‘Deux Magots’da yazmaya başladılar...

***

Bu süreçte, de Beauvoir’ın da büyük desteğiyle Sartre’ın ‘Bulantı’ romanı büyük bir başarı kazandı... Kitap, ‘Kunduz’a ithaf edilmişti...

“BEN BİR ALÇAĞIM...”

Sartre; Beauvoir’e şöyle yazıyordu askerden: “Hiçbir zaman seks ya da duygusal hayatımı rayına oturtamadım... Kesinlikle eminim ki, ben tam bir alçağım...

***

Hem de en aşağı sınıftan bir alçak; bir çeşit üniversite sadisti, sivil Don Juan. Bu mutlaka değişmeli...” Ama, bu durum hiç değişmedi...

***

Sartre’ın 1945’te kaleme aldığı ‘Les Temps Modernes’ Modern Zamanlar dergisi, dönemin en etkili sol yayını oldu...

***

Yine aynı yıl, Sartre artık Time dergisinin kapağını süsleyen ünlü bir filozoftu...

***

Varoluşçuluk döneme damgasını vurmuş, Sartre felsefi kitapları ve yazılarıyla değil, tiyatro oyunlarıyla da gündeme oturmuştu... Broadway’de oyunları oynanıyordu... ‘No Exit’ ve ‘Crime Passionel’...

***

‘Ahlak’sız ilişkilerin kahramanı, Time dergisinin kapandığındaki bu adam 1960’larda ortaya çıkan ahlaki çöküntüden sorumlu tutuldu...

Yanıtı oldukça ilginçti:

“Özgürlük, cesaret ve sorumluluk gerektirir... Her hareket geleceği yaratır ve kolay değildir...”

“KADIN DOĞULMAZ OLUNUR...”

1950’de bu kez dünya çapında olma sırası Beauvoir’daydı...

‘İkinci Cins’ kitabı 40’larında olan yazara büyük bir ün getirdi...

***

‘Kadın doğulmaz, olunur’ diyordu kitabında...

Kitabı feminist düşünceleri yaymak amacıyla değil, tamamen genç kadının kendi takıntılarını anlatmak için yazılmıştı...

***

Ama öyle bir damara basmıştı ki, tüm dünyadan milyonlarca kadın bu kitabı bir klasik haline getirdi... Kitap kadının, kutsal annelik rolünü, ikincil kişi olmayı, silik kişiliği ve parazit gibi yaşama dürtüsünü anlatıyordu...

***

Vatikan kitabı ‘kara liste’ye aldı...

1960 yılında otobiyografisini yayınladığında “Sartre ile olan ilişkilerini ve diğer erkekleri sansürsüz olarak kaleme aldı...”

***

Bu açık sözlülük Sartre’ın hoşuna gidiyordu, ama eski sevgilisi Nelson Algren büyük tepki gösterdi:

-“Allah Kahretsin” diyordu,

-“Hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı... Dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı... Beauvoir bunu bile yapmadı...”

KÜLLERİ...

1961’de iki sevgili Cezayir’in özgürlük savaşını desteklediler, Fransa’yı suçladılar... 5000 Fransız askeri Champs Elysee’de bir yürüyüş yaptı ve saatlerce ‘Sartre’a ölüm!’ diye bağırdı...

Aynı günlerde ünlü yazarın evi iki kez bombalandı...

***

İkilinin Mao, Castro, Guevara, Khrushchev ve Tito’yla el sıkışırken görüldükleri fotoğraflar ortalıkta dolaşmaya başladı...

***

1970’te iki sevgili Mao’cu bir yayın olan ‘La Cause du Peuple’ü dağıtma suçundan tutuklandılar...

***

Sartre artık neredeyse kör olmuştu ve yazı yazması yasaklanmıştı... Beauvoir’ın tüm karşı çıkışlarına rağmen her gün daha fazla alkol tüketiyordu...

Sevgilisinin her şeye rağmen hep yanında oldu; ona tüm sevgisini verdi Beauvoir...

***

15 Nisan 1980’de Sartre ölünce Beauvoir zatürre oldu... Bunca hareketli ve heyecanlı sevgilisi bol hayata karşın, Sartre ölünce, ömrünün geri kalanı yıllarını Sartre’ın mezarlığına bakan evinde mezara bakarak geçirdi...

***

14 Nisan 1986’da aynı evde, sevgilisinin mezarlığının yanıbaşında öldü... Ömür boyu süren ilişkilerine giren 3. kişilere geçip giden sevgililere, şehvet, aşk ve heyecanlara rağmen, Beauvoir, 50 yıllık sevgilisinin yanıbaşına gömülmek istedi...

***

Bu istek üzerine Sartre ve Beauvoir’ın külleri bir araya geldiler...

***

‘Ahlaksız’ ilişkileri, yan yana gömülen küllerin mezarlığında sonsuza kadar sürecekti...

Yazının devamı...

Ömrümün dört baharı... (1)

Yine bahar geliyor;

Tomurcuklar açıyor...

İçimdeki bahar uyanıyor...

Geçen yıl; bu zamanlar yeni gelen bahara merhaba demek için “hayatımın baharlarını yaşadığım dört şarkıyı hatırlıyorum...”

Dört üzerinden hayatımın baharlarına gidiyorum...

*****

BAHAR; YİNE YENİ, YENİDEN... (2)

Yine bir “bahar” geliyor hayatıma; ömrümün bu dalgalı sularının rüzgarında...

***

Benim hayatıma damgasını vuran “Bahar Şarkılarım” geliyor...

İlk gençlik günlerimin “umutlu bahar”larını anlatan, ilk aşkı yaşamaya çalışırken ruhumu baharın dalga boyuna sokan “bahar şarkım...”

***

Yeliz söylüyor...

Yeliz anlatıyor benim “gençlik Bahar’ımı o günlerde...”

*****

HOŞ GELDİN BAHAR (3)

“Hoşgeldin bahar la la...

Hoşgeldin dostum la la...

Neşe getirdin la la...

Dünyaya lalala la la...

***

Hoşgeldin bahar lala...

Hoşgeldin dostum lala...

Yeniden doğmuş gibi şimdi bütün dünya...

***

Birden zaman dursa hergün bahar olsa...

Bugün açan güller hiçbir gün solmasa...

Kırılan kalplerin yerini sevgi alsa..

***

Kimse gücenmese, kimse ağlamasa...

Ümitsiz günlerin sonu gelmiş olsa...

Yediden yetmişe herkes mutlu yaşasa...

Dünyada.....

***

Hoşgeldin bahar la la...

Hoşgeldin dostum la la...

Neşe getirdin lala...

Dünyaya lalala lala...

***

Hoşgeldin bahar lalala...

Hoşgeldin dostum lalala...

Yeniden doğmuş gibi şimdi bütün dünya...

***

Yüzyıllar boyunca hergün bahar olsa

Gecesi gündüzü hep aydınlık olsa

Yeryüzü gökyüzü neşemizi paylaşsa,

***

Dağlardaki kuşlar bize örnek olsa,

Kimse darılmasa, kimse ayrılmasa,

Yediden yetmişe herkes mutlu yaşasa;

Dünyada...”

***

Umutluyum bu şarkıyla...

Neşe getirdiğini düşünüyorum hayatın bana gençliğime, tazeliğime, insanlığa...

Baharla gelen mutluluğa...

*****

“İÇERDEN DIŞARIYA TAŞAN BAHAR...” (4)

Yüreğimden fışkıran duygularla taze bahar, bir süre sonra alabora oluyor...

Kesif hayal kırıklıkları, yaşamın dışardaki zindanı, ruhları ve bizleri esir ediyor..

Kısa bir süre sonra Yeliz’in cıvıl cıvıl akan Hoş Geldin Bahar’ından; Ahmet Arif’in maphushane türküsü halini alan şiirine; “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketim”e gidiyor sıkışan yüreğim...

***

Rahmi Saltuk’un tok sesinde kendimi ve baharı buluyorum; yaşıyorum...

*****

DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİMİN... (5)

“Haberin var mı taş duvar?..

Demir kapı, kör pencere...

Yastığım, ranzam, zincirim...

Uğruna ölümlere gidip geldiğim

Zulamdaki mahzun resim

***

Haberin var mı

Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş

Karanfil kokuyor cıgaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

***

Artık zindanlardan gelen bahar türküsüyle “yüreğimizi dinlemeye çalıştığımız günler o günler...”

Türkçe Pop’tan; Ahmet Arif’e ve Rahmi Saltuk’a uzanan çizginin zıtlığı, aynı yüreğin üzerinde farklı tınılardan öteye gitmiyor...

Hepsi aynı genç yürekte buluşuyor...

*****

İKİNCİ BAHAR... (6)

Üzerimizden geçen tanklar;

Biten siyasetle dolu günler, aylar, yıllar, saatler...

Yeni bir kurtuluş umudu gibi başlayan gazetecilik günleri...

Kısa zamanda, yurt dışına taşan muhabirlik ve uluslararası gazetecilik...

***

Çocuk yaşta evlilik...

Boşanma...

Yalnızlığın içinde, bir meslek aidiyetiyle; gurbette tek başına...

Yine de “mutlu, mesut ve yeniden başlamaya müsait...”

***

Özdemir Erdoğan o Bahar’larda sesleniyor kalbimin sesi niyetine; Ege’nin Öteki Yakası’ndan...

***

“Gamze gamze bir gülüver şimdi...

Beni göğsüne alıver şimdi...

Mevsimi geldi susadım aşka...

Benimle bir bütün oluver şimdi...

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

Gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...

***

Şiirler, şarkılar söyleyerek...

Mehtabı birlikte seyrederek...

Benimle bir rüya kuruver şimdi...

aahhh....

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

Gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...”

*****

“ELBETTE BEN BÖYLE OLDUĞUM İÇİN BAHAR...” (7)

Atina günleri; ikinci bahar özleyişleri bittiğinde; Sonsuz baharlar, sonbaharlar ve kışların arasından geçiyorum...

Arada bir yaz güneşine göz kırpıyorum...

Sayısız hayat tecrübesiyle donanıyorum...

Bilinmedik görülmedik, buzul, zirve, okyanus ve fırtına görüyorum...

***

Hayat ve zaman beni sonsuz tecrübelerle eğitiyor...

Hayatın içimden fışkıran gücünü fark etmeye başlıyorum...

İçimin dışıma egemen olmaya karar verdiği günlere giriyorum...

***

O zaman Candan Erçetin’in; Ayşe Kulin güftesiyle söylediği şarkıyı söyleme zamanı geliyor...

“Elbette Ben Böyle Olduğum İçin Bahar...”

***

“Sen bana müjde misin, umut musun sevgili...

Kim demiş geçti mevsim ufukta göründü kar...

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgilim...

Benim yorgun gönlümde aşkının telaşı var...

***

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgili

Benim olgun gönlümde aşkının telaşı var...

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?..

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?..

***

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var?..

Tabiki ben böyle olduğum için bahar...

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var

***

Sen bana vaat misin lütuf musun sevgili

Kim ne derse desin al beni sinene sar...

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili...

Benim gönül ülkemde bir tek senin aşkın var...

***

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili

Benim yorgun gönlümde bir tek senin aşkın var...

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?..

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?..

***

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var...

Tabiki ben böyle olduğum için bahar...

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var...”

Yazının devamı...

Stadın açılışında Beşiktaş’ın maskotu olan çocuklar...

Üç yıldır evsiz barksız yaşanılan günlerin sonuna geliniyor...

Pazar günü sabahtan itibaren; evin içinde bir koşuşturma başlıyor...

***

Mina ile Poyraz; Vodafone Arena’daki ilk maça; Bursaspor maçının seromonisine maskot olarak çıkıyorlar...

Babalarını da; kendi babası ilk kez 8 yaşındayken bir Beşiktaş maçına götürüyor...

***

Onlar ise ilk olarak şampiyonluk kutlamalarına henüz kundakta 15 günlük bebekken gidiyorlar...

O gün kutlamalar esnasında saatlerce kundakta uyuyorlar...

Şampiyonluk şarkıları onlara ninni gibi geliyor...

***

2013 yılında ilk maç olarak; Beşiktaş’ın 3-2 yendiği Fenerbahçe maçına götürüyor babaları onları dört yaşlarını sürerken...

Çocukların izledikleri ilk maç bir Beşiktaş-Fenerbahçe maçı...

Bunun önemli olduğunu düşünüyor babaları; maça götürürken onları...

***

Beşiktaş maçı kazanınca dört yaşındaki çocuklara dönüp esprili bir şekilde şöyle söylüyor;

-“Üç büyüklerde bir forvetin gerçekten o takımın forveti olabilmesi için derbi maçlarda ezeli rakibine bir gol atması gerekir...

Siz de; geldiğiniz maçta bir Fenerbahçe galibiyeti alarak, Beşiktaş’lılığınızı tescil ettiniz... Hayırlı olsun... Tebrikler...”

***

7 yaşına basmaya hazırlandıkları bugünlerde ise Vodafone Arena stadının açılış maçına maskot olarak Beşiktaş formalarıyla çıkıyorlar...

SİYAH ŞORT... (2)

Dün sabahtan itibaren siyah şort bulma yarışına giriliyor... Çocukların birinin siyah şort ve çubuklu forması bulunuyor...

Diğerininki Beşiktaş’ın ünlü beyaz forması... Şortu da beyaz o formanın...

***

Maça Beşiktaş siyah şort ve tarihi çubuklu forma ile çıkacağından, iki siyah konç ve bir siyah şort için arama tarama çalışmaları başlıyor...

***

Çalışmaları Başkan Fikret Orman’ın kulüpte çalışan yeğeni Gamze Orman yürütüyor...

Akşam saatlerinde Kartal Yuvaları’nda kalmayan siyah şortu temin ettiklerini söylüyorlar...

Maskot çocuklar Akaretler’deki kulüp binasında toplanıyorlar... Oradan toplu halde stada gidiyorlar...

***

Babalarının yönetim kurulu sözcüsü olarak çalıştığı yerde, çocuklar maskot olacakları ilk maça çıkmak üzere buluşuyorlar... Hayli duygusal alaboralar yaşıyor babaları, onlara fark ettirmemeye çalışarak...

***

Duygusallığının nedeni; babalarının onların yaşında Ankara’lı bir Beşiktaş’lı olmasından kaynaklanıyor... Beşiktaş’ın kulüp binası, tarihi İnönü stadı, o günlerde çok uzaklarda babaları için...

***

Babalarının, kendi babasının elini tutarak gittiği ve seyrettiği ilk maç Beşiktaş’ın Ankara’daki Altay’la oynadığı Cumhurbaşkanlığı kupası maçı.. O gün Beşiktaş Cumhurbaşkanlığı kupasını alıyor...

LİSTEDEN ADI NEDEN ÇIKIYOR BABALARININ?.. (3)

Pazar günü Beşiktaş stadının devlet protokolü, divan üyeleri ve eski yöneticiler için yapılan açılışı var...

Babaları, çocukları doğum günü partisine bırakıp, eski yönetici arkadaşlarıyla stada doğru yola çıkıyor...

***

Stadın kapısına gelindiğinde; davetlilere birer kart verildiğini görüyorlar... Ne oluyorsa oluyor; babalarının ismi o gün stat görevlisinin önündeki bilgisayarda bir türlü çıkmıyor...

***

Etraftan “nasıl olur listede adın vardı... Olacak iş mi?..” deniyor...

Babaları ise gülümsüyor...

Kulübün görevlileri hemen bir kart çıkartıyorlar...

Ancak yine de, listedeki adının neden çıktığını anlayamıyor babaları...

-“Fark etmez” diye içinden geçiriyor...

-“Bu stada kolay yoldan değil, zor yoldan girmektir, güzel olanı...”

Hatırlamaz mı insan sabahtan gelip girebilmek ve doğru düzgün bir yerde oturabilmek için saatlerce kuyrukta beklediğini?.. Ateşini düşürmek için, susuz ilaçlar yuttuğunu “kapalı”nın kapısında?..”

VODAFONE ARENA’NIN AÇILIŞI, ADNAN POLAT’IN BAŞINA GELENLER VE FİKRET ORMAN’IN TUTUMU... (4)

Devlet protokolü ağır ve güçlü bir katılımla yer alıyor Beşiktaş stadının açılışında...

İki Cumhurbaşkanı, eski Meclis Başkanı, Başbakan, Spor Bakanı, Futbol Federasyonu Başkanı; ve Beşiktaş’ın yaşayan üç başkanı da törende hazır bulunuyorlar...

***

Beşiktaş yönetimi; “Galatasaray Arena stadının açılış törenindeki yuhalamaları” engellemek ve tatsız bir olaya meydan vermemek için, stadın açılışını iki güne yayıyor...

***

İlk açılışı devlet yönetimine, divan üyelerine ve eski yönetim kurulu üyelerine yapıyor...

İkinci açılışı ise, Bursaspor maçıyla birlikte seyircisine ve geniş kitlelere...

***

Böylece Adnan Polat’ın başına gelen olayların tekerrür etmemesine çalışıyor Fikret Orman yönetimi...

Açılış töreninde davetliler arasında, “kendi yaptırdığı stadın açılışında başına talihsiz olaylar gelen Adnan Polat’ı görüyorum...”

***

Bir hafta önce, bir öğle üzeri karşılaşıyoruz Adnan Polat’la...

Masaya geliyor oturuyor uzun uzun sohbet ediyoruz kendisiyle...

O günleri; Beşiktaş-Galatasaray rekabetini, ünlü Ankaragücü-Galatasaray maçını, Zalad’ı ve futbolu konuşuyoruz Adnan Polat’la...

***

Stat açılırken başına gelen olayların, olacağı haberini birkaç gün önce gelen bir telefondan anladığını, kendisine;

-“Seni bitireceğiz” dediklerini; ancak, son anda yapılabilecek bir şey bulamadığını söylüyor...

BEŞİKTAŞ BAŞKANI; TAYYİP ERDOĞAN’A DEFALARCA TEŞEKKÜR EDERKEN; SPOR BAKANI’NA NEDEN TEŞEKKÜR ETMİYOR?.. (5)

Açılış töreninde “olayı yakından görebilenler için” ilginç notlar bulunuyor...

Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, konuşmasında defalarca Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a teşekkür ediyor...

***

Ancak bir enteresan nokta var...

Fikret Orman bunca teşekkür arasında; Gençlik ve Spor Bakanı’na hiç teşekkür etmiyor...

Hükümete teşekkürle konuyu geçiştiriyor...

***

Beşiktaş Başkanı’nın; o kadar teşekkür arasında Gençlik ve Spor Bakanı’na teşekkür etmemesinin bir nedeni var...

Stat son sürat yetiştirilmeye çalışılırken, birkaç ay önce, stattaki çalışmalar aniden durduruluyor...

Stadın kapısına mühür vuruluyor...

***

Stattaki çalışmanın durdurulma nedeni, çatının öngörülen yüksekliği birkaç santimle aşması...

Stada yeniden çalışma izni verilmesi için, yeni girişimler yapılıyor...

Fikret Orman; ikili görüşmede meseleyi çözmeyip; “stadın çalışmalarına mühür vurdurulmasını” açılış töreninde unutmuyor...

***

Açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı’na defalarca teşekkür etmesine rağmen, Spor Bakanı’na teşekkür etmiyor...

Yazının devamı...

Babalarının Beşiktaş'lı olma nedeni ve kısa hikayesi

Dün öğlen yemekte; çocuklar babalarının nasıl Beşiktaş’lı olduğunu bir kez daha anlatmamı istiyorlar...

Onların “babalarından anlatmalarını istedikleri, böyle hoşlarına giden hikayeleri var...”

Babalarının Beşiktaş’lı olma nedeni ve biçim de hoşlarına giden hikayelerden biri...

***

Dün çocuklara; babalarının nasıl Beşiktaş’lı olduğunu anlatırken, önemli bir gerçeği de fark ediyorum...

***

6 yaşındayım...

Yeniköy’de; şimdilerde Yeniköy Spor Kulübü’nün olduğu yerin bitişiğinde oturuyoruz...

Teyzelerimden birisi de eşiyle yine Yeniköy’ün sırtlarında bahçeli bir evde oturuyor...

***

Yazın bütün aile Yeniköy’de bir araya geliyor...

Dört teyze...

Üç enişte...

Anneanne...

Baba, anne ve nihayet ben...

İki evde benim dışımda on kişi bulunuyor yazları... Aile; geceler hariç evlerden birinde hep bir arada yaşıyor...

“GALATASARAYLI KOTASI” (2)

Evin altında bir bakkal dükkanı var... Bakkalın sahibine Musta Efendi diyorlar...

Oğlunun adı da Mustafa...

Oğul Mustafa; benden ve birlikte oyun oynadığım çocuklardan 6-7 yaş büyük... Dükkanda duruyor, babasına yardım ediyor; yavaş yavaş da dükkanı çeviriyor...

***

Bir süre sonra; bakkal Musta Efendi’nin dükkanında pirinç çuvalları dikkatimizi çekiyor... Kısa sürede; bütün çocukların en keyifli oyuncağı çuvallardaki pirinçler oluyor...

***

Bütün çocuklar Musta Efendi’nin dükkanına girip, pirinçleri avuçlamak, onlarla saatlerce oynamak için delicesine bir arzu duyuyorlar...

***

Talep patlaması meydana gelince, “kota uygulaması” yürürlüğe konuyor... Bakkal Musta Efendi’nin koyu Galatasaray’lı oğlu Mustafa; çocukların pirinçle oynayabilmeleri için “Galatasaraylılık kotası koyuyor...”

***

Pirinç çuvalına yaklaşan her çocuğa otoriter bir edayla soruyor;

-“Hangi takımı tutuyorsun?.. Galatasaray’ı tutmuyorsan; pirinçlerle oynayamazsın...”

***

Ben yalan söylemesini seven bir çocuk değilim... Galatasaray’lı olmadığım halde; Galatasaray’lıyım demek zoruma gidiyor...

İçselleştirmeden de “Galatasaray’lıyım veya Fenerbahçe’liyim” diyemiyorum...

-“Mustafa abi ‘ben Fenerbahçe’liyim’ diyorum...

-“O zaman sana pirinçle oynamak yasak...”

-“Mustafa abi, sen annemleri babamları, teyzemleri, anneannemi tanıyorsun...” diyorum...

-“Fark etmez...” diyor;

-“Galatasaray’lı olmadıkça pirinçlerle oynayamazsın...”

***

Ne yapsam fayda etmiyor...

Pirinçlerle oynamanın şartı Galatasaray’lı olmak... Yaz boyu günün yarısını, Galatasaray’lı olmak için içselleştirmeye çalışmakla geçiyor...

***

Öğlene doğru Galatasaray’lı olmayı bir miktar benimseyip; “ben Galatasaray’lı oldum” diyorum; ve pirinçlerle oynamaya başlıyorum...

***

Akşam eve gittiğimde yine “yalan söylemesini sevmediğimden”, geniş aileye hemen bildirimde bulunuyorum;

-“Ben Galatasaray’lı oldum...”

***

Sözlerin duyulmasıyla; evin içinde fırtınalar kopmaya, şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye başlıyor... On aile ferdinin dokuzu hep bir ağızdan;

-“Sen nasıl Galatasaray’lı olursun... Bizim bütün ailemiz Fenerbahçe’li... Muhsin enişten çok kızar... O çok koyu Fenerbahçe’li...” diye üzerimde baskı kuruyorlar...

On kişilik aile efradına karşı,

6 yaşında tek başına bir çocuk...

Karşı koymaya önceleri zorlanıyorum...

6 YAŞINDA AYAR VERİLMESİNE İSYAN EDEN ÇOCUK!.. (3)

Bütün yazı; metazori olarak öğlen Galatasaray’lı akşam Fenerbahçe’li olarak geçiriyorum...

Bir süre sonra, artık iki takımı da içselleştiremez, benimseyemez hale geliyor, ne yapacağımı bilemez bir şekilde, ortada kalıyorum...

***

Dün çocuklara bu hikayeyi anlatırken, ilk kez bir gerçeğin farkına varıyorum...

Mahalledeki bakkal Mustafa da, ailem de 6 yaşında bir çocuğu Fenerbahçe’li ve Galatasaray’lı yapabilmek için, “zorluyor”, “şartlar öne sürüyor”; “korkuyla karışık, kota uygulamalarından medet umuyor...”

***

“Bana ayar vermeyi amaçlıyor...”

Yaz bitiyor ve sonbahar geliyor okullar açılıyor...

İlkokul’daki birinci sınıf öğretmenimin adı Süheyla Ün...

Sevgi dolu, anlayışlı, bana karşı aşırı özen gösteren ikinci bir anne Süheyla Hanım...

Beni çok sevdiğini biliyorum; ben de onu çok seviyorum...

***

Bir gün sınıfta; “Fenerbahçe’liler el kaldırsın; Galatasaray’lılar el kaldırsın, Beşiktaş’lılar el kaldırsın” diyor ve kalkan parmaklara göre sınıftaki taraftarlık dağılımını saptıyor...

***

Ben Fenerbahçe’ye mi kaldıracağım, Galatasaray’a mı el kaldıracağım bilemiyorum...

Süheyla Hanım’ın bir gözü sürekli bende olduğu için, bendeki kararsızlığı fark ediyor...

- “Reha Beşiktaş’ı tutsun... Ben Beşiktaş’ı tutuyorum...

O öğretmenini sever...” diyor...

***

“O öğretmenini sever...” tek tümce bu...

Sevgi...

Öğretmeni de gerçekten çok seviyorum...

Ve sevginin mucizesi gerçekleşiyor...

Ne bir ön şart, ne bir kızma, ne bir korku var...

Sihirli sözcük “öğretmenini sever...”

***

Süheyla Hanımın bu sözleri üzerine Beşiktaş’lı oluyorum...

Bir daha ne eniştelerin kızmalarına, ne on kişilik ailenin bütün gücüyle yürüttüğü Fenerbahçelilik baskısına, ne Mustafa’nın ‘artık pirinçlerle oynayamazsın; Galatasaray’lı değilsin’ sözlerine rağbet ediyorum...

-“Ne yaparsanız yapın, ben Beşiktaş’tan vazgeçmeyeceğim...” diyorum...

TEHDİT, KORKU VE SEVGİ... HANGİSİ GEÇERLİ?.. (4)

Üç şeyi ifade ediyor Beşiktaş bende...

1) Öğretmenimin anlayış dolu sevgisi; yani ikinci annelik modelinin etkisi...

2) Bana bir türlü ayar verilmesine hiç razı olmayacağım gerçeğinin tescil edilmesi...

3) Bir şeyi pirinç gibi rüşvet; ya da “enişten çok kızar” gibi korku; veya “biz hepimiz Fenerbahçeliyiz sen nasıl başka bir takımı tutarsın” diyen üstü örtülü tehdit... Bunların hiçbiriyle bana bir iş yaptırmanın mümkün olmadığının kavranmasına...

***

Bu özellikler karakterimde yer ettikçe; bendeki Beşiktaş sevgisi gün geçtikçe artıyor... Ayar verilmek istendiği, tehditle ve korkuyla iş yaptırılmaya çalışıldığı, seçeneksiz bırakılarak rıza göstermem istendiği durumlarda; “Beşiktaşlı duruşu tezahür ediyor” arızaya bağlıyor ve isyan duygusu perçinleniyor...

***

İlkokul öğretmenimin davrandığı gibi; “tek bir sevgi sözcüğüyle”, bütün kalbim açılıyor; elli yıl Beşiktaş’lı olarak hayatı geçiyor... Bugün 6 yaşındaki Yeniköy’lü çocuğun Beşiktaş’taki 50. yılı...

Bugün evi yeniden açılıyor o çocuğun...

Onun gibi milyonlarca çocuğun...

***

Yağmurlu bir günde görmüştüm seni...

Üstünde çubuklu formalar vardı...

Bir anda vuruldum aşık oldum ben...

Hayatın anlamı siyah beyazdı...

***

Ölümle yaşamı ayıran çizgi...

Siyahla beyazı ayıramaz ki...

Her yolun sonunda ölüm olsa da...

Sevenleri kimse ayıramaz ki...

Yazının devamı...

Gıpta ettiğim 35 yıllık aşkın yarım kaldığı an...

Onlar hep yakın arkadaştılar okulda...

Sevgi dolu iki arkadaş...

Aynı sınıftaydılar

Aynı yaşlardaydık...

Okulu bitirdikten sonra İstanbul’da okuduğumdan Serpil ve Faruk ilk yıllar benden bir sınıf üstteydiler...

Sonra Faruk’la aynı sınıfa düştük galiba...

***

Siyasal Basın Yayın’ın; ilerki yıllarda Türkiye’nin etkin gazete ve televizyonlarında boy gösterecek, nice ünlü gazeteciyi okul sıralarında eğittiğinin farkında bile değildik o günlerde...

***

“Okul bittikten sonra nerede iş bulacağız?..” sorusunun derdiyle meşgul; Ankara Cebeci’nin; king ve briç oynanan okul önü kahvelerinde, pastanelerinde vakit geçiren aylaklardık...

***

Serpil’le Faruk’u okul koridorlarında tanımıştım...

İkisi birbirinden ayrılmaz iki arkadaştılar...

Sevgili değildiler...

Ama ben sanki onlar sevgiliymiş de etrafa belli etmek istemiyorlarmış gibi hissederdim...

Hep aralarında fazladan bir şeyler var; ama etrafa çaktırmıyorlar gibi bir izlenime kapılırdım, onları her gördüğümde...

***

Sol sağ kavgalarının ortasında; “sol dünyaların egemenliğinde okullardı” Siyasal; Basın Yayın ve Hukuk...

Eğitim Fakültesi biraz daha karışıktı...

Bizim okul “sol”un tartışmasız egemenliğinde olduğundan, sol kültürün ve ilişki biçiminin etkisi hemen hissedilirdi...

***

Sol dünyalarda; “kadın erkek ilişkilerinde fazla samimi,” Avrupai ya da Amerikanvari “samimiyet seansları” hiç hoş karşılanmazdı...

Sevgili olan öğrenciler; “sevgililikle, yakın arkadaşlık arasında bir yerde durur, ona göre hareket ederlerdi...”

***

Sevgililer arasında bile olsa, fazla sırnaşıklık hiç hoş karşılanmaz, zaten olmasına müsade edilmezdi...

Nedense üniversiteye girdiğim yıllarda; Serpil’le Faruk’un ilişkisini; “solcu geleneğe uygun olarak sırnaşık yaşanmayan bir sevgi ve aşk ilişkisinin kripto tezahürü” olarak hissederdim...

***

38 yıl öncesiydi... 78 kuşağının, gözaltılar, tutuklamalar, silahlı saldırılar, ölümler, yaralanmalar, patlayan bombalarla, tarumar edildiği yıllardı...

BİRBİRLERİNE SÖYLEMEZKEN DE BİRBİRLERİNE AŞIKTILAR... (2)

Bir taraftan yaşamaya, hayatta kalmaya;

Öte yandan okuyup, gazeteci, televizyoncu olmaya;

İş bulmaya...

Arada vakit ve kalp kalırsa gençliğimizi ve aşkımızı yaşamaya çalışıyorduk...

Böylesi bir dönemde; Serpil’le Faruk’un aşkının “kripto yaşandığını” düşünür; yakın arkadaşlıklarının bu aşkı örten kripto bir düzenek olduğunu hissederdim...

***

Birkaç gün önce Faruk şöyle anlattı 35 yıllık büyük aşkını...

“Okulda yan yana otursak da, okula kayıt numaralarımız arka arkaya olsa da, okul yılları boyunca, arkadaşlık dışında bir ilişkimiz olmadı... Ne zaman okul bitti, ondan sonra başladı aşkımız...”

***

Nişanlandıkları, sonra da evlendiklerini duyduğumda hiç şaşırmamıştım...

-“Onlar zaten birbirlerine aşıktılar...” demiştim...

Faruk “ölümsüz aşklarının okul yıllarından sonra başladığını söylese de” benim gözümde Serpil’le Faruk onları tanıdığım ilk günden beri birbirlerine aşıktılar...

***

Yıllar var ki görmemiştim okul arkadaşlarımı... “Serpil’in ölüm haberini” aniden görünce, yüreğimden bir parçanın kayıp gittiğini hissettim...

***

Okul arkadaşlarının ölümü, içinizden bir parçayı kopup götürüyor...

Okul çünkü; hayattaki en önemli yaşam alanlarınızdan ve aidiyetlerinizden biri olarak bütün bir yaşam boyu sizin peşinizi bırakmıyor...

***

Ben Faruk’u ve Serpil’i gazeteci olarak değil, okul arkadaşı olarak tanıyorum...

Onlar da beni öyle tanıyorlar...

Eldivensiz ve mesleksiz halimizden tanıyoruz birbirimizi...

“Can”la da öyleydi ilişkimiz...

***

Meslek elbisesi giyilmemiş okul sırası arkadaşlıklarının sahiciliği yarı çocuksu nahifliği; yıllar geçtikçe gittikçe masumlaşıyor insanın gözünde...

Çok masum kareler olarak canlanıyor o günler belleğimde...

FARUK’LA SERPİL’İN İKİ KEZ EVLENMESİ... (3)

Birkaç yıl sonra Serpil’le Faruk’un ayrıldığını duydum arkadaşlardan...

Ben de o sıralarda ayrılmıştım genç yaşımda evlendiğim eşimden...

-“Genç yaşta yapılan evlilikler yürümüyorlar demek ki...” diye geçiriyordum içimden...

-“Daha büyümek için uzun yıllar var iki taraf için de... İki taraf da beraber büyüyemiyor, o bu kadar kolay olmuyor bu aşkları sürdürmek...” diyordum...

***

Bir süre sonra Faruk’tan yeni bir haber geldi...

-“Ben evleniyorum...” diyordu Faruk...

-“E hayırlısı...” derken lafı yapıştırıyordu Faruk;

-“Serpil’le evleniyoruz yeniden...”

SERPİL... (4)

Serpil’le Faruk’un güzeller güzeli iki kızlarıyla resimlerini gördüğümde, kızların Serpil’e ne kadar benzediklerini düşündüm...

Hiç yakından görmedim kızları; ancak tek bir enstantaneye sığan anlık yansımaları, annelerinin vücut dillerini, sevgi dolu hallerini ve hayata karşı duruş şeklini aynen aldıklarını anlatıyordu...

***

Serpil amansız bir hastalığın pençesinde 57 yaşında ayrılıverdi aramızdan...

Cennettedir şimdi...

20 yaşından beri hayatı onunla yaşayan Faruk’un nasıl yarım kaldığını hissedebiliyorum...

Karısının cenazesinde okul arkadaşlarının elini tutarken durduramadığı hıçkırıkları vakıf olduğum gerçeği bir kez daha doğrulatıyor bana...

***

35 yıldır; gıptayla izlediğim bir büyük aşktı onlarınkisi...

Hiç birimiz 35 yıl sürdüremedik gençlik aşklarımızı, ilişkilerimizi, evliliklerimizi...

Onlar sürdürdüler...

İki dünya güzeli kızla el ele gönül gönüle vererek...

Serpil, hep yanlarında olacaktır onların...

Hiç ayrılmaz biliyorum...

Onlar beraber büyüyecek, beraber yaşayacak, beraber yaşlanacaklar...

Ma-aile...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.