Şampiy10
Magazin
Gündem

Mimar Sinan köşe yazarı ödülü...

“Mimar Sinan köşe yazarı ödülünü bu yıl Mimar Sinan lisesi öğrencileri size veriyor... Lütfen Çarşamba günü; Yıldız Sarayı’ndaki ödül törenine katılır mısınız?..”

Telefonda bunu söyleyen kişi Mimar Sinan Lisesi televizyonculuk bölüm başkanı Yelda Kırçuval...

Benim 15 yıl önce, seçerek işe aldığım, birlikte çalıştığım, yetişmesine bir nebze katkıda bulunduğum spiker hanımlardan biri...

***

Yelda Kırçuval; yıllar sonra eski patronuna “yılın köşe yazarı ödülünü veriyor” Mimar Sinan Anadolu Lisesi’nin en kıdemli öğretmenlerinden biri olarak...

Televizyon programlarının yanısıra, eğitmenlik görevini yürütüyor...

SPİKERLERİM VE BEN... (2)

Yelda bana gazetecilik ödülü aldığımı söylerken, gözümün önüne televizyon programcılığı ve genel yayın yönetmenliği yaptığım 25 yıllık televizyonculuk kariyerimde “işe aldığım beraber çalıştığım, yetişmeleri için farklı çalışma programları uyguladığım spikerlerim” geliyor...

***

25 yıllık televizyon kariyerim boyunca haber merkezinde, muhabir, editör, prodüktör, dış haberler, istihbarat, yaşam servisi veya ihbar hattında çalışmayan hiçbir elemanı, spiker yapıp televizyon ekranlarına çıkarmadığımı hatırlıyorum...

***

Haber merkezinde “spiker olarak çalışmanın temel koşulu, mutfakta aktif olarak çalışmaktan geçiyor” bizim haber merkezinde...

Muhabirler veya prodüktörler arasında; ekran yeteneği ve diksiyonu olanlar spiker oluyorlar...

Ben; “haber spikerliği” diye bir mesleğin olmadığını düşünüyorum...

***

Aktif habercilik yapmayanın, ekrana haber spikeri olarak çıkamayacağını savunuyorum...

Bunun çok basit bir nedeni var...

Ben spiker olduğum için değil, gazeteci, program yapımcısı, haber genel yayın yönetmeni olduğum için haberleri sunuyorum...

Spiker olduğum için değil...

Spikerliği değil; haberciliği biliyorum...

***

Haber merkezinde günde 18 saat çalışan mutfaktaki elemanların, binbir emekle hazırladıkları, çektikleri montajladıkları onca haber ve görüntüyü, “güzel ya da yakışıklı olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan,” haberciliğin gerçeklerinden bihaber; adı ‘spiker’ denilen kişilere verilmesini uygun bulmuyorum...

Onların haber merkezinin heyecanını ekranlara yansıtacağına inanmıyorum...

***

Yelda geldiğinde, onu işe almadan; bütün spikerlere yaptığım gibi şu soruyu soruyorum;

-“Haber merkezinde hangi alanda çalışabilirsin?.. İstihbarat, dış haberler, yaşam, magazin, siyaset, prodüksiyon, ihbar hattı... Seç ve bölümü niye seçtiğini anlat, ona göre karar vereceğim...”

***

-“Bu haber merkezinde spikerlik ikinci iştir... Esas işin haber hazırlamak...

Benim de ikinci işim anchormanlik... Benim de esas işim habercilik... Spikerliği ve anchormanliği fazla önemsemem... Haberciliğe ise ölürüm... Ona göre çalışmaya başla...”

PATRON HABER MERKEZİNDEKİ KİMSEYE KARIŞMAYACAK... BEN DE EKRAN YÜZLERİNDE ONUN TERCİHLERİNE SAYGI DUYACAĞIM... (3)

Yelda göreve başlıyor...

Gayretli ve çalışkan bir kız...

Spiker gibi değil, haber merkezi elemanı gibi çalışıyor...

Ne iş versen yapıyor...

Dört dörtlük bir haberci gibi yetişiyor...

***

Aylar geçiyor...

Bir gün İcra Kurulu’nda patron, “tensikat gerektiğini, spikerleri de televizyondan izledikleri için spikerler arasında Yelda’nın tensikata dahil olması gerektiğini” söylüyor...

***

İsmini vermeyi doğru bulmadığım patronla; aramızda şöyle bir anlaşma bulunuyor o sırada...

“Patron haber merkezinde çalışan kimseye karışmıyor...” Ben de, kanalın sahibi olduğu için o ve ailesi tarafından seçilen ekran yüzleri arasından istediğim seçimi yapıyorum... Onun seçimi ekran yüzleriyle, benim seçimim haber merkeziyle ilgili...

***

O sırada acil bir spikere ihtiyacımız olduğundan, “haber merkezinden bir arkadaşın tanıdığı olan Yelda’nın görüşmeye gelmesini kabul ediyor ve aynı gün çalışmaya başlatıyorum...”

Ancak patron tensikat sırasında “ekran yüzleri üzerindeki tercihine binaen; Yelda’nın adını veriyor” bana...

Yelda’nın kimsesi yok...

Ne arkasında bir patron ne de sırtı kalın herhangi bir kişisi var...

***

Hiçbir elemanımı o güne kadar patron istedi diye “atmayan bir genel yayın yönetmeniyim...”

Kendi kendime verdiğim ve uygulamak için akla karayı seçtiğim bu kuralın bozulmasını istemiyorum...

Ne ki; haber merkezi çalışanlarına her şeyiyle ben karar versem de, spikerler ekran yüzü olduğundan o hakkın patronda olduğunu kabullenmişim...

***

İcra Kurulu’nda ne yapacağımı bilmez bir şekilde zorlanırken, imdadıma cep telefonu teknolojisini Türkiye’ye getiren Murat Vargı yetişiyor...

Murat Vargı; İcra Kurulu’nda belirli bir hisseyi temsil ediyor ve patronlardan biri olarak;

-“O spikeri ben tanıyorum... Uzaktan da yakınım olur... Boğaziçi’nde okudu... Gayet iyi ve düzgün bir kızdır...” diyerek, spikere ve bana arka çıkıyor...

***

İcra Kurulu bittiğinde, Murat Vargı’yla ikimizin de önceden tanımadığı Yelda adına bir zafer kazandığımızı hissediyoruz...

Genç bir yayıncının hayallerinin o sırada yıkılmamasını sağladığımız için mutluyuz...

Olaydan 15 yıl sonra aynı Yelda Kırçuval bana, yılın köşe yazarı ödülünü Mimar Sinan Lisesi adına bu gece veriyor...

SPİKERLERLE İLİŞKİLERİM... (4)

Osırada ne İcra Kurulu’ndaki patronların, ne haber merkezimdeki müdürlerin, ne muhabirlerin, ne kameramanların, ne prodüktörlerin ne de herhangi bir meslektaşın veya insanın bilmediği bir gizli gerçeğim var...

***

Bu da tıpkı, haklı bir gerekçe yoksa, patron kararıyla gazeteci atmayı kabul etmemek gibi, kendi kendime aldığım, kendi kendime uyguladığım, kendi kendime ilkeselleştirdiğim, bir karar...

***

Hayatımda çeşitli meslek gruplarından kadınla birçok duygusal ilişkim oluyor... Ancak bir ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalıyorum 25 yıl boyunca...

“Kendi haber bültenlerime veya televizyon programlarıma spiker olarak aldığım hiçbir hanım arkadaşla” hiçbir yakınlaşmanın içine girmiyorum...

***

Benim televizyonculuk yaşamımla ilgili bu kritpo bilgiyi kimsecikler bilmiyor...

Kimselere de söylemiyorum...

Gazetecilik ve televizyonculuk hayatımın bilinmeyen ilkelerinden biri olarak kalıyor yıllarca bu ilke de...

Mutlu olduğum ilkeleri, huzurlu olmak için uyguluyorum...

Yazının devamı...

Ben Kingsley’in bir babanın dramını oynadığı inanılmaz film...

Bütün yaşamını üzerine kurduğu küçük çocuğu; doktor ve hemşirelerin işlerini savsaklayan ilgisizliği sonucu hayatını kaybediyor Harry Fertig’in (Ben Kingsley)...

Son derece sorumluluk sahibi bir baba...

Hayatı çocuğu için son derece özenle yaşamış olan bir baba o...

***

Doktor ve hemşirelerin bu sorumsuzluğunu affedemiyor...

Çocuğunun intikamını almak için, üçünü birden öldürüyor...

Roy Bleakie hırslı ve başarılı bir avukat...

Bu davada savunmayı iyi yapar, başarılı olursa eyalet savcılığı görevine gelecek...

***

İşini ustaca yaparak; Harry Fertig’i “akli dengesi yerinde olmadığı” gerekçesiyle hapisten kurtarmak için hızla yol alıyor...

Ancak “baba” Harry Fertig’in bir meselesi var...

***

Baba Fertig “kendisinin adalet nezdinde suçlu olduğunun bilinmesini” istiyor; bunu bir babanın sorumluluk duygusuyla yaptığını duyurmak istiyor...

***

Cezaevinde yatmak istemese de, “suçlu olduğunun, bu cinayetler zincirini bilinçli yapmış olduğunu bunun bilinmesini, gerektirdiği cezayı da çekmeyi” istiyor...

***

Çünkü “eylemi” suç teşkil etse de, bu suçu bilerek işlediğini savunuyor “baba...”

Sorumluluk duygusu; “adalet önünde suçlu olduğunun da tescil edilmesini” arzuluyor...

Akli dengesinin yerinde olmadığı savını kabul etmek istemiyor...

Avukatına da bu yönde konuşuyor...

Onu cezaevinden kurtaracak olan avukat büyük bir ikilem içinde kalıyor...

***

Ben Kinsgley’i izlerken; Sir ünvanlı aktörün hayatımda son yıllarda nasıl bir etki yarattığını düşünüyorum...

Daha birkaç yıl önce Penelope Cruz’la oynadığı Elegy (Aşkın Peşinde) filmi gözümün önüne geliyor...

O filmi şöyle anlatıyorum...

ERKEĞİN GENÇ KADINA DUYDUĞU DELİCE TUTKU... (2)

Kingsley 65 yaşlarında müthiş başarılı bir profesör kültür, sanat, felsefe adamı, radyo yorumcusu gerçek ve kalburüstü bir entelektüel...

***

Seminerleri, radyo konuşmaları, dersleri, kitapları, yorumları dinleniyor, kale alınıyor, etkin bir entelektüel olarak yalnız başına “kadınları severek” yaşıyor...

***

Üniversitedeki kız öğrencileri ile kendisinden ders aldıkları sırada kesinlikle ilişkiye girmiyor, sömestirin bitmesini bekliyor...

***

Sömestir sonu partisi Kingsley’in eski kız öğrencileriyle flörtlerinin başladığı tarih oluyor...

***

“Böylelikle cinsel taciz iddialarına muhatap olmaktan kurtulabildim...” diyecek kadar hayatı tanıyan, planlayan, sorumluluk almaktan kaçınan ve keyfini en üst noktada yaşamaya çalışan, hedonist (insan eyleminin nihai anlamda haz sağlayacak bir biçimde planlanması gerektiğine inanan) bir adam Kingsley...

***

33-34 yaşlarındaki Penelope Cruz’la başlayan aşkı daha ilk günden deli bir tutkuya, sınır bilmez takıntılı bir kıskançlığa dönüşüyor, kızı geçmişinden, geleceğinden ve tırnağından kıskanan iflah olmaz bir berduşa dönüyor...

***

Hayatında kendisine güvenlik çemberi olarak yarattığı her şey bir bir yıkılıyor profesörün...

***

Her dakika kızın nerede ne yaptığını düşünür hale geliyor, ondan ayrı kaldığı gecelere tahammül edemiyor, kendisini aldattığından şüpheleniyor, gittiği partilerde onu basıyor, karizmayı çizdiriyor bir looser gibi şapşalca hareket ediyor...

***

Penelope mükemmel bir genç kadın karakteri oynuyor filmde...

***

Entelektüel olgun erkeğin karizmasından, bilgisinden, kültüründen, yaşamındaki sonsuz renklerden etkilenen bir genç kadın...

***

Onunla olmaktan gurur duyuyor, onu ailesiyle tanıştırmak istiyor, ondan utanmıyor tersine her seven kadın gibi dünyaya onu haykırmak istiyor...

***

Zamanında karısını, tek bir hareketle terk eden, 35 yaşındaki doktor çocuğunun halen bütün tepkisini üstünde toplayan profesör, hayatında ilk kez önüne geçemediği takıntıların, aşk acısının, kıskançlığın, çaresizliğin, yaştan kaynaklanan güvensizliğin esiri oluyor...

***

Yaşlı ve olgun bir erkek ile genç ve çok güzel bir kadın arasındaki ’obsessive’ aşk ilişkisini, bu kadar mükemmel iki oyuncuyla vizyona sokan filmin ismi “Elegy” (“Aşkın Peşinde...”)

***

1 saat 48 dakikalık film, Gandhi’yi ve Schindler’s List’te Itzhak Stern’i oynayan Sir unvanlı Ben Kingsley’le, Vanilla Sky filminin unutulmaz Latin güzeli Penelope Cruz’un muhteşem oynadıkları bir film...

***

Pulitzer ödüllü yazarın The Dying Animal isimli kitabından uyarlanan filmde oyuncular ve yönetmen “bir de vücudunun güzelliğini kaybederek çaresiz kalacak bir kadının insanın içini ürperten dramını” ustaca işliyor...

***

Aşkın peşinde koşarken, hayatın iniş ve çıkışlarında dans ediyor insan...

İçi ürperiyor...

Yazının devamı...

Wodafon Arena’nın yerine “ahır” yaptırmak isteyen kültür bakanı!.. (1)

Tam 7 yıldır iğneyle kuyu kazar gibi kazıyor Beşiktaş’ın yönetimleri ve başkanları; “Dolmabahçe’ye bugün Türkiye’nin konuştuğu stadı yaptırabilmek için...”

***

Güçlü bir lobi bulunuyor o esnada;

Lobi; ne şekilde olursa olsun Beşiktaş’ın Dolmabahçe’de o stadı yapamaması için her yolu deniyor...

***

Lobinin görünen en önemli temsilcilerinden biri; o günlerin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay...

“Nuh diyor Peygamber demiyor” Ertuğrul Günay...

-”Stat yerine Dolmabahçe’deki ahırların geri getirilmesini isteyebilirim...” diyecek kadar iddialı konuşuyor...

***

Kültür Bakanı statla ilgili herhangi bir bakan değil...

Onun onayı olmadan, stadın inşaası başlamıyor...

***

12 Ocak 2012 Mart’ında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a hitaben “Şu Ahır meselesini bir açar mısınız Ertuğrul Bey” başlıklı yazıyı yazıyorum...

13 Mart 2011’de ise;

“Gökdelenleri yıkmaya yetmeyen gücünüz Beşiktaş’ı mı yıkacak” diye soran yazıyı... 12 Ocak 2012

*****

ŞU AHIR MESELESİNİ BİR AÇAR MISINIZ ERTUĞRUL BEY?.. (2)

Ertuğrul Günay, Murat Çelik arkadaşımıza -“Eğer yeni bir stat inşa edilmesinde ısrar ederseniz, Dolmabahçe’de Osmanlı döneminde varolan Has Ahırlar geri gelsin diyenlerin yanında yer alırım...” şeklinde konuşuyor...

***

Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir Kültür Bakanı, “Cumhuriyet tarihinde inşa edilen Dolmabahçe Stadı için; -”Üstüme biraz daha gelirseniz yıktırıp, Osmanlı dönemindeki Has Ahırları yerine yeniden inşa ettiririm” demeye getiriyor...

***

Ertuğrul Günay Dolmabahçe’ye bu ahırların yeniden yapılması konusunda neden bu kadar ısrarlı bilmiyorum...

***

Osmanlı’daki her şey İstanbul’a yeniden yapılacak mı, her şey onlar yapılsın diye yeniden yıkılacak mı onu da bilmiyorum...

***

Eski bir sosyalist, eski bir aktif CHP’li milletvekili ve bugün Cumhuriyet’in Bakanı “Osmanlı Ahırı’na gösterdiği özeni, Cumhuriyet tarihinde inşa edilen Türkiye’nin en eski ve köklü kulübünün stadına niye yıkma gerekçesi yapar” bunu da çözemiyorum...

***

Acaba o stadın adı İnönü diye mi o statla hesaplaşıyor Ertuğrul Günay Bey?.. Bilmiyorum...

***

“Orada Osmanlı’nın Has Ahırı vardı, İnönü Stadı yıkılmalı” diyebilmek, eski bir sosyalist ve CHP milletvekili için nasıl bir ruh halini yansıtıyor acaba?..

***

Tarih yazıyor... Tarih bunu da yazıyor Ertuğrul Bey!..

*****

13 MART 2011 GÖKDELENLERİ YIKMAYA GÜCÜN YETMEDİ DE BEŞİKTAŞ’I MI YIKMAYA GÜCÜN YETECEK ERTUĞRUL GÜNAY?.. (3)

Ercan İnan, Berlin’de, Kültür ve Turizm Bakanı‘nı yakalıyor ve soruyor, karşılığında okkalı ve sindirilemeyecek cevabı alıveriyor...

***

Kars’taki “İnsanlık Anıtı”na, ‘Başbakan ucube demedi’ diye lafı kıvırıp, Başbakan’ın “Hayır öyle dedim” demesi üzerine, lafı saklayacak yer bulamayan Ertuğrul Günay, ağır esip gürlüyor:

***

-”Swiss Otel yapıldığında Dolmabahçe Sarayı etkilendi...

Ardından Gökkafes ortaya çıkarıldı...

Bunlar uzun vadede Dolmabahçe Sarayı’na zarar veren yapılar...

Swiss Otel ve Gökkafes’i belki buradan kaldıramayız ama stadı büyütmeyin diyebiliriz... Belki birşeylere inat belki de kasıt, zamanında stat yapılmış buraya...

Beşiktaş kulübüne, stadı terkederseniz, başka bir yerde stat yaptırabileceğimizi söyledik...

Burayı eski dokusuna kavuşturalım istiyoruz... Ben sonuç olarak tarihe karşı sorumluyum...

Birilerinin rant üretmesine izin veremem... Kendimi Dolmabahçe Sarayı’nı denize ittiren Bakan dedirtmem...”

***

İnsanın içindeki aşka, bu kadar saygısız sözcüklerle tecavüz edilebilir mi acaba?..

***

Bakan Bey gökdelenlerin durmasına kullanamadığı gücünü, Beşiktaş’ın tarihi stadını kaldırarak kullanacak öyle mi?..

Şu sözler onundur:

-”Birilerinin rant üretmesine izin vermem...”

***

Rant dediği, Türkiye’nin en eski kulübünün kendi semtinde, kendi çarşısında, kendi dünyasında, kendi insanının ve aşkının ortasında, dünyanın en güzel stadında yaşadığı aşktır...

***

Onbinlerce insan her Cumartesi ya da Pazar, “sevgiliyle buluşmak niyetine” oraya giderler...

“Aşkları” oradadır...

***

Balık Pazarı’nda Ahtapot’ta, Turgut’un Yeri’nde, Kazan’da, Babalık’ta toplanır o insanlar, sevgiliyle buluşma öncesi heyecanıyla...

***

Birşeyler yer, birşeyler içer, “Sevgili”yle buluşmaya, Bakan’ın rant kapısı dediği o yere giderler...

***

Milyonlarca Beşiktaşlı için Dolmabahçe İnönü Stadı her hafta aşklarını yaşadıkları “kutsal bir mabeddir...”

***

O mabedi oradan kaldıracakmış Bakan Ertuğrul Günay... Swiss Otel ve Gökkafes gibi gökdelenlere birşey yapamamış, ama bu rant kapısına yapabilirmiş...

Eğer “rant”sa, gökdelenler ranttır...

***

Bir kulübün tarihi stadı değil...

Eğer “tarih”se, Dolmabahçe’deki İnönü Stadı tarihtir, gökdelenler değil...

Eğer Dolmabahçe Sarayı’nın denize kaymasını engellemekse, Samsun’dan Yumurtalık’a “deniz yolu” geçirmeyi düşünen bir zihniyet, herhalde böyle basit bir soruna da çözüm bulacaktır...

*****

BU ASLA VEDA DEĞİL... BİZ YİNE GELECEĞİZ...

Dün stadın önünden üç çoğumla arabayla geçerken; ikizlere “11 Nisan’da stadın açılış gününde takımla beraber maskot olarak sahaya çıkacaklarını müjdeliyorum...”

Mina; Mario Gomez’le, Poyraz Oğuzhan’la çıkmak istiyor...

***

Onlara müjdeyi verirken; beş yıl öncesinden başlayarak “Vodafon Arena’yı ‘ahır yapmak isteyen’ bir bakanı da içine alan derin lobiyle nasıl mücadeleye giriştiğimi hatırlıyorum...

Çocuklarımın yanında; “en zor zamanlarda Beşiktaş için verdiğim mücadeleden azıcık gurur duyuyorum...”

***

Şimdi çocukların açılış gününde takımla birlikte yeşil çime çıkma zamanı...

Ne diyorduk;

“Bu asla veda değil...

Biz yine geleceğiz...”

Yazının devamı...

Gazetecilik

Dört yıl önce Şubat’ın 29 çektiği bir kış gününde yazıyorum aşağıdaki yazıyı...

-“Bizim genetik ‘ibret’imiz oğlum” başlığını taşıyor yazı;

-“Bundan sonra gazetecilikten uzak durmaktır...” diye devam ediyor...

***

Dört yıl önce, çevremde, gazetecilik mesleği kisvesi altında, gazetecilik üzerinden yapılan “derin savaşların”, iktidar mücadelelerinin, ‘devleti ele geçirme girişimlerinin’, ‘uluslararası algı yönetme kampanyalarının’ varlığını hissetsem de gazeteciliğin her alanına böylesine egemen olduğunu bilmiyorum...

***

O sıralarda 32 yıllık gazetecilik deneyimim sonunda “farkında olmadığım gerçeklere karşın, babasının yazı yazmasına özenen 2.5 yaşındaki oğluma ‘genetik ‘ibret’imiz gazetecilikten uzak durmaktır oğlum’ diyorum...”

***

Dün akşam yazıyı okurken; nice derin operasyonu bilmeden yazdığım yazının, artan güncelliği karşısında şok oluyorum...

BİZİM GENETİK “İBRET”İMİZ; OĞLUM BUNDAN SONRA GAZETECİLİKTEN UZAK DURMAKTIR...” (2)

“Sabah fırtına vardı İstanbul’da…

Rüzgar, yağmur karışmıştı birbirine…

Köpük köpüktü deniz…

Huzursuz biçimde…

Oğlum yavaş yavaş bir davranış modeli geliştiriyor…

Babasını taklit ediyor…

***

İki buçuk yaşına basan erkek çocuklar bunu hep yaparlar mı bilmiyorum…

Babalarını taklit mi ederler hep?

Erkek çocuğum olmadı daha önce, ki bileyim kıyaslayayım…

***

Çocuk olayına ne kadar da uzaktım ki ben yıllar boyu…

Atina günlerimden bu yana, çocuklarım dediğim insanlar, benimle çalışan yüzlerce gazeteci ve muhabirdi…

***

Ben onlara “çocuklarım” diye hitap ederdim… “Gazeteci” yetiştirmeye adamıştım hayatımı…

“Gazeteci” olmalarını isterdim her birinin…

Haberi yakaladı mı bırakmayan…

Kimselerle “kirli çıkın ilişkilere” girmeden…

Haberin “haber değeri” dışındaki, değerleriyle haşır neşir olmadan…

Gizli kapaklı ilişkilerden uzak…

Ticari çıkarların yönlendirmesinden ırak…

Muhalifse muhalif…

Yandaşsa yanlılığını saklamayan…

Haberi şöyle veya böyle diye ayırmayan…

Gazeteciliği başkalarının hoparlörü değil, kendi bildiği, benimsediği değer yargılarının zanaatı olarak gören…

Kimselerin adamı olmadan…

Yasalara saygısız davranmadan…

Vicdanını yanında taşıyan bir gazeteci portresi yetiştirmeye çalışırdım…

***

Bize öğretilen gazetecilik mesleği buydu…

Onu bir kuşaktan bir başka kuşağa aktarma görevi bizlere düşüyordu…

Haberin heyecanını “deli gibi” duyardım…

***

Onlara ancak salt habercilik yaparlarsa o deli heyecanı yaşayacaklarını anlatırdım…

Kasetler fırlatılırdı, iyi olmamışsa prodüksiyon…

Reji inlerdi abartılmışsa başlık, yanlış olmuşsa haber…

***

Bir deli heyecanı bir deli şizofreniyle yaşardı haberciler…

Kimselere özel garezi olmazdı hiç kimsenin…

Ne ki; kimselerin talimatlı ya da iteleyen yönlendirmesine de girmezdik…

***

Haber merkezinde muhafazakar kanalların en tepe görevlerinde bulunmuş arkadaşlar görev yaparlardı…

Kanını akıtsan “Atatürk” diyecek müdürlerle yan yana çalışırlardı…

Kürt olup “Kürt meselesinde radikal düşünenler” vardı…

Onların haber merkezindeki en yakın arkadaşları milliyetçi olup, Apo’yu idam etmeyenleri yerin dibine batıranlardı…

***

“Derin devlet” de var mıydı acaba haber merkezinde?

Mutlaka bir yerlerde bir bağlantılar vardır, olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır da…

Görünürde, etkin yetkin pozisyonlarda pek kimsecikler yoktu öyle sanıyorum…

Ya da hâlâ safım öyle zannediyorum…

***

Derin ve kasvetli havalar esmezdi haber toplantılarında…

Biraz gırgır, bolca şamata…

Daha iyi haber üretimi için fırça üstüne fırça…

İlgimi bildiklerinden içine bol “futbol” sosu sürülmüş muhabbet…

Bir acayip, bir delidolu, dünya televizyonlarına mucize başarılarla geçmiş “fanatik bir gazetecilik sevdasıydı…”

***

Bu oyunun çıkarlarına uygun düşmediğini gören, gazetecilik dışı birileri bir gün düdüğü çaldılar ve oyun bitti…

Önemi yoktu…

Hayatımı değiştirdim ben de o günlerde… Yazılara geçtim…

***

Futbola girdim…

Sesi ve görüntüsü gür çıkan iki kadından, manevi ve biyolojik üç çocuk sahibi oldum… Başka bir hayata yelken açtım…

***

Fakat…

Dün sabah iki buçuk yaşındaki minik oğlum “gazeteci” gibi davranınca irkildim…

Oğlum; babasının çalışma masasının yanına geldi…

Kucağıma oturmak istedi…

Tıpkı babası gibi bilgisayarın tuşlarına vurmaya çalışıyordu…

***

Masada ne belge varsa açıp bakıyordu…

Gazeteleri babası gibi okuyordu…

Kitapları alıp, içini açıyor, babası gibi kitapları okur gibi yapıyordu…

***

Bunları yaparken bir taraftan bana bakıp muzip muzip gülümsediğini görüyordum…

Yaptıklarını onaylamamı, onun davranışlarından gururlanmamı istiyordu…

Göz ucuyla beni süzüyordu…

***

Dün sabah oğlumu tuşlara basmaya çalışır “gazetecilik heyecanını” gördüğümde bir tuhaf oldum, kötü hissettim kendimi…

-“Seni gazeteci yapmamak için elimden gelen tüm çabayı harcayacağım yavrum” diye geçirdim içimden…

***

Başının hiçbir zaman beladan kurtulmayacağı bir gazetecilik serüvenini, salt gazeteci kalmak istemenin kimse tarafından mümkün görünmediği dipsiz girdaplar, hiç kimsenin adamı olmadan gazetecilik yapmaya çalışmanın “recm”e özne anlamına geleceği bir gazeteciliği oğlumun hayatına reva göremezdim… Yemin ettim oğlumu gazeteciliğe zinhar heves ettirmemeye…

***

Eğer hayatın bir kuantumu varsa…

Eğer yaşam olaylardan dersler çıkartarak ilerlemekse… Eğer yaşadıkların bundan sonra nasıl yaşayacağını gösteren bir “ibret”se…

Bizim genetik “ibret”imiz oğlum… Bundan sonra gazetecilikten uzak durmaktır…”

Yazının devamı...

"Elma ağacıyla çocuğun hüzünlü öyküsü ve TED Koleji..."

Bir zamanlar iri gövdesi, üzerinde büyüttüğü elmaları ve dallarıyla güzeller güzeli bir elma ağacı etrafa mutluluk saçıyor...

Her gün o ağacın altında oynamaya küçük bir çocuk geliyor...

Gel zaman, git zaman ağaç çocuğun yaşam sevincine aşık oluyor...

Ona sevgiyle yapraklarını uzatıyor...

***

Ağacın; verebileceği tek şey sevgi olabiliyor çünkü...

Bir süre sonra çocuk bu sevgi karşısında, kendisini ağacın sahibi ilan ediyor ve dallarına tırmanmaya başlıyor...

Dallarında sallanıyor, elmalarından yiyor...

Saklambaç oynuyor, arkasına saklanıyor, bazen de yorulup gölgesinde uyuyor...

***

Zaman geçiyor, çocuk büyüyor...

Artık elma ağacına gelmez oluyor...

Ağaç umutsuzca bekliyor, çocuk gelmiyor...

Çok mutsuz oluyor ama yine de umudunu kaybetmiyor...

***

Ağaç sevgiyle dolu yapayalnız beklerken bir gün çocuk yine çıkıp geliyor...

Artık bir yetişkin o çocuk; hayatın içerisinde mücadele ediyor...

Ağaç ile söyleşiyor ve paraya ihtiyacı olduğunu söylüyor...

***

Ağaç üzülüyor, ne yapacağını düşünüyor ve sonra çocuğa;

-“Elmalarımın hepsini al, kasabada satarsın ve ihtiyacın olan parayı sağlayabilirsin...” diyor...

***

Delikanlı elmaları topluyor, kasabada satıyor, para kazanıyor, sorununu çözüyor...

Fakat bir daha uzun süre ağaca yine uğramıyor...

Ağaç mutlu oluyor yine de; Mutlu ve umutlu...

***

Delikanlı ağacın tahmin ettiği gibi, ancak yıllar sonra tekrar dönüyor;

-“Ben evlendim, eşim ve çocuğum oldu, şimdi bir eve ihtiyacım var, bana ev verebilir misin?” diyor...

Bunun üzerine ağaç

-“Al” diyor;

-“Al dallarımı kes ve kendine bir ev yap...”

***

Delikanlı bu defa ağacın dallarını kesiyor ve ağaçtan elde ettiği odunla kendisine, ailesine mükellef bir ev yapıyor...

Yine; yıllarca ağaca geri dönmüyor...

Ağaç hala mutlu bir şekilde yaşıyor...

***

Yıllar geçiyor, delikanlının yaşı ilerliyor, evliliği dilediği gibi sürmüyor, eşinden ayrılıyor, yalnız kalıyor yine ağaca dönüyor...

***

Ağaç yine kendisini sevgiyle karşılıyor...

Orta yaşlı adam bu defa ağaca;

-“Buralardan gitmek istiyorum, yeni bir yaşam kurmak istiyorum, bana bir kayık lazım, bana bir kayık verebilir misin..?” diyor...

***

Ağaç düşünüyor;

-“Gövdemi al, kendine bir kayık yap, dilediğin yere yelken aç...” diyor...

***

Orta yaşlı adam çocukluğunun mutluluğu, aşkı olan o ağacın gövdesini düşünmeden kesiyor ve kayık yapmak üzere yanından ayrılıyor...

***

Ağaç üzülüyor...

Minik çocuğun, sevgi duyduğu çocuğun kendisine gereken kıymeti vermediğini ve vefayı göstermediğini hissediyor...

Yine de gövdesini ona verdiğini söylüyor ormana ve diğer ağaçlara...

Kökü ile öylece zamana teslim ediyor kendisini...

***

Zaman geçiyor ve bu defa çocuk yaşlanmış olarak dönüyor ağaca...

-“Ey ağaç; seninle oyunlar oynadım, seninle güldüm, seninle para kazandım, seninle ailemi kurdum, seninle aileme ev yaptım, seninle yola çıkacak kayığı yaptım ama sana gereken vefayı göstermedim...” diyor...

-“Sonunda her şeyimi kaybettim...

Şimdi çok yorgunum ve senden başka kimsem yok...

Senin de artık ne bana elma verecek meyven, ne tırmanabileceğim dalın, ne de altında uyuyup dinlenebileceğim bir gövden var... Çok üzgünüm affet beni...”

***

Ağaç sevgiyle gülümsüyor ve şu cevabı veriyor:

-“Sevgi için, seven için her zaman verebilecek bir şey vardır... Elmam, dalım, gövdem olmasa da üzerinde oturup dinlenebileceğin bir köküm duruyor hala...

Haydi gel otur üstüne ve dinlen...”

***

Bu sözler üzerine duygulanan yaşlı adam şöyle diyor;

-“Sevgili ağacım, hiçbir şeyim yoksa da üzerinde oturup dinlenebileceğim bir köküm var seninle...”


BİR EFSANENİN KÖKLERİ ÜZERİNDE OTURAN ÇOCUKLAR!.. (2)

Bu öyküyü yıllar önce Burçin Alpacar’ın kitabından alıntılıyorum...

O sırada; “ağaç-çocuk, ağaç-orta yaşlı ve ağaç-yaşlı adam” arasındaki hüzünlü ilişkinin dün öğlen saatlerinde yaşadığım projeksiyonun çok uzaklarındayım...

***

Dün; cep telefonlarını Türkiye’ye getiren dahi işadamı Murat Vargı; kendinden önce 1962 mezunlarından başlayarak, 1976 mezunu bana kadar uzanan; ünlü basketçilerin, etkin sinema yönetmenlerinin, milyarder işadamlarının, ünlü MİT yöneticilerinin bulunduğu; 11 kişilik Kolej’li grubu öğle yemeğinde buluşturuyor...

***

Yemekte; Kolej’in ünlü basketbolcuları; Feridun Alpay, Erdal Poyrazoğlu, Güven Beştaş, Nur Germen, Murat Didin; ünlü işadamları Murat Vargı, Taylan Bilgel, Baran Asena; MİT’in ünlü yönetici ismi Mehmet Eymür; en kaliteli filmlere imza atan sinema yönetmeni ve yapımcısı Ömer Vargı bulunuyor...

Yemekte buluşan grubun tek ortak özelliği; TED Ankara Kolej’inden olması...

***

Saatlerce sohbet ediliyor yemekte...

Masadan saat 16 sularında ayrıldığımda; yemek halen ilk dakikadaki tazeliğinde ve keyfinde sohbet biçiminde devam ediyor...

***

60 yıl öncesinin mezunlarından başlayarak 40 yıl öncesinin mezunu bana kadar ulaşan 11 kişilik Kolej’li kadroyu gördüğümde; aklıma “elma ağacıyla çocuk arasındaki hüzünlü ilişki” geliyor...

Kolej de bizim elma ağacımız...

***

Fark ediyorum ki; çocuk-elma ağacı ilişkisiyle başlayan; genç ile elma ağacı arasında süren; orta yaşlı adam ile elma ağacı şeklinde devam eden ilişkimiz yaşlılığımızda “kendi ağacımızın kökü üzerinde oturup dinlenerek” son bulacak...

Bir efsanenin köklerinin üzerinde...

Yazının devamı...

Batı’nın şehirleri artık savaşın merkez illeri...

“Fransa’da 4 milyona yakın; Belçika’da 400 bine yakın Müslüman yaşıyor... Bu insanların onda biri değil, yüzde biri IŞİD’e sempati duysa iki ülke de bu meselenin altından kalkamaz...” diyor Profesör Hasan Köni...

***

Nitekim kalkamıyor...

Emekli Büyükelçi Yalım Eralp; “Herkes kendisine çeki düzen vermeli... Brüksel PKK’ya açıktan destek vermekten vazgeçmeli... Ancak İslam ülkeleri de kendi içlerini, yeni baştan ve iyice sorgulamalı...” şeklinde konuşuyor...

***

35 yıl öncesinden; Dışişleri koridorlarından tanıdığım zeki diplomat Yalım Eralp’in olaya bakışı meselenin derinliğine inmeyecek ölçüde yavan geliyor bana...

Mesele İslam ülkelerinin kendilerini baştan aşağı sorgulaması değil...

Orada fokur fokur kaynayan bir kazan var...

“Durumu, kendisini, hayatı ve bakış açısını sorgulaması gereken yer Avrupa; ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri...”

***

Profesör Hasan Köni dün Belçika’daki saldırılara canlı bağlanılırken; konuyu daha iyi deşiyor;

-“Afganistan’dan başlayarak, Ortadoğu’da adım adım yaratılan istikrarsızlık sonunda onu yaratanları yani Batı’yı vurmaya başladı...” diyor...

***

Bir “savaş yaşanıyor” uzun zamandır dünyada...

Birçok siyasi gözlemciye göre, “Bu savaşın adı 3. Dünya Savaşı...”

Tarihle ilgili bize öğrettikleri doğruysa;

“Dünya savaşları devletlerin yeni paylaşım isteklerinden doğuyorsa...” bu da küresel çapta yeni bir paylaşım savaşı... Adına 3. Dünya Savaşı denmesi; çok mantıksız bir muhakeme sayılmaz...

***

Yaşadığımız savaşın; çoğu kişiye savaş gibi görünmemesinin nedeni; “savaşın kendisini şehirlerde sivil hedeflere yönelik terör biçiminde” gösteriyor olması...

Hasan Köni bu durumu şöyle açıklıyor;

-“Konvansiyonel orduların gücü karşısında, kırsalda ve savaş meydanlarında büyük ordular karşısında sınırlı güce sahip olanlar; etkin oldukları alanlara kayıyorlar...

Karşı tarafın zayıf karnını bulup oralara yöneliyorlar...

Şehirlerdeki, sivil hedeflere yönelmek ve kendi ülkelerinden çıkarak, Batı metropollerini yeni savaş alanı ilan etmek, bu politikanın ana damarı... Buralar Batı için en zayıf halkalar... Hiç kimse, bu savaşın Ortadoğu’nun ya da Asya’nın derinliklerinde, Batı başkentlerinden uzak kırsallarda, top, tüfek, tank, füze gibi silahlarla yapılacağını sanmasın...

Batı’nın metropolleri yeni savaş alanları...”

BOMBALANAN HEDEFLER HANGİ EŞKALİ GÖSTERİYOR?.. (2)

Paris’ten sonra; dün Brüksel’de meydana gelen üç bombalı saldırı ve kitlesel terör; Batı Avrupa’nın, “yaşayanlar için güvenli bölge olmaktan tamamen çıktığını” gösteriyor...

Zaten IŞİD’in eyleminin temel nedeni de bu mesajı vermek...

***

Brüksel; Batı’nın en önemli askeri ittifakı NATO’nun merkezinin olduğu şehir...

Brüksel aynı zamanda Avrupa Birliği’nin başkenti...

İlginçtir bombalardan biri; Avrupa Birliği’nin siyasi organı olan Avrupa Parlamentosunun metro istasyonunda patlıyor...

***

Terör hedefinin merkezinde Avrupa parlamentosu; yani Avrupa Birliği olduğunu böyle açıklıyor...

Havaalanında patlayan iki bomba ise, American Airlines kontuarlarının olduğu yerde bulunuyor...

Bombaların hemen yanıbaşında patladığı ofisler, bürolar, parlamentolar; “bombalanan hedeflerin eşkalini” çiziyor...

Hedefte NATO; Avrupa Birliği, Amerika, Fransa, Belçika var..

ÖLÜM ANKARA’DA DA, BRÜKSEL’DE DE, PARİS’TE DE AYNI ÖLÜM... (3)

Konu şu;

Güne Brüksel’de metroda, havaalanında seyahat etmekten başka hiçbir günahı olmayan, masum insanların, ölümleriyle başlamak, insanın bütün kimyasını bozmaya yetecek kadar vahim bir olay...

İnsan olan herkesin canı acıyor...

Brüksel’de yaşanan vahşetle empati kuruyor insanlık...

***

Ancak; hayat artık; “bazı ülkelerin ölülerinin, başka ülkelerin şehitlerinden daha değerli addedecek enstrümanlar bırakmıyor kimseciklere...”

Ankara’daki trajediyle, Brüksel’deki ve Paris’teki ve Suriye’deki trajedinin arasında hiçbir fark kalmıyor...

Ölüm aynı ölüm...

Masum aynı masum...

Terör aynı terör...

Arkada kalanların acısı, Brüksel’de de, Paris’te de, Ankara’da da aynı...

***

Bu mesele sadece Ankara meselesi değil...

Ölüm Suriye’de de aynı; Irak’ta da, Lübnan’da da, Afganistan’da da...

ADI LAZIM DEĞİL... ADI BÜYÜK SAVAŞ... (4)

Birey geliştikçe, dünya küçüldükçe, iletişim arttıkça, insanlar da “duygularını, tepkilerini, hayatlarını” eşitliyorlar...

-“Benim ülkemde ölümler sıradan ve olağan... Ötekilerde insan hakları var, insan hayatına saygı var...” devirleri geçiyor...

***

Kimse canını “coğrafi bir mukadderata” bağlı olarak kaybetmeyi kabul etmiyor...

Bir Amerikalı, bir Fransız için yaşam ne kadar kutsalsa, bir Afgan’lı için de yaşam aynı derecede kutsal hale gelmeye başlıyor...

***

Henüz bu süreç tamamlanmamış gözükse de, “sürecin çoktan başladığı” görülüyor...

Saddam; Amerikan saldırılarına karşı, “savunmasını Irak toprakları üzerinde yaparken”, Saddam’ın generallerinin ve komutanlarının aralarında bulunduğu IŞİD; cepheyi Batı başkentlerine, metropollerine kaydırıyor...

***

Bu mesele İslam’ın veya Hristiyanlığın kendini sorgulaması meselesi değil...

Mesele; “zengin-fakir, çok gelişmiş-az gelişmiş, çağdaş-çağdışı, Batı’lı-Ortadoğu’lu” ayrımlarının artık suni teneffüsle bile ayakta kalamayacağının anlaşılıyor olması...

***

Batı; yıllarca “dünyanın bir büyük köye dönüşmesinden duyduğu mutluluğu söyleyip duruyor...”

Büyük köy; “o köye ait global kültürel değerleri ve çatışmaları da beraberinde getiriyor...”

Herkes artık herkesi biliyor...

Kimsenin gizli saklısı kalmıyor...

Kimsenin dokunulamayan mukaddes toprakları da bulunmuyor...

Adı lazım değil...

Baş harfi “Büyük Savaş...”

Yazının devamı...

Olaylar göründüklerinden çok daha derin anlamlar içerirler...

Cumartesi günü İstiklal Caddesi’nde patlayan “IŞİD’li canlı bomba”, ilk bakışta terörün “PKK’dan sonra IŞİD’e de sıçrayarak; Türkiye’yi baştan aşağı kana bulama operasyonu” olarak görülüyor...

***

Ben ise öyle görmüyorum...

Derin ve çok tehlikeli hesaplaşmalar yaşanıyor gibi duruyor olaylar...

Bu kadar derin ve kanlı hesaplaşma, “terör örgütlerinin isimleri ve militanları üzerinden yapılsa da, hesaplaşmanın doğal sonucu bir süre sonra sükunet”in egemen olması kaçınılmaz görünüyor...

***

Rahmetli Ufuk Güldemir; “manşetlere değil, manşetlerin esasen ne söylemek istediğine bakmak lazım gerekir” derdi...

Ben de böyle düşünüyorum...

“Eylemlere değil, eylemlerin ne söylemek istediğine” odaklanıyorum...

***

PKK’nın Nevruz öncesi; Ankara’yı kana bulaması, masum çocukları, anne babaları hedef alması ile hemen sonrasında IŞİD’li canlı bombanın, günahsız turist kafilesini hedefe oturtması, masum turistlerin yanıbaşında bomba patlamasının altında yatan “okumaları” iyice gözden geçiriyorum...

***

Rahmetli Ufuk’un dediği gibi; “olaylara değil, olayların ne söylemek istediğini” anlamaya çalışıyorum...

20 MART; İSTANBUL TERKEDİLMİŞ BİR KOVBOY KASABASI... ÇOCUK TİYATROLARI BİLE KAPALI... (2)

Pazar sabahı; çocuklarla antrenman yapmak üzere kulübe gitmek için evden erken çıkıyoruz...

Birer buçuk saatlik sıkı bir antrenman programımız var hepimizin...

Hazırlanması, çıkışı, duşu, kıyafeti, değişimi 2.5 saati buluyor...

***

Öğlene doğru antrenmandan çıkıyoruz... Tiyatroda belki güzel bir oyun vardır diye çocuk tiyatrosunu arıyorum...

İlk şoku orada yaşıyorum;

- “Çocuk oyunları da iptal edildi bugün...” diyor tiyatrodaki yetkili...

Donup kalıyorum...

Tiyatroda hafta sonları, 100-150 çocuk; oyunları seyrediyor, sanatı ve tiyatroyu sevmeye başlıyor; ufku genişliyor, hayata sanat penceresinden bakmayı öğreniyor...

***

Bu ülkede terör en sonunda 5-7 yaşındaki çocukların tiyatrolarının durmasına bile neden oluyor... Hayatın bütün renklerinin, kıpırtılarının ve heyecanlarının bitmesinin bundan daha ibretlik bir göstergesi olabilir mi?..

***

Aldığım cevabın “trajik anlamını” çocuklara yansıtmadan, bir formül bulmaya çalışıyorum...

Terör bizi bitirmeye çalıştıkça; teslim olmayacak, hayata tutunabilecek yeni formüller icat etmeye çalışıyorum...

***

-“Bugün terör var... Evimizde oturmamız söylendi...” demeyi içime sindiremiyorum... Bir umut, bir kıpırtı, bir hayat öpücüğü vermek istiyorum...

***

Pazar öğlen yollar ıssız...

Caddelerde kimsecikler yok...

Araba o kadar hızlı yol alıyor ki, İstanbul’u bir baştan bir başa on dakikada katedecek bir tenhalıkta adeta...

TOPKAPI SARAYI’NIN VE KIZ KULESİ’NİN KARŞISINDA İKİ ÇOCUKLA ISSIZ BİR PAZAR... (3)

“Sizi onbeş günlükken kundakta götürdüğüm yere götürmemi ister misiniz?..” diyorum çocuklara...

Konu bir anda ilgilerini çekiyor...

-“Evet baba götür...” diyorlar...

***

Karar veriyorum;

Onları 7 yıl önce kundakta uyurlarken götürdüğüm yere götüreceğim...

Bilgisayarlar, ipad’ler, telefonlar, oyunlar yanımızda tedarikliyim...

İstanbul’un en muhteşem manzarasında, çocuklara unutulmaz bir İstanbul Pazar’ı yaşatacağım...

***

Yemeklerini yerken, görmedikleri bir İstanbul manzarasını, yaşamadıkları bir atmosferin ambiyansını, Topkapı Sarayı’nı, Kız Kulesi’ni, Boğaz’dan Marmara’ya açılan dünyanın en muhteşem panoramasını göstereceğim... Yanına ufak sürprizler de hazırlayarak...

***

Anneleri soruyor; -“Bugün bir programınız var mı?..”

-“Hiçbir şey yok... Merak edeceğin...” diyorum...

Arabayı Dolmabahçe’ye doğru sürerken; Akaretler Yokuşu’na geldiğimde aniden yukarı sapıyorum...

Beşiktaş Plaza’nın olduğu avluya giriyorum... Tepedeki Vogue restorana götüreceğim onları...

***

15 günlükken kundakta onları oraya götürdüğümde, Beşiktaş’ın çifte şampiyonluk kutlaması oluyordu...

Şimdi ıssız bir Pazar’da; Topkapı Sarayı’nı Kız Kulesi’ni, Marmara’yı, Boğaz’ı, İstanbul’u, tepeden seyretmelerini arzuluyorum...

Babamın da beni o yaşlarda, Tarabya sırtlarına çıkartıp; İstanbul Boğaz’ını oradan seyrettirdiğini hatırlıyorum...

***

-“Beşiktaş’ta yöneticiyken, şu yandaki binada çalışırdım... Burası Beşiktaş’ın kulüp binası... İsterseniz içeri girebilirsiniz...”

Çocuklar içeri girip, koliler halinde duran Gomez’in resminin bulunduğu Beşiktaş dergilerinden alıyorlar iki tane...

***

Kulüpten çıkıp; Vogue’un olduğu binaya yöneliyoruz...

Vale falan görünmüyor etrafta...

Güvenlik memuruna;

-“Vale yok mu?..” diye soruyorum...

- “Kimsecikler gelmedi...” diyor...

-“Karşıdaki güvenlik görevlisine bir söyleyiver... Arabayı oradaki çitin arkasına park edeyim... Nasıl olsa kimse yok... Kulüp yöneticilerinin arabaları için park yeri orası... Ben de oraya park ederdim... 12 yıl sonra, bu ıssız Pazar’da bana bu hakkı çok görmezsin umarım...” diyorum...

-“Elbette...” diyor güvenlik...

- “Ama kulüpte kimse yok... Vogue’a da kahvaltı veya brunch için geldiyseniz, kahvaltı servisi yok...”

-“Açık değil mi orası?..” diyorum...

-“Öğlen yemeğine gelmiş oluruz biz de...”

***

Yukarı çıkıyoruz...

Bizden başka kimseler yok...

Karşımızda Haliç, Marmara, Boğaz, delta, Kız Kulesi, Topkapı Sarayı, tarihi yarımada... Her şeyimiz var yanımızda...

Yemekle beraber beş saat vakit geçiriyoruz orada... Beş saat içinde, sadece iki çift geliyor birer saat kalıp gidiyorlar... Başka kimseler yok...

***

-“Sizi buraya getirdiğimde kundakta uyuyordunuz... Buradan stada gittik... Orada şampiyonluk kutlamaları vardı... Statta da ninni gibi tezahürat eşliğinde saatlerce uyudunuz...” Fark ediyorum ki, çok seviyorlar burayı...

-“Burası Beşiktaş’ın neresi oluyor?..” diye soruyorlar...

-“Beşiktaş’ın tam kalbi burası...” diyorum...

-“İstanbul’un da tam kalbi...”

***

Terörün İstanbul’u Western filmlerinin terkedilmiş ıssız kasabalarına çevirdiği bir gün; çocuklar Kız Kulesi’yle, Topkapı Sarayı’yla, İstanbul’un kalbiyle tanışıyorlar...

Hayatlarımızı, umutlarımızı, neşemizi, mutluluğumuzu yok etmeye çalışan teröre inat... Yaşasın hayat!..

Yazının devamı...

Terör günlerinde hayat

Haftalardır fısıltı halinde yayılan “kitlesel korku” dün İstanbul’da doruk noktasına çıkıyor...

Herkes birbirine “sakın bir yere çıkmayın...” diye tembihte bulunuyor...

***

Büyük kızımdan mesaj geliyor;

-”Baba ben gelemiyorum... Okulda arkadaşlarla konuştuk... Hiçbir yere çıkmamaya karar verdik...” diyor...

Küçükler gelirken; anneleri de onlarla beraber geliyor...

Hayat; terörün tedirginliğinde, İstanbul’da altüst oluyor...

***

Sabah spor yapıyorum...

On kilometreye yakın koştuktan sonra, jimnastik salonundaki hoca;

-“İstiklal caddesinde bomba patladı...” diyor...

Her tarafım ter içinde, yanıbaşımdaki sandalyeye yığılıp kalıyorum...

***

Terli vücudumun durumunu bir kenara bırakıp, aklımı çalıştırmaya uğraşıyorum...

O anda gelen bilgilerden “anlamlı bir bağ kurmaya çalışıyorum...”

***

Spor yaptığım yerin kafesine gidiyoruz...

İnsanlar, tedirgin; kendi aralarında konuşuyor, ağlamaklı yüzlerle televizyonu izliyorlar...

Uzun yıllardır böyle tedirgin bir tabloyla karşılaşmadığımı fark ediyorum...

***

Çocuklar ve anneleri kafedeler...

Yedi yaşına gelen çocuklar; gayr-ı ihtiyari herkesin bakmakta olduğu televizyona bakıyorlar...

Anneleri bana bir şeyler soruyor...

Çocukların önünde neyi ne kadar cevaplandıracağımı bilemiyorum...

Kendi çocukluğumu düşünüyorum...

7 yaşındayken etrafımdaki büyüklerin etmiş olduğu lafların, kafama ve bilinçaltıma nasıl kazındığını hatırlıyorum...

Söylediğim sözlerin, çocukların körpe beyinlerine ve bilinçaltlarına nasıl işleyeceğini biliyorum...

***

Poyraz televizyonu seyrediyor...

Televizyon İstiklal Caddesi’ndeki patlamayı, ölenleri, yaralananları veriyor...

Televizyonu seyretmesini istemiyorum...

Evde çocuk kanalları dışında televizyon açmıyorum...

Ancak spor kulübünde, o an için ne yapacağımı bilmiyorum...

-“Oğlum televizyon seyretme...” diyebiliyorum sadece...

-“Git çikolata falan al kendine...”

TERÖR GÜNLERİNDE ÇOCUKLAR... (2)

İnsanlar ölüyor...

Çocuklar ölüyor...

İnsanların ölümünü, çocukların ölümünü, çocuklar televizyonda canlı yayında seyrediyor...

Anne babalar korkuyor...

Anne babalar ağlıyor...

Anne babalar çocuklarını kaybediyor...

Çocuklar babasız, annesiz kalıyor...

Hayatta kalan çocuklar; bunları seyrederek büyümeye çalışıyor...

***

-“Baba bizi AVM’ye götürsene” diyor çocuklar...

- “Bugün yarın gitmeyelim çocuklar...” diyorum...

-“Niye baba?..” diyorlar...

Nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum...

-“Terör saldırıları var...” diyemiyorum...

-“Hiçbir şey yok... Ben sizi götürmek istemiyorum...” gibi abuk bir cevap da veremiyorum...-” Bugünlerde biraz olaylar var... Kimsecikler yok oralarda... Biz de gitmeyelim...” gibisinden lafları eveleyip, geveliyorum...

***

“Çocuk oyunu için çocuk tiyatrosuna götüreyim bari” diye içimden geçiriyorum...

O konuda bile mütereddit kalıyorum...

Annesiyle göz göze; anlaşmaya çalışıyorum; “götürsek mi götürmesek mi?..” diye karar vermeye uğraşıyorum...

Sonunda çocuk oyununa götürmeye karar veriyorum...

Annesi;

-“Tiyatronun ne kadar yakınında AVM var?..” diye kontrol ediyor...

TERÖR GÜNLERİNDE ARKADAŞLAR... (3)

Oyundan sonra sınırlı kalan alternatifler arasında bir yere yemek yemeğe gidiyoruz...

Hayatın nasıl tarumar olduğunu, her saniye fark ediyorum...

Kolej’den sınıf arkadaşlarım ortak platformumuzdan bana mesaj atıyorlar;

-“İyi misiniz?..” diye...

***

Birkaç gün önce, benim de Ankara’ya; onlara mesaj attığımı, saldırıda onlara bir şey olup olmadığını sorduğumu hatırlıyorum...

Bombalı saldırı gecesi; Ankara’daki Kolej sınıfından birkaç arkadaşım “akşam yemeğini beraber yemeğe” karar veriyorlar...

-“Beraber olduğumuz zaman, yalnız olmadığımızı hissediyoruz... Aynı duyguları paylaştığımız için, bir nebze rahatlıyoruz...” diyorlar...

Görmeden birbirimize daha fazla sokulduğumuzu hissediyorum...

EKSİLE EKSİLE ÇOĞALMAYA ÇALIŞIYORUZ... (4)

Önceki gece; Beşiktaş’taki eski yönetici arkadaşlarımla, dizi yapımcısı ve oyuncusu dostlarım;

“Beşiktaş’ın 19 Mart olan (dün) doğum gününde” birlikte Beşiktaş maçına gitmemizi teklif ediyorlar...

-“Olabilir...” diyorum...

-“Çocuklar da bende... Acaba çocuklarla mı gelsek?..”

***

Dün sabah İstiklal Caddesi’nde patlayan canlı bomba ve bir sürü bomba ihbarından sonra, ne benim ne annelerinin çocukları maça götürmeyi düşünecek hali kalmıyor...

Arkadaşları arıyorum;

-“Çocuklar var... Gelemiyoruz...” diyorum...

15 günlükken stattaki şampiyonluk kutlamasına kundakta götürdüğüm çocukları, 7 yaşlarına geldiklerinde maça götüremiyorum...

***

Hayat altüst oluyor...

Hayata korku egemen oluyor...

Yaşama yılgınlık esintileri damgasını vurmaya hazırlanıyor...

Elli yıldır terörle yaşadığımı fark ediyorum...

Çocukların da, henüz 6-7 yaşlarında; tıpkı babaları gibi terörle tanıştıklarını görüyorum...

***

Biliyorum terör tam da bunu istiyor...

Korkuyu, yılgınlığı hakim kılmayı, hayatımızı teslim almayı amaçlıyor... Yaşamaya ve ayakta kalmaya çalıştığımıza göre, bizi esir alamıyor elli yıldır terör...

Ne ki; onbinlerce ölümün acısını yüreğinde hissederek... Sakat kalanların, yitirilen kuşakların, bitip giden gencecik hayatların ağırlığını üzerinde taşıyarak, sürdürmeye çalıştığımız hayat; bizleri öğüte öğüte olgunlaştırıyor...

Acıdan ve acılardan geçiyoruz...

Hüzünden ve üzüntülerden nasibimizi ala ala, yürümeye uğraşıyoruz...

Eksile eksile, çoğalmaya çalışıyoruz...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.