Sıra arkadaşı Can Dündar’a mektubum...
.
Hayat ne enteresan sevgili Can...
Biz okuldayken; sen gazetecilikte “sıcak haber”e çok uzak, edebiyata ve sanata yakın; ben “sıcak haberin göbeğinde”, çok sonraları beni, “işaret fişeği” niyetine eleştirmek zorunda kaldığın gibi; “haber için babamı bile tanımayacak kadar” sıcak haberi kutsallaştıran bir adamdım...
***
Şöyle demiştin;
-“Biz haber için babasını bile görmeyecek o gazeteci gibi değiliz...”
Kast ettiğin kişi bendim...
***
Şimdi yakın çevrenin istediği gibi her şeyin farkında olarak “babamı bile tanımadığım habercilikten vazgeçmek durumunda kaldım...”
Senin bir zamanlar en fazla yapmak istediğin şeyi yapıyorum...
Yazarlık...
***
Televizyondan kopuyorum; sıcak haberden uzaklaşıyorum; hayata ve tarihe tanıklık etme görevinin farkında; çocuklarımı büyütürken, yazarlık mesleğini sürdürüyorum...
Böylesi daha iyi...
Kendimle baş başayım...
Bütün söylediklerim, sadece beni bağlıyor...
İçinden ve kalbimden geçenleri yansıtıyor...
Kimse hiçbir operasyon yapamıyor yazdıklarıma...
Yalnızım...
Yalnızlık bana güç veriyor...
Eskiden de yalnızdım biliyorsun...
Ama etrafım çok kalabalıktı operasyon yapanlarla...
***
Şimdi iki yanımdaki sırada oturduğun günden 1978 Sonbahar’ından 38 yıl sonra;
Seni ‘Sıcak haberin’ sınır tanımayan odaklarında; tutuklamaların, yargılamaların, mahkemelerin ortasında, Amerikan Başkan Yardımcılarının; resmi girişimlerine konu olacak muazzamlıkta, konsolosların, elçilik yetkililerinin davaları izlediği, selfie çektirdiği davalarda görmek; beni tarifsiz heyecanlara sürüklüyor...
***
Böylesine uluslararası bir ilgi “Tutuklanma ihtimalini azaltacağından mutlu ediyor beni...”
Bir taraftan da kendi hayatımla ilgili derin hesaplaşmalara sokuyor beni!..
***
Senin olayın vesilesiyle fark ediyorum ki Sevgili Can; “Benim tek başına içimde varolan özgür dünyam ve yaşamakta olduğum bağımsız tek kişilik varlığım; gazeteciliğimi, bu global dünyaların dengelerine, bağlantılarına, ittifaklarına sokacak bir tarzı içermiyor...”
Onun çok uzağında sadece “kalbimden geçenleri yaptığım bir mecradayım” ben...
***
Bu satırları dün akşam senin, mahkemece tutuklanmayacağının ve cezaevine yeniden girmeyeceğinin anlaşıldığı
dakikaların hemen ertesinde yazıyorum...
Aynı okul sıralarından başka dünyalara yelken açıp yaşayan bir sınıf arkadaşın olarak; önümüzdeki günleri, haftaları, ayları, yılları ve ömrünün geri kalanını; eşinle, oğlunla, annenle beraber mutlu yaşamanı diliyorum...
Kalbimin derinliklerinden geçen isteğim ve arzum bu sıra arkadaşı...
Umarım mutlu olursun...
Kal sağlıcakla...
“NEREYE BÖYLE?..” (2)
“Gözümden yaş geldi...
İçimden ağlamak...
Yüzünden düşen bin parça...
Konuşmak lazım konuşmak...
***
Gözlerim dolmuş boşalmış bir kere...
Sütten kesilmiş bebek gibiyim...
***
Soruyor musun bakalım
Nasılsın diye...
Ne biliyorsun belki...
İyi değilim bu gece...
***
Anlamadan dinlemeden
Son sözümü söylemeden
Nereye böyle...
***
Belki ben yatak döşek...
Duygularım paramparça
Her günümü her gecemi
Yaşıyorum iki kişilik...
***
Halimi sordular
Söyledim birilerine...
Söylemese miydim acaba?..
***
Anlamadan dinlemeden
Son sözümü söylemeden
Nereye böyle?..”
***
Nazan Öncel’in parçasını kulaklığımda dinlerken;
Parçanın kalbimde yarattığı etkiyi; acaba hangi siyasi söylem, hangi fütursuz hesaplaşma, hangi belagat ustalığı geçebilir diye düşünüyorum...
***
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerine “Evrensel düzeyde sanatçı olun... Gerçek olan sanattır...” derken; sanatçının politik söylemler peşinde koşan halini değil; bu şarkıyı yazan, besteleyen ve söyleyen halinin; yarattığı duygusal mabedi anlatmaya çalışıyorum...
Sanatın ve sanatçının kutsallığı, şarkının yazılışında, bestesinde, seslendirilmesinde ve duygulara kattığı sihirli değerlerde...
***
Türkiye; gazeteciliğin “derin merkezler tarafından iğdiş edildiği” gibi, sanatçıların da “duygulara estetik güzellikler katan, hayata mutluluk ve güzellik sunan insanlar olmaktan çıkartılıp; politik söylemlerin parçası haline gelen siyasi figüranlara dönüştürüldüğü bir ülke her daim...”
***
Güzel Sanatlar Lisesi öğrencileriyle evrensel düzeyde sanatçı olmak isteyen tüm gençlere söyleyeceğim şey; “hayat boyu politik duruşlarını sanatlarının en fazla yüzde 10’unun ötesine taşırmamaları...”
***
Bilmeliler ki; sanatlarıyla insanlar üzerinde yarattıkları duygu yoğunluğu, mutluluk ve ilham, politik aktörlüklerinden çok daha etkili olacak...
Hiçbir güç; Nazan Öncel’in “Nereye Böyle” şarkısındaki kadar, benim ruhumu tetiklemiyecek...
Sanat böylesine güçlü olduğu için zaten sanatçılar kullanılmaya çalışılıyorlar...
***
Leman Sam’ı “Kurban Bayramı’nda hayvanlar kesiliyor...” söylemleriyle değil, müziğinin ve sanatının doruğa çıktığı, duygularımı alabora eden;
“Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe...
Sırf sana benziyor diye...
Usulca sokulup merhaba dedim...
***
Tanıdık bir huzur aradım
Şaşkın bakışlarında dün
Bildik bir söz bekledim
Eskiden kalma öylesine
Konuştu bir şeyler söyledi
Beklediğim sözler bunlar değil
Yüzüme baktı gözlerime
Ama senin gibi değil...
***
Anladım ki hiç kimse
Hiç kimse sen değil
Hiç kimse senin kadar
Fikrime huzur değil...
***
Anladım ki hiç kimse
Hiç kimse sen değil
Hiç kimse senin kadar umuduma yol değil...”
parçasıyla dinlemek istiyorum...
Sanatı büyüleyici...
Gerisi herkesin söylediğinden farklı değil...