Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu da benim Oscar hikayem...

Geçen hafta; aktif gazetecilik yaparken ekibimde çalışan bir editör-muhabir arkadaş telefonla beni arıyor...

-“Reha Bey... Spotlight’ı izlediniz mi?.. Mutlaka görün... Sizin ve bizim hayatımız var orada... Filmi izlerken aklıma hep siz geldiniz...”

***

Filmin “başarılı bir gazetecilik filmi” olduğunu biliyorum... Ne ki; eskiden olduğu gibi “60 kişilik haber merkezini Al Pacino’nun Insider filmine götürdüğüm günler” çok geride kalıyor...

***

Insider filminde; çalıştığı şirketin insanların hayatlarına kast eden; aç gözlü şirket politikalarına isyan eden bir kimyagerin, 60 dakika programının yapımcısı Al Pacino’yla temasa geçmesi anlatılıyor... Filmde kimyagerin bu eylemi sonrası; başına mesleki ve kişisel her türlü belanın ve saldırının gelmesi işleniyor...

***

Televizyon programı 60 dakikanın yapımcısı Al Pacino da belalardan payını alıyor... “Haberin kaynağını söylemesi, haberini geri çekmesi, haberin yalan olduğunu, kaynağın itibarsız bir kişilik olduğunu” ikrar etmesi isteniyor...

Al Pacino haberden geri adım atmayınca, onun da başı binbir türlü beladan kurtulmuyor...

Haklılığı kanıtlandıktan sonra, 60 dakika programını bırakıyor ve yerel bir gazetede gazeteciliğe devam ediyor...

***

Gerçek bir olaydan yola çıkarak çekiliyor Insider filmi...

1999 yılında vizyona girdiğinde; her gün başımıza binbir türlü bela getiren binlerce haberi “gazetecilik dışında hiçbir saikimiz olmadan”, araştırıyoruz, buluyoruz, çıkartıyoruz yayınlıyoruz...

***

Türkiye “her gün 19.30’da Show TV’ye” kilitleniyor...

Haberlerin başlamasını bekliyor...

O günlerin içinden geçerken haber merkezine ilham olur, dünyada yalnız olmadığımızı hissederiz, bizim gibi gazetecilerin dünyanın her yerinde belalarla uğraştığını fark ettirebilirim diye, topluca Insider filmine götürüyorum onları...

GAZETECİLİK HÜNERLERİNİ CELLATLARIN ELİNDEN KURTULMAK İÇİN SERGİLEMEK ZORUNDA KALDIĞIM AN... (2)

1999’dan 2016’ya üzerinden 17 yıl geçiyor...

Ben de tıpkı Insider filmindeki Al Pacino gibi, 2002 yılında derin bir operasyonla SHOW TV’den ayrılıyorum...

2010 yılından itibaren 5 yıl boyunca, “kendisini gazeteci gibi gösteren etki ajanları” hakkımda öyle bir iftira ve kumpas tezgahı kuruyor ki, bana bu durumda yapılabilecek tek şey kalıyor...

***

O güne kadar 30 yılda öğrendiğim bütün gazetecilik hünerlerimi, kendi hayatımı “bu cellatların elinden kurtarmak için” sergilemeye çalışıyorum...

***

Artık gazeteciliği “her akşam 19.30’da Türkiye’ye skandalları, rezillikleri, üç kağıtları, tacizleri, rüşvetleri yayınlayabilmek için değil;” kendime yönelik derin kumpasları, kirli tezgahları ortaya çıkartabilmek için yapıyorum...

***

Bu uğurda gazetecilik hayatım boyunca 30 yılda öğrendiğim her şeyi uyguluyorum... Etki ajanlarının “mümkün değil; o sadece gazeteci... Bizi ve yaptığımız işi deşifre edemez...” demelerine rağmen, bütün kumpası ve şemayı ortaya çıkartıyorum...

***

Hayatını haber yapmak üzere kuran bir gazetecinin, sonunda “kendi namusunu, onurunu ve hayatını koruyabilmek için kirli tezgahları kuranlara karşı yine gazetecilik yapmak zorunda olduğunu” o zaman fark ediyorum...

Kendimi bir anda; 5 yıl boyunca Al Pacino’nun Insider filminde, “gözünü para hırsı bürümüş çıkar çevrelerine karşı vicdanın sesini dinleyip, olayı sızdıran” kimyagerin onur mücadelesi gibi bir onur ve namus mücadelesinin içinde buluyorum...

Ona yapılan bütün itibarsızlaştırmalar bana da yapılıyor...

Hayatıma kast edilme de dahil...

87 ADET ÇOCUK TACİZİ... (3)

Bunca olaydan sonra, Spotlight filmini tek başına izleyecek güçte hissetmiyorum kendimi...

İkizleri oyun parkına bırakıp; Ayşe Nazlı’ya;

-“Seninle Spotlight’a gidelim...” diyorum...

-“Bir gazetecilik filmi... Oscar’a aday...”

***

Kızımdan; manevi destek alarak yeni bir gazetecilik filmini izleyebileceğimi düşünüyorum...

Ekipten arayan arkadaşımın;

-“Reha Bey, izlerken sizi düşündüm...” sözleri aklımdan çıkmadığından, filmi tek başına izleyebilecek bir halet-i ruhiye içinde olamayacağımı hissediyorum...

***

Kızımın yanımda bulunmasından güç alıyorum...

Babasının gazeteciliğiyle en azından mutlu olacağını düşünüyorum...

The Boston Globe gazetesinin araştırmacı gazetecilik yapan birimi Spotlight ekibi, bir haberden yola çıkarak; “Boston eyaletinde papazların çocuk tacizlerini” araştırmaya koyuluyor...

***

Kilisenin görünmez gücü, toplumun psikolojik baskısı haberlerinin yolunu defalarca kesiyor...

Ancak gazeteciler; bu baskılara boyun eğmiyorlar...

Araştırmacı gazeteci ekibi sonuna kadar devam ediyor...

Haberin sonunda; sadece Boston’da çocuk tacizine karışan papaz sayısının 87 olduğunu tespit ediyorlar...

***

The Boston Globe yerel bir gazete...

Haberin yayınlandığı gün, Pazar olmasına rağmen, araştırmacı gazetecilerin bulunduğu Spotlight biriminin santrali ihbar telefonlarıyla kilitleniyor...

Telefonların biri susuyor, diğeri çalıyor...

***

O an gözümün önüne, televizyon haberlerinde “Alo Reha Muhtar hattı” kurduğumuz günler geliyor...

İşlediğimiz taciz olayları, kameramanlarımıza saldırılar, hastalarına tacizde bulunan doktorlar, üfürükçü hocalar, canlı yayında rüşvet verilirken yapılan çekim; gibi nice scoop haber gözümün önünden geçiyor...

***

Telefonların nasıl susmak bilmeden çaldığını, kaç kez SHOW TV’nin santralinin yandığını hatırlıyorum... Televizyon santralinin son yandığı tarih, televizyondan veda konuşması yaptığım tarih oluyor...

SPOTLIGHT’A OSCAR VERİLİRKEN... (4)

Dün sabaha karşı, Los Angeles Dolby Theater’da Bostan Globe gazetesinin usta ve cesur gazetecilerinin, yaşadıkları sürecin yapıldığı filmin Oscar almasını gıptayla izliyorum...

***

Onlar “kilise” gibi etkili güçlerle, savaşıyor ve haberleri için taviz vermiyorlar...

Ancak, onları “kirli tezgahlarla içeri attırıp, linç ettirmeye çalışan ‘gazeteci kisvesi altında faaliyet gösteren’ gizli provokatif ajanlar ve etki elemanları” görülmüyor Amerika’da...

***

Ben ise, 30 yıllık gazeteciliğimin mi, yoksa “kendimle ilgili etki ajanlarının kirli tezgahlarını deşifre ettiğim son 5 yıllık gazeteciliğimin mi daha ‘araştırmacı’ bir gazetecilik olduğu konusunda kendimi sorguluyorum...”

Kendime bir ödül verecek olsam hangisine ödül verirdim acaba?..

***

Milyonlarca izleyici için 30 yıl boyunca yaptığım gazeteciliğe mi?..

Kendime yönelik kirli tezgahları ve etki ajanlarının derin operasyonlarını bulup ortaya çıkardığım araştırmacı gazeteciliğime mi?..

Sanırım ikincisine...

Ne de olsa orası Boston Globe...

Burası İstanbul; Ortadoğu...

Yazının devamı...

Vodafone Arena'da tarihi bir gün...

Aylardır, yakın arkadaşım Hakan Kalkavan; kızı Hazal Kalkavan’ın programına ne zaman çıkacağımı soruyor... Bu işlerde yol yordamı iyi bildiğinden, hiç sıkmıyor, hiç psikolojik baskı uygulamıyor...

‘Sen ne zaman istersen o zaman’ diye sadece ufak bir hatırlatmada bulunuyor...

***

Geçen hafta; arka arkaya iki maçı tek golle alınca Beşiktaş; aşka geliyorum Başkan Fikret Orman’ın da olduğu bir dost ortamında;

-“Peki bu hafta yapıyoruz...” diyorum... Ardından da ironiyle karışık bir eklemede bulunuyorum;

-“Çıkacağım yer BJK TV... Başkana sormanız lazım, benim çıkmam uygun mu?..”

Fikret Orman;

-“Reha Abi Beşiktaş TV’nin kurucusu... Onun Beşiktaş TV’ye çıkmasını sormayı gerektiren bir makam bulunmuyor...” diyor...

***

İki maç da 1-0 kazanılınca, herkeste adrenalin fazlası ortaya çıkıyor...

Böyle anlarda duygular zemberekten boşanmışçasına akıyor...

-“Hazal’ın programı ne zaman?..” diye soruyorum Hakan’a...

-“Pazar sabahı saat 10’da...” diyor...

-“Fenerbahçe derbisinden hemen önce... İstersen derbiden sonraki hafta çık...”

-“Hayır artık değiştirmem...” diyorum...

-“Madem bu hafta dedik; bu hafta çıkalım... Derbi öncesi, derbi sonrası fark etmez...”

“O STAT BEŞİKTAŞ’IN DİK DURUŞUNUN SEMBOLÜ...” (2)

Hazal Kalkavan;

-“Reha Abi, Pazar günü canlı yayına stüdyoya bekliyoruz?..” diyor...

-“Dışarıda yapalım çekimi...” diyorum...

Bir süre sonra aklıma düşüyor;

-“Gel Vodafone Arena’da yapalım...” deyiveriyorum...

-“Stat inşaat halinde... Bugünler tarihi... Bu stat bir daha böyle olmayacak... Tamamlanacak ve maçlar oynanacak... İnşaat halindeyken programı buradan yaparsak, çocuklarıma değerli bir hatıra bırakmış olurum...”

***

Fikir çok tutuyor;

Cuma günü sabah saatlerinde iki kamera ve ışıkla BJK TV ekibi Vodafone Arena’da beni bekliyor...

Stada gidiyorum... Yağmur yağmış, çamur ve balçık var... Konuşmalarında “başkan burda” gibi sözler geçiyor...

Futbol dünyasında herkes herkese ‘Başkan’ diye hitap ettiğinden, başta ne söylendiğine pek kulak asmıyorum...

***

İki dakika sonra karşımda “Baret” cinsi inşaatçı şapkasıyla Fikret Orman’ı görüyorum...

***

İnşaatın yanına kendisine baraka cinsi bir büro yapıyor, sabah akşam orada inşaatta bulunuyor...

Yanındakiler Orman’ın kulübü aylardır, stadın yanındaki bu barakadan yönettiğini söylüyorlar...

VODAFONE ARENA NE ZAMAN AÇILACAK?.. (3)

Herkes Vodafone Arena’nın ne zaman açılacağını soruyor...

Fikret Orman;

-“Başında bizzat durmazsam gecikir...” diyor...

Stat önemli ölçüde bitmiş görünüyor...

***

Ancak benim gördüğüm kadarıyla, gazetelerde çıkan “19 Mart’ta veya Süleyman Seba’nın doğum günü olan 4 Nisan’da stadın açılması imkansız değil fakat zor...”

Fikret Orman’ın; “şampiyonluk mücadelesinde iç saha maçlarımızı yeni stadımızda oynamamız avantaj olacak” düşüncesinde olduğunu da biliyorum...

***

Stadın zemini ve tribünlerini gezerken, kafamdan kendimce bir tarih planlıyorum...

16 Mayıs 2016 o tarih...

Beşiktaş “Eğer ligin bitiminden bir hafta önce şampiyonluğunu ilan ederse, 16 Mayıs’ta kendi evinde ilan edecek...”

Şampiyonluk turunun Vodafone Arena’da atılması dileğini geçiriyorum içimden...

O tarihi günde, şampiyonluk turuyla muhteşem açılır diye düşünüyorum stat...

KAPALI TRİBÜN VE “SOSYETE AYAĞA...” TEZAHÜRATI... (4)

Stadın kapalı tribününü karşıdan çarpıcı bir şekilde gören localarından birinde röportajı yapıyoruz...

-“Karşıda kapalı tribün var Reha Abi...” diyor Hazal...

-“Bu tribünü anlatsan...”

***

-“Zor bir tribündür o tribün...” diyorum...

-“Baban Hakan Kalkavan çok iyi bir Beşiktaş’lıdır... Yöneticiyken öğrendim ki, gençliğinde numaralı tribünden izlermiş Beşiktaş maçlarını... Ben kapalı tribünden izlerdim...

Biz babanlara; tezahürat yaparken her zaman tezahürata katılmadıkları için; “Sosyete ayağa... Sosyete ayağa...” diye bağırırdık...”

Gülüyor Hazal, kameramanlar, televizyon çalışanları...

“BU STADIN DOLMABAHÇE’DE OLMASINA İZİN VERMEZLERDİ...” (5)

Sonra Hazal’a ve genç kuşak Beşiktaş’lılara çok önemli bir gerçeği açıklıyorum...

-“Bu stadı bir müteahhitlik hizmeti olarak görenler olabilir ilerde...

Oysa gelecek kuşaklardaki Beşiktaş’lılar bilmeliler ki; bu stat bir müteahhitlik hizmeti olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor...”

***

Bize, o günlerde Kültür ve Turizm eski Bakanı, çok ısrar etti...

-“Şehir dışında bir yer verelim... Stadı orada yapın...” diye...

-“Bu haliyle stadı yıkarsanız, bir daha yeniden yapımına izin vermeyiz...” dedi...

***

-Bu stadın Beşiktaş semtinin kalbinde olması, Dolmabahçe’de yapılması için Beşiktaş camiası tek satır taviz vermedi...

Aylarca yıllarca, dik durdu...

Ne Başkanlar ne yönetimler, ne camia geri adım atmadı... O günlerde neler yazdığımı ben biliyorum...

***

Bu stadın Beşiktaş semtinin kalbinde olması; Beşiktaş camiasının en zor koşullar altında bile dik durmasının sonucu...

Stadın kiralanmasına önayak olan Serdar Bilgili yönetimi, stadın izninin çıkarılması için uğraşan Yıldırım Demirören ve Fikret Orman yönetimleri, bu kutsal abideyi diken Fikret Orman ve arkadaşlarına ve tüm bu genç kuşağı yetiştiren Süleyman Seba’ya şükran duyuyorum...” diyorum...

***

Stadın yerinde şimdi milyar dolarlık bir AVM yapılmasının işten bile olmadığını hatırlatıyorum...

-“O günlerde; ‘Size İstanbul dışında bir yer verelim...’ diyen Kültür ve Turizm Bakanı daha sonra hükümetle ters düşüyor ve istifa edip ayrılıyor...

Beşiktaş camiasının dirayetli tavrı sonucu, zamanın hükümeti ve Başbakanı da Vodafone Arena’nın Dolmabahçe’de yapılmasını istiyor...

Dünyanın en güzel yerinde konuşlanan Vodafone Arena stadı böyle gerçekleşiyor...”

***

Bu sabah 10’da; gece de galiba 24’de; yayınlanıyor BJK TV’de tarihi stattan yapılan röportaj...

Çocuklarıma kalsın diye yaptığım bir röportaj bu...

Kendimi anlatmak için değil...

Yazının devamı...

93 gün önce... Can’la Erdem tutuklandığı gün... (1)

Genç kadın tuttuğunu koparan çok başarılı bir avukattı...

Çok ünlü bir sanatçı arkadaşım tavsiye etmişti onu bana;

***

-“Ele aldığı hiçbir davayı yarım bırakmaz... Sonuna kadar gider ve kazanır...” demişti... Beyaz TV’deki, Derin Futbol programında bana sövüp sayıldığı; bir yorumcu tarafından; “dikkatli olsun, akıllı davransın...” gibi tehditlerin gırla gittiği günlerdi...

***

Genç kadın avukat, programdaki konuşmaların teker teker deşifresini çıkartmış karşıma öyle gelmişti...

-“Üç yorumcuya, kesinkes hapis cezası aldırırız...” diyor;

-“Her birinden ağır tazminat da cabası... Davayı ne zaman açalım?..” diye soruyordu...

***

Bir öğle vaktiydi...

Hayatımın önemli kararlarının verildiği, en önemli virajlarının geçtiği İtalyan lokantasında; genç avukat kadını dinliyordum...

***

İşinde çok cerbezeli olduğu belliydi...

Vücut dili ve tehditlerin deşifre metni, davayı rahat kazanacağımızı belli ediyordu...

***

Bulunmadığım ortamda, “arkadaş ve dost olduğunu sandığım kişiler tarafından” ağır hakaretlere maruz kalmış, gecenin o saati uykumdan uyandırılmış, hiçbir dahlim olmadığı bir konuda bir ton lafı gece gece canlı yayında yemiştim...

***

Genç kadın avukat;

-“Sizi, tehdit ediyorlar... Aşağılıyorlar... İtibarınızı beş paralık ediyorlar... Markanızı yok ediyorlar...” diyordu...

***

Egomun yeterince kalınlaştığına inandığı kabuğuna yönelik sözlerdi bunlar ve benim;

-“Hesabı soralım bunlardan... Ne gerekiyorsa yapalım... Görsünler günlerini... El mi yaman bey mi yaman anlasınlar... Görsünler dünyanın kaç bucak olduğunu...” dememi bekliyordu...

***

-“Hapis cezası mı?.. Bizim davamızdan hapis cezası mı alacaklar?..” diye sordum...

-“Evet...” dedi...

-“Bu cezayı alıp almamaları dava sonunda, bize mi bağlı olacak, yoksa davayı açtıktan sonra, konu kamu davası niteliğine bürünüp davanın seyri kontrolümüzden çıkacak mı?..”

-“Davanın tehdit kısmı; kamu davası halini alacak ve her halukarda ceza alacaklar...” dedi...

***

Bir süre durakladım, bekledim ve sonra sakin bir ifadeyle; -“Biz bunu yapamayız avukat hanım...” dedim...

Yüzüme hayret nidasıyla baktı...

-“Size bir saatten fazla nasıl hakaretler yaptıklarını ve ne tehditlerde bulunduklarını görmüyor musunuz?.. Bu deşifreleri alın bir okuyun...” dedi...

-“Hayır okumayacağım...” dedim...

-“Onları okursam sinirlenirim ve bu davayı açmaya tetiklenirim... Bense onlara bir ceza davası açmak istemiyorum...”

-“RTÜK’e başvurursak, televizyon kanalıyla ilgili ağır ceza getirtiriz... Bir ay içinde bunu yapmamız gerekiyor...” dedi... -“Ben bu konuları bir düşüneyim...” diye geçiştirdim...

***

Tuttuğunu koparan genç avukat kadın; durumu anlamıştı...

-“Siz dava açmayacaksınız” dedi...

-“Hayır açmayacağım ... Onlara bir programda ettikleri bu ağır hakaretlerden dolayı ceza davası açmayacağım... Bu tedirginlikle yaşamalarını istemiyorum... Hayat adaletini gün gelir kendi gösterir...” dedim...

Genç kadın avukat;

-“Eğer insanlar sizin gibi davranırlarsa, biz avukatlık bürolarının kepenklerini indiririz...” dedi...

Kalktı yemekten, ayrıldık...

*****

93 GÜN ÖNCE CAN’LA ERDEM İÇERİ ALINDIKLARINDA... (2)

Babam; yanıbaşımda beyin kanaması geçiriyordu... Arabada, Maçka’nın trafiğinde hastaneye götürüyordum onu... -“Kolum uyuştu oğlum...” diyordu...

Konuşamıyordu... Dili peltekleşmişti...

***

Hastaneye götürdüğümde, babama ne olacağını bilmiyordum... Ama babamın beyin kanamasının neden kaynaklandığını biliyordum...

***

Kirli ve derin bir operasyonun sonucu, birkaç hafta önce çocuklarımdan ayrı kalırken, her gün gazetelerde ve onların kaynak aldığı bazı internet sitelerinde derin bir iftira kampanyasıyla karşı karşıya kalmıştım...

***

Yan yana iki evde birlikte yaşadığım babam, olanların gerçek yüzünü biliyor; bu iftira kampanyası karşısında 80 yıllık hayatı boyunca olmadığı kadar bunalıyor, sıkılıyor ve üzülüyordu...

***

Bir öğle yemeği esnasında telefon gelmişti... Babam o yazılardan birini görmüş ve fenalaşmıştı... -“Babanın sol tarafı tutmuyor, konuşamıyor...” diyorlardı telefonda... Apar topar eve gitmiş, babamı hastaneye yetiştirmek için, direksiyonun başına geçmiştim...

***

O gün hastaneye zor bela yetiştirdim onu...

Üç gün yoğun bakımdan çıkamadı...

Beyin kanaması geçirmişti...

Sol bacağı bir daha hiç eskisi gibi olmayacaktı... Koltuk değneğiyle yürüyecekti...

***

O günlerde adını söylemeye artık gerek duymadığım bir site bana yayın yoluyla yapılan saldırıların başını çekiyordu...

***

Onun sorumluları ve editörleri ile o siteye çalışan bir köşe yazarı hakkında, çocuklarımdan ayrı kalmanın, hakkımda açılan iftira kampanyasının ve babamın beyin kanaması geçirmesinin öfkesiyle dava açmıştım...

***

Davalar devam ediyordu...

O sırada, bizim olayla hiç ilgisi olmayan bir davada; benim de dava açtığım internet sitesi yöneticilerini tutukladılar...

Üç yöneticisi cezaevindeydi...

***

Ben kendi olaylarımdan çok acı çekmiştim... Çektiğim acıya, babamın beyin kanaması eklenmiş, olay bir aile trajedisi halini almıştı... O günlerde durup durup; “Onları hiç affetmeyeceğim...” diyordum...

***

Oysa onlar, başka bir olaydan cezaevine girmişlerdi... Onlarca davayla, haklarında istenen hapis cezalarıyla uğraşıyorlardı...

“Bu insanlar, haklarında açılan onca davayla ve iddialarla uğraşırken, benim davalarımın ağırlık yapmasına izin veremiyorum...” dedim ve bütün davaları geri çektim...

***

-“Muhataplarımın halihazırdaki ağır şartları altında davamdan feragat ediyorum...” dedim... Çıkarken iki muhatabıma “geçmiş olsun” dedim ve salondan ayrıldım... Bana ağır iftira yazan köşe yazarı da dahil, herkes için açtığım davalardan vazgeçtim...

***

Bir süre sonra onların avukatları;

-“Siz davadan vazgeçtiniz... Ama bizim paramızı yine de ödemek zorundasınız...” dediler... Bu durumda onların avukatlarının paralarını da ödemek durumundaydım; bu görevi de rahatsızlık duymadan yapacaktım...

*****

CAN’LA ERDEM’İN 93 GÜN ÖNCE TUTUKLANDIKLARI AN... (3)

Tüm bu olayları; dün Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması üzerine yeniden yaşadım...

Aileme ve bana çok ağır maliyetler yaşatmış insanlara, konu cezaevi ve tutuklama noktasına geldiğinde nasıl karşı çıktığımı hatırladım...

***

Can Dündar ve Erdem Gül’ün o yayından dolayı yargılanıp yargılanmaması tartışılabilirdi...

Bunu anlardım...

Ama tutuklu yargılama... Cezaevine göndererek bütün bir süreci cezaevinde yaşatma...

***

Kendi hayatımda ödediğim ağır maliyetlere karşın, bu yöntemi hiç benimseyemiyordum...

Hayatı öyle okuyamıyor, öyle yaşayamıyordum...

Yaşamadığım için sırtımda bir ağırlık taşımıyordum...

Hayatın adaletini, yargılarken tutuklamada değil, kendi doğal seyrinde arıyordum...

*****

93 GÜN SONRA... GEÇMİŞ OLSUN ARKADAŞ... (4)

Sevgili Can, sevgili Erdem...

92 günlük bir zorunlu ziyaretin ardından, önceki gece cezaevinden tahliye edilişinizi izledim...

***

Annenizin, eşlerinizin, çocuklarınızın haykırışlarını dinledim, sizleri gözlerimle izlerken...

***

Dayanışan herkesin mutluluğu görülmeye değerdi...

Sanırım en yürekten çığlıklar ailenizinkilerdi...

Can; anneni gördüm sana durup durup sarılmak isteyişini...

Haykırışını, seni öpüşünü...

***

“Dava devam ederken, tutuklama bir hak ihlali anlamına gelir...” diyen Anayasa Mahkemesi kararı...

93 gün önce...

93 gün sonra...

Geçmiş olsun Can...

Geçmiş olsun Erdem arkadaş...

Geçmiş olsun

ailelerinize...

Yazının devamı...

Kansere karşı tedavide büyük zafer iddiaları ve ünlü bir doktor...

Bir brasserie’de otururken, yanıbaşıma geliyor; İstanbul’un ve Türkiye’nin ünlü ve özel tedavi yöntemleriyle büyük başarı kazanan doktorlarından birisi...

***

İsmini ve ününü biliyorum doktorun...

Bilinen tedavi yöntemleri yerine, çok başka bir tedavi şekliyle hastalarını iyileştiriyor; yaşama şansını yükseltiyor...

***

Alternatif tıpçı değil...

Klasik eğitimden geliyor ve klasik tıbbi öğretileri benimsiyor...

Ancak uyguladığı yöntemler, Batı’da farklı tedavi ve operasyon yöntemi olarak bilinen bir tedavi türü...

***

Hastalarının büyük çoğunluğunun; ünlü doktorun tedavisinden memnun olduğunu duyuyorum...

O sırada beraber oturduğum arkadaşım kendisini tanıyor ve bitişik iki masada ünlü doktorla sohbet etmeye başlıyoruz...

KANSERE ÇARE NE KADAR İSTENİYOR?.. (2)

Özel tedavi yöntemleriyle ünlü olan doktor; konuşmaya başlamamızla birlikte, beni hayretler içerisinde bırakacak şeyler söylüyor...

Neredeyse “tıpta tedavi üzerine çalışmaların, özellikle yoğunlaştırılmadığını,” tedavinin birinci öncelik olmadığını, aktif nüfus oranının ve nüfus kontrolünün “hastalıklar üzerinden dolaylı olarak sağlandığını” ifade ediyor...

“BELİRLİ BİR YAŞTAN SONRA İNSANLARIN ÖLMELERİ ARZULANIYOR...” (3)

“Batı’da da Türkiye’de de belirli bir yaştan sonra tıp endüstrisi insanları uzun yaşatmak istemiyor... Ölmelerini arzuluyor... Başka türlü sosyal yardım sisteminin, sigorta ve emeklilik kurumlarının talepleri karşılamayacağını düşünüyorlar...”

***

Böylesine ağır iddiaları reklam olsun torba dolsun diye söyleyecek biri değil, sözünü ettiğim doktor...

Aklımı başından alıyor söyledikleriyle...

***

Söyledikleri bir demeç değil...

Dostluğuma güvenerek, sağlıkla ilgili paylaştığı kara kutu bilgiler bunlar...

NEYE YAŞLILIK DENİYOR?.. (4)

“Bakın...” diyor...

- “Yaşlılığa neden olan gerekçeyi çoktan buldu tıp...

Yaşlılıkta bazı hormonlar artık salgılanmıyorlar vücut tarafından... Bu hormonların salgılanmaması hücre yenilenmesini durduruyor vücutta...

Yaşlılık böylece başlıyor...

Hücre yenilenmesi mümkün olmuyor çünkü...

Yani yaşlılık vücutta ölen hücrelerin yenilenmemesiyle ortaya çıkan durumun adı...”

***

-“Peki” diyorum;

-“Hangi hormonların salgılanmasının durması yaşlılığa neden oluyor?..

Madem böyle, bu durumda niye hormon tedavisi yapılmıyor?..”

- “Çok güzel bir soru” diyor ünlü doktor...

- “Hormon tedavisini yapmıyorlar, çünkü ortalama yaşam süresinin uzamasını istemiyorlar...

Böyle olursa sigorta sistemi ve emeklilik rejiminin çökeceğini düşünüyorlar...

İnsanlar belirli bir yaşa geldiklerinde; “ölüm” zamanının gelmesi gerektiğini düşünüyor sistem...

Tıp çalışmalarını özellikle yaşam süresini yükseltmek için yoğunlaştırmıyor...

Bunu yoğunlaştırsa, hormon tedavisi yapsa, hücre yenilenmesi başlayacak, yaşlılığın önü alınacak...

Ancak bu bilinçli olarak yapılmıyor...”

YAŞLILIĞA NEDEN OLAN İKİ HORMON... (5)

“Yaşlılığa neden olan iki hormon bulundu...” diyor ünlü doktor...

- “Tıp, bu hormon tedavisinin uygulanmasını yasaklıyor...

Bu yasağın neden olduğu söylenmiyor...

Bence amaç, Batı’da yaşam süresinin uzamasının önlenmesi...”

***

-“Belki” diyorum;

-“Hormon tedavisinin bazı zararlı sonuçları vardır... Onun için yasaklanıyordur...”

-“Hayır...” diyor...

“Öyle bir zarar mevz-u bahis değil... Öyle olsa ben kullanmam bu hormonları...

Ben kendim kullanıyorum...”

TIP ENDÜSTRİSİ; BİR NEVİ TOPLUMSAL ÖTANAZİ Mİ UYGULUYOR?.. (6)

Geçtiğimiz hafta, kanserli hücrelerin gelişimini durdurmaya yönelik çok önemli gelişmelerin ortaya çıktığını müjdeliyor gazete haberleri...

Bense, iki yıl önce, bitişiğimdeki masaya tesadüfen oturan ünlü doktorun sözlerini o günden beri bir türlü kafamdan silip atamıyorum...

***

Tıp endüstrisi, insanların uzun yaşamalarını durdurmak için, tedavi yöntemlerini özellikle geliştirmiyor mu?..

Yaşlılık olgusuna çözüm bulundu ama, yaş alan kişilerin uzun süre hayatta kalmaları, sigorta sistemi ve emeklilik rejimini altüst mü ediyor?..

Bunun için mi; tıp endüstrisi “bir nevi toplumsal ötanazi” uyguluyor...

***

Sorulara kesin bir yanıt bulamıyorum...

Kuşkular içimi kemirmeye devam ediyor...

İlk gençlik yıllarında; kapitalist sistemin “kar etmek uğruna”, insan hayatını hiçe saydığını, örneklerle sayıp döküyorum...

Sonraki yıllarda, geçmişte biraz da ağır eleştiriler yaptığımı kabul ediyor, biraz daha törpüleniyor ve daha realist hale geldiğimi sanıyorum...

***

Ne ki geldiğim son nokta; ilk gençlik yıllarımdaki ütopik sosyalist fantazyaların, hayatta çok da hakikat dışı olmadığını, reel kapitalist hayatın, insan yaşamını “kutsamadığını, çoğu zaman önemsemediğini” fark ediyorum...

***

Sigarayla ilgili kampanyalarda, tıp endüstrisinin neden çok aktif ve önleyici bir rol almadığını, “şeker”e karşı savaşta, tıp endüstrisinin, niye sükunetini muhafaza ederek, sessizleri oynadığını anlamaya başlıyorum...

İnsan hayatını uzatacak gerçeğin, önce insanın kendi kişisel çabasıyla mümkün olacağını fark ediyorum...

Yazının devamı...

Oscar töreni başlıyor...

Üç gün kaldı Oscar ödül törenlerine...

Oscar ödül töreninin havasına iyice giriyorum...

Ödül töreninin yapıldığı Dolby Theater’daki saatlerimi anlatan, yazılarıma dönüp bakıyorum dün...

***

Şöyle başlıyor o yazılardan ilki;

34 santim boyunda, 3 kilo 850 gram ağırlığındaydı heykelcik...

Altından yapılmıştı ve sahne arkasında dünya starlarına ayrılan küçük salondaki bir vitrinin camekanının içinde duruyordu...

***

Onu alanların heyecanı gözümün önüne gelmişti...

Ben de heyecanlanmıştım...

Uğruna tüm hayatlarını adadıkları bu heykelciği alırken, nasıl çocuklaştıklarını düşünmüştüm...

***

Dünyanın en ünlü starları, ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilmez bir çocuk gibi havalara zıplıyor, uçuyor, gülüyor, ağlıyor ve ne yapacağını bilmez bir halde sahnede heykelciği bırakmamacasına tutuyorlardı...

BİSİKLETİYLE OSCAR ALMAYA GELEN ADAM (2)

1999 Oscar’ını almak üzere salona filmdeki bisikletiyle gelen Roberto Benigni’yi hatırladım...

La Vita e Bella...

Life is Beautiful...

Hayat Güzeldir...

***

Bir babanın çocuğuyla beraber gönderildiği bir Toplama Kampı’nda Nazi asker ve subaylarından küçük çocuğunu koruyabilmek için toplama kampını bir oyun gibi gösterdiği, oyunu geçerlerse büyük ödüle sahip olacaklarını söyleyerek “Nazi Toplama Kampı’ndan bir oyuncak çıkardığı” filmin adıydı Hayat Güzeldir...

***

Çocuklarla hayatın ve Türkiye’nin yarattığı ızdırabı en ağır yaşadığım günlerde, gözlerimin önünde hep o film ve sahneleri oynadı durdu...

***

Ne ki, yıllar önce seyrettiğim filmi bir daha seyretmeye gücüm yetmedi...

Ağlasam bile, gücümün seyretmeye yetmeyeceğinin farkındaydım...

***

Psikolojikman kaldıramayacağımı bildiğimden, filmi sadece hayalimde seyrettim defalarca...

BABA VE OĞLU; KRAMER VERSUS KRAMER... (3)

Birkaç yıl önce Los Angeles’a gidişimde, son öğleden sonramı Oscar töreninin yapıldığı Dolby Theater’a ayırdım...

***

Uçak için eşyalarımı hazırlayıp Los Angeles’tan ayrılmadan önce, ne yapıp edip Roberto Benigni’nin bisikletle Oscar almaya gittiği Dolby Theater’a gitmek istedim...

***

Sahneye çıktığımda, sanki Roberto Benigni bisikletle koltukların arasından bana doğru geliyordu...

Sahnede bir süre kaldım...

Evrene “içimden haykırdım...”

***

Sonunda bulunduğum boş koltukların çerçevelediği sahneye gelebildiğime şükrettim...

Sonra sahneyi terkedip, Oscar koridorunda yürümeye başladım...

***

Dustin Hoffman’la, Meryl Streep’in beraber Oscar aldığı unutulmaz enstantane, koridorun mütevazı bir köşesinde durmaktaydı...

***

Kramer versus Kramer 1979 Oscar’ını almıştı ve hayatımın dönüm noktası filmlerinden biriydi...

MASAMIN ÜZERİNDE DURAN HAYATIMI DEĞİŞTİREN 40 FİLM... (4)

Evimin çalışma salonundaki geniş sehpaya “hayatımı, dönemeç noktalarında etkileyen yaklaşık kırk filmi yan yana dizmiştim...”

***

Hepsini bir anda her baktığımda görebileyim diye...

***

Kendime o kahramanlardan, kahramanlar yarattığımı, onlarla aramdaki görünmez bağlardan, yaşam kıvılcımları çıkarttığımın farkındaydım...

***

Oscar ve sinema hayatımın görünmez duygusal zinciriydi...

***

Pazar akşamı, Dolby Theater; 88. Oscar törenleri için dolacak...

İzleyici koltuklarını aralarda bile dolu göstermek için tutulmuş özel personel olduğunu, o gün öğrenmiştim...

***

George Clooney’nin yanında, Angelina Jolie’nin bitişiğinde özel personel oturuyordu, eğer koltuğun sahibi arada dışarı çıkmış ve dönmemişse...

***

O görevli personele televizyon çekimleri esnasında bitişiklerinde oturdukları dünya starlarına “görmemişin oğlu gibi” bakmamaları öğretiliyordu...

***

Smokinli izleyici kılığındaki görevliler, her boş koltuğu anında dolduruyor, Oscar törenlerinin ihtişamına gölge düşmemesini sağlıyorlardı...

***

Kime gidecekti Oscar’lar bu yıl bilmiyordum... Benim kalbime gireceklerinin farkındaydım...

***

Akademiye üye ve oy hakkına sahip tam 5783 kişi oy veriyordu hangi filmin, aktörün, aktristin, yönetmenin Oscar’ı aldığını belirleyebilmek için...

***

Dünyanın en ünlü starı da olsa, Oscar’ı üç kez kazanan Meryl Streep dahi olsa, eğer Oscar töreni için aday değilse, o geceki davette, o koltuklarda oturamıyordu...

BENİM AFRİKAM (OUT OF AFRİCA)... (5)

1985 Oscar’ı gözümün önüne geldi...

Hayatımı ilk kez kökünden değiştiren o film...

Out Of Africa ya da “Benim Afrikam...”

***

Robert Redford ve Meryl Streep’in 11 dalda aday olan unutulmaz klasiği...

Hiçbir kadın tarafından sahip olunamayan kuş kadar özgür bir erkeğin hazin öyküsü...

AMADEUS MOZART... (6)

1984’ün 11 dalda aday filmi Amadeus... Wolfgang Amadeus Mozart’ın yok edilmeye çalışılan dehası... Hayatı ve celladı Salieri...

***

Hepimizin içinde bir parça Mozart, her içinde Mozart barındıranın da çevresinde bir Salieri vardı... Dolby Theater’da kendi Salieri’min silüetiyle de karşılaştım...

***

Ona hafiften bir selam verdim...

Sonra yürüdüm ve çıktım Dolby Theater’dan...

KARI KOCANIN OSCAR ÖDÜLÜ KAVGASI... (7)

İki kez evlendiler, boşandılar, sayısız kez ayrıldılar, tekrar beraber oldular... Liz Taylor’la Richard Burton’ın hayatlarından bir kesitin yer aldığı filmi izliyordum...

***

Karşılıklı kıskançlıklar sonucu, sayısız kez birbirinden ayrılan ünlü çift, bir seferinde kadın ve erkek oyuncu olarak ayrı ayrı Oscar’a aday oluyorlar...

***

Oscar töreninde birisi kazanır, diğeri kaybederse rezalet çıkar diye, törene ikisi birden katılmama kararı alıyorlar...

***

Onun yerine evlerinde yardımcıları ikisi için Oscar ödülünü sembolize eden heykelciklerin olduğu bir masa düzenliyorlar...

***

Karı koca birlikte töreni canlı izlerken, sofrada içip eğlensinler, birbirleriyle başbaşa kalarak Oscar heyecanını yaşasınlar diye...

***

Oscar’lar açıklanıyor...

Liz Taylor o gece kadın oyuncu Oscar’ını alıyor... Ancak sıra Richard Burton’ın aday olduğu en iyi erkek oyuncu kategorisine geldiğinde, Richard Burton Oscar’ı kazanamıyor...

***

Masadan öyle bir kalkışı ve odasına gidişi var ki Richard Burton’ın; hala gözümün önünde... Bir kadın ve bir erkek iki starın karı koca olsalar bile, birbirlerinin başarılarına karşı nasıl hazımsız ve kıskanç olduklarını gösteren dramatik bir sahne o tören gecesi sahnesi...

***

Richard Burton kaldıramıyor, kendisi alamazken, karısının Oscar almasını...

İçkiye vuruyor iyice... Sonraki günlerde skandal bir aşkla Liz Taylor’u aldatıyor...

***

Hayat; Oscar’ın içinden bile ağır dramını sahnelemekten geri kalmıyor...

Yazının devamı...

Hangi yöne gitmeliyim... (1)

Paulo Coelho’nun “Akra’da Bulunan Elyazması” kitabını okuyorum...

Kitap hepimizin hayatında merak ettiği soruları sorup, bir kıpti aracılığıyla onlara değişik cevaplar veriyor...

***

Kitabın ortasında “Hangi Yöne Gitmeliyim” sorusunu görüyorum...

Sorunun cevabını okumaya başladıkça, kendi yaşamımın kesitlerini bir suyun berraklığında teker teker görüyor ve hissediyorum...

*****

“HER ŞEYİN AYNI ANDA OLMASINI İSTERİZ...” (2)

O gece şehirden ayrılması gereken delikanlılardan biri şöyle diyor;

-“Hangi yöne gitmem gerektiğine bir türlü karar veremiyorum...”

Kıpti ona şöyle cevap veriyor;

-“Yaşam da tıpkı güneş gibi her yöne ışık saçar...”

Doğduğumuzda bize bahşedilen gücü gemleyemediğimiz için her şeyi bir anda arzularız...

***

Oysa ateş yakmak istiyorsak güneş ışınlarının tek bir noktaya düşmesini sağlamamız gerekiyor...

Ateş ‘İlahi Güç’ün dünyaya verdiği en büyük sırdır...

Bizi ısıtmakla kalmaz; buğdayı da ekmeğe dönüştürür...

***

Gün gelir hayatımıza yön vermek için içimizdeki ateşi, belli bir yere odaklamamız gerekir...

Göğe bakıp sorarız;

-“İyi de hangi yönü seçeceğim...”

Rahatsızlık veren, uykuları kaçıran bu soruya bir çırpıda cevap vermek mümkün olmadığından kimileri soruyu çabucak savuşturur...

Yarınlarını geçmişte yaşayacak olanlar işte bu kişilerdir...

*****

“BANA SUNULAN NİMETLERİ BOŞA HARCADIM...” (3)

Fiziksel yaşam sürelerinin sonunda onlar şöyle diyecekler;

-“Hayatım kısa sürdü... Bana sunulan nimetleri boşa harcadım...”

***

Kimileriyse bu soruyu cevaplamayı kabul eder...

Ancak nasıl cevap vereceklerini bilmediklerinden, zorlukla yüzleşen başka kişilerin yazdıklarını okumaya başlarlar...

Sonra aniden bir cevapla karşılaşır, bu cevabın doğru olduğuna kanaat getirirler...

***

Böylece kendilerini bu cevabın kölesi haline getirirler...

Varoluşlarının amacı olarak belledikleri şeyi, herkese kabul ettirmek için kanunlar çıkarırlar...

Kendilerini haklı çıkarmak için tapınaklar, mutlak doğru saydıkları şeylere karşı çıkanları yargılamak içinse mahkemeler inşa ederler...

*****

ÇOCUKLUKLARINA DÖNENLER... (4)

Bir de bu sorunun tuzak olduğunu anlayanlar vardır...

Bu kişiler soruya bir cevap vermezler...

Tuzağa düşüp vakit kaybetmek yerine harekete geçmeyi tercih ederler...

Çocukluklarına döner, o dönmemde kendilerini en fazla şevklendiren uğraşı bulur ve büyükler aksini öğütleseler de hayatlarını bu uğraşa adarlar...

***

Çünkü Kutsal Ateş bu Şevk içinde saklıdır...

***

Yavaş yavaş, hareketlerinin insan aklının kavrayamayacağı gizemli bir amacın hizmetinde olduğunu keşfederler...

Gizeme olan saygılarını belli etmek için başlarını öne eğer, yüreklerini tutuşturan alevin yolunda, bilmedikleri yollara sapmadan ilerlemeye devam edebilmek için dua ederler...

***

Amaçlarıyla kolayca bağlantı kurabildiklerinde sezgilerinden;

Amaçlarının belli olmadığı durumlarda ise disiplinlerinden faydalanırlar...

*****

DELİYE BENZERLER (5)

Deliye benzerler...

Bazense delirmiş gibi davranırlar...

Ama deli değillerdir...

Gerçek Sevgi’yi ve İrade’nin kudretini keşfettikleri için böyledirler...

***

Amaçlarını ve takip etmeleri gereken yolu yalnızca Sevgi ve İrade gözler önüne serebilir...

***

İrade’leri kristal gibi kırılgandır...

Sevgi’leri saftır...

Adımlarıysa sağlamdır...

Şüpheye düştükleri, kederlendikleri anlarda şunu asla unutmazlar;

‘Ben bir gerecim... İzin ver de O’nun İradesini gözler önüne sermeye yardımcı olayım...’

***

Seçilen yolun amacı ancak fiziksel yaşamın sonuna gelindiğinde anlaşılabilir...

Şevk’in rehberliğinde yol alan ve yaşamın gizemine saygı duyan kişinin güzelliği burada saklıdır...

Yolu dertsiz yükü hafiftir...

***

Amacı önemli de önemsiz de olsa, evinin uzağında veya yakınında olsa, bu kişi saygı ve şerefle amacının peşine düşecektir...

Attığı her adımın ne anlama geldiğini, emeklerinin eğitiminin ve sezgisinin ne kadar pahalıya mal olduğunun farkındadır...

***

Yalnızca ulaşmak istediği hedefe değil, etrafındaki her şeye odaklanır... Pek çok kez gücü tükenir ve durmak zorunda kalır...

***

Derken aniden Sevgi ortaya çıkar ve şöyle der; -“Bir köprüye doğru yürümekte olduğunu sanıyorsun... Oysa bu köprü sadece sen onu seviyorsun diye var... Biraz soluklan ve gücünü toplayınca yeniden yoluna devam et...

Çünkü hedefin senin ona doğru gittiğini bilirse, o da sana kavuşmak için koşacaktır...”

***

Herkes çeşitli engellerle karşılaşır, aynı şeylerden mutluluk duyar...

Ama yalnızca Tanrı’nın akıl ermez tasarısını, tevazu ve yüreklilikle karşılayan kişiler doğru yolda olduklarını bilir...

Yazının devamı...

Kızaran maçların kıyaslaması...

Galatasaray-Trabzonspor maçında hakem faciasından sonra, “futbol dünyamızda” “tarihi kızarma”lar olarak bilinen iki maçın kıyaslamasını yapmak farz oluyor... Önceki gün Galatasaray Trabzonspor maçı ile 5 kırmızı kartla tarihe kızarma maçı olarak geçen Beşiktaş Samsunspor maçının kıyasından, çok önemli ipuçları çıkıyor...

***

Bu yazıda Galatasaray Trabzon maçında iki takımın maç öncesi durumlarıyla, maçın hakemi Deniz Ateş Bitnel’in kararlarını; anlamını, Beşiktaş Samsun maçında iki takımın şampiyonluk mücadelesindeki durumlarını, maçın hakemi Cem Papila’nın kararlarını ve sonuçlarını değerlendireceğiz...

***

Tarihin kızaran maçlarına bir başka örnek de Fenerbahçe- Galatasaray arasında oynanan ve dört kırmızı kartla Galatasaray’ın kızardığı Şükrü Saraçoğlu’ndaki bir derbi...

Bu maçın Beşiktaş-Samsun maçıyla ortak bir noktası bulunuyor...

Tesadüf bu ya; arka arkaya dört ve beş kırmızı kartla kızaran iki takımın da hocası “Galatasaray ve Beşiktaş’ı üst üste çalıştıran Lucescu...”

Lucescu arka arkaya yaşadığı bu felaketten sonra Türkiye’den ayrılıyor ve bir daha Türkiye’de hiçbir takımı çalıştırmayı kabul etmiyor...

GALATASARAY-TRABZON MAÇI İLE BEŞİKTAŞ SAMSUN MAÇI ARASINDAKİ FARKLAR... 2

Galatasaray-Trabzonspor maçında iki ezeli rakibin mücadelesi var...

Ancak iki ezeli rakibin ikisi de şampiyonluk potasının tamamen dışında...

Sezon için hiçbir iddiaları kalmamış durumda...

***

Buna karşın Beşiktaş-Samsunspor maçında; Beşiktaş 8 puan farkla ligin ilk yarısını lider bitiriyor ve şampiyonluğa gidiyor...

Beşiktaş’ın 5 kırmızı kartla kızardığı maçtan sonra, gelen cezalar futbolcuları alt üst ediyor...

Takımın hükmen yenilgisi 51 maçta yenilgi yüzü görmeyen Beşiktaş’ı sürklase ediyor ve şampiyon olacağına kesin gözle bakılan Karakartal o sezon şampiyonluğu kaybediyor...

Fenerbahçe şampiyon oluyor...

***

İki maçın kıyaslaması, Galatasaray ile Trabzonspor arasında şampiyonluk iddiası olmadığına göre, “bariz hakem hatalarının” niye olduğu sorusunu gündeme getiriyor...

***

Ahmet Çakar dün “Baronlar Böyle İstedi” başlıklı yazısında;

“Hayatımın 40 yılı futbolun içinde geçti...

Bunun 20 yılı hakemlik...

Geri kalanı da seyircilik ve yorumculuk...

Belki hiçbir zaman ispat edemeyeceğim, ya da hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayacak ama dün geceki maçta bahis baronlarının parmağı vardı...

Bahis baronlarının sahadaki tetikçileri kimdir bilmiyorum...

Hakemdir, futbolculardır ya da daha büyük bir organizasyondur diyemiyorum...

Zira karşıma hukuk çıkar...

Tıpkı sigara içilmiş bir odada sigara içeni görmediğimiz ama sigara içildiğini net hissettiğimiz gibi ben de aynısını dün gece hissettim...”

***

Galatasaray-Trabzonspor maçındaki facia, hakemin basiretinin tutulması mı, yoksa gerisinde çok daha geniş bir olaylar zinciri mi var?..

***

Dün futbolu çok yakından izleyen bir dostum Galatasaray-Trabzon maçının son penaltı kararıyla ilgili şöyle diyor:

-”Hiçbir hakem, iki kırmızı kart göstererek dokuz kişi bıraktığı takımın aleyhine 89. dakikada olmayan bir pozisyonda fazladan bir penaltı çalmaz...

Sanki bu maçı mutlaka Galatasaray’ın kazanması gerekiyor...

Galatasaray bile bu maçın böyle kazanılmasını bu kadar istemiyor... O zaman konu ne?..”

DENİZ ATEŞ BİTNEL İLE CEM PAPİLA ARASINDAKİ FARKLAR... 3

Deniz Ateş Bitnel’in yönettiği Galatasaray-Trabzonspor maçında iki tarafın da şampiyonluk iddiası bulunmuyor...

Hatta bu öyle bir derbi ki, Galatasaray ile Trabzonspor’un ikisinin birden yarış dışında kaldığı ve iddiasının bulunmadığı nadir derbilerden biri olma özelliği taşıyor...

***

Ancak Ahmet Çakar’ın sözünü ettiği, bahisler için maçın şampiyonluk maçı ya da iddiasız maç olmasının bir önemi yok...

Bahislerin özelliği, ilk devrede bir takımın lehine biten maçın sonunda diğer takımın galibiyetiyle bitmesi büyük paraların dönmesine neden oluyor...

Elbette bununla ilgili ortada “yorum ve spekülasyonlar dışında” bir kanıt bulunmuyor...

***

Böyle bir maçta Deniz Ateş Bitnel’in kararlarıyla hakem faciasının yaşanması, Beşiktaş-Samsunspor maçına göre önemli bir farklılık taşıyor...

Beşiktaş-Samsun maçı; Beşiktaş’ın şampiyonluğa gittiği bir maç...

O maçta değişmez stoperlerden Ronaldo cezalı olduğu için kadroda yer almıyor...

İlk kırmızı kartı savunmanın yalnız kalan emniyet sübabı Zago görüyor...

Bir süre sonra da solbek İbrahim Üzülmez kendisine yapılan futbol dışı harekete tepki gösteriyor diye kırmızı kart görerek oyun dışı kalıyor ve Beşiktaş takımının bütün savunması dağılıyor...

DENİZ ATEŞ BİTNEL VE CEM PAPİLA’NIN GÖSTERDİĞİ KARTLAR 4

İki kızarmış maçın; Galatasaray-Trabzonspor ve Beşiktaş-Samsun maçlarının “değişmez” bir ortak noktası var... Gösterilen kırmızı kartlar “tek başına değerlendirildiğinde doğru” görünebiliyor...

***

Önceki gün; teknik direktör Mustafa Denizli maçtan hemen sonra;

-“Futbolcularla konuştuğum kadarıyla kart kararları doğru...” diyor...

***

Tıpkı Mustafa Denizli gibi; Beşiktaş-Samsun maçından sonra da bazı yorumcular aynı şeyi söylüyorlar;

-“Kart kararlarını teker teker baktığınızda biri hariç kararlar doğru...”

***

Oysa futbolun içindeki herkes biliyor ki;

“Kart göstermenin, kendi içinde bir sosyal dengesi, hakkaniyeti ve adiliyeti” var... Önemli olan çitfe standartın olmaması... İki maçta da, hakem faciaları, hiçbir standart tanımıyor ve sonuç bir takımın biçilmesi şeklini alıyor...

***

İki maç ve hakem arasındaki diğer fark ise, Galatasaray-Trabzon maçında, Trabzonlu futbolcular ve Yusuf “hakemin karalarına tepki göstermek amacıyla” çok çabalamalarına rağmen, maçın sonunda kırmızı kartlık faul yapamıyor 5. kırmızı kartı görerek maçı yarıda kaldıramıyorlar...

***

Beşiktaş Samsun maçında Beşiktaş’lı futbolcuların yaşadığı infiale İlhan Mansız tercüman oluyor ve beşinci kırmızı kartı bilinçli olarak görerek, tarihi maçın bitmeden yarıda kalmasını sağlıyor...

***

Galatasaray-Trabzon maçıyla ilgili Ahmet Çakar’ın iddialarını önemsiyorum...

Ancak elimde hiçbir somut delil bulunmuyor... Beşiktaş-Samsun maçıyla ilgili ise çok şey biliyorum... Bugüne kadar; bu konuda bir şey söylememiş ve yazmamış olmamın nedeni; “futboldaki şike ve mahkemeler süreci...”

O günlerde de bugün de; futbol yöneticilerinin “haklarında maç suçlamaları nedeniyle hapse düşmelerini” doğru bulmuyorum ve içime sindiremiyorum... Bu nedenle, bildiğim şeyleri söylemekten ve yazmaktan imtina ediyorum...

Bunlara benzer olayların bir daha cereyan etmeyeceğini umuyorum... Bu tip olaylar cereyan etmedikçe, ben de yeni şeyler söyleyip, yeni tartışmaları fitillemek istemiyorum...

Yazının devamı...

“İnsan ilk seferinde dikleşmeyi sağlayamazsa bütün bir ömür boyu iktidarsız kalır...”

Bilgelik putları yıkmak değil, hiç yaratmamaktır.. .

***

Hakikat uğruna ölmeye hazır olanlardan korkun...

Onlar birçok kişiyi de kendileriyle beraber, genellikle kendilerinden önce, bazen de kendilerinin yerine ölüme sürüklerler...

***

Gerçeğin gücü öyledir...

Tıpkı iyilik gibi kendiliğinden yayılır...

***

Deliler ve çocuklar her zaman doğruyu söylerler...

***

Kütüphanenizin kucağında hiç üşümeyeceksiniz...

Her halukarda cahilliğin dondurucu tehlikelerinden korunmuş haldesiniz...

***

İnsanın kendi sefilliğine mazeret bulabilmesi için, nefret edecek birine gereksinimleri vardır...

***

Biz kitaplar için yaşıyoruz... Kargaşa ve yozlaşmanın egemen olduğu bir dünyada hoş bir görev bu...

***

Edebiyatın gücü; bir metnin hiçbir zaman tümüyle tüketilmeksizin, durmadan farklı okumalar üretebilmesidir...

***

Aydınlanmış entellektüel ahlakın vazgeçilmez koşulu tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer...

***

İnsan kendine özgü, olağandışı bir yaratıktır...

Ateşi keşfetti...

Şehirler inşa etti...

Muhteşem şiirler yazdı...

Dünyaya çeşitli yorumlar getirdi...

Mitolojik imgeler yarattı...

Ama aynı zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, çevresini yok etmek için yanılgılara düşmekten bir türlü vazgeçmedi...

Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine aptallığı koyduğunuzda neredeyse dengede kalır...

***

Büyük ateistlerin hepsi, din adamı yetiştiren okullardan çıkmıştır...

***

İlham; sanatsal açıdan saygın görünebilmek için hilebaz yazarların başvurduğu kötü bir kelimedir...

Eski bir söz vardır...

‘Dehanın yüzde “on”u ilham, yüzde “doksan”ı “ter”dir’ der...

***

Aptal davranışlarında yanılmaz... Mantık yürütmede yanılır...

Aptal şöyle der;

‘Bütün köpekler evcil hayvanlardır... Bütün köpekler havlar... Kediler de evcil hayvanlardır... Demek ki onlar da havlar...’

Ya da;

‘Bütün Atina’lılar ölümlüdür...

Bütün Pireliler de ölümlüdür...

Demek ki bütün Pireliler Atinalıdır...’

Ki Pirelilerin Atinalı olduğu doğrudur...

Ama rastlantısal olarak öyledir...

Aptal doğru bir şey söyleyebilir...

Ama bunu yanlış mantık yürüterek söyler... Aptal olmayan insan, yanlış şeyler söyleyebilir...

Yeter ki doğru mantık yürütsün...

***

Bana ıssız bir adaya düşmüş olsam yanıma hangi kitabı alacağımı soruyorlar...

Onlara şu yanıtı veriyorum...

“Telefon rehberi...”

Rehberdeki bütün o karakterlerle, sonsuz öyküler yaratabilirim...

***

Gürültü ve patırtının ardından sessizlik gelir...

***

Çok bilgelikte çok acı vardır...

Bilgisini arttıran acısını da arttırır...

***

İnsan ilk seferinde dikleşmeyi sağlayamazsa, bütün bir ömür iktidarsız kalır...”

UMBERTO ECO’NUN ÖLÜMÜ VE ACABA MUSSOLİNİ SAĞ MI?..

Yaşadığımız çağın en önemli edebiyat ve felsefecilerinden olan İtalyan yazar; Umberto Eco dün 84 yaşında hayata veda ediyor...

Onun Sıfır Sayısı isimli kitabını geçenlerde alıyor ve okumaya başlıyorum... “Tam bir looser” (başarısız ve kaybeden kişi anlamında) olan Colonna (50), gazeteci Simei’den iyi bir iş teklifi alıyor...

***

Simei ona; “yazı işleri müdürü olacağı” bir günlük gazetenin, bir yıl boyunca 12 adet hazırlanacak “sıfır sayı”sını yapmasını ve hazırlamasını öneriyor...

Okuyucuyla hiçbir zaman buluşmayacak olan bu 12 gazetenin hazırlanışının öyküsünü de bir kitap haline getirmesini istiyor... “Sıfır Sayı” gazetecilikte bir mesleki terim...

***

Yeni bir gazete; çıkmadan, okuyucusuyla buluşmadan önce kendi içinde ‘sıfır sayı’ gazeteler yapar bir süre...

Bu gazeteler okuyucuyla hiçbir zaman buluşmazlar, ancak ‘sıfır gazete’, yazı işlerinin çıkacak yeni gazete öncesi bir tür antrenmanı niteliğindedir...

***

Gazeteciler hazırlanan bu ‘sıfır sayılar’ üzerinden, gazetede ilerde çıkabilecek hataları, eksikleri görür, önlemlerini alırlar...

Sıfır Sayılar hiçbir zaman okuyucuyla buluşmazlar...

***

Patron “her şeyin yazılacağı sıfır sayı” gazete sayesinde “finans ve siyaset dünyasını tedirgin edeceğini ve bu yolla onlardan önemli avantajlar koparacağını” düşünüyor...

Patron için “sıfır sayı” gazete, finans ve siyaset çevrelerine yönelik bir şantaj aracı...

***

Teklifin sahibi gazeteci Simei’nin ise başka bir planı var...

O da şöyle düşünüyor...

“Sıfır Sayı” gazete hazırlanır...

Gazete sonra çıkmazsa, gazetenin hazırlanışının bir yıllık öyküsünü anlatan kitabı yayınlarım... Orada bütün bilgiler yer alır... Bomba gibi patlar kitap... Yayın hakkı bende olduğundan bol miktarda para kazanırım...”

***

Olaylar böyle başlıyor...

Umberto Eco bu öykü üzerinden; İtalya’nın 50 yıllık tarihini yeniden yazıyor...

Gladio... Papa’ya suikast...

Başka bir Papa’nın öldürülmesi...

Hükümet darbeleri...

Gizli servislerle terör örgütlerinin karmaşık ilişkileri...

Ve bir soru var kitapta;

-“Acaba Mussolini sağ mı?..”

***

Umberto Eco gibi kişiler, insana hayatta var olmanın mutluluğunu hissettiriyorlar...

Onları gördüğümde, “yaşadığımız hayatta, karşılaştığımız iftiraların, kirli tezgahların, kumpasların, cellatlıkların, kötülüklerin” gün gelip hiç tahmin edilmeyecek bir noktada ortaya çıkacağına inanıyor insan...

***

Umberto Eco’nun öldüğü gün; İtalya’nın; onun kitabıyla yeniden yaşama merhaba dediğini anlıyorum...

Eco gibi yazarlar, hayatın yaşanmasını sağlıyorlar...

Yaşamı insanlar için “ideal ve yaşanabilir” kılıyorlar...

***

Onun için ölürken, aslında yaşamaya başlıyorlar...

“Fiziksel ölüm” onlar için yeniden yaşamaya başlamanın bir merhalesi haline geliyor...

Ne diyor ünlü yazar,

-“İnsan ilk seferinde dikleşmeyi sağlayamazsa, bütün bir ömür iktidarsız kalır...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.