Şampiy10
Magazin
Gündem

Hakiki sorunlara mücehhez bir yönetim istiyoruz

İngiltere’de bulunduğum zamanlarda pub’lar 11-11 arası açıktı. Sabah 11’de açılır, gece 11’de kapanırdı. Barlar ise gece yarısı 1’e kadar açıktı. Diskoları şimdi çok iyi hatırlamıyorum ama sabaha kadar değil.

Pub aslında Public House’un kısaltması. Bire bir Türkçe’ye çevirecek olursak “Halk Evi” demek. Kraliçe Victoria döneminde, kömür sıkıntısı nedeniyle hem tasarruf olsun hem de fakirler evlerinde donmasın diye kurulmuşlar. Her mahalleye bir adet. İngilizler çok alışmış akşamları bir araya gelip sohbet etmeye, yemek yemeğe ve içki içmeye, kömür sıkıntısı bittikten sonra da public house’lar (veya şimdiki adıyla pub’lar) varlıklarını sürdürmüş.

Ben oradayken, bu pub’ların kapanış saati 12’ye alınsın diye bir öneri gelmişti. En çok kim karşı çıkmıştı biliyor musunuz?

Hayır, alkolizmle mücadele dernekleri değil.

Pub sahipleri!

Şöyle diyorlardı: “Düzenli içki içen insanların her gece içmek istedikleri içki miktarı bellidir. Diyelim John her gece 4 bira içecektir. Mary ise 2 kadeh şarap. Pub, 11’e kadar da açık olsa, 12’ye kadar da açık olsa içmek istedikleri ve içecekleri içki miktarı budur. 3 saat yerine 4 saatte içecektir. Ben daha fazla kazanmayacağım. Ama elemanlarım 1 saat daha fazla çalışacak, onlara 1 saat daha fazla ücret vermek zorunda kalacağım. Üstelik ben de evime daha geç gideceğim. Hiç gerek yok.”

Yasa o tarihte değişmedi.

Yasa, 2005’ten sonra yumuşadı. 12’ye veya 1’e kadar açık kalmak isteyenler izin için başvurabilir hale getirildi. Fakat wikipedia’dan okudum çoğu pub başvurmamış. 11’de kapatmayı tercih etmiş.



22’den sonra artık büfelerden, bakkallardan içki alamayacağız bundan sonra. İçki içmek isteyenler bundan sonra tedarikli olacak ve tıpkı İskandinav ülkelerinde olduğu gibi evlerine içki yığacak.

“Çocukları korumak adına” lafının arkasına sığınıp daha birçok şey yapılabilir.

Fakat bu duyarlılık neden GDO’lu gıdalar için, nükleer enerji için, balık avcılığı için yoktur?

“Sarhoş gençlik” istenmiyor ama “kanserli gençlik” oluyor öyle mi?

Onun mahsuru yok öyle mi?

Sağlıklı gençlik isteniyor, bilgiyle mücehhez gençlik isteniyor ama mesela balık yiyemeyecek olması önemli değil öyle mi?

Balıkçılar yasağa rağmen her boy balığı şakır şakır avlıyor, pazarlarda, marketlerde, lokantalarda yavru balıklar satılıyor.

2050’de denizlerde balık kalmayacakmış, hiç önemli değil.

Nükleer atıkları ne yapacakmışız hiç önemli değil.

“Ayık gençlik” olsun yeter.

Avrupa örnek alınıyorsa, düşünce özgürlüğü konusunda da örnek alınsın o vakit.

Hapishane koşulları, yargılanma koşulları da örnek alınsın o vakit.

Türkiye’nin en büyük derdi alkolizm değil.

Çok daha hayati yetersizliklerimiz var.

Hakiki sorunlara mücehhez bir yönetim istiyoruz.



Ahmet Hakan, “herkes cümleye içki içmiyorum ama yasaklara karşıyım” diye yazıyor demiş. “Bir babayiğit de içki içiyorum demiyor” demiş.

İçki içiyorum, içmeye de devam edeceğim. Ne zaman içip içmeyeceğime de kendim karar veririm.

Yazının devamı...

Allah belanı versin geniş açı

Arkadaşım ve meslektaşım Yeşim Çobankent, Çarşamba günü Barış Münevveroğlu ile nikahlandı. Ve bu mutlu olayın resmi şahidi de ben oldum. (Bu vesileyle dostlara duyuralım)

Yeşim, evleneceklerini ve benim de şahit olduğumu iki ay öncesinden haber verdi bana. “Aghhh” dedim... Nikah sırasında bir sürü fotoğraf çekilecek ve o fotoğraflar yaldızlı çerçeveler içinde en az 20 yıl birkaç evin vitrininde yer alacak. Ve dedim, ben o yaldızlı çerçeve içindeki “şişman” olmak istemiyorum.

İki ay öncesinden başladım rejime. Önce “sağlıklı” olanlardan başladım. Düşük karbonhidrat, yüksek protein. Ve pilates. İbre yerinden bile oynamadı. Nikaha 10 gün kala hız vereyim dedim. Asla ve kat’a yapmamanız gereken bir şey yaptım. “Master Cleansing” dedikleri bir limonata diyeti. 10 gün boyunca limonsuyu, akçaağaç şurubu ve kırmızı toz biberden oluşan bir limonata içerek 7-8 kilo verecektim..

Saçmalığın daniskası. Sakın yapmayın! Sakın kanmayın! Üçüncü gün bayılacak gibi oldum. Baş ağrısı ve dönmesi, mide bulantısı, kalp çarpıntısı, zeka geriliği... Daha sayayım mı?

2 kilo gitti ama kesinlikle buna değmez.

Neyse sonuç itibariyle ben iyi kötü 3-4 kilo vermeyi başardım. Göbeğimi ve kalçalarımı sakladığını sandığım çok güzel de bir elbise de aldım. Nar çiçeği renginde!

Çarşamba günü geldi çattı. Gururla giyindim, saçımı ve makyajımı yaptım. Beşiktaş nikah salonuna gittim. Sahnedeki yerimi aldım. Sevgili arkadaşlarım Yeşim ve Barış geldi. Mutlulukla mutluluklarına şahitlik yaptım. Afili imzamı attım. Nikah salonunun güzel gözlü fotoğrafçı hanımına bol bol da poz verdik/verdim... (İçimde bir Seren Serengil/Kim Kardashian vardır benim, siz bilmezsiniz..)



Buraya kadar her şey harika... Sonra tanesi 10 liracık olan fotoğrafları almaya gittim.

AMAN TANRIM! Bütün fotolarda nar çiçeği renginde hamile mi desem, obez mi desem yusyuvarlak bir kadın var! Seren Serengil’i değil ama Kim Kardashian’ın hamile halini tutturmuşum hakikaten! Ama beşize hamile versiyonunu!

“Bu ne ya?” dedim fotoları tab eden hanıma “elbiseniz öyle” dedi. Mağazadaki aynada halbuki incecik görünüyordum.

Tamam mağazalardaki aynalar “sahtekar” aynalar. Onu biliyoruz. Hele ki isminde “adalet” olan bir Türk markası var, aman Allahım, ister 110 kilo ol yine de 34 bedensin! O nedenle aynalara kanmamak için yanımda arkadaşımı da almıştım. Zaten almam için hararetle destekleyen de o olmuştu nar çiçeği elbisemi... O da mağazanın tuttuğu bir “sahtekar onaylayıcı” değil ya!

Bir acayiplik var ama ne?

Sonra anladım ki ben bir geniş açı kurbanıydım. Tamam 34 beden olsaydım böyle bir derdim olmayacaktı (onların hiçbir derdi yoktur) ama değilim. Fotoğrafın kenarında durunca objektif beni bir güzel sündürmüş enine enine... Olmuşum 44 beden...

Sorarım a dostlar: Bu hak mıdır, adalet midir? Ölüm tehlikesi geçirene kadar diyet yap, zor bela 4 kilo ver, seni zayıf gösterecek mucizevi kıyafetin peşinde 48 saat dolan, bulduğunu san, dünya para ver, huzurla çık insanların (ve olası kısmetlerin) karşısına...

Ve şimdi yaldızlı bir çerçeve içinde 44 beden vaziyette üstelik en az 20 yıl dur bir vitrinde!

Peee...

(Yazının başlığını Onur Gökşen’in “Allah Belanı Versin Brokoli” kitabından esinlendim. Çok komik bir kitap. Sıradışı bir şişmanın trajikomik zayıflama hikayesi. Zayıflama konusuna motivasyon kaybettiyseniz iyi gelebilir. Ama açken okumayın! Yeme ayinlerini o kadar komik anlatmış ki insan her şeyi boş verip, gece yarısı işkembeciye kalkıp gidebilir.)

Yazının devamı...

Prensin delileri

Bana göre insanlar ikiye ayrılır: “Küçük Prens” kitabını okumuşlar ve okumamışlar.

Bir iki referansımdan biridir. Çaktırmadan sorarım: “Sence koyun çiçeği yemiş midir?”

“Yok! O kendini korumasını bilir. Tam dört dikeni var. Hem Küçük Prens tasmasını da takmıştır koyunun” diyorsa, o kişi birden gözümde başka bir değer kazanır.

Bir ara unuttum ben bu testi yapmayı. Bir iki yıl içinde ne büyük bir hata yaptığımı anladım. Çocukluğunda Küçük Prens kitabını okumamış bir insanda ne büyük eksikler vardır bilemezsiniz... Şimdi bana öfkelenip okuyanlarınız olacaktır belki ama... Çocukluktaki gibi olmayacak elbette... (Yine de okuyun, zararı olmaz...)



Bu yıl kitabın 70. yılı. Yazarı Antoine De Saint-Exupery, kitabı 2. Dünya savaşı sırasında ABD’de yazıyor. O nedenle kitabın ilk baskısı 1943’de Amerika’da yapılıyor.

Yazar ne yazık ki kendi ülkesi Fransa’daki baskısını göremeden ölüyor. Zira Exupery aynı zamanda bir pilot ve 1944’de Fransa’ya geri dönüp Almanlara karşı savaşmaya kalkıyor. Ama daha ilk sortisinde vuruluyor. Yıllar yıllar sonra, 2008’de, onu vuran Alman pilot “önümdeki uçakta yazar Antoine De Saint Exupery olduğunu bilseydim asla ama asla ateş etmezdim” diyerek nedamet getiriyor ama olan olmuş...

“Küçük Prens”, 70 yıl boyunca din kitaplarından sonra dünyada en çok dile çevrilen kitap oluyor. Ülkelerin sadece resmi veya anaakım dillerine değil azınlık dillerine, lehçelerine de çevriliyor. Türkiye’de bile Türkçe’den gayrı Kürtçe (Kurmanci) ve Lazca baskıları yapıldı. Sadece Almanya’da 29 lehçede basıldı inanabiliyor musunuz buna? Bunların 2’si artık kullanılmayan eski Almanca.



İşte bundan dolayı Küçük Prens’i okuyanlar da ikiye ayrılıyor: Dünyanın tüm Küçük Prenslerini toplayanlar veya toplamayanlar.

Yıldıray Lise 2008’den beri türlü dillerde ve lehçelerde basılmış Küçük Prensleri topluyor.

Bugüne kadar, yaşayan veya ölü 171 dilde ve lehçede Küçük Prens kitabı toplamış. Ama neler neler var! Afrika’da Mali’de konuşulan Bambara dilinde basılmış “zenci” Küçük Prensler mi, Hindistan’da basılmış esmer Küçük Prensler mi... Yapboz olanları, yarım kibrit kutusu kadar olanları, üç boyutlu olanları... Hatta hatta: Uydurma dillerde olanları bile var.

İşte bugünlerde de onun sergisi var Ankara’da Selanik Caddesindeki Tayfa Kitapkafe’de.

Sırf onun için bindim otobüse Ankara’ya gittim Pazar günü. Yolda gider gelirken biraz eziyet çektim ama gittiğime çok memnun oldum.

Harikulade bir bahar günü, ortalık 19 Mayıs’la şenlenmişken bahçede oturup bol bol Küçük Prens konuştuk Yıldıray ve bir başka koleksiyoner Mehmet Sobacı ile... Sobacı hoca daha da ileri düzey koleksiyoner. O her dilin ilk baskılarının peşinde. 680 kitap toplamış şimdiye kadar. Kızı Sılam, babasına doğumgünü için, kendi resimleri ve el yazısıyla bir Küçük Prens bile hazırlamış.

Çok seviyorum ben böyle tatlı delileri. Hele aile boyu olanlar daha da tatlı. Kendim de bir biriktiriciyim ve dünyanın bir başka ucundan bir Küçük Prens geldiği zaman çok mutlu oluyorum. Okuyabildiğim bir alfabe ise illa ki kıyafeti yüzünden keşfi kabul görmeyen Türk astronom bölümünü açık okurum. “1920’de halkını Avrupai tarzda giyinmeleri için ölüm cezasıyla korkutarak zorlayan Türk lider” için diktatör demişler mi dememişler mi merakla bakarım. Şimdiye kadar demeyen bir tek Azericesi oldu...



Şimdi söyleyin bana: Koyun çiçeği yedi mi yemedi mi?

Veya: Mîh gul xwarî ye?

Yazının devamı...

Barajlar hakikaten ‘temiz’ mi?

Evimde temizliğe gelen Ayşe, geçen gün “biliyor musun? Hiçbir şeyimiz kalmayacak” dedi. “Artık ölene dek nemli kapıcı dairelerine mahkûmuz...”

Oysa Ayşelerin bir gün geri dönme hayalleri vardı. O güzel köylerine geri dönüp adam gibi nefes almak istiyorlardı. Kendi topraklarında, kendi patatesleri, dutları, kirazlarıyla kimsenin ağız kokusunu çekmeden “onurlu” bir hayat sürmek istiyorlardı. Buraya gelme nedenleri İstanbul sevgisi değil babalarının tedavisiydi. Tedavi bitince canı gönülden dönmek istiyorlardı. Yurtlarına.

Artık bu hayalleri söndü. Zira toprakları pek yakında sular altında kalacak. Baraj gölünün altında. Ellerine verilen veya verilmeyen üç kuruş ile İstanbul’un küflü bodrum katlarında zorunlu bir ikamet bekliyor artık onları. Onlara sunulan tek şey bu.



Acımasız gerçek şu: Her hangi bir aletimizin fişini her prize sokuşumuzda, oturma odamızın ışığını her yakışımızda, klimamızı her çalıştırışımızda bir ailenin daha ocağı sönüyor. Barajlar bize “elektrik” olarak dönerken bazılarına da karabasan olarak dönüyor. İnsanların göç etmesiyle topluluklar dağılıyor, diller, gelenekler, değerler yok oluyor.

Dün İstanbul’da Doğa Derneği’nin düzenlediği “Dünya Nehirler Konferansı” yapıldı. Dünyanın her yerinden “ırmak bekçileri” geldi. Arjantin’den, Brezilya’dan, Kenya’dan, Irak’tan, Avusturya’dan gelen sözcüler kendi başlarına gelenleri anlatarak Ilısu Barajı’nın suları altında kalma tehdidiyle yaşayan Hasankeyflilere destek verdiler...

Moira Millan Arjantin Patagonya bölgesinde yaşayan Mapuçe’lerin sözcüsü bir kadın. Sahneye yerel kıyafetlerle çıktı. O kadar sevimliydi ki insan hiç böyle bir hayat hikâyesi beklemiyor. 1992’den beri Mapuçe’lerin hakları ve doğanın korunması için mücadele ediyor. Önce madenciliğe karşı mücadele etmek üzere kabilenin olduğu dağlara yerleşiyor.

Yaptığı kampanyalar o kadar etkili oluyor ki Buenos Aires’deki bir protesto gösterisine 30 bin (OTUZ BİN!!) kişi katılıyor. Tahmin edeceğiniz gibi kısa bir süre sonra hükümetlerin hışmını çekiyor ve “terörist” ilan ediliyor. Hakkında onlarca dava açılıyor. Mahkemelerden mahkemelere gidiyor. Ama yılmıyor. Ailesiyle birlikte yüzlerce tehdit alıyor. “Bir gün” dedi “köye adamlar geldi ve başımıza silah dayadılar. Hemen burayı terk ediyorsunuz dediler. Eşyamızı zar zor topladık. Kimseye hoşça kal diyemeden gittik. Buenos Aires’e yerleşmek zorunda kaldık. Buna rağmen mücadeleme devam ettim ve şimdilik barajın yapımını durdurmayı başardım. Bunu halkım ve yurdum için yapmak zorundaydım.”

Onu dinlerken hükümetlerin ne kadar da benzer olduğunu düşündüm. Başbakanımız da çevrecileri “vatan haini” ilan etmişti hatırlarsanız.

Barajlar bize anlatıldığı gibi temiz değil. Ama yerimiz kalmadı, öteki gün devam ederiz..

Yazının devamı...

Küçük Mutluluklar Kitabı

Yazın başladığını nereden anlarsınız?

Bir) Kiraz çıkmıştır

İki) “Küçük Oteller Kitabı” çıkmıştır.

Kitapçı vitrinlerinde KÜÇÜK OTELLER KİTABI’nı gördün mü bil ki parmak arası terlik zamanı gelmiştir.

Neşem yerinde çünkü kitabım raflarda.

Nedir Küçük Oteller Kitabı? Bir rehber. Bir küçük otel rehberi. Karadeniz’den Kapadokya’ya, Güney Doğu’dan Afyon’a, Akdeniz’den Ege’ye kadar, memleketin her yerinden 250 küçük, sevimli, tatlı otelin olduğu bir kitap. Ama sadece beğendiğim sevdiğim otelleri koydum. Telefon rehberi gibi bir kitap değil yani. Hepsi hakkında da özene bezene yazdım. Burada ne isem, kitapta da oyum yani.

Umarım edinir ve keyfini çıkartırsınız... Kapağı da budur! Çok güzel olmamış mı?

Mutluluğu ertelemek

“Mutluluğu ertelediğini söyleyen biri neyi ertelemektedir? Mutluluğun zaman boyutunun farkında mıdır?”Okul bir bitsin, o zaman mutlu olmaya bakarım” ya da “Önce param olsun, mutluluğu o zaman ararım” diyen birinin “sonraya bırakmaya” çabaladığı şey nedir? “Mutluluk” hakkında ne kadar düşünmüştür? Zamanı yaşayabilenler erteleme gücüne sahiptirler: Zaman bilinci ve iradesi olanlar. Diğerleri, geciktirirler, gecikirler, yetişemezler, ihmal ederler, “üstüne yatarlar”, kaçırırlar, ıskalarlar, geri çekilirler, kaçarlar. Vazgeçerler. Uzatırlar, bitiremezler, başlayamazlar.”

Ahmet İnam, Psikeart Mayıs-Haziran 2013.

Yazının devamı...

Angelina Jolie’nin yaşadıkları...

Angelina Jolie, yüzde 87 oranında meme kanseri olma riski için geçen aylarda iki memesini de aldırmış. Şubat ayında başlayan operasyonlar dizisi Nisan ayında sonra ermiş. Yaşadıklarını da New York Times gazetesine yazmış.

İki sene önce, operatör doktorum Abdullah Iğcı, ameliyatımdan sonra uzun uzun bana bu yöntemi anlatmıştı. Önce gen tespiti yapılıyor. BRCA1 ve BRCA2 var mı yok mu ona bakılıyor. Zira BRCA1 ve/veya BRCA2 geni taşıyan kadınların yüzde 87’si meme kanserine yakalanıyor. Gen varsa illa olacaksın diye bir şey yok ama risk yüksek. Riski en aza indirmek için ya meme çok sık kontrol ediliyor (ama bu sadece hastalığın başlayıp başlamadığını ortaya çıkartır) ya da daha radikal bir çözüm olarak, kanser gelişebilecek dokulardan kurtulunuyor! O da nasıl oluyor? Meme ucuna dokunmadan memenin içini boşaltarak. Doku kalmayınca kanser de gelişmiyor. Estetik amaçlı olarak da istenirse yerine silikon protez takılıyor.

Yüzde yüz çözüm değil. Zira meme ucunun ölmemesi için arkasında biraz doku bırakılmak zorunda. Yeterince talihsiz bir insansanız meme ucu arkasında bırakılan o ufacık doku parçasında da kanser gelişebiliyor... Ama elbette bütün dokuda gelişme ihtimalinden çok daha az bir ihtimalle. (Yüzde 5)

Buna ABD ekolü deniyor. ABD’li doktorların kesin önerisi bu. Kanser olup sonu belirsiz bir tedavi ile uğraşacağına başından kanser gelişebilecek dokuları vücuttan atmak... Silikon protez de nasılsa takma tırnak kadar yaygın.. Eh o zaman ne mahsuru var...

Amerika Birleşik Devletleri’nde bu yöntemi kadınların bir hayli sıklıkla yaptırdığını öğrenince çok şaşırmıştım. Çocuk sahibi olabiliyorsun. Ama emzirme mümkün olmuyor. Çünkü alınan zaten süt bezleri ve etrafındaki tüpler ve damarlar oluyor. Süt bankası neden lazım? işte böyle durumlar için.

Avrupa Birliği doktorları bu yöntemi henüz fazla radikal buluyor. Silikon protez, Avrupa’da Amerika’da olduğu kadar yaygın değil diye mi yoksa kadere daha çok inandıkları için mi? Veya o yüzde 13 yakalanmama ihtimaline mi güveniyorlar? Bilemiyorum..

Angelina Jolie üçü biyolojik olmak üzere 6 çocuk sahibi. Annesi 10 yıl kanserle mücadele ettikten sonra 56 yaşında ölmüş. Jolie, annesinin hastalığı ve ölümü sırasında çok yıpranmış, çok üzülmüş. Çocuklarına bu acıyı yaşatmak istememiş.

Angelina Jolie ve ben, annelerimizi onlar aynı yaşlardayken kaybetmişsiz. Aşağı yukarı da aynı yaşlardayken. Ve aynı nedenle... Yani meme kanseri. O üzüntünün ne olduğunu biliyorum. Ben kimseye bu acıyı yaşatmak istemiyorum demiştim.

Gen araştırması bana o sırada pahalı geldi. Yaptırmadım. Yaptırıp o genin bende olduğunu bilsem mememi boşaltır mıydım?

Annemi kaybedeli 13 yıl oldu. Bugün vergi dairesinden aradılar. Annemin kirada bir evi vardı. Aldığı kiranın vergisini öderdi. Ölmeden önce de kira beyannamesi vermiş. Ama o arada öldüğü için ödenmemiş. Benim de hiç aklıma gelmedi açıkçası. 13 yıl sonra gecikme faiziyle olmuş o vergi borcu 1870 lira!

Bin sekiz yüz yetmiş lira yerine bin milyon sekiz yüz yetmiş lira versem de geri gelse...

Evet önleyici cerrahiyi belki de düşünmek gerek..

Yazının devamı...

Kedi

Ülkem ülkem, derdi asla bitmeyen ülkem...

Yazımı yazmaya çalıştığım saatlerde Reyhanlı’daki bombalı saldırı nedeniyle ölü sayısı 50’ye çıkmıştı... Ölenlerin bir kısmı toprağa verilmişti...

Bir F 16 uçağımız Amanoslar’da düşmüştü.

Galatasaraylı iki taraftarın bıçakladığı Fenerbahçeli delikanlının evinde yas tutuluyordu.

Fazıl Say kaza geçirmişti.

Edirne’de kendisine getirilen iki kız çocuğuna, kızların rızası olmadığı için, tıp etiği ve çocuk hakları sözleşmesi uyarınca bekâret muayenesi yapmayan bir doktor, “görevi ihmal” suçuyla bir yıl hapis cezasıyla yargılanmaya başlamıştı...

İstanbul’da az biraz yağmur yüzünden bir kamyon devrilmiş trafik felç olmuştu...

Küme düştükleri için İzmir Göztepeli taraftarların kendi kulüplerine uyguladıkları milyon dolarlık zararın fotoğrafları yayınlanmıştı.

İdealimdeki ülkeden çok uzak... Hayalini kurduğum Türkiye bu değil. Bir tarafından düzelir gibi oluyor öbür tarafı tel tel dökülüyor...

Sen ne yapıyorsun? Çocuğunu okula götürüyorsun.

Öteki ne yapıyor? Düğününe hazırlanıyor.

Beriki ne yapıyor? Yaşlı anne babasını tatile götürüyor.

Ve ben ne yapıyorum? İki bina arasındaki 5 metrelik boşluğa düşmüş bir kediyi kurtarmaya çalışıyorum.

Sabahtan beri derdim bu. Her yolu denedik. İçinde mama olan sepet sarkıtmaktan, kalas koymaya, dürülmüş çarşaf sarkıtmaktan ağ atmaya kadar... Kurtarmaya çalıştıkça daha derinlere kaçıyor. İtfaiye geldi, onlar da bir şey yapamadı. Çaresiz yemek ve su atıp duruyoruz.

Ne garipsin dünya! Herkesin sadece düğün hazırlığı, tatil hazırlığı veya kedi kurtarma operasyonları yaptığı bir yer olamadın gitti.

Kan revan, kavga, itiş kakış...

Karşı damımdaki martı civcivlerinden söz etmek isterim ben halbuki.

Her yıl olduğu gibi.

Ne garipsin dünya...

İnsan yüzünden tadın çıkarılamıyor.

Yaratan halbuki ne güzel yaratmış...

Kedi beni bekler...

Müsadenizle...

Yazının devamı...

Kato dağında gömülmek isteyen Süryani

Vatan doğduğun yer midir doyduğun yer mi?

Ben yurtdışında doğdum. Sonra babam, anlamadığımız nedenlerle bizi Türkiye’ye bırakıp kaçtı.

Niye Türkiye’ye getirilip bir başımıza bırakıldığımızı hâlâ anlamış değilim.

Ondan sonra vatanım Türkiye oldu.

Sevdim sevmedim ayrı mesele. Dilim Türkçe. Türküm.

Bugüne kadar üç ayrı yerde yaşadım. Brugg, Bursa ve İstanbul. Nereye gömülmek isterim? Hiçbir fikrim yok.



Süryani Cemil Yaramış, 25 yıl önce vatanı Beytüşşebap’ı terk etmek zorunda kalmış. Köyü, Kato Dağı’nda bulunan Cevizağacı köyü imiş.

Cevizağacı Köyü, terör nedeniyle 25 yıl önce boşaltılmış. O da ne yapmış Belçika’ya akrabalarının yanına gitmiş.

Yazık ki ömrü bugünleri görmeye vefa etmemiş. 12 yıl önce bir hastalık nedeniyle 39 yaşında ölmüş. Fakat vasiyeti Kato Dağı’na gömülmek olmuş. İki gün önce, Cemil Yaramış’ın cenazesi Belçika’dan Kato Dağı’na getirildi. Yaramış, küçük bir Süryani töreniyle vatanına gömüldü.



Haberi okurken kaç köyün boşaltılıp kaç köylünün oraya buraya dağıldığını merak ettim. TBMM Araştırma Komisyonunun raporuna göre Türkiye genelinde boşaltılan toplam köy sayısı 930, mezra sayısı ise 2018. Toplam 3 000 civarında yerleşim birimi boşaltılmış. Devletin elinde 353 000 insanın yerini, köyünü terk ettiği konusunda resmi bir rakam var. Sivil toplum örgütleri 1 milyon ile 3 milyon arasında değişen rakamlar söylüyor.

Şimdi köye dönüş projesi var. Bu kadar yıl içinde kullanılamaz hale gelen köylere TOKİ el atacakmış. Köyler yeniden inşa edilecek ve insanların geri dönmesi teşvik edilecekmiş. 200 bin insan dönmüş bile...

Cemil Yaramış’ın gömülmeyi vasiyet edecek kadar sevdiği Kato Dağı’nı bilen gören var mı?

Vivet Kanetti’nin geçen programımızda dediği gibi esas şimdi “vatan” herkesin oldu. Allah bir daha savaş getirmesin...


Bir iktidar aygıtı olarak annelik

Bugün anneler günü... Anneler hakkında iyi şeyler yazmak gerek. Fedakarlıklarından söz etmek gerek. Anneliğin dipsiz bir merhamet kuyusu olduğunu söylemek gerek. Gidin annenizi öpün koklayın, ona sevgi gösterin demek gerek.



Tamamen sana muhtaç küçük bir bebeği büyütmek elbette ki çok zor bir şey. 16-17 yaşına kadar da sürüyor zorluklar.

O süre zarfında cennet, hakikaten annelerin ayaklarının altında.

Annelerin büyük çoğunluğu çocuklarının onlara karşı zaafını bilir. Ve bazıları da bunu şahane bir şekilde kullanır.

Annelik, çocuk 18 yaşına gelene kadar kutsal ama ondan sonra kimse kusura bakmasın- tuhaf bir şeye dönüşüyor.

Bir iktidar aygıtına dönüşüyor.

Seçeceği meslekten yaşayacağı şehre oturacağı eve kadar anneler gereksiz yere karışıyor. İstedikleri olmazsa fena halde sitem ediyor, küsüyor, gönül koyuyor.

Ve bu “iktidar aracı olarak annelik” en zirve noktasına evlenme söz konusu olunca çıkıyor. Dünya annelerinin yarısı çocuklarının kiminle evleneceğine fena halde karışmakta. Birçok ilişki, annelerin vetosu yüzünden sona eriyor. Ne için?

Sorsan: “Onun iyiliği adına”

Onun “iyiliği” adına onu “mutsuz” etme hakkı mıdır annelik?

Anneler gününde “annemiz için ne yaptık?” sorusu iyi bir sorudur. Ama bir iyi soru da “ben çocuklarıma ne kadar duygusal eziyet etmedim”dir.

Bu da aykırı bir anneler günü yazısı olsun...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.