Şampiy10
Magazin
Gündem

Sakız Adası’nın meşhur roket savaşı

Geçen hafta Ortodoksların Paskalya bayramıydı. Cumartesiyi Pazara bağlayan gece, İsa’nın dirilişini ayinler ve şenliklerle kutladılar. Yunanistan’ın Sakız Adası’nda ise 120 yıldır devam ettirilen çok komik bir “savaş” var. Vrondado bölgesindeki iki kilisenin cemaati, her Paskalya’da roketlerle birbirlerine giriyor! Panagia kilisesinin hedefi Ayios Markos kilisesinin kubbesi ve kapısındaki aslan ikonu, Ayios Markos kilisesinin hedefi ise Panagia Kilisesinin saati! Savaş sürerken içeride de ayin yapılmaya devam ediyor!

Daha çok kimin camı kırılacak yarışı

Yıllar önce öğrenmiştim böyle bir savaşın varlığını. Kalimnos Adası’nda gece yarısı dinamit sesiyle uyanınca, pansiyon sahibinin yakışıklı oğlu anlatmıştı. “Biz çok normal bir millet değiliz aslında. Paskalya’da hava-i fişek yerine dinamit atarız havaya. Sakızlılar daha da beter! Birbirlerine roket atıyor...” Sonra Youtube’da roket savaşının videolarını izledim. Aman Allahım deli bir şey! Üç yıldır programını ona göre ayarlamaya çalışıyordum ancak bu yıl başardım. İki kilise neden birbiriyle savaş ediyor belli değil. Yıllar önce güya kilisenin cemaatlerinin çocukları birbirlerine sapanla taş atarmış. Kim kimin kilisesinin daha çok camını kıracak diye yarış yaparlarmış.
Sonra bu cam kırma hadisesi Paskalya ile birleşmiş.

İki hafta arayla Paskalya’yı kutluyorlar

Paskalya bildiğiniz gibi Hıristiyan aleminin en önemli olayı. İsa, yakalanıyor, yargılanıyor ve idama mahkûm oluyor. Çarmıha gerildikten bir gün sonra ölü bedeni haçtan indiriliyor ve kefenlenip bir mağaraya, kimi kaynaklara göre başkası için hazırlanmış bir mezara konuluyor. Fakat daha sonra gidip baktıklarında İsa’nın bedenini bulamıyorlar. Kaçırıldı mı acaba diye düşünürken bir süre sonra İsa havarilerine görünüyor. Dirildiğine kanaat getiriyorlar.
İsa 40 gün daha dünyada kalıp havarilerine yol gösterdikten sonra bedeniyle beraber Kudüs’deki Zeytin Dağı’ndan göğe yükseliyor.
İşte her yıl coşkuyla kutlanan, o “diriliş” veya Yunancasıyla “anastasi” anı! Katolikler ve Ortodokslar genelde bir iki hafta arayla kutluyor. Tam gece yarısı o an yeniden canlandırılıyor. Çanlar çalınıyor, tahtalara vuruluyor. Yani bol bol “gürültü” yapılıyor. Niye? Çünkü bir rivayete göre tam
“diriliş” anında aynı zamanda büyük bir deprem olmuş. Her şey sembolik, her şey teatral...



Topların içine taş koyuyorlar

Vrondado’da Paskalya şenlikleri zaman içinde sapanla taş atmaktan “top”a terfi etmiş! Paskalya gecesi, çanlar çalmaya başlayınca kiliselerin avlularına yerleştirdikleri topları ateşlerlermiş ve çıkan gümbürtüyle karşı kilisenin camlarını kırmaya çalışırlarmış.
Sonra iş tehlikeli boyutlara gelmiş. Topların içine taş koymaya başlamışlar. Kiliseler yıkılmaya, insanlar ölmeye başlamış.
1889’da, biraz da kendilerine karşı isyan eder endişesiyle Osmanlı kuvvetleri topları toplamış.
Eğlenceleri ellerinden giden Vrondadolular bu işe çok bozulmuş. Düşüne taşına akıllarına İtalyanlardan öğrendikleri “roket”ler gelmiş. Bir sopa, bir parça barut, bir fitil ile kendi fişeklerini yapmaya başlamışlar. O gündür bugündür her Paskalyada iki kilise arasında çılgın bir roket savaşı (Yunancası “Ruketopolemos”) oluyor.

Şimdi ateş başlasın!

Vrondado mahallesi, şehrin dağa doğru hafifçe yükseldiği bir noktada. Kiliselerin arası sadece 400 metre. Cumartesi öğleden sonra kiliselerin avlularına rampalar yerleştiriliyor. Hava karardıktan sonra deneme atışları yapılıyor. Hedefler ne kadar tutturuluyor ona bakılıyor. Sonra ellerde megafon “sataşmalar” başlıyor. Ne diyorlar diye sorduğumda, Yunan arkadaşlarımın hepsi gülerek “very very bad things” (çok çok kötü şeyler) diye cevap verdi. “Bittiniz!” “Yandınız!” laflarının edepsiz versiyonları olmalı...
Gece 11’e kadar taciz ateşleri devam ediyor. Bu arada inanılmaz bir kara duman kaplıyor ortalığı. Fişeklerden çıkan kükürt dioksitmiş. Sonra bir süre ara veriyorlar. Meğer kiliseye gitmek isteyenler gidebilsinmiş diye! Evet! Roket savaşı olurken içeride Paskalya ayini de devam ediyor iyi mi!
Sonrası cehennem. İki kilise arasında saatlerce süren bir savaş başlıyor. Her saldırıdan önce bir uyarı kornası oluyor. Uzaktan göründüğü gibi masum bir şey değil aslında. O civarda oturanlar günler öncesinden evlerinin etrafını çelik ağlarla çeviriyor. Araba maraba hiçbir şey ortada bırakılmıyor zira roketler gayet geniş bir alana yayılıyor. Savaş sırasına sokakta yürümek, araba kullanmak kesinlikle yasak. Gözümüzün önünde üç dört yerde yangın çıktı. Yangın çıkınca savaş duruyor, itfaiye
yangını söndürüyor, sonra gene
devam ediliyor.
Roket şenliğini izlemek için illa cehennemin içinde olmak gerekmiyor elbette. Epos tepesindeki Ayios Makarios Kilisesi’ne çıkıp güvenli bir şekilde izlemek de mümkün.

Tüm hazırlıklar 1 yıl sürüyor

Roketlerin özelliği fabrikasyon olmamaları. Hepsi el yapımı. Roket dedikleri basit bir fişek. Eski telefon rehberlerini parçalayıp rulo yapıyorlar. İçine patlayıcı bir madde, fitil ve bir sopa koyuyorlar. Hava-i fişeğin “homemade” tarzı. Hazırlıklar Paskalyadan hemen sonraki hafta başlıyor. Çeşitli adlar altında ekipler kuruyorlar. Sonra da boş vakitlerinde harıl harıl fişek yapıyorlar. Hepsi elbette ki gönüllü. Ekip isimleri de komik: Cehennem, Melankoli, Cobra, 18’lik Nişanlı, Altmış Dokuz, EOKAÖ Ekip isimlerini de tek tek fişeklere yazıyorlar ki “zafer” kimin belli olsun. Geçen
sene 90, 90 karşılıklı olmak üzere 180 bin roket atılmış. Bu yıl kriz var diye toplam 120 bin olmuş. Roket ve rampa masraflarının bir bölümü cepten bir bölümü belediyeden çıkıyor.

Ertesi gün

Ertesi gün, yani Pazar, “zarar ziyan tespit günü”. Evde bir arada bol etli Paskalya yemeğini yedikten sonra taraflar kiliselere geliyor ve kim kimin camını kırmış, kim kimin neresinde ne delik açmış ona bakıyorlar. Kimse yenildiğini kabul etmiyor elbette. Sonra tokalaşarak ayrılıyorlar ve kiliselerini tamir ediyorlar. Ve ertesi yılın fişeklerini yapmaya başlıyorlar.

Sadece 2’nci Dünya Savaşı’nda
ve cunta zamanı durmuş


1890’larda başlayan roket savaşları ilk olarak 2. Dünya Savaşı’nda Alman işgali sırasına durmuş. Sebep de barutlarının olmayışı. Hem fakirlikten hem de Almanlar yüzünden. İşgal bitince savaş yeniden başlamış ama esas canlılığını, Sakız’ın meşhur armatörlerinden Handris’in devreye girmesiyle kazanmış. Handris, futbol takımına destek verir gibi Panagia kilisesi roketçilerine sahip çıkmış. İkinci kere durması ise Cunta dönemine rastlıyor. 1967’de darbeyle başa gelen askeri yönetim roket savaşını yasaklamış. Fakat şansa bakın ki dönemin iç işleri bakanı Sakızlı, hem de Vrondado bölgesindenmiş. Üstelik roket savaşlarına bayılırmış. Onun sayesinde 1970’de yeniden başlamış. O günden sonra da her yıl giderek artan bir seyirci ile devam etmiş “Ruketopolemos”.

Yazının devamı...

Rencide olmalar üzerine bir düzeltme

Dün, yine bu köşede MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin “Hız yaptık polis durdurdu, ehliyet ruhsat dedi, rencide olduk” şeklindeki ifadesine yer vermiştim. “Valla biz de çok rencide oluyoruz ama yapacak bir şey yok” diye de takılmıştım.

Baş danışmanı Murat Yıldız aradı. Özcan Bey’in ifadesinin öyle olmadığını söyledi. Özcan Yeniçeri tam olarak şöyle demiş:



“08.05.2013 tarihinde yapmış olduğum basın toplantısında sarf ettiğim sözler kes yapıştır yöntemiyle ve bazı kısımları cımbızlanmak suretiyle saptırılmış, anlam hırsızlığı yapılmıştır. Basın toplantısında söylediklerim video görüntüleri ile sabit olmak üzere aynen şöyledir:

Şimdi tabii ki milletvekillerinin farklı bir statüde olmaları dolayısıyla bazı farklılıklarında getirilmesi aslında doğal karşılanması gereken bir husustur. Ama bunu vatandaşın ve kamu vicdanının kabul etmeyeceği bir ölçüde olması doğru olmaz.

Bakın milletvekillerine bu tür ayrımcılık tanımak yerine vatandaşa böyle bir ayrıcalığı tanımak lazım. Yani vatandaşı artık hastane köşelerinde itilip kakılır, yollarda itilip kakılır durumda olmaktan elbette çıkarmak lazımdır.

Milletvekilini güçlendirirken kamu vicdanını rahatsız edecek ve sizlerin kıyak dediğiniz şeyleri de gündeme getirecek bir tavrı doğru bulmak mümkün değil.

Polis ile ilgili sarf ettiğim sözler ise orada bulunan değerli basın mensuplarının şahitlik ettiği üzere memurun görevini yapması ile ilgili değil, kimlik-ruhsat-ehliyet istemesi değil, hoyrat ve kaba davranmasının eleştirilmesidir. Hepsi bu kadar. Necip Fazıl Kısakürek, “Çatık kaş; devlet denen zat!” diyerek despotik devleti tanımlar. Yalnız milletvekillerine değil her vatandaşa karşı memurun nezaketli ve kibar davranması esastır. Doğrusu budur... Bu dile getirilmiştir.”



Yiğidi öldür hakkını yeme... MHP’nin hiçbir politikası bana göre değildir, hatta net ve kesin bir şekilde söyleyeyim: MHP ne ise ben o değilim ama hata yapılmışsa düzeltmek vazifemiz.

Özlediklerim ve hiç özlemediklerim

- Kapalı alanlarda sigara yasağını özledim

- Suratsız pasaport memurlarını özlemedim

- Demlenmiş çay özledim

- Selamımı almayan sevimsiz taksicileri özlemedim

- T. musluğunu özledim (Açık açık yazınca bazıları tiksiniyormuş benden.. Şifre: WC)

- Sağda solda konuşulanı her şeyi anlamayı özlemedim. Zira dünyanın ezici çoğunluğu boş, yalan veya eksik konuşuyor. Ve bunu anlamıyor olmak aslında büyük lüks. Bu yazıyı yazdığım kafede mesela arkama oturan adam tam 1 saattir beynimi yedi. Söylediği her şey ya yanlış ya da eksik. Anlatmaya çalıştığı hiçbir şeyi tam hatırlamıyor ve ben durmadan müdahale edip o değil bu, öyle değil böyle demek istiyorum.

- “Eyvallah” demeyi özledim...

- Mazhar Alanson’u hiç özlemedim. Hele ki Steven Jobs taklidi yaptığı son reklamdan sonra harbi sıtkım sıyrıldı. Ölümüne herkesin üzüldüğü bir adamın bu kadar hızlı rantını yemek... Yemeğe çalışmak... Ahlaklı değil... İlginç hiç değil. Üstelik çalıştığım ve sevdiğim bir banka...idi..

Yazının devamı...

Rencide günü

Dün, galiba “Türkiye Rencide Olma Günü”ydü. Önüne gelen bir şeyden rencide olmuş...

- Herkes Doktor Mehmet Öz’ün televizyon programında “Türk Kahvesi” yerine “Yunan kahvesi” (Greek coffee) demesinden rencide olmuş. Aslında harbiden komik bir şey çünkü 1974’e kadar Yunanistan’da da Türk kahvesi “Türk kahvesi” adıyla anılıyordu (Kafe Turkiko). Türkiye Kıbrıs’a çıkarma yapıp Türkler ve Yunanlar yeniden düşman olunca kahvenin adını Yunan Kahvesi (Kafe Elliniko) yapmışlar. Yani şunun şurasında 40 yıllık bir geçmişi var Kafe Elliniko’nun. Ama bu 40 yıl içinde Amerika’nın her yerine lokanta açtıkları ve bol bol Yunan Kahvesi servis ettikleri için 500 yıllık kahvemiz olmuş “Griik Kaafi”.

- Rencide olacağınız bir şey daha söyleyeyim: Yunan yoğurdu. Amerika’da, bizim sade yoğurdumuza Yunan yoğurdu (Greek Yogurt) deniyor. Peki daha da absürd bir şey söyleyeyim: Amerika Birleşik Devletlerinin en meşhur “Yunan (Greek)” yoğurdunu kim üretiyor? Bir Türk. Erzincanlı Hamdi Ulukaya. Peki markası ne?: Chobani... Yani Çoban!

- Öte yandan Yunanlar en az bizim kadar sigara içtiği halde hâlâ “Türk gibi içmek” denmesi ayrı bir rencide konusu. Bu deyimi de bizden alsalar ya!

- Türk Yunan “yemek” rekabetinde rencide olunacak başka maddeleri de sayayım: Baklava, lokum, helva ve döner. ABD’de kesin üstünlük Yunanlarda... Hani bir gün Mehmet Öz başka bir şey daha yumurtlarsa, mesela “Yunan baklavasından, Yunan lokumundan, Yunan dönerinden (giro) uzak durun” gibi, hazırlıklı olun! Bu arada Yunanistan’a giderken Yunan arkadaşlarınıza enteresanlık olsun diye lokum götürmek acayip saçma bir hareket, haberiniz olsun. (Tariş’in incir lokumu hariç! Son zamanlarda yediğim EN şahane şey! Kendilerini tebrik ederim, harika bir ürün çıkartmışlar!)

- MHP Milletvekili Özcan Yeniçeri, trafik cezası kesilmemesi de dahil, milletvekillerine bir dizi yeni hak getiren 4 partinin ortak yasa teklifini şöyle savunmuş. “Hız yaptık polis durdurdu, ehliyet ruhsat dedi, rencide olduk”. Sayın Milletvekilim! Valla ben de çok rencide oluyorum. Trafik polisleri Nuh diyor peygamber demiyor! Biz normal vatandaşları inim inim inletmekteler... Hele hele aracım “ticari” kategorisinde olduğu için 0,15 promil ile ehliyetimin alıkonulması rencidelerin en rencidesiydi. (Ruhsatta hususi yazıyor) Ticari amaçlarla kullanmadığım Caddy’imin kategorisi yüzünden mağdurum ama kimin umurunda! (Yasal sınır 0.50 promil)

- Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk, çözüm sürecine karşı çıkan MHP’den gelen açıklamaların kendilerini incitmeyeceğini belirterek, “Ama Kılıçdaroğlu gibi bir Kürt’ün karşı çıkması anlaşılmaz. Bizi bu incitiyor” demiş. Kılıçdaroğlu’ndan rencide olmak için daha 100 tane neden sayabilirim.

- Bir rencide olma da CHP’den CHP’ye! “Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi” metnine imza atan 25 CHP’liye, parti içinden tepki geldi. Nur Serter, İsa Gök, Dilek Akagün Yılmaz, Gürkut Acar, Şevki Kulkuloğlu, Birgül Ayman Güler, Süheyl Batum “Birliğe Çağrı” başlıklı başka bir metin yayımladılar. “Barış için Özgürlükçü Demokrasi” metnini imzalayan CHP’li isimlerin CHP’de izlenen politikanın etkinliğini ve güvenirliğini zaafa uğrattığını söylediler. Rencide olma savaşında bakalım kimler gidecek kimler kalacak CHP’de.

- Rencide: Farsça ‘rancide’ kelimesinden. İncinmiş, zahmet ve emek çekmiş. Ranc: zahmet ve sıkıntı vermek. Rençber de zahmet çekmiş, emekçi demek. (Kaynak: Nişanyan Sözlük)

Yazının devamı...

Sakız’ın yangın çiçekleri

Sakız Adası’nın ufacık bir köyündeyiz. İsmi Olimpi. (Olympoi diye yazıyorlar) Turistlerin rotasının dışına bir Mastika köyü. Mastika, sakızın Yunancası. Sakız üreterek geçimlerini sağlayan köylere de Mastika köyü diyorlar.

“Seni pek kimsenin bilmediği bir yere götüreceğiz” dedi Rena ve İrini. “Ama Yunanistan’ın en güzel yemeğini yiyeceksin...”

Ayıptır söylemesi Paskalya’dan beri yemek yiyoruz. Paskalya, yani İsa’nın dirilişinin yıldönümü aynı zamanda 40 günlük orucun da bittiği gün. Neden oruç tutuyorlar? Çünkü yakalanıp yargılanıp idama mahkum olup çarmıha gerilmesi 40 gün sürmüş ve yılın o günlerinde İsa’nın acısını paylaşmak için etsiz, balıksız, şarapsız ve hatta eğlencesiz günler geçiriyorlar. Dirildiğini düşündükleri Paskalya’dan sonra ise şölen yapıyorlar. Yunanistan’ın her yerinde o Pazar kuzular çevriliyor.

Köyün meydanında bir tabela gösterdiler. Tabelada şu yazıyor: “Olimpi Kız Okulu, İstanbul’daki Olimpili gurbetçilerin bağışlarıyla yapılmıştır. 1908”

O an aklıma Heybeliadalı Rum arkadaşım geldi. Atalarının Sakız’dan geldiğini söylemişti. 1800’lerin sonlarında Sakız Adası’nda fakirlik iyice dayanılmaz olunca bir grup insan, İstanbullu zengin Rumların hizmetçisi, bahçıvanı olmak üzere İstanbul’a göçmüş. Çoğu Prens adalarına yerleşmiş. Geliş o geliş, çoğu kalmış. Türkiyeli olmuşlar... Sonra bildiğiniz gibi... Cumhuriyet’in Türk olmayana uyguladığı yıldırıcı politikalar yüzünden... Yavaş yavaş erimişler....



Sakız Adası geçen sene büyük bir felaket geçirdi. Adanın güneyinde büyük bir yangın çıktı. Yangın günlerce sürdü. Sakız ağaçlarının büyük bir kısmı yandı. Adanın en büyük gelir kaynağı bir anda kül oldu.

1900’lerin başında olduğu gibi, dünyanın her yerindeki Sakızlılar yine yardım yollamışlar adaya. Sakız ağacı fideleri alsınlar ve diksinler diye... Amerika’dan, Avustralya’dan, Atina’dan... Sadece Sakızlılar değil adaya âşık olup her yaz Sakız’a gidip gelen yabancılar da bağış yapmış. Adalılar, ağaçları dikmişler yine... Ama ilk ürünü vermeleri için 7 yıl beklemeleri gerekecek..

Felaketler insanları bir araya getiriyor. Adanın yarısının yanmasından sonra beklenmedik bir dayanışma çıkmış ortaya. Daha doğrusu yeniden “diriliş”. Herkes kendini, ilişkilerini, bulunduğu ruh halini gözden geçirmiş. Birçok kişi hayatın kısalığının farkına varmış. Başka yerlerde yaşayanlar evlerini tamir ettirmiş. Emekli olanlar adaya geri dönmüş. Felaket, adaya yeniden hayat getirmiş...

Gel de en şimdi her kışın baharı, her gecenin bir sabahı vardır deme...

Size yangın yerinde açan çiçeklerden hiç söz etmiş miydim? Hatırlatın da bir gün anlatayım...

Yazının devamı...

Sakız Adası’ndaki meşhur roket savaşı

Hadise çok yıllar önce başlamış. Tam olarak nasıl başladığına dair bilgiler zayıf. Yer: Sakız’ın merkezinden biraz dışarıda, hafif dağa doğru bir mahalle. Mahallenin ismi: Vrondado. Mahallede

iki kilise var. Kiliselerin arası sadece 400 metre.

Zamanında iki kilisenin cemaatinin çocukları birbirlerine sapanla taş atarmış. Kim kimin kilisesinin daha çok camını kıracak diye yarış yaparlarmış.

Sonra durum biraz acayipleşmiş.

Önce bir bilgi sıkıştıralım araya: Paskalya, yani İsa’nın göğe yükseldiği düşünülen günün yıldönümünde, Cumartesiyi pazara bağlayan saatlerde Hıristiyan âleminde büyük bir ayin yapılır. Katolikler ve Ortodokslar birbirine yakın ama çoğu zaman ayrı günlerde paskalya kutlarlar. Ortodoks ayinlerinde gece yarısı tam 12’de papaz “İsa göğe yükseldi!” der ve cemaat, o anı yeniden canlandırmak için büyük bir gürültü çıkarır. Benim de daha önce tanık olduğum geleneksel ve mütevazi versiyonu tahtalara, kapılara, masalara vurmak. Görkemli ve modern versiyonu ise çılgınlar gibi hava-i fişek patlatmak.

Bu iki kilisenin cemaati ise “gürültü çıkarmaya” başka bir yorum getirmiş.

Birbirlerini yıkmak!!!

Biliyorum “delice” geliyor kulağa ama Yunanlar da aklı başında bir millet olduklarını iddia etmiyor zaten...

Paskalya vakti birbirlerine taş atıp cam indirmekle başlayan tuhaf savaşları zamanla evrim geçirmiş ve silahlar sapandan TOPA dönüşmüş. Evet bildiğiniz top. Kiliselerin avlularına yerleştirdikleri topları “ateşleyip” birbirlerinin camlarını kırmaya başlamışlar.

Fakat 1889’da işi abartıp toplara taş koymuşlar. Binalar yıkılmış, insanlar ölmüş. Onun üzerine Osmanlı kuvvetleri gelmiş topları toplamış.

Tabii çok bozulmuşlar. Bütün eğlenceleri gitmiş. Onu üzerine birinin aklına İtalyanlardan öğrendikleri “fişek”lerden yapmak gelmiş. Herkes evinde bir miktar barut, onu saracak bir malzeme, bir fitil ve bir sopadan oluşan home made mini roketlerini yapmaya başlamış.

Panagia kilisesi cemaatinin hedefi Ayios Markos kilisesinin kubbesi ve kapısındaki aslan ikonu olmuş, Ayios Markos kilisesi cemaatinin hedefi Panagia Kilisesinin saati olmuş.

İşi ne kadar abartabileceklerini ancak sayılarla açıklayabilirim. Geçen sene 90, 90 karşılıklı olmak üzere 180 bin roket atılmış. Bu yıl kriz var diye toplam 120 bin olmuş.

Roketlerin özelliği fabrikasyon olmamaları. Hepsi el yapımı. Yaz boyunca çeşitli adlar altında ekipler oluşturup boş vakitlerinde harıl harıl fişek yapıyorlar. Ekip isimleri de komik: Cehennem, Melankoli, Cobra, 18’lik Nişanlı, Altmış Dokuz,

EOKA... İsimlerini de tek tek fişeklere yazmayı da ihmal etmiyorlar.

Paskalya gecesi ortalık cehenneme dönüyor. Hiç masum bir şey olduğunu sanmayın. O civarda oturanlar günler öncesinden evlerinin etrafını çelik tellerle çeviriyor. Söz konusu gece belediye tüm mahalleyi boşaltıyor. Araba maraba hiçbir şey ortada bırakılmıyor zira roketler gayet geniş bir alana yayılıyor. Gözümüzün önünde üç dört yerde yangın çıktı. Yangın çıkınca savaş duruyor, itfaiye yangını söndürüyor, sonra gene devam ediliyor.

Güvenlik önlemleri nedeniyle biz turistler “roket savaşını” ancak uzaktan izleyebiliyoruz. İşi bilenler Epos tepesine çıkıp yukarıdan izliyor. Tabii bunun için saatler öncesinden çıkıp tepedeki kilisenin avlusunda iyi bir yer kapmak gerekiyor.

Bir kez daha anladım: Yunan milleti harbiden çatlak! Eğlence için her şeyi yapabilirler. Üstelik masrafı da zararı da belediye karşılıyor iyi mi... Komşularımızı seviyorum...

Yazının devamı...

Dünyanın dinsiz bir yer olmasını ister miydim?

Hiçbir dini içselleştirmediğim halde dünyanın bütün dinleri ilgimi çekiyor. Birçoğu hakkında iyi kötü bilgim vardır. Bir dindar gözüyle değil de bir teolog gözüyle baktığın zaman çok başka bir dünya görürsün... Sana sıkıcı, manasız ve devri geçmiş gelen ritüellerin aslında büyülü dev bir sarmaşığın parçaları olduğunu görürsün. Hangi din nerede başlar nerede biter... Kimin kökünden kimin yaprağı çıkar... Okudukça, izledikçe iç içeliklerini daha fazla görmeye, daha çok etkilenmeye başlarsın. Kudüs’te Hindistan’ı, Hindistan’da Tibet’i görürsün. Dindar kibrinden kurtulur insanlığa olan inancın pekişir... Çünkü anlarsın ki hepimiz kadim bir sarmaşığın parçalarıyız...

Dini ritüelleri izlemek, hatta bazen ucundan kıyısından da olsa dahil olmak işte bu yüzden hoşuma gidiyor.

İki gündür Sakız Adası’ndayım. Rum Ortodokslar’ın büyük bayramı Paskalya törenlerini izlemek için. Bizde, başkalarının dini hakkında bir şeyler bilmek neredeyse günahtır. Kendi dininin biricikliği sarsılmasın diye herhalde. Belki de haklılar. Cahilliğin tatlı uykusu varken...



Sakızlı arkadaşım Rena’nın babaannesinin ve babasının mezarını ziyaret ettik. Nasıl bayramlarda biz de gideriz kabristana onlar da kendi bayramlarında gidiyor işte. Adanın içlerinde bir yerde minicik bir köy ve minicik bir mezarlık. Mezarlık büyümüyor çünkü bir süre sonra ölülerinin kemiklerini topraktan çıkarıp bir kutuya koyuyorlar. Kutular kilisenin yanında özel bir odada üst üste duruyor.

Sonra papaz geldi. İsteyenlerin mezarları (veya kutuları) önünde dua okudu... Dedim bak bir benzerlik daha... Ölmüşlerin ruhuna dua...

O köyde, o küçük mezarlıkta, geçen bayram annemin mezarını ziyaretim aklıma geldi. Saatlerce aramış ve bulamamıştım. Sonra bulunca üzüntüden ne yapacağımı bilememiş kendimi mezar temizliğine vermiştim. Bir yandan 12 yılın gözyaşını dökmüş bir yandan tırnaklarımla mermerdeki yosunları temizlemiştim... Sonra uzaktan, küçük kızının mezarı başına ağlayan yalnız bir babayı izlemiştim.

Ölülerimizi ziyaret etmek ve dua okumak... Söyleyin bakalım sarmaşığın hangi kökünden çıkan hangi yaprak?



Dün gece büyük geceydi. Cumartesiyi pazara bağlayan saatte, gece yarısı İsa yeniden göğe yükseldi.. Anastasi diyorlar. Yeniden diriliş demek. Bütün Rum Ortodoks kiliselerinde dün gece bu büyük ayin yapıldı.

Sakız’da bir başka şey daha yapıyorlar tam o saatte. Dağdaki iki kilise birbirleriyle savaşıyor! Hem de roketlerle!

Şimdiye kadar duyduğum en acayip adet.. Dünya üzerinde buna benzer bir şey daha var mı bilmiyorum.

Yazıyı yazdığım anda bütün ada, o iki kilisenin olduğu yere gitmek için hazırlanıyordu. Hem İsa’yı diriltecekler hem de çılgın bir roket savaşını izleyecekler.

İzlenimlerimi yarın yazacağım...

Bütün bunların ışığında... Başlıktaki soruyu soruyu soruyorum kendime... Dünyanın dinsiz bir yer olmasını ister miydim?

Yazının devamı...

Bir Flaneur’un ada maceraları

Dün gece, Sakız Adası’nın bir köyünde Hain Yehuda İşkariyot’u yaktılar...

Gençlerin ormanda özenle topladıkları odunların üzerinde, bir direğin ucunda...

Kimdir Yehuda İşkariyot?

30 Dinar karşılığında İsa’nın yerini söyleyip aynı zamanda kimliğini de açık edip yakalanmasına ve çarmıha gerilmesine neden olan havari.

Yehuda hainlik etmeseydi belki de ortada ne bir İsa peygamber olacaktı ne de haç sembolü. Zira onun yüzünden yakalandı, onun yüzünden yargılandı (kendini “Yahudilerin Kralı” ilan ettiği iddiasıyla) , onun yüzünden idama mahkûm oldu ve onun yüzünden o dönemin standart yöntemi olan çarmıha gerilme ile infaz edildi. İsa idam edilmeseydi, haça gerilme unutulup giden bir Roma infaz şekli olacaktı.

Hain Yehuda, 30 Dinar karşılığında yaptığından ve neden olduklarından sonra o kadar pişman oldu ki gitti kendini bir erguvan ağacına astı. O güne kadar beyaz açan erguvan, Hain Yehuda’nın gelip pis bedenini kendi dalına asmasından çok utandı ve çiçekleri bir anda morardı. O günden sonra erguvan bildiğimiz erguvan renginde açtı...

Dün gece büyük Cuma idi...

İsa’nın gömüldüğü gün. Perşembe çarmıha gerildi, Cuma da cenazesi kaldırıldı. Dünyanın bütün Rum Ortodoks kiliselerinin çanları, cenaze varmış gibi ağır ağır çaldı dün öğlen boyunca. Gecesinde de, dünyanın bütün Rum Ortodoks kiliselerinde İsa’nın cenaze töreni yapıldı. Ve sadece o gece kadınlar ilahi okudu...

Tıpkı zamanında ölü İsa’nın başına bekleyen annesi Meryem ile Mecelleli Meryem gibi...

Her şey sembolik.. Her şey temsili.. Her şey bir yeri, bir kişiyi, bir anı temsil ediyor. 2000 yıl önce vuku bulan İsa’nın çarmıha gerilmesi, sonrasında Kudüs sokaklarına dolaştırılması, akabinde haçla beraber Golgotha Tepesi’ne dikilmesi, ertesi gün naşının haçtan indirilmesi, kefenlenmesi ve gömülmesi hadiseleri birebir yeniden canlandırılıyor. Perşembe gecesi Papaz, İsa’yı haçıyla beraber kilise içinde gezdiriyor. Cuma sabahı İsa’yı haçtan söküp kefenliyor. Cuma günü kadınlar kefenlenmiş İsa heykelinin başında bekliyor. Cuma gecesi cenaze töreni yapılıyor. Cumartesiyi Pazar’a bağlayan gecede ise İsa’yı diriltip göğe yükseltiyorlar...

Paskalya öncesi 40 gün süren oruç da sona eriyor. İsa göğe, müritleri sofraya...



Dünyanın en güzel şeyi “yabancı” olmak. Hiçbir şeyi içselleştirmemek. Hiçbir şeye ait hissetmemek. Böylece her şeyin içinde olabiliyorsun. Her şeye dahil olabiliyorsun. Her şeyi en “flaneur” gözlerinle izleyebiliyorsun. Hem çok uzak hem çok yakın... İnsanın kendi ülkesinde yapamadığı belki de tek şey.

Dün, aklı olan İstanbul’dan kaçar demiştim ve dediğimi de yaptım.

En kutsal günlerinde dünyanın belki de en dindar milleti Yunanlıların arasındayım. Sakız Adası’na geldim. Ada, baharın en güzel renkleriyle ve kokularıyla süslenmiş, yaza hazırlanıyor. Kuşlar en güzel nameleriyle cıvıldaşıyor. Ben bir narenciye bahçesi içinde onları dinliyorum.

Bir süre böyle...

Yazının devamı...

Aklı olan İstanbul’dan kaçar

Aklı olan İstanbul’dan kaçar. Trafiğinden, kalabalığından, yerden bitme iğrenç yeni beton mahallelerinden söz etmiyorum... Şiddet severliğinden söz ediyorum.

- Diyelim valiliğin kararından yanasın. 1 Mayıs bu yıl için Taksim’de kutlanmayıversin diyenlerdensin. O zaman illa ki biber gazlı, tazyikli sulu, coplu polis şiddetinden yana olmak zorundasın. Çukura düşsünler, üzerlerine de beton dökülsün demek zorundasın.

- Diyelim valiliğin kararına karşısın. O zaman da illa ki kaldırım taşı sökmeli, cam çerçeve indirmeli, Molotof kokteylli, taşlı sopalı polise mukavemetten yana olmak zorundasın.

Bu ikisinin arasına bir yerde duramazsın! Makul olmak yandaşlık. Şiddet sevmezlik satılmışlık.

İkisinden de tiksiniyorum. Bu yıl da illa Taksim’de olacağız diyen zihniyetten de tiksiniyorum, millet gelmesin diye Galata Köprüsünün kapaklarını açmaya varan zihniyetten (düşman kuvvetleri İstanbul’u işgal ediyor sanki!) de tiksiniyorum.

Delilik ve zalimlik kol kola girmiş bir kepazeliktir gidiyor. İkisinin de bol bol destekçisi var üstelik. Sosyal medyada bir laf etmeye gelmiyor. “Taş atan kızın suçu yok yani öyle mi? Yuh!” “Polisin kabahati yok yani öyle mi? Yuh”

17 yaşında bir kız çocuğunu, böyle olacağını bile bile meydana süren ve neredeyse ölümüne sebep olan kafa! Hiç mi vicdanın sızlamıyor? Hiç mi vebalini taşımıyorsun? Bu kadar mı sorumsuzsun?

Taksim’e girmek zinhar yasaktır diyen kafa! Sen de böyle olacağını biliyordun. “Girseler de avlasak” diye baktın olaya! 22 polis yaralandıysa bunun vebali de senindir. Kendi personelini ateşe atan başkası değil sensin.



Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım

- 1 Mayıs mitinglerinin işçilerle her hangi bir ilgisi yoktur. Hiçbir zaman olmadı, olmayacak.

- 1 Mayıs bayram değildir, 1 Mayıs grevdir! Memleketin bütün işçilerinin (inşaatlarda, AVM’lerde, kuaförlerde) çalıştığı bir gün yemişim sizin 1 Mayıs’ınızı!

- Bir yandan kuafördeki işçi kıza tırnaklarını törpületirken bir yandan televizyona bakıp “İktidar iyice azıttı. İşçilere yaptıklarına bak! Allah bunların belasını versin! Kızım yavaşşşş! Acıttın ama aaaa!” diyen kafa da tost makinesine sokulmalık.

- Taksim’i yasaklayıp insanların gelmesini engelleyen zihniyetinin “halkın güvenliğini sağlamak”la ilgisi yoktur.

- “Bir kişinin ayacığı burkulsa, birinin tırnağı kırılsa acımızdan kahroluruz biz... Ölürüz üzüntümüzden. Her şey sizin güvenliğiniz için. Yoksa biz de emekçiyiz hede hödö” diyen kafa ile “vurun vurun, acımayın” diyen kafa aynı kafadır. Halk çukura düşmesin diye vatandaş kafasından kafasından gazlanmaz. Gaz kapsülleri mermi yerine kullanılmaz. Çukura düşen yok ama sayenizde beş kişi hastanelik, bütün İstanbul felç oldu. Korumayın siz bizi!

- “Maazallah çukura düşerseniz annenize babanıza nasıl hesap veririz?” diyen kafayla senin “kızın var ya marjinal, radikal örgüt üyesinin teki” diyen kafa aynı kafa. “Dilan kızımız” deyince kalpler yumuşamıyor. Böyle destek bulamazsın. Yemedik.

- Bu bir savaş tatbikatıydı. Polisler nevruzda iş göremediler bari 1 Mayıs’da biraz antreman yapsınlar dendi herhalde. Mevzi kaybetme kazanma taktikleriyle tuhaf bir tiyatro sergilendi. Sonuç: Düşman, ulaşım araçlarının da imhasıyla Ayastefanos’da durduruldu! Bravo!

- Savaş tatbikatlarınızı gidin kendi aranızda yapın! Kafaya kafaya gaz sıkmayı da unutmayın ama ha!

- Tekrar: Aklı olan İstanbul’dan kaçar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.