Şampiy10
Magazin
Gündem

İnşaat çukurunda 1 Mayıs

Her şey işçiler adına di mi...

Onlar adına 1 Mayıs’ta Taksim’de buluşacaklar, onlar adına yasakları delecekler, onlar adına slogan atacaklar, onlar adına dayak yiyecekler, onlar adına biber gazı soluyacaklar di mi..

Onlar adına belki inşaat çukuruna düşecekler, onlar adına belki yaralanacaklar, onlar adına hastanelere gidecekler di mi...

Onlar adına Kadıköy’de buluşulamaz! Onlar adına Kazlıçeşme’de slogan atılamaz! Onlar adına İstanbul’un başka bir meydanında toplanılamaz...

O zaman sevap olmuyor anladığım kadarıyla... Nasıl Hac Mekke’de oluyor, işçi adına miting de ancak ve ancak Taksim’de olabiliyor.

Taksim’de normal şartlarda bile yürümek mümkün değilmiş hiç önemli değil. Koca bir çukur olan meydana on binlerin aynı anda girmesi ciddi tehlikeymiş... Nema problema...

Gerekirse o çukura düşülür! Gerekirse ölünür!

Her şey işçi adına çünkü!

Hakikaten çok kahramanca! Göz yaşartıcı!

İşçi düşmanı menfur güçler, elbette dünya tarihine geçecek bu kahramanlığı engelleyeceklerdi ve nitekim engellediler de...

İstanbul’un bütün toplu taşımasını tak! İptal ettiler...

Ne metrobüs, ne vapur, ne metro çalışmayacak bugün...

Ne kadar harika değil mi?

Taksim’de toplanmak isteyen bir takım kahramanları engellemek için bir başka kahramanlık!

Ve hepsi işçi adına!

Biri diyor işçi hakları için slogan atacağım biri diyor işçilerin güvenliği için ulaşımı iptal ettim... Hem de BÜTÜN şehrin!

Al bir kahramanlığı vur ötekine...

İşçinin gezip dolaşabileceği gün, toplu taşıma bu iki kahramanlar grubu sayesinde iptal...

İşçiye rağmen işçi adına hakikaten süper bir bayram kutlaması...

Hiçbir ülke, işçilerini bu kadar sevmemiştir!

Dünya tarihine altın harflerle yazılacak.

Dünya salaklık tarihine...

Yazının devamı...

Bizim yaşam şeklimizi THY mi belirliyor?

Herhangi bir kurum, herhangi bir çalışanına bir şey giymeyi veya sürmeyi yasaklayabilir.

Kimi mini etek yasak der, kimi sakal yasak der, kimi taşlı toka yasak der, kimi “kahverengi giymek” yasak der! Kimi daha da ileri gider karısının bile ne giyip giymeyeceğine karışır.. Kimi ille başı bağlı olsun ister kimi ille başı açık olsun ister...

THY hosteslere kırmızı ruj sürmeyi yasaklamış...

Bundan bize ne?

Neden bunu bütün kadınlara yapılmış bir yasaklama, hakaret, ezme, aşağılama vs. olarak görüyorsunuz?

Bana ne yahu THY kurallarından!

Milli Eğitim Bakanlığı’nın da öğretmenlere koyduğu giyim kuşam kuralları var.

5 yıldızlı oteller zincirinin de ta Amerikalardan gelen giyim kuşam kuralları var.

Türk Silahlı Kuvvetleri bir tık daha ileri gitmiş, Ordu Evlerine giren çıkan sivil vatandaşa da sakal, küpe, türban kuralları uyguluyordu hatırlarsanız. Arkadaşımın İzmir’deki düğününe alınmamıştık erkek arkadaşımın top sakalı yüzünden...

Bizim yaşam şeklimizi THY mi belirliyor?

THY’de bir şey giyilemiyorsa biz de mi giyemeyeceğiz?

THY’de ikram edilmiyor diye biz de mi yiyip içemeyeceğiz?

Veya tam tersinden bakalım: Orada giyileni ne zaman giydiniz?

THY’nin üniformalarını Cemil İpekçi tasarladığında gidip Cemil İpekçi’den mi giyindik?

Şimdi Dilek Hanif tasarlıyor diye nişan elbisemi ona mı yaptıracağım?

Hostesler yıllardır lacivert naylon çorap giyiyor diye biz de mi lacilere büründük?

İşim olmaz!.. En son lisede giymiştim, kimse bana ne lacivert ceket ne de lacivert çorap giydirebilir...



Galiba topluca delirdik.

Kızlar, kırmızı rujlarını sürüp fotolarını yüklüyorlar sosyal medyaya.

Kadın yazarlar “kimse kırmızı rujumu dudağımdan sökemez!” yazıları yazıyor...

Kırmızı ruj yasağının “kadınlığa indirilmiş dev bir darbe” olduğundan dem vuruyorlar...

Sanki THY, yolculara kırmızı ruj yasağı getirdi! Kırmızı ruj süren uçağa alınmayacak...

Bir iş yerinden değil de üniversite kapısından, mahkeme kapısından söz ediyoruz sanki...

Size ne yahu?

Benim bir zamanlar çalıştığım bir medya kuruluşunda da, sırf patron gıcık oluyor diye kahverengi giymek yasaktı. Ekrana çıkmaktan söz etmiyorum, binanın kapısından girmekten söz ediyordum! Patron görürse kovar diye kahverengi ayakkabı da giyilmezdi. Hatta doğal deri rengi çantalar da kullanılmazdı...

İnsanlar böyle zırva zırva kuralları olan bir sürü işyerinde çalışıyorÖ



Kırmızı ruj harbiden de “femme fatal” bir şeydir bu arada.

Seksi demiyorum. Öldürücü diyorum.

Kırmızı ruj sürmüş bir kadın güçlüdür, kişiliklidir ve aynı zamanda beladır. Böyle bir intiba uyandırır.

Dünyanın en masum şeyi demeyelim.

Güzel bir şeydir. Ben de sürerim sık sık...

THY’de yasakmış... Bana ne...

Yazının devamı...

Memleketin en güzel baharı

Bu yıl erguvanların moru daha mı doygundu yoksa bana mı öyle geliyor?

Mimozaların sarısı da sanki daha parlaktı.

Hele mor salkımlar! Neydi o bereket öyle!

Memleketin en güzel baharı galiba bu yıl oldu. Bana her şey bu bahar daha anlamlı geliyor.

Beni çok naif bulabilirsiniz. Ancak unutmayın ki bu seneye kadar “bahar” demek “çatışmaların” “baskınların” “operasyonların” başlaması demekti. Şehit haberlerinin gelmesi demekti. Bahar, savaş demekti..

94 gündür kimse ölmedi. Şehitler ve gaziler adına konuşanlar “bir hiç için mi öldüler, kollarını bacaklarını kaybettiler” diyorlar ya..

Evet bir hiç için öldüler, bir hiç için sakat kaldılar.

Çünkü bu savaş bir vatan savunması değildi. Bu savaş, vatan evlatlarını dağa bayıra korumasız bırakmaktı...

Bu savaş basiretsiz, vizyonsuz, beceriksiz ve dahi akılsız yöneticilerin düpedüz kötü niyetli politikalarının sonucuydu.

Savaş istenirse bitebiliyormuş. İstenirse herkesin ortak arzusuyla silahlar bırakılabiliyormuş.

94 gündür kimse ölmedi...

Şehit aileleri, gaziler hesap soracaklarsa, bugüne kadar neredeydiniz diye hesap sormalı. Bütün bunlar ne demek diye değil.

Öte yandan şehit ailelerimize ve gazilerimize tam da bugünlerde daha çok sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum.

Tek başına devletten söz etmiyorum. Kuru maaşlardan söz etmiyorum. Halkın desteğinden, yardımından söz ediyorum. Şehit çocuklarını devletin verdiği maaş değil bizlerin sıcak ilgisi ancak teselli edebilir.

Facebooklarda vatanseverlikten geberiyor numarasıyla nefret kusarak değil birbirimize yardım ederek ayakta durabiliriz.

Ama şundan da çok eminim, en çok nefret kusan en az elini uzatacak olandır... Deneyin göreceksiniz... 100 liralarına bile kıyamazlar... Tıpkı en “şahin”lerin en “bedelli”, en “çürük raporlu” , en “asker kaçağı” olması gibi...



“Ne veriyoruz” sorularına cevaplar:

- - Kibrinizi veriyorsunuz, eşitliğinizi alıyorsunuz..

- - Kendinizi beğenmişliğinizi veriyorsunuz, beraber huzur içinde yaşamayı alıyorsunuz...

- - Hamasetinizi veriyorsunuz, evrensel insan haklarını alıyorsunuz..

- - İçi boş vatanseverliğinizi veriyorsunuz, çağdaş vatandaşlık hak ve sorumlulukları alıyorsunuz..

Yazının devamı...

Kandil’de basın toplantısı??

Dün tarihi günlerden biriydi...

Murat Karayılan bir basın toplantısı düzenleyerek 8 Mayıs’tan itibaren silahlarıyla birlikte çekilmeye başlayacaklarını söyledi... Herkesin kendini ifade edeceği, kendini bulacağı yeni bir anayasa yapıldıktan sonra da silahsızlanacaklarını belirtti. Çekilmenin detaylarını, ilgili haberden okuyabilirsiniz. (Veya her zaman yaptığınız gibi sizinle aynı kafada olan arkadaşlarınızın facebook’tan yolladığı yalan yanlış malumatlarla ama MUTLAK bir cehaletle suratınızı asmaya, sağa sola ayar vermeye devam edersiniz...)

Ülkeme barış geldi. Bu konuda benim en ufak bir şüphem yok. İster saflık deyin, ister hissi kablel vuku deyin, ister gidişata bakıp sonuç çıkarma deyin, ister başka bir şey... Benim inancım bu yönde...

Beni esas şoke eden Kandil’de “basın toplantısı” hadisesi!

Aman Allahım! Kandil mi? Yahu orası bizim “cıs bölgemiz” değil miydi? Gitmesi en imkansız bölge, gidenin de gelenin de oradan yayın yapanın da en başını ağrıtan yer? Kandil’e giden Hürriyet Gazetesi muhabiri Sebati Karakurt’a “Terör örgütü açıklamalarını yayınlamak” ve “terör örgütü propagandası” yapmaktan 1000 gün hapis cezası verileli sadece 5 yıl oldu. İnsanlar hâlâ da yargılanıyor Kandil’e gittikleri için!

Fotoğrafa baktım ve inanamadım: Daha düne kadar Mars kadar uzak olan yerde her gazeteden her televizyondan her ajanstan en az iki muhabir, en az bir köşe yazarı, bir yazı işleri müdürü, bir sayfacı, iki çaycı...

Bugüne kadar on on beş ayrıcalıklı gazetecinin çokçokçok özel “kulübü” Kandil aaa! olmuş sana Aksaray Kaymakçılar Düğün Salonu!

Hasan Ağbi’ye yapılacak iş mi bu

babo!?

Ne yalan söyleyeyim bu kadar “hızlı” bir gelişme beklemiyordum.

Esas hadise budur: Türk Basınının cümbür cemaat Kandil’e davet edilmesi ve Türk Basınının DA neredeyse eksiksiz davete icabet etmesi! 100 gazeteciden söz ediyorum.Yarısı yerli yarısı yabancı.

Çekilme mönüsünü bile öğrendik: Pide, çoban salata, kızarmış tavuk, pilav ve kola...

Kandil Kandil olalı bu kadar zulüm görmemiştir herhalde! 100 gazeteci kabusların en beteridir...

Derken Ezgi Başaran’ın Radikal’deki “Kandil’de wi-fi yoktur?” yazısını okudum! Basın toplantısını izlemek üzere Kandil’e giden Ezgi, tüm sürecin ilk komik yazısını yazmış. Orada geçen diyaloglardan birkaç örnek vermiş ki kırık kaburgalarıma rağmen sesli sesli güldüm...

“Alo, rojbaş! Karayılan’la özel röportaj ayarlamanız şart!”

- Şart derken? İşte toplantıya geleceksiniz ya, özel röportaj ne ola? Wi-Fi Kandil’de tam nerede çekiyor?”

- Bu hizmeti sunamıyoruz. 3G hiç mi yok! Allahım sen aklımı koru!”

- Amin. Ama Erbil’de de çoğu yerde 3G yok. Sade bizim tesisin eksiği değil valla! haber geçilecek yer, basın toplantısı alanına kaç dakika?”

- Hiç böyle bir hesap düşünmemiştim. Yarım saat, bir saat. Bunun gibi. Mahmur Kampı’na da bir çıkıverseydik, hazır geldik buralara.”

- Oranın yetkilisini arasaydınız, çıkıverseydiniz. Ben şimdi nasıl yapayım?! bu Kandil’e nasıl geleceğiz peki?”

- Bir otomobile binmekle başlayabilirsiniz. toplantısı niye bir gün ertelendi, mağdur olduk, dönüş biletleri filan...”

-...! (Bu noktada telefonun öbür ucundaki kişinin belindeki şutik’i çözüp boğazına bağlamak suretiyle acısına son vermeyi planlamış olabileceğini düşünüyorum.)

Yazının devamı...

Türk Adaletinin inançlara mesafe testi

İki gün önce harikulade bir şey oldu. Adana Otistik Çocuklar Derneği Başkanı Fehmi Kaya nefis bir açıklama yaptı.

Herkes “otistik çocuklar doğuştan ateisttir. Çünkü inanç alanları yoktur” sözüne tepki gösterdi ama esas bomba bu lafı değil, şu lafıydı:

“Araştırmalar doğal olarak otistik çocuklar ile ateistler arasında bir bağlantı var diyor. ABD ve Kanada’da, ateizmin, otizmin bir farklı versiyonu olduğu söyleniyor”

Sözleri tepki çekince bir “düzeltme” yapayım dedi ve daha da batırdı:

“Otistikler empati kurmayı beceremezler, ateistler de empati kuramazlar”



Otizm: Otizm üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Düzenli seyir izleyen bir beyin gelişme bozukluğudur. Ana özellikleri sosyal etkileşim bozuklukları, iletişim bozuklukları, sınırlı ilgi ve yineleyici davranıştır. Otizmi olanların yarıya yakını gündelik iletişim gereksinimlerini karşılayacak kadar bile konuşma becerisi geliştiremez.



Ateizm: Ateizm ya da tanrıtanımazlık, tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği akıl yoluyla açıklamayı kabul eden bir felsefi düşünce akımı. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayalî yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla tanrının yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhanî varlıklar da reddedilir.



Empati: Bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Doğuştan empati yeteneğimiz yüksek olmakla birlikte, uygun şartlarda hızla kaybedilebilen bir yetenektir. Empati yeteneğini sonradan kazanabilmenin yolu: hızlı yargılara varmaktan kaçınmak, kendi davranış ve düşüncelerimizi anlamaya çalışmak, geçmişten ders almak, olayları akışına bırakmak ve kendimiz ve karşımızdakilerin davranışları için belli sınırlar oluşturmaktır.



Fehmi Bey özetle “ateistler zeka özürlüdür” diyor. Ateistler otistik olmasalardı elbette Allahın varlığına inanacaklardır. Ama beyinleri arızalı. O nedenle inanç alanları yok.

Bunu, cahil bir kişinin fikir özgürlüğü olarak değerlendirmek de mümkün ama yapmayacağım.

Bir deneme olması maksadıyla Fehmi Bey’i mahkemeye vereceğim. Mahkeme dilekçem Fazıl Say’ı mahkemeye veren Emre Bukağılı ile tıpa tıp aynı olacak. Sadece isimler, yer ve ifadeler değişecek.

Avukat arkadaşıma sordum ne yazık ki aynı savcıya gidemiyormuşum. Olay Adana’da geçtiği için Adana’daki bir savcılığa vermem gerekiyormuş dilekçeyi.

İnsanları mahkemeler yoluyla susturmak değil maksadım. Memleket zırvalayanla dolu.

Burada amaç Türk adaletinin “inançlara” ne kadar eşit mesafede olduğunu test etmek. Hep beraber göreceğiz.

Yazının devamı...

Acıların kadını: MT

Ev kazaları sonucu ölümün, ölüm sıralamasında dördüncü sırada olduğunu biliyor muydunuz?

Ben bunun nasıl olduğunu geçen gün çok yakından öğrendim...

Olay Çarşamba günü sabah saat 8 sularında gerçekleşti. Acilen evden çıkmam gerekiyordu. Banyo yapıp hazırlanmam için sadece yarım saatim vardı.

(Flash back - Mayıs 2011)

Mimar: Duş kapısını iyi bir marka yaptır. Bir kere olsun tam olsun. Akıtma sızdırma olmasın. Hüppe pahalıdır ama iyidir.

Mutlu: Tamam haklısın. Islak banyo kadar nefret ettiğim bir şey yok.

(Flash back iki - Kasım 2011)

Mutlu: Sayın Hüppe! Bu kapı sızdırıyor. Gelin yapın.

Hüppe: Tamam

(Flash back üç - Aralık 2012)

Mutlu: Hüppe! Banyom göl oluyor!

Hüppe: Tamam

(Flash back dört - Şubat 2013)

Mutlu: Ayşe bu vileda banyonun yanında dursun. Madem sızdırmayı önleyemedik bari vileda elimin altında olsun.

Ayşe: Tamam



Peki 4 “tamam” kaç doğruyu götürür?

Çarşamba sabah saat sekizde banyodan çıktım ve elim viledaya gitti. Vileda yerinde yoktu! Ayşe “tamam” demişti ama viledayı yine aşağı kata götürmüştü belli ki. Ayaklarım ıslak bir halde, hızla merdivenlerden inerken...

Gerisini ne siz sorun ne ben anlatayım...

Sonuç: Üç ayrı kaburgamda birer kırık. Sağ arkamda ağır zedelenmeye bağlı felaket bir ağrı... Belimdeki bir kasta belli hareketler yaparken çok şiddetli spazmlar... Nefes almada güçlük... Sağ dirsekte travma... Ve onlarca çürük...

Dükkan işte bu nedenle 4 gündür kapalıydı.

Ancak durumun vahametine günler sonra vakıf oldum. Zira hatırlarsanız bundan iki ay önce sakat dizimin üzerine yeniden (bu sefer 2,5 metreden) düşmüş ve ambulansla Baltalimanı Kemik Hastanesi’ne kaldırılmıştım. Orada dünyanın en güzel gözlü (ama aynı zamanda pek gaddar) doktoru, kırık yok diye neredeyse beni azarlayarak yollamıştı hastaneden. (Kraliçeler gibi gelip Hint fakiri gibi postalanmak..)

Bu sefer de öyledir diye ısrarla hastaneye gitmedim. Fakat ağrı artınca bir gece yarısı, yaka paçadan bir tık daha düzgün bir şekilde hastaneye götürdüler beni. Filmim çekildi. Doktor bir tomografiye bir de bana baktı ve aynen şunu dedi: “Bravo yani! Cahil insan yapsa anlarım ama siz?”

Tealaaam... Hastaneye her gidişimde bir azar işitmek zorunda mıyım?

Fakat kaburgalarının kırık olduğunu bilmek insanın hiçbir işine yaramıyor. Yerinden oynamadıysa, ciğeri delmediyse bekliyorsun acıların kendi kendine geçsin...

Hayatımın en ağrılı günlerini geçirdim diyebilirim. Belimdeki kasıma ikide bir de spazm giriyordu ve her bir spazm sıkı bir tekme gücündeydi.

Çoğu doktor ağrı işini çok küçümsüyor. “Madem düştün, çekeceksin” havasındalar.

Çareyi spor hekimi bir arkadaşıma danışarak buldum. Sporcuları tedavi eden bir fizyoterapsite yönlendirdi. Fizyoterapist sırtıma “kuru iğneler” yaptı. Akupuntur gibi ama akupuntur değilmiş. Sonra elektrik akımı verdi. En sonunda da düşük miktarda elektrik akımı veren çok acayip bir yara bandı taktı. 36 saattir sırtımda. Beyne giden ağrı sinyallerini bozuyormuş.

Bütün bunları şunun için yazdım: Her doktor her şeyi bilmiyor. Uzmanlık hakikaten ciddiye alınması gereken bir şey. Tek başına ağrı uzmanlığı diye bir şey var. Kendinizi hırpalatmayın boşu boşuna.

Bir de basamaklara kaydırmazlık şeridi diye bir şey var tabii...

Yazının devamı...

Sonu olmayan Rum endişesi

Trabzon’da 1250 yılında inşa edilmiş çok güzel bir kilise vardır. Onun da adı Ayasofya’dır.

Geç dönem Bizans kilisesidir. Latinler İstanbul’u işgal edince şehirden kaçıp Trabzon’da yeni bir devlet kuran Komnenos Ailesinden Kral 1. Manuel tarafından yaptırılmış. Aya Sofya ismi de İstanbul’dakine nazire olarak konmuş. Gerçek Doğu Roma burada diye.

Duvarlarındaki resimler neredeyse tüm incili anlatır. Benzersizdir. Hiçbir yerde olmayan veya çok nadir bulunan sahneler resmedilmiştir. Beş yıl evvel Trabzon’a gittiğimde, şöyle bir bakar çıkarım demiştim, 3 saatimi geçirdim! Harikulade de bir bahçesi vardır. Orada kuymak yiyip yazımı yazmıştım...

Fatih Sultan Mehmet, Trabzon’u alınca kiliseyi 1461’de camiye çevirmiş. 1. Dünya Savaşı yıllarında Rus işgali sırasında askeri karargah, hastane, depo olarak da kullanılmış. Sonra yine cami olmuş. 1958 1962 arasında Edinburgh Üniversitesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü işbirliğiyle restore edilip 1964 yılında müze olmuş. Çok da güzel bir müze olmuş.

Fatih Sultan Mehmet iyi ki o binayı camiye çevirmiş. Aksi takdirde o bina günümüze kadar imkanı yok gelemezdi. Zira mübadeleden sonra memlekete cemaatsiz kalmış bütün kiliseler feci şekilde harap edildi. Kimi devlet eliyle dinamitlendi kim halk tarafından parça pinçik edildi. Ama camiye çevrilmiş olanlar ayakta kaldı.

Elbette cami olduktan sonra duvar resimleri kapatıldı, elbette yıllar içinde kiliseliğine dair ne varsa harap oldu, elbette restorasyona rağmen yarısı yok ama olsun. Bina ayakta kaldı ya... Yarım da olsa freskolar günümüze geldi ya...

Müze olması “just and fair”dir. Yani adil ve hakkaniyetli. Bina yeteri kadar kilise kaldı, yeteri kadar cami kaldı... 50 yıldır müze olmasının kimseye zararı yoktu. Hatta çok da faydası var.

Ancak öyle olmadı. Trabzon’da cami kıtlığı varmış gibi burayı yeniden camiye dönüştürmeye çalışıyorlar. Ben, Fazıl Say davası gibi bu da aklı başında insanlara takılır kalır diye düşünüyordum ama iki gün önce öğrendik ki imam kadrosu bile tamamlanmış! Çan kulesini minare yapacaklarmış. Hoparlör takacaklarmış. Bin bir emekle ve masrafla ortaya çıkarılan duvar resimlerine de “perde” çekeceklermiş! Minber ve mihrap da eski fotoğraflara bakılıp yeniden yerleştirilecekmiş! Açıklamayı yapan: Trabzon Vakıflar Bölge Müdürü Mazhar Yıldırımhan.

Açık açık “gıcık oluyoruz bu Hıristiyan kalıntısına” demiyorlar da “tapu kayıtlarında cami olarak geçtiği için cami dışında fonksiyon veremiyoruz. Yoksa maksat yeni bir cami açmak değil” diyorlar. Turistler bu durumda daha çok ziyaret edeceklermiş çünkü o vakit para alınmayacakmış... Perdeler açılır kapanır olacakmış. Artık bir çaresine bakacaklarmış yoksa çok iyi niyetlilermiş. Anıtlar Kuruluna “projelemelerini” sunacaklarmış!

Çocuk kandırıyorlar sanki. Bu bahaneleri yediğimizi sanıyorlar. Apaçık bir şekilde başka dine düşmanlık yapılıyor ve bunu anlamadığımızı sanıyorlar.

Tapu kayıtları 49 yıldır sorun olmuyordu da 50. yılda sorun olmaya başladı öyle mi? Hay Allah...

Ben şimdi buna karşı dava açmaya kalksam eminim hiçbir savcı dilekçemi kabul etmeyecektir. Anıtlar kuruluna güvenmeye kalksam eminim güvenimi boşa çıkaracaktır. Başbakana başvursam “beni meşgul etmeyin” olacaktır. Twitter’da kampanya başlatsam bir iki RT olacak kalacaktır. Ve o cânım müze, Trabzonluların elinde “frankenştayn” gibi bir şeye dönüşecek.Herhalde yılda bir kez ayine açılan Sümela’nın intikamı alınmaya çalışılıyor.

Yazının devamı...

Sonu olmayan Müslüman alınganlığı

Fazıl Say’ın retweet ettiği Ömer Hayyam’ın (veya değil, çok da önemli değil) bir dizesi nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. 5 yıl boyunca aynı “suç”u işlemez ise mahkûmiyeti kalkacak. Yok işlerse hem bu mahkumiyeti hem de yeni mahkumiyeti bir arada infaz edilecek.

Suç neymiş peki? “Halkın benimsediği değerleri alenen aşağılamak”

Daha önce çok yazıldığı için tekrar etmeye gerek var mı bilmiyorum ama olay aslında şöyle: 500 yıl önce yazılmış bir satırı, biri yeniden yazıyor, tweetliyor, 160 küsur kişi retweet ediyor, Fazıl Say da okuyor ve tek harf eklemeden retweet ediyor.

Birilerinin Fazıl Say’ı, retweeti nedeniyle mahkemeye vermeye kalktığını ilk okuduğumda, aklı başında bir savcının “dava açmaya gerek yoktur” diyeceğinden emindim.

Sonra.. A! Baktım savcılık dilekçeyi kabul etmiş! Dava açılmış. Dedim herhalde savcının sinirli bir anına geldi. Hâkimden döner.

Ve fakat hakimden de dönmedi.



Fazıl Say, daha önce bu köşede eleştirdiğim bir insan. Kibrini, elitistliğini, tepeden bakmasını vs... Facebook hesabında “bana da sahip çıkın” dediği yazısı üzerine “konserlerin tıklım tıklım, sevenlerin sana sahip çıkıyor, daha ne istiyorsun” diye yazmıştım.

Sahip çıkma konusunda yazdıklarımı geri alıyorum.

Gülünç bir dava, gülünç bir gerekçeyle, gülünç bir karara bağlanmıştır.



Arkadaşım avukat. Silikosiz davalarına gönüllü bakıyor. Daha önce de yazmıştım. Kot pantolon veya tencere kumlama işleri son derece ilkel ve vahşi şartlarda yapılıyor. Gencecik kumlama işçilerinin akciğerleri bir yılda iflas ediyor ve patır patır ölüyorlar.

Arkadaşım, silikosis nedeniyle ÖLEN ve bu nedenle öldüğü kesin olarak ispatlanbilen yoksul işçinin yoksul ailesi adına işyerinden davacı olmak istiyor. Savcı kabul etmiyor. Bir üst makam olan Ağır Ceza Mahkemesine gidiyor. Orası da kabul etmiyor. Adam ÖLDÜĞÜ halde dava açılamıyor! Dilekçesi kabul edilmiyor. O zavallı adam, acaba daha ne yapmalıydı dava dilekçesinin kabul edilmesi için? Ölmek de mi yetmiyor???

Asgari ücretle çalışan 26 yaşında bir insan ölür dava açamazsın. Bir piyanist RT yapar mahkeme kapıları birbiri ardına açılır.

Yaşama hakkı, halkın benimsediği değerler arasına ne zaman girecek acaba?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.