Şampiy10
Magazin
Gündem

Adanaaaaa....

Portakal Çiçeği Karnavalı: Bu yıl birincisi yapılıyor. Türkiye’de çiçek adına yapılan bildiğim kadarıyla üçüncü festival. (Öbürleri Isparta Gül ve İstanbul Lale Festivalleri) Adana’ya çok yakışan bir kutlama zira Adana’nın her sokağı, her caddesi portakal ağaçlarıyla kaplı. Karadeniz’in utanç verici çoraklıktaki şehir merkezlerinden sonra Adana’nın yeşile düşkünlüğü çok hoşuma gitti. Egzoz kokusu baskın değilse buram buram çiçek kokuyor...

Utanç verici bir itiraf: Adana’ya ilk defa geliyorum. Memleketin neredeyse her ilini, ilçesini, köyünü, dağını, tepesini, gölünü, deresini karış karış gezmiş biri olarak olacak iş değil ama oldu.

Karnavala gelen Adanalı ünlüler: Menderes Samancılar (oyuncu) Nebil Özgentürk (belgeselci) Arif Keskiner (Çiçek Bar) Altan Gördüm (oyuncu) Levent Özdilek (oyuncu)

En uzun mozaik: Adanalı gençler bugün Guinnes rekorlar kitabı için yarışacak. “Yine mi dünyanın en uzun kebabı?” diyeceksiniz ama hayır! Bu sefer konu kebap değil BARIŞ. Barış temalı dünyanın en uzun mozaiğini yapacaklar.

Şalgam: Akşam yemeğe Seyhan Baraj Gölü kenarındaki “Onbaşılar Kebap”a gittik. Masada Menderes Samancılar vardı ve bize tatlı tatlı “şalgam suyu” nasıl yapılır anlattı. Meğer babası şalgamcıymış. Çocukluğu boyunca evlerinde şalgam suyu yapılmış. Ham maddelerinden biri meğer bulgurmuş!!! Bir kazan içinde bulgurun üzerine su konup onun fermente olması bekleniyormuş 15-20 gün. Sonra siyah havuç ve şalgam ilave ediliyormuş. Sonra da serin yerde bekliyormuş.

Lokmacı: Adanaca yemeğe içmeye düşkün demek. “Adanalıyıh, lokmacıyıh”.

Ayşe Arman: Adana’nın açık ara en sevilen ünlüsü. Herkes yanına gelip fotoğraf çektiriyor. Ayşe de hiç kimseyi kırmıyor. İki günde iki Ayşe Arman saçı gördüm sokaklarda.

Seyhan Baraj Gölü: Bir baraj bir şehre ancak bu kadar yarardı. Süper bir piknik alanı olmuş. Cumartesi-pazar, Mine Kırıkkanat’ı delirtecek türden bol dumanlı, bol ızgaralı...

Bicibici: Muhallebili, meyve şerbetli buz kırığı tatlısı... Smoothies gibi ama dondurulmuş meyve yerine şekerli şerbet ve muhallebi. Adana, henüz sağlıklı yaşama geçmemiş...

Kadın çiftçiler: Adana’da bol miktarda mevcut. Hatta yeni trend İstanbul veya yurtdışında yaşayan Adanalı gençlerin memleketlerine geri dönüp ana topraklarında modern çiftçilik yapmak.

Tatlı: Kebapta iyiler belki ama henüz iyi bir tatlı yiyebilmiş değilim.

Bisiklet: Düz ayak. Yokuşu yok. Bisikletçiler bisiklet yolu istiyor. Bu kadar kebaptan sonra şart hakikaten.

İzmir benzetmesi: Adana bana fena halde İzmir’i hatırlattı. Herkes sokakta yaşıyor. Rahat, gevşek, neşeli...

Yazının devamı...

İstanbul için erguvan vakti

İnsan neden ağaçların, çiçeklerin isimlerini 40 yaşından sonra öğrenir? Neden o yaştan önce doğa, börtü, böcek hiç ilgisini çekmez kişinin? Neden laleler “gereksiz bir masraf”, erguvanlar “saçma bir morluk”, mimozalar “aptal bir sarılık”tır? 40 yaşında ne olur birden?

Ben mesela şimdi çiçeklerin açma sırasını erikten itibaren ezbere sayabilirim... Evimin önündeki 2 bin 400 santimetrekarelik “dev” saksı - bahçeme mor menekşeden siklamene, lavantadan yasemine çiçekli ne varsa diktim. Sırayla açıyorlar... Aman bir mutluluk bir mutluluk... Yarım metrekarede insan neler yapabiliyor...

Her neyse... Beni takip edenler bilir ara sıra bu köşede açan çiçekleri “ihbar” ederim. Geçen ay yaprak döken manolyaları yazmıştım. Bu ay ise erguvanları ihbar ediyorum.

“İstanbul için erguvan vakti” başlığını attım ama aslında bütün memleketin erguvanları açmakta. Geçen hafta Artvin’deydim. Orada da iki yalnız erguvan gördüm. Hüzünlü hüzünlü açmışlar.

Sonra şunu duydum: İstanbul erguvana çok sahip çıktığı için memleketin geri kalan yerlerinde erguvan dikmiyorlarmış. Halbuki Ege’den Karadeniz’e, İç Anadolu’dan Akdeniz’e kadar her yerde yetişen bir ağaç. Neden onun güzelliğini yaşamayasınız?



Şimdi İstanbullular için şahane bir tavsiyem var: “Saffet Emre Tonguç ile erguvan vakti Boğaz gezisi”. Saffet Emre, “Boğaz Hakkında Her Şey” kitabının yazarı. Aynı zamanda rehber. Hem de çok pahalı, iyi bir rehber. Boğaz gezileri düzenliyor. Yalıların bilinmedik hikayelerini anlatıyor. Erguvanlar da biliyorsunuz en çok Boğaziçi’nde var. Kaçırmayın derim. Bu hafta sonu yer yok ama ondan sonrakilerde hala var. Rena Travel’den Aslı Özlen: 0532 2969622

Adana için portakal çiçeği vakti

Bu yazıyı Adana Kurtuluş’daki “5 Ocak Kebap”tan yazıyorum. Fakat buraya geliş nedenim kebap değil portakal çiçeği! Adana’da, bu yıldan itibaren her Nisan’da “Portakal Çiçeği Karnavalı” düzenlenecek. Maksat Adana’nın bir narenciye merkezi olduğunun altını çizmek ve insanlara portakal çiçeğinin güzelliğini hatırlatmak, turizmi canlandırmak. 12-13-14 Nisan 2013 tarihlerinde şehrin merkezinde sokak etkinlikleri, karnaval korteji, konserler ve hatta Guinnes rekoru denemesi olacak. Neyin rekoru kırılacak? Sürprizzzzz!!!

Adanalılar! Şehriniz sizi bekliyor!

Yazının devamı...

Spor zebanimi buldum!

Disiplin, benden uzak bir ülke. Tanımıyorum orayı. Hiç gitmedim. Doğduğumdan beri. Ağlamam zırlamam da düzensizmiş. Üstelik ailemdekiler gayet disiplinli insanlar. Demek istediğim: Eğitim değil fıtrat.

Disiplinsizlikten en çok payını alan elbette spor oluyor. Hayatım boyunca başlamadıysam 150 kere başlamışımdır “spor”a. Üç kere bir spor kulübüne üye oldum. Hepsini gitmemek suretiyle yaktım. Maksat yürümekse deniz kenarında yürürüm dedim.. Havalar soğur soğumaz bıraktım. Ay tamam o zaman evde yürüyeyim dedim... Koşu bandı çamaşır kurutma askısı oldu. Tenis dersleri aldım... Raket, dolap arkasında tozlanmakla meşgul... Paten satın aldım... 4 kere ya kaydım ya kaymadım...

Özetle iğrencim, yüzkarasıyım, edepsizimÖ Artı hayvanım. “Nasılsa yaratılıştan zayıfım, yesem de kilo almıyorum” durumu da yok. Bildiğin “şişmanlamak için can atan” bir Akdeniz - Kibele kadınıyım.

Sonra Allah’ın sopası geldi. Kayak yaparken kara saplandım ve dünyanın en biçimsiz düşüşünü gerçekleştirdim. Sol diz çapraz bağları gitti. Koltuk değnekli günlerimi yazmıştım hatırlarsınız.. Akabinde bir kez de boya merdiveninden düşüp hastanelik olunca.. Gerçi o da ayrı bir rezillikti. (bkz: “Avrupalı gibi gitmek, Hint fakiri gibi dönmek” isimli makalem)



Sonuç: İki ay boyunca sol ayağımı kullanmadığım için üst bacağım 3 santim erimiş! Hayır yağdan değil kastan gitmiş. Yahu hayatım boyunca bacaklarımın incelmesini istedim olana bak! Hay bin kunduz! Sıkıyorum ikisini de, sağ bacak taş gibi, sol pamuk!

Doktor dedi bu ciddi bir durum. Geri kazanmak için spor yapacaksın.

Dediler Aysun Hoca’ya git. Pilatesçi. O kaslarını geri getirir. Hem de Akatlarda. Studio Pure. Bana çok yakın.

Gittim. Önce MR’ıma baktı. Hmm hmmmladı.. Sonra hemen beni özel pilates yatağına yatırıp başladı.

Pilates meğer çok şahane bir şeymiş! Yatarak spor yapıyorsun! Altında ileri geri oynayan bir platform var. Yaylara takılı. Ayağını bir bara bastırıp itiyorsun, hop altındaki platform kayıyor. Ellerine ipler veriyorlar, çekiyorsun, hop platform kayıyor. Ve daha bir sürü oyun...

Sadece 4 seans sonra yürümem düzeldi. Seke seke yürürken sağlam basmaya başladım. Dizimi açamıyordum, açmaya başladım. Pamuk helvaya dönen kasım ufak ufak sertleşmeye başladı.

Bacakları güçlendirirken dedi göbek ve kolları ihmal etmek olmaz. Al dedim. Paspas yap beni dedim. Ve yaptı! Amanin! Aysun hoca yumuşak sesli bir komutana döndü. “Eksik yaptın, baştan sayıyoruz...” Bacağımı tedavi edeceğim derken uzun zamandır görmediğim göbek kaslarımı ufak ufak seçmeye başladım.

Özel pilates dersi ucuz bir şey değil elbette. Ben de bütçemi sonuna kadar zorluyorum. Ama şunu anladım ki benim gibi disiplinsiz insanlar için kesinlikle bir “zebani” gerekiyor. 7’de uyandırıp, yedi buçukta gelmedin mi kıyameti koparan, çikolata yedim deyince 100’ün üzerine 15 mekik daha ekleyen vs.

Şeyda Coşkun neden bu kadar tutuluyor, neden ona servet ödüyorlar şimdi anladım. Yükselen yeni meslek kesinlikle bu: Özel fitnes koçluğu.

Yazının devamı...

Emek Sineması

Demokrasilerde bir fikri savunmak için meydanlara çıkan, bir yerlerde toplanan insanların coplanıp, gazlanıp tutuklanması büyük bir ayıptır. Suçtur. Anayasaya aykırıdır.

Emek Sineması’nın Türk kültürüne muhakkak çok katkısı olmuştur. Bana da oldu elbette. Kocaman ekranında film seyretmek büyük mutluluktu.

Film festivalinde, galalarda bütün eşi dostu bir arada görmek de büyük zevkti...

Ama açıkçası ben sinemanın “şık” zamanlarına yetişemedim. Ben adımımı attığımda çok uzun zamandır düşük zevk ve ucuz malzemeyle hesapça adam edilmeye çalışılmış bir gecekondu saraydı. Ne eski süslü locaları bırakılmış (onun yerine kötü bir asma katı vardı üstelik kaçakmış) ne eski tabloları, ne heykelleri ne eski fuayesi yerindeydi... Her haliyle dejenere olmuş bir sinemaydı. Kötü kullanılması yok edilmesine gerekçe değil elbette. Keşke ilk günkü şıklığını muhafaza etseydi. Ancak festival izleyicisi nasıl olsa gelir diye kimsenin aklına gelmiyordu adam akıllı bir restorasyon.

Emek Sineması Cercle D’Orient adıyla anılan kocaman bir binanın bir parçası. Bu binada 1882 ile 1971 yılları arasında önce Cercle D’Orient sonra Büyük Kulüp adıyla anılan, paşaların, elçilerin, iş adamlarının toplandığı, yemek yediği, sohbet ettiği bir yermiş. 1959 yılında Anadolu yakasında bir yer daha açıyor Büyük Kulüp. Beyoğlu cazibesini yitirince 1971 yılında İstiklal Caddesindeki yerini kapatıyor. Sonra irili ufaklı bürolara bölünüyor ve kiralanıyor. Yani sadece sinema değil bütün bina hor kullanılıyor, dejenere oluyor, sefilleşiyor. Bina olduğu gibi yıkılıp yeniden yapılacak. Dış cephe aynı kalacak, içi dükkan, konferans salonu, cep sineması, otel vs olacak. Yıkılacağı için İnci Pastanesi dahil ne varsa tahliye edildi.

Emek Sineması da (artık geriye ne kaldıysa) sökülüp başka bir kata taşınacak. Yani yok olmuyor, yeniden başka katta doğuyor. Üstelik 1880’de nasıl yapıldıysa o haliyle!

Projeye karşı çıkanları anlamaya çalışıyorum. Twitter’da birkaç twit attım, “sığ”, “hükümet yalakası”, “tarihi değerlere saygısız”, “AVM manyağı” ve benzeri hakaretlerle karşılaştım.

Daha makul olanlar AVM içinde sinema istemediklerini, (“alışveriş yapmadan film izleyemeyecek miyiz?”) her şeyin para demek olmayacağını, binanın sadece dışının değil içinin de aynı kalması gerektiğini, bir kültür merkezi haline gelebileceğini, o vakit sinemanın da aynı yerde kalabileceğini ve olduğu yerde restore edilebileceğini söylediler.

Kocaman bir kültür merkezi hakikaten heyecan verici olurdu. Önünde kuyruklar olan bir Gugenheim, bir Pompidou elbette benim de daha hoşuma giderdi. İstiklal caddesine daha yakıştırdığım bu olurdu.

Gelin görün ki biz kültüre ve sanata ne kadar meraklıyız tartışılır.Modern’i lokantası hariç nicedir kalabalık görmüyorum. Bedava olmasına rağmen İstiklal Caddesi’ndeki SALT’ı da tek başıma gezdiğim oldu. Paralı olsa adım atılmayacak demek ki. Bundan 20 yıl önce büyük bir heyecanla açılan Aksanat’ın giriş katındaki galerinin

Teknosa’ya kiralandığını da hatırlatmak isterim. Tarihi korumak adınabir şekilde restore edilip işletmeye açılan güzelim Markiz pastanesi de müşterisizlikten sevimsiz bir hamburgerciye dönüştü.

Talep esastır. Melez bir çözüm en iyisidir. Tekrar ediyorum. Demokrasilerde bir fikri savunmak için gösteri yapan, meydanlara toplanan insanları coplamak, gazlamak ve tutuklamak büyük bir ayıptır. Suçtur. Anayasaya aykırıdır.

Yazının devamı...

Dağlardan silinen “Ne Mutlu Türküm” yazıları

Kızıltepe’den Mardin’e giderken, sol taraftaki dağın eteğinde 32 yıldır dev harflerle “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diye yazar. 1980 askeri darbe döneminde yazılmıştır. Görmemek imkânsızdır. Zaten göze göze girsin diye bilhassa emek verilmiş, bilhassa devasalaştırılmıştır.

Mardin civarı Kürtlerin en yoğun yaşadığı bölge... Bilhassa Kızıltepe tamamen Kürt’tür. Memleketin en büyük “Ne mutlu Türküm” yazısı Kürtlerin en yoğun yaşadığı Kızıltepe dağlarına herhalde tesadüfen nakşedilmedi! Devasa “Ne mutlu Türküm diyene” yazısı da yine silme Kürdün yaşadığı Van’dadır. O kadar büyüktür ki yol tarif ederken Vanlılar o dağa “Ne Mutlu Türküm” dağı derler. “Nemutlutürküm dağından sola dön, 1,5 kilometre daha git, tabeladan sola...”

Yıllardır gidip gelirim o bölgelere. O dağa taşa yazılmış “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarını her gördüğümde “Devlet de Kürtleri delirtmek için elinden gelen her şeyi yapmış” diye düşünürdüm.

Hatta şu da aklıma gelirdi: Neden kimse muziplik olsun diye geceleyin gidip o yazıyı “Ne Mutlu Kürdüm diyene” diye değiştirmez ki? Sadece “iki harflik” bir farkımız var zira...

O yazılara kimse dokunmadı. Niye diye Van’daki Kürt arkadaşıma sordum “belki Kürt oldukları için de mutlu değillerdi” diye sarkastik bir cevap verdi. Kızıltepeli Kürt arkadaşım ise “o yazılara kimse dokunmadı ama o yazılara özenerek aşklarını dağlara yazanlar oldu” dedi.

Bir moda yaratmış yani...



Kızıltepe Mardin yolu üzerindeki o “Ne mutlu Türküm diyene” yazısı artık yok...

Geçtiğimiz Aralık ayında sessiz sedasız silinmiş.

Kızıltepeli arkadaşım şöyle dedi: “Doğduğumdan beri her gün görüp her gün sinir olduğum o yazının kalktığını daha yeni fark ettim!”

Dört ay sonra farkına varmış!

Bu aslında çok ilginç bir durum.

2010 yılında Polis Akademisi öğretim üyelerinden Doçent Dr. Süleyman ve Dr. Murat Sever’in hazırladığı “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Terörü Besleyen Sorunlar: Hakkâri, Yüksekova ve Van Örneği” raporunda, bölge gençlerinin terör örgütü PKK’ya katılmasındaki en önemli etkenin “Ne mutlu Türküm diyene” sözü olduğu söyleniyordu. Bir genç bu durumu ifade etmiş: “Dağda Ne Mutlu Türküm Diyene yazısını görünce anama küfrediliyor gibi hissediyorum.”

Siz istediğiniz kadar “Türk bir ırkı ifade etmez, Türk bir üst kimliktir, anayasadan çıkarılmaz” ve sair deyin kimseyi zorla “mutlu” edemiyorsunuz işte... O anasına küfredilmiş gibi hissediyor. Dağa çıkıpve ölmeyi göze alacak kadar “inciniyor”.

“Bak Türk olunca çok mutlu olacaksın hem zaten Türk demek sandığın gibi bir şey değil, birlik beraberlik şeysi...” diye ikna etmeyeyerine yazıların kaldırılması çok daha isabetli bir karar.

Batman’daki basına yansımıştı, Kızıltepe’deki yansımadı. Dahası

Kızıltepeli bile farkına varmadı.

Bu da başka bir acayiplik...

Yazının devamı...

Ne çektin be Artvin!

Artvin isyan ediyor.

An itibariyle 10 bin kişi Artvin’nin meydanını doldurmuş “Madene hayır!” diye haykırmakta.

Yanımda belediye Başkanı Dr. Emin Özgün, “Artvin Artvin olalı böyle bir kalabalık görmedi” diyor.

Kürsüye AKP dışındaki herkes çıktı. Başkan, MHP Milletvekili, 90 yaşında bir dede, “Yeşil Artvin” derneği...

Bütün dükkânlar kapalı. Hepsi personelini alana göndermiş. Türkiye’nin her yerindeki Artvinliler temsilci yollamış. Bursa’dan, Zonguldak’tan, Ankara’dan, Samsun’dan, İstanbul’dan... Türkiye’nin her bir yerinden 30 çevre derneği temsilcileri de geldi. Eski yeni birçok belediye başkanı da geldi. Beşiktaş’ın meşhur Çarşı grubunun pankartı bile vardı:

“Artvin ÇARŞI, madene karşı!”

En komik pankart ise Yalan Dünya’daki Vasfiye Teyze’nin karikatürünün olduğu bir pankarttı: “Ne çektin be Artvin. Madenciden HES’ten ne çektin be...”

Dün de anlattığım gibi Artvin’in içme suyunun sağlandığı tepelerde maden var. 23 yıldır Artvinliler burada siyanürle maden çıkarılmasına karşı mücadele veriyor.

2010 yılına kadar başardılar. Davalar açtılar, raporlar istediler, yürütmeyi durdurdular. Kanadalı maden şirketleri “halkı ikna edemedikleri” gerekçesiyle Artvin’i terk etti.

Ancak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 2011 yılında ülke genelinde 1343 maden alanının ihale edileceğini duyurdu. Maden alanı içerisinde, daha önce ruhsatı iptal edilen 205 hektarlık Cerattepe ile 4156 hektarlık Genya Dağı da vardı. Artvinli, “ihalenin yasaya ve usule uygun olmadığı, ÇED Olumlu Raporu olmadan ihale yapılmasının suç olduğu” gerekçesiyle itiraz etti.

Yapılan tüm girişimler etkisiz kaldı. 25.000 kişinin sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı yok sayılarak belirlenen günde ihale yapıldı.

İhaleyi Özaltın Gurubu’nun kazandığı, ÇED raporuna gerek olmadığı bildirildi.

11.06.2012 tarihi itibariyle verilen ruhsatın iptali için 258 kişinin taraf olduğu bir dava açıldı. Dava halen Danıştay’da.

NEDEN?

Maden Artvin’in içme suyu kaynaklarını kapsayan sahada açılıyor.

Ruhsata göre yalnızca Cerattepe’de en küçüğü 46 bin metrekare olan 4 adet “atık” havuzu yapılacak. 3 tanesi Hatila Mili Parkına, biri Fıstıklı’ya doğru, açık havuzlarda altın işlenecek. Yani, Artvinliyi besleyen su kaynaklarının bulunduğu bölgelerde siyanür havuzları açılıyor.

600- 1700 metre yükseklikte, yani Artvin’in tam tepesinde açılan maden sahası, şehrin içine kadar uzanıyor. Deriner Barajı’nın sular altında bıraktığı köylerin (Oruçlu ve Zeytinlik) yeni yerleşim yerleri de maden sahası ilan edildi. Artvinli sürgün ediliyor.

Ankara’da bu işlere karar verenler durumun vehametini anladığımız kadarıyla pek bilmiyor. Bir yandan Turizmi geliştirme ve koruma alanı ilan ediyorlar bir yandan da siyanürler maden çıkarılmasına rıza gösteriyorlar.

Artvinlinin istediği son derece basit: Siyanür dışında bir yöntem bulunana kadar maden çıkarılmasın! Ruhsatta bu şart koşulsun.

İnsanın hükümetinden “beni zehirleme” deme hakkı yok mudur? Devletin birinci görevi bu değil midir?

Yazının devamı...

Altına da üstüne da dokunma!

Bir köşe yazarının intiharı “çevre” yazısıdır. Türkiye halkı, çevre yazılarından nefret eder. Yazının okunmamasını istiyorsan, “çevre elden gidiyor” yazısı yazacaksın. Daha ilk paragraftan kaçırırısın müşteriyi...

Memlekette çok okunan bir tanecik çevre temalı yazı vardır o da Oktay Ekşi’nin meşum HES yazısıdır. Ve lakin o da konusu yüzünden değil akıllara ziyan son satırı yüzündendir. O son satır olmasa kimsenin okumayacağı bir çevre yazısı olarak unutulup gidecekti. Ama heyhat!

Ekşi’nin köşecilik hayatına son veren yazısı olarak tarihe geçti. (Hatırlatma yapmamı beklemeyin... O sözleri tekrar etmeme imkan ihtimal yok)

Demek istediğim: Çevre konusu her bakımdan netameli. Okunmayacağın kesin olduğu gibi bir ihtimal koltuğundan da olabilirsin.. (Oktay Ekşi, HES lafını bir daha duymak istemiş midir acaba?)



Nereden başlasam da sizi kaçırmasam diye kıvranıyorum bir saattir..

O zaman şöyle diyeyim:

Artvin’deyim. Memleketin en sevdiğim bölgesinde. Ben oldum olası Artvinlileri çok severim. Güzel bir tesadüf ki doğduğumdan beri, üstelik ta İsviçrelerde, etrafımda hep Artvinli bir aile oldu. Canim ciğerim, ikinci ailem, evimin temizlik ve düzen bakanı Ayşe ve ailesi de Artvinli. 5 yıl önce yaptığımız 36 günlük Karadeniz gezimizin en heyecanlı bölümü Ayşelerin köyünü ziyaretimizdi hatırlarsanız... Onun dışında Şavşat olsun, Maçahel olsun, Ardanuç olsun, Barhal olsun, Meretet olsun, Tanzot olsun... Neredeyse her ilçesini ve köyünü gezdiğim Artvin, hakikaten değerlidir benim için.

Müthiş insanlar, müthiş güzel bir doğa... (Borçka için ne yazık ki aynı söyleyemem... )

Bugün Artvin için mühim bir gün.

“ARTVİN’DE MADENE HAYIR” mitingi var. Tepelerinde siyanürle altın çıkartmaya kalkıyorlar. Beş ağaç meselesi değil bu. Altından söz ediyoruz. Altın demek bollll miktarda siyanür demek. Siyanür demek bildiğin zehir demek.

Bu konu beni çok ilgilendiriyor çünkü ben 1998’de Kırgızistan’daki siyanür faciasını gözümle görmüş biriyim.

Biz oraya gelmeden birkaç gün önce altın arayan firmanın siyanür yüklü bir kamyonu nehre düşmüştü. Nehir, siyanürü göle (Issık Kul) akıtmıştı. 1 gün içinde bütün göl ölmüş. Tek bir canlı kalmamış... Gölün yüzeyi ölü balıklarla kaplıydı. Sadece gölün içi değil gölün etrafı da aynı şekildeydi... Her yerde hayvan ölüsü vardı. Kuşlar ölüp yollara dökülmüştü... Köylüler, köpeklerinin, ineklerinin başına bekliyordu.

Kimisi can çekişiyor, kimisi ölmüş...

Bir daha hiç o kadar dehşet verici bir şey görmedim. Siyanür işte bu!



Artvin’in tepesinde ortalama 6 dönümlük 4 adet atık siyanür havuzu yapacaklarmış. Havuzların olduğu yerler, Artvin’i besleyen su kaynaklarının bulunduğu bölgeler.

Aklınız alıyor mu?

Artvinlinin de almıyor.

Lokantacısından, elektrikçisine, kuru yemişçisinden tekel bayiine, eczanesinden beyaz eşyacısına, tüpçüsünden halıcısına, telefoncusundan mefruşatçısına, Türk Hava Yolları acentasından ganyan bayiine, şarküterisinden marketine hepsi bu mitinge katılacaklar.

Camlarına miting afişlerini basmışlar altına da şunu yazmışlar:

“6 Nisan Cumartesi günü personelimizle birlikte madene hayır mitingindeyiz. Bu iş yeri miting süresince kapalıdır” bu yüzden Artvinliyi seviyorum. Türkiye’nin en çok göçünü vermiş bu ilin hepten insansızlaştırılmasına karşı HEP BERABER çıkıyorlar.

Türkiye’nin birçok yerinin aksine...

Yazının devamı...

Hastanedeki Vasfiye Amca!

Dün sabah 8:15’den 11:15’e kadar süren şahane bir “sağlık raporu” maratonum vardı. Koruyucu anne olacağım ya, çocuğa bakamayacak kadar büyük bir engelimin veya hastalığımın olmadığını kanıtlamam gerekiyor.

Bunun için devlet hastanesi raporu lazım. Dün yazdığım gibi devlet hastanelerinde iyi çalışan bir randevu sistemi var. Önceden randevu alıyorsunuz ve saatiniz gelince doktor sizi çağırıyor. Sistem o kadar ileri ki, doktor muayenehanesi kapısında monitör bile var. O monitörde kimin kaçta randevusu var belli. Saatiniz gelince doktor düğmeye basıyor ve isminiz ekranda bu sefer kocaman yanıp sönüyor.

Fakat sağlık raporu almak isteyenler için randevu yok. Araya kaynamak zorunda. Bu hafif bir survivor tadında oluyor ama çok şükür hallettik.

Sağlık raporu alma nedeni “koruyucu annelik” olunca doktorlar çok sempatik yaklaşıyor. (Aslında herkes çok sempatik yaklaşıyor. Bu da beni çok mutlu ediyor..)

Psikiyatrist hanım mesela uzun uzun sordu. Nasıl oluyor, bekâra da veriyorlar mı, evlatlık ve koruyucu aile arasında ne farklar vardır...

Anlıyorum bu arada “ruh hastası” olup olmadığımı da kontrol ediyor ama anne olarak ilgilendiğini de hissettim.

Fakat göz doktoru çok alem bir adam çıktı. Güler yüzlü ton ton bir bey.

“Aaaa” dedi. “Ne güzel bir şey yapıyorsun. Bravo. Harika!”

“Çok teşekkür ederim.”

“Ama çok gençsin. Neden?”

“O kadar da genç değilim. Tipim öyle gösteriyor.”

(dosyaya bakıp) “A evet. Yaşlıymışsın hakikaten”

“.....”

“E ne oldu evlenemedin mi?”

“Evlendim boşandım”

“Anladım. Geçinemediniz.”

“Öyle diyelim.”

“Sonra da kafana göre birini bulamadın di mi?”

“Eeee... Öööö...”

“Sonra, baktın ömür de geçiyor... Otur otur yalnız...”

Tealaaaam... Adam göz doktoru değil Yalan Dünya’daki Vasfiye Teyze sanki!

“Kadınlar için zor bir devir hakikaten... İstediğin kadar güzel ol, akıllı ol millet genç meraklısı..”

Bütün bu konuşmalar da tahmin edeceğiniz gibi 25 santim mesafede ve de göz göze yapılıyor çünkü aynı anda Dr. Vasfiye Amca makinede gözlerimi kontrol ediyor!

Acayip bir hava var ki bir an şöyle konuşmaya devam edecek sandım:

“Sen de ne çektin be Mutlu! Elalemin elemini kederini hep içine akıttın. Bir çocuğun olsun diye paraladın kendini. Yaptığın maymunluklara bak. Adamlar çektiler gittiler, çektiler gittiler... Sen onlara o kadar yemekler pişir, o kadar hoş tut, zayıf kalayım da beğensinler diye koştur tepin, yok pilates yok selülit masajı, yok ozon... Para vermedik şey bırakma... Sonra şu düştüğün hallere bak!”

“Ne var yahu halimde? İstediğim işi yapıyorum, para kazanıyorum ...”

“Maşşşallah... Öyle de böyle de karnını doyuracan tabee, ne yapacan..

Baban bir b.. mu bıraktı? Hasbelkader köşeci olmuşsun, yazacan tabi. Güzel de yazıyorsun, aferin ama yazıyon da ne oluyor? Sen de ne çektin be kızım...”

Allahtan doktor uzatmadı ve ben hastane ortasında ağlama krizlerine girmedim. Yavrum. Şimdilik durum budur... Az bekle... Geliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.