Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni yıla yeni bir ağaçla girmek

Sakatlık da bir yere kadar... Ya evde otura otura kafadan sakat olacaktım ya da bacağımı sürüye sürüye dolaşacaktım... Kendimi sokaklara vurdum... İstikamet: Bebek’teki dev manolya ağacı... Yıllık “hac” yolculuğum.

Ben bu ağacı ilk gördüğümde herhalde 20’lerimdeydim. Tek kelimeyle büyülenmiştim. Bir ağaç bu kadar mı güzel olur! Doğa bu kadar mı cömert olur! Umut bu kadar mı elle tutulur olur!

Sonra hayatım hep o ağacın etrafında geçti. Ağaca 50 metre ötede evlendim, ağacın civarında oturdum, ağaca yakın bir yerde büyük kararlar aldım, bir arkadaşım ağacın arkasındaki köşkte çalışmaya başladı, başka arkadaşım dibindeki ilkokula atandı... Fark ettim ki ben o ağaçtan hiç uzaklaşamamışım.

Şimdi düşünüyorum: Kim bilir kim dikti... Evin sahibesi mi akıl etti, bahçıvanı mı yoksa karşıdaki kilisenin papazı mı? Bilmiyoruz. 70, belki 80 yıl önce biri bir fidan dikiyor, elbette ki çoktan ölüyor ve bizler onun sayesinde her bahar “mutlu” oluyoruz. Adını sanını bilmediğimiz bir kadın veya erkek sayesinde umut elle tutulur bir hale geliyor...

Geçen hafta karar verdim ben de kendi mahalleme böyle bir ağaç dikeceğim. Araştırdım, soruşturdum, aaa baktım bir arkadaşım fideciliğe başlamış! Dedim “Tarık, getir bana bir manolya fidanı.. ”

Az evvel, tam yazıya oturmuştum ki aradı. “Getiriyorum” dedi.

15 dakika sürmedi. Toprağı kazmak, fidanı saksısından çıkarıp dikmek, üzerine biraz gübre serpmek ve iki kova can suyu vermek... Ve tabii biraz para... Ama çok değil.

Kendi bahçem yok. Mahallede iki sokağın buluştuğu yerde, az biraz bir boşluk var. Oraya diktirdim. Gözümün önünde bile değil. Bakkala, pazara giderken görebileceğim bir noktada.

Sonra çocuklar geldi. “Ne yapıyorsunuz?” dediler. “Sizin için ağaç dikiyorum” dedim. Onlara Bebek’teki ağacın fotoğraflarını gösterdim. “Böyle olduğunu ben göremem ama siz görebileceksiniz” dedim. Gülümsediler...

Bir sersem kesmez ise, 80 yıl sonra insanlar o köşeden geçerken şunu diyecekler: “Bir ağaç bu kadar mı güzel olur! Doğa bu kadar mı cömert olur! Umut bu kadar mı elle tutulur!”

Elbette kimse beni hatırlamayacak. Ama ne gam...

Newroz’unuz, yeni yılınız, baharınız kutlu olsun.

Yazının devamı...

Doğa umudunu yitirmez

Bahar geldi ve bildiğiniz gibi çok hızlı geçen bir mevsim. Kızın şusu, oğlanın busu, beyfendinin şeysi derken, yılın en güzel mevsimi kaçırmanız an meselesi.

Öyle yapmayın! Baharı iyice hissedin. Açan her çiçeğe gözünüz değsin. Görmezden gelmeyin. Hep orada olacaklar sanmayın. İnin aracınızdan ve yakından bakın. Bir fotoğrafını çekin. İnstagramda paylaşın. Ayıp değil. Yeminle ayıp değil. İnsan yavrusu, hayvan yavrusu ve açan çiçek... ki o da bitki yavrusu sayılır. Paylaşın bunları! Yerini de söyleyin, mümkünse gidip bakalım. Hatta beni de etiketleyin ki göreyim. (İnstagram: @gezginsincap, facebook: Mutlu Tönbekici)

Erikler açtı, manolyalar açtı, mimozalar açtı şimdi sıra erguvanlarda. Her gün bakıyorum kapımın önündeki erguvana. Tomurcuklarını verdi bile... Yavaş yavaş hazırlanıyor gelin olmaya. Mersin’den ahbabım aradı, “buradaki açtı” dedi. Gel bak dedi. Gideceğim inşallah önümüzdeki günlerde.

Doğa, ülkede ne oluyormuş ne bitiyormuş hiç umursamaz. O bildiğini yapar. Gelmiş geçmiş en büyük felaketi de yaşıyor olsanız o manolya yine açacaktır, o erguvan yine göz süzecektir... Doğa umudunu yitirmez. Doğa, bu yıl durayım demez. Doğa, çok yoruldum demez. Bir ağaç, isterse yüz yaşında olsun yine çiçeğini açacak, yine meyvesini verecektir. Emekli olayım artık demez.

Şimdi Bebek yokuşundaki dev manolyaya gidiyorum... Biraz içim açılsın...

2 nefis ilkbahar önerisi

Bugün size iki güzel bahar faaliyetlerinden söz edeceğim. Bu sefer Ege taraflarından. “Siz sadece İstanbullular için yazıyorsunuz hanfendi” diye sitem eden okurum umarım bu sefer etmez.

Karya yolu yürüyüşü

“Antik Likya Yolu”nu herhalde duymuşsunuzdur. Fethiye’den başlayıp Olympos’a kadar devam eden ve Likyalıların kullandığı varsayılan bir yol. 6-7 yıl önce tabelalandırıldı. Ondan sonra Likya yolu yürüyüşleri o kadar popüler oldu ki bu yıl da “Karya Yolu” icat edildi. 800 kilometrelik yol Alinda antik şehrinden başlıyor, Bafa Gölü’nden güneye devam ederek, Gökova körfezini dolaşıyor, Datça’yı turluyor ve Bozburun Yarımadası’nda geniş bir dair çizerek sona eriyor. Patikaların düzenlenmesi ve işaretlemeler geçtiğimiz günlerde tamamlandı.

Eski Datça’da çok sevdiğim bir küçük otel olan “Yağhane” işte bu yolun bir parçası üzerinde 21-27 Mart arasında bahar yürüyüşleri düzenliyor. Bir hafta boyunca hem 4 gün rehberli Karia yolu yürüyüşü yapabileceksiniz hem de 7 seans yoga. Kahvaltı ve akşam yemeğinin de dahil olduğu bu program kişi başına 650 lira. Yağhane Pansiyon 0252 712 22 87 www.kucukvebutikoteller.com/yaghane-pansiyon

Ege Mutfağı Yemek Atölyesi

13-14 Nisan 2013’de Alaçatı’da 4. Ot Yemekleri Festivali düzenlenecek. Geçen sene ilk defa gittim ve çok şahane olduğunu düşünüyorum. Bir seferinde beni de yemek yarışması jüri üyesi yapsınlar diye resmen dua ediyorum. (Komite! Duy sesimi!)

Yapmasalar da zararı yok artık kemdim de pişirebileceğim. Alaçatı’da yine çok sevdiğim bir otel olan Alura, 20 Nisan’dan itibaren her hafta sonu “Ege Mutfağı Yemek Atölyesi” yapacak. Yemeğe ve yemek yapmaya çok meraklı olan sahibesi İpek Hanım ve arkadaşı Selin Hanım, Ege yemeklerini pazardan alışverişle başlayarak pişirmeyi öğretecek. Pişirilen yemekler çok özel şaraplarla beraber yenilecek. Meraklısı için kaçmaz fırsat. Alura Otel 0232 716 0277 -www.kucukvebutikoteller.com/alura-hotel-alacati

Yazının devamı...

Şu bizim homofobi meselesi

Hollanda’daki çocuk meselesini harikulade bir şekilde “homofobi”yebaşardık. Milletçe.

Hep beraber Yunus’un lezbiyen çiftten “kurtarılmasına” kilitlendik.

Konuyla ilgili başkaca hiçbir sorun yokmuş gibi, lezbiyen olmalarına taktık. Lezbiyen değil de evde çocuk pornosu çeken korkunç bir çeteden söz ediyoruz sanki.

Hadise şu:

Yunus bebek, (annesinin iddiasına göre) düşürüldüğü için ailesinden alınmış. Alınmakla kalmamış bir de lezbiyen bir çifte verilmiş...

Devletin bu kadar evin içinde olma hadisesi bizim alışık olmadığımız bir durum. İsviçre’de olsun, Hollanda’da olsun, devlet sofrada oturur.

Kendin ne yersen ye, ne giyersen giy. Ama çocuğunu iyi beslemek zorundasın. İyi bakmak zorundasın. Yaptıysan bileceksin sorumluluğunu.

Veli toplantısına iki kere gitmedin mi hop gelir eve sosyal görevli.

“Bu ne alakasızlık kardeşim” diye. Geçtim dayağı, köteği, kötü beslenmeyi... Veli toplantısına bile takar! Analı babalı gideceksin hem de...

Hem ülkenin her tür güzelliğinin, zenginliğinin keyfini sür hem de saldım mevlam çayıra... Yok öyle üç kuruşa köfte. Alıverir çocuğunu elinden.

Fiziksel ve cinsel şiddet görüyorsa, ihmal ediliyorsa iş biter.

Canın istediği gibi bir çocuk yetiştiremezsin. Faşist bir çocuk da yetiştiremezsin. Bileceksin. Bilmiyorsan harbiden ayvayı yersin.

Sonuçta ruh hastası olmayan bir toplum oluşturmak istiyorlar. Bizim gibi birbirini durmadan yiyen, durmadan ezen, itip kakan bir toplum değil. Sonra da “niye onlarda birbirine saygı var bizde yok?” “Niye trafik gül gibi?” diye saf saf sorarız. İşte bunun gibi önlemleri sayesinde.



Atv’nin, konuyla ilgili haberlerini izledim.

Dört beş aile ile görüşülmüş. Sadece Yunus değil başka Türkiyeli ailenin çocuğu ellerinden alınıp koruyucu ailelere verilmiş.

Haberci, bir tuhaflık olduğunu anlatmaya çalışmış. Fakat haberin “propaganda” tozu dumanı içinde bunu anlamak mümkün değil. Neresinden eline alsan sorunlu bir habercilik. Durmadan aynı mesaj veriliyor:

“Sapıklarla dolu Hollanda ülkesi çocuklarımızı asimile etmeye Yunus’un Lezbiyen bir aileye verildiği aşağı yukarı 20 kere tekrarlanıyor.

Eşcinsel bir koruyucu aile çocuğun hangi gereksinmelerini karşılayamayacakmış? Bilimsel dayanağı neymiş? Düşcinsel bir aile neden daha iyi baksınmış? Hiç bunlar önemli değil.

Durmadan Müslüman çocuklar asimile ediliyor deniyor. Türkçeleri unutturuluyor deniyor. Peki kaç Müslüman Türkiyeli aile Hollanda’da koruyucu ailelik yapmış? Yapmak için başvurmuş? O çocukları evlerine almış? Sen burada hiç koruyucu ailelik yaptın mı?

Fakat daha da beteri Hollanda devletinin SADECE Türkiyeli ailelerdenaldığını sanmamız isteniyor. Halbuki biraz internete bakınca 2011’de Hollanda’da 19 bin vakanın incelendiğini görüyoruz. 8 binini evde yani aile yanında kontrol altına alınmış, 3 bin 500’ünü aileden ayırmak için mahkemeye gidilmiş, 1000 çocuk için anne baba vekaleti kalksın istemiş. Milletlere göre dağılım Hollanda nüfusundaki dağılımla orantılı. Yabancılar arasına en çok Türkiyeliler ve Faslılar var.

Bir tuhaflık var ama başka bir yerde...

Yazının devamı...

Koltuk değnekli olmanın da bir keyfi var

Burktum, çapraz bağları koparttım, yetmedi. Üzerine bir de boya merdiveninden düştüm. Sorarım: Biz dize daha ne kadar kötü davranılabilir?

Koltuk değneği kullanıyorum nicedir. Üzerine basmayacakmışım.

Başta sinir bozucu görünse de sonra baktım faydaları da yok değil.

Bir kere insanlar sana yol veriyor! Hiç alışık olmadığım bir şey.

Dünyanın en haklı durumunda da olsan (mesela metrodan çıkmak, tekneden inmek) memleketimin insanı üstüne üstüne gelir. Öyle bodoslamasına.

Ben çıkmazsam sen nasıl gireceksin a düdük kafa? Fakat değnek çıktı mı meydana yollar açılıyor.şaşırtmak için süper bir alet. Mesela mini etek ve koltuk değneği kombinasyonu, Türkiyeli erkekler üzerinde şoke edici bir etki yaratıyor. Adamlar ne yapacağını bilemiyor, ciddi ciddi ayarları bozuluyor. Bildiğin kısa devre. Dayanamıyor bacaklara bakıyor ama sakat bir kadını dikizlediği için de hafif bir vicdan azabı duyuyor.

(“Algı burkulması” temalı sergim için kullanayım bunu ben.)

Fakat en güzeli bir yeri işaret ederken çok işe yarıyor. Çiçeklerin nereye asılması gerektiğini söylerken elimdeki koltuk değneğini kaldırıp gösterdim mesela, hayatımda ilk defa bir usta bir şeyi doğru yere astı. Bana yardıma gelen arkadaşlarıma hangi çekmecede ne var derken lank diye uzatıyorum değneğimi, tak bulunuyor... BÜTÜN PROBLEM BUYMUŞ MEĞER! Peeeee... İnsanlar arası iletişimde yeni bir sayfa açtım.

Isısısısıııı....

Dahası taksi beklerken kesin üstünlük sende! Nişantaşı’nda 250 kadın aynı noktada taksi bekliyorduk, bir taksiden müşteri iniyordu kadınlar atmaca gibi atladı haliyle... Ve ben yüzüme en acıklı ifademitakınıp “ben alabilir miyim?” dedim. “A elbette... Buyrun.. Zaten siziniçin durdurmuştuk” falan. Yalan söylüyorlar farkındayım ama ne olacak...gide gide bana verdiler. Ha hayytt... Hayatımda ilk defa“botoksland”de üstündüm!

Ancak en bayıldığım şey: Ürkütücü bir hava veriyor. Elinde bir silah varmış gibi kendine güvenin yerine geliyor. Hafif mafif ama kuvvetlice indirsen adam yaralarsın yani. Savunma maksatlı diyorum elbette.

Dokuzuncu kere eve gelip camlara sineklikleri takmayı beceremeyen alkolik camcıya mesela (sonunda!!!) koltuk değneğimi havaya kaldırarark hitap edince... Baktım akşam vakti falan demedi uslu uslu düzeltip taktı... Mahalleyi inim inim inleten böğürtülerimin de muhakkak bir etkisi olmuştur ama değnek sanırım daha etkili.

Dahası bir buçuk metre ötedeki bir şeyi ittirip kaktırabiliyorsun.

Harbiden zevkli bir şey... Yattığım yerden sürgülü camı açabiliyorum.

Oturduğum yerden pufu itip yerine sehpayı getirebiliyorum. DVD çaların düğmesine de basabiliyorum. (Kumandanın pili bitik)

Ağrı sızı olmasa koltuk değneği şahane bir şey. İyileşsem de ben bunu ara ara kullanırım. (bkz: Kayzer Söze)

Daha bünyemin hazır olmadığı şeyler

- Leopar desenli türban

- Oto sanayide boya kaporta yapan trans

- Deli gibi aşığım ama hazır değilim diyen 35’lik erkek

- Sosyal medyada intikamcılık oynayan 55’lik erkek.

- 50 yaşında ilk çocuğunu doğuran kadın

- 20 parmakta ayrı renk oje

- Mat boyalı araba

Yazının devamı...

Türkiyeliyim doğruyum uzlaşmacıyım

“Türk” kelimesinin yerine çok uzun zamandır daha kapsayıcı, daha rahatlatıcı, daha sinir hoplatmayıcı bir kelime aranıyor.

Tam olarak kaç yıl önce hatırlamıyorum (en az 10 yıl var) Baskın Oran“Türkiyeli” kelimesini önerdi. “Türk” yerine “Türkiyeli” kelimesi gitsek, toplumsal barışa daha hızlı varırız demişti. Destekleyenler bir hayli fazlaydı. Ama siyasetçilerimiz, as usual, sevmediler. Gündeme sokmadılar, sokulmasına da muhalefet ettiler. Başbakan Erdoğan dahil.

Tam unutuldu derken geçen gün Türkiyeli Rum yazar (bakın gayet iyi oldu) yazar Herkül Millas, Zaman’daki köşesinde bu lafı bir türlü sevmediğini, Türkiyeli lafının da Türk kelimesini içerdiğini yazdı.

Zaten meselenin kelimede değil uygulamada olduğunu... Ki haklıydı. Vakti zamanında faşizm rüzgarları 40 knot hızında esmeseydi bu ülkede, vatandaş Türkçe konuş, Türk ol, geri kalan herunut, unutmazsan çektir git, çektirip gidemiyorsan ve kimliğinden de vazgeçmiyorsan o vakit inim inim inle... kampanyaları yürütülmeseydi

(DAHA DÜNE KADAR), “Türk” kelimesi altında birleşmek bu kadar zor gelmezdi kimseye...

“Bir Rum’a Türküm dedirtebilir misin?” diye sormuş “Türkiye Türklerindir” gazetesinde yazan ve geçtiğimiz ay Türklükten istifa eden (ve başkalarından da Kürtlükten, Rumluktan, Ermenilikten ve Yahudilikten istifa etmesini bekleyen) sayın emekli genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök.

Rum’a öldür Allah Türküm dedirtemezsin de Türk’e da Almanım dedirtemeyiz herhalde. Dahası kendisi dese biz demiyoruz da.

Herkül Millas, “başka dillere çevrilmeyen bir laf Türkiyeli” demiş. O nedenle ısınamamış biraz da. “Ben beğenmiyorsam başkalarının da beğenmesini beklemeyin” demiş sonra da...

Yanılıyor. Daha iyisi bulunmadıkça ben “Türkiyeli” lafından yanayım. Varsın dil kurallarına, etimolojiye aykırı olsun. Varsın “çevrilemez” olsun. Küçük bir whatsapp anketi yaptım. Herkese su soruyu sordum: “Türkiyeli olur musun?” Cevaplar ilginç:

- İstanbullu Rum (gazeteci): Hayır. Anadolulu deseler belki ama o da batılılaşma, sınıf atlama “kaygımıza” uymaz

- Kızıltepeli Kürt (Bilgi işlemci): Evet. Kendimi şu an ciddi olarak “Türkiyeli” görüyorum zaten. Kürtlerin çoğunluğu da buna itiraz etmez. Ben Türkiyeli Kürt, başkası Türkiyeli Türk.

- Nişantaşılı Türk (PR’cı): Ben dünyalı olmayı tercih ederim ama derdini anladım. Elbette olurum..

- Rizeli Türk (kurumsal iletişimci): Öyleyim zaten. Değil miyim? Türkiyeliyim, doğruyum, çalışkanım..

- Babası Kürt, annesi Türk Edirneli (öğretmen): Dünyalıyım. Törenlerde yine aynı marşlar, yine aynı zeka yoksunu şiirler okunacaksa manasız.

- İstanbullu Türk (teknik üniversitede profesör): Zaten Türkiyeliyim.

- İzmirli Türk (Bankacı): Türküm. Daha derin bir çözüm beklerim.



Sevdik mi? Laykladık mı? Hazır mısın Türkiye?

“Türkiyeliyim, doğruyum, çalışkanım...”

“Türkiyeli, çalış, övün, güven.”

“Ne mutlu Türkiyeliyim diyene.”

“Türkiye Türkiyelilerindir.”

Yazının devamı...

Kadınlar sonunda silahlanacak mı?

Derneği isminde bir dernek var. Facebook sayesinde faaliyetlerinden haberdar oluyorum. İlgimi çeken şeyler söylüyorlar.

Sitelerine girip baktım (sefkatder.org) Kadın, erkek, yaşlı, çocuk, trans, mülteci özetle korunmaya ve desteğe muhtaç, her cins ve yaşta insanlar için sığınma evleri açan bir dernekmiş. (Bilmiyordum, benim ayıbım..)

Her hafta meclis önünde bir eylem yapıyorlar. İki hafta önce seks kölesi genelev kadınlarının insanlık dışı koşullarına dikkat çekmek için “Genelevler kapatılsın, devlet vesika verip köle olmalarını desteklediği o kadınlardan özür dilesin, maaş bağlasın” diye bir eylem yaptılar. (Son derece doğru bir öneri. Fuhuş sektörü hakikaten insanlık ayıbı...)

Sonra “Madem kadınların çalıştığı genelev var, o zaman erkeklerin de köle gibi çalıştırıldıkları genelevler olsun” diye bir eylem yaptılar. Eylemi bilmeyince “erkek kafasıyla kadın sorunlarına çare bulmaya çalışan kafası karışık insanlar” damgası yediler.

Memleketin bu en çirkin, en göz ardı edilen konusunu gündeme getirmeyehalbuki. Belki biraz amatör, biraz naiv ama sen ne dedin bugüne kadar beyim?

Daha önce de “kadınlar silahlansın” eylemi yaptılar.

Kadınlar silahlansın denince “Şiddete karşı şiddetle mi cevap vereceğiz” korosu aldı sahneyi.

“Şiddete şiddetle cevap vermek yanlıştır” başta doğru gibi görünen ama aslında son derece manasız bir önerme. Şiddetle cevap veriyoruz zaten. Hapis cezası dediğiniz (hele ki Türkiye’nin korkunçlukta dünyaca ünlü cezaevi koşullarını düşünürsek) Maldivler’de tatil değil. Ama onun adı “ceza” oluyor.

Araya yargı girmiş oluyor. Hakim vermiş oluyor. Ve yasalarca düzenlenmiş oluyor. Tabii faili yakalamayı ve yargılamayı başarırsak.

Ceza, ertelenmiş şiddet midir değil midir tartışması gereksiz. Karşı şiddetten değil nefsi müdafaadan söz ediyoruz.

“Ama kadın yanlışlıkla vurursa?” “Ama kadın silahı suiistimal ederse?”

“Ama adam kadının elinden silahı alırsa?”

Ama o sırada rüzgar eserse... Rüzgarda mikrop varsa... O mikrop verem ederse... Yataklara düşülürse...

Türkiye’de 3 milyon ruhsatlı silah kullanıcısı var. Bunların dördünü tanıyorum. Yani dört tanıdığımın ruhsatlı silahı var. Sadece biri kadın. Kimse kimseyi öldürmedi, yaralamadı, hatta silah bile doğrultmadı.

Avukatından, mali müşavirine, gümrükçüsünden, esnafına ezici çoğunluğu erkek 3 milyon kişi ortada açık bir tehdit olmadığı halde silah taşıyabiliyor ama iş kadına gelince...

“Ya deterjanlı eliyle tozunu alırken yanlışlıkla...”

Nedir bu kadını bu kadar “beceriksiz” “şuursuz” ve “agresif” görme ve gösterme eğilimi bacılar? Her silah patlamıyor. Amerikan filminde değiliz.

Televizyonda Can Dündar’a konuk olan Ayşe Paşalı’nın kızı Burcu’nun söylediklerini yeniden dinledim bugün. “Kadınlar sessiz kaldıkça, sindikçe daha çok üstüne geliyorlar. Annem öyleydi...”

Annem pasifti demeye geliyor yani.

Deli deliyi görünce değneğini saklar lafı da boşuna söylenmiş bir laf değildir.

Yazının devamı...

Avrupalı gibi gitmek Hint fakiri gibi dönmek

Sersem yazarınız kendini mahvetmek için elinden geleni yapıyor sayın seyirciler...

4 hafta önce Kartalkaya’da kayak yaparken fena halde düşüp diz bağlarımı kopardım.

Eh tamam. Olur böyle şeyler. MR vs, 4 haftadır koltuk değneği ile dolaşıyorum.

Günler geçti, sakat olduğumu unutup, sokak kapımın önünde abuk subuk bir iş yapmak üzere boya merdivenine çıktım.

Tam işimi yapacaktım ki merdivenin dengesi kayboldu ve ben 2 buçuk metreden aşağıya uçtum.

Havada, yan mı düşeyim ayaklarımın üzerine mi diye düşünürken...

Ayakta karar kıldım.

Acı, kulaklarımdan fışkırdı. Kopuk çapraz bağlarım alttan gelen basınçla bana kendini fena halde hatırlattı. Vızır vızır arabaların geçtiği sokakta yatar vaziyette kıvranmaya başladım.

O kadar kıpırdayamaz ve iniltili bir haldeyim ki tesadüfen sokaktan geçmekte olan bir beyefendi baktı ayağa kalkamıyorum arabalar beni ezmesin diye beni kucaklayıp içeriye taşıdı.

Kaderimi öpeyim! Nasıl da janti! Nasıl da kibar! Nasıl da güzel kokuyor! Ve yakışıklı. Üstelik yarı Türk yarı Fransız...

Evde kıvranırken ben Beşiktaş Belediyesi’nin ücretsiz doktor servisini aradılar. (Aklınızda olsun: 444 44 55) 15 dakika içinde bir ambulans ve bir doktor geldi. Doktor bacağıma birkaç hareket yaptı ve beni hastaneye götürmeye karar verdi.

Aman Allahım! Hayatımda ilk defa sedye ile taşındım. İlk defa ambulansa bindirildim! Müthiş bir ihtimam... Her şey gelişmiş medeni koşullarında. En ufak bir kusur, özensizlik yok. Ambulans gıcır gıcır, personel süper. Beşiktaş Belediyesi’ne verdiğim her kuruş vergi (bir kez daha) helal olsun!

Baltalimanı Kemik Hastanesi’ne gittik. Yine sedye ile taşınıyorum.

Dünyanın en güzel gözlü doktoru beni muayene etti. (NEDEN güzel Allahım, neden hep EN münasebetsiz anlarımda çıkar bu yakışıklılar karşıma?!) Derhal röntgene aldılar.

Sonra... Sonra... Kırık olmadığı anlaşıldı.

Oh çok şükür.. Fakat o andan itibaren bütün forsum yok oldu. Röntgenci “boşuna evham” dedi. Dünyanın en güzel gözlü doktoru, elime üzerinde bir kod yazan bir kağıt verip (reçete imiş) arkasını döndü. Başka bir doktor “boşuna gelmişsiniz, bir şeyiniz yok, gidebilirsiniz” dedi.

Tealaam... Yahu ben karar vermedim ki! Paket yapıp getirdiler... Bu suçlu hissettirme kampanyası ne?

Yanlış anlaşılmasın. Hiçbir şeyden şikayet etmiyorum. Aksine! Gördüğüm en iyi, en hızlı muameleydi. Acil’in işi de acil durumlar. Ben mevlasını ararken belasını bulmuş sersem topal bir kargaydım sadece...

Kırık yoksa acil değilsindir. Acı çekmem merhamete tabii değildi.

Acıklı olan hastanenin durumu değil, benim halim! Avrupalı gibi gelmiş, bir Hint fakiri gibi dönüyordum.

Zira ayağımda ne ayakkabı ne de çorap vardı!

Ambulansla gelip hastaneden çıplak ayakla seke seke çıkan benden başkası herhalde olmamıştır. İnleye çınlaya nice sonra bir boş taksi bulabildim. “Lan nasıl geldik nasıl dönüyoruz” diye söylenirken şoför de bıçkın delikanlı manyak şoför çıkmasın mı! Haşin durlar, vahşi kalklar... Biz yolda bu nedenle kavga etmeyelim mi! Az daha indirmeye kalkmasın mı! Kırığım yok diye Allah belamı versin e mi... böyle. Şimdi davul gibi şiş bir dizle, buzlar prensesiyim... Kırık yok evet yok asjhelfbovuershh...

Yazının devamı...

Alaton’un kız kardeşlik kurumu

7 Mart akşamı, Four Seasons Otel’de Turkcell’in düzenlediği “Türkiye’yi Büyüten Kadın Liderler” toplantısındaydım.

Normal koşullarda sakat dizim nedeniyle evde oturmam lazımdı ama mikro kredi konusu ilgimi çektiği için koltuk değneğimle gittim.

Toplantıya, Türkiye’nin her yerinden, TİSVA (Türkiye İsrafı Önleme Vakfı) ve Turkcell’in katkılarıyla mikro kredi almış ve kendi işini kurmuş dar gelirli girişimci kadınlar davetliydi. Çok lüks bir otelde emekçi Anadolu kadınlarını görmek açıkçası çok mutluluk vericiydi.

Hepsi bin (1000) liralık mikro krediyle işe başlamış, kimi reçelci olmuş, kimi çay ocağı açmış, kimi balık ağı imalatçısı, kimi sabuncu, kimi pilavcı... Fotoğrafçı Bennu Gerede de bu girişimci kadınları işlerinin başında fotoğraflamış. Gala yemeği aynı zamanda bu serginin de açılışıydı...

Yemek sırasına sahnede çok şahane bir panel yapıldı. Balçiçek İlter sorular sordu Bahçeşehir eski rektörü, şimdinin Bilgi Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Alarko Şirketler Topluluğu yönetim kurulu üyesi Leyla Alaton, ING Bank Genel Müdürü Pınar Abay, Big Chefs Restoranlarının kurucusu Gamze Cizreli ve yazar Berna Tokar cevapladı.

Koca salonda garsonlardan başka neredeyse hiç erkek yoktu. O nedenle hakikaten “kız kıza” bir sohbet oldu.

Leyla Alaton meğer ne kadar sahici, samimi ve de komik bir kadınmış!

Hem çalışan kadın hem anne olmak, suçluluk duymak üzerine konuşurlarken “neden suçluluk duyacakmışız? Onu ellimden önce yiyordum artık yemiyorum” dedi.

Sonra benim de hep düşündüğüm bir şey söyledi. Kız kardeşlik kurumu.

“Her zaman senden daha güzel, senden daha zayıf, senden daha genç ve senden daha iyi kocalı bir kadın olacaktır. Kıskançlık yapıp boşuna enerji harcamanın âlemi yok. Birbirimize destek verip kadınların ilerlemesini sağlayalım. Yok o aslında şöyledir, böyledir, ‘bilmem ne’lik yapmış... Öyle de olsa söylemeyeceksin! Aferin deyip destek atacaksın! Kim bilir neden öyle yaptı?? Göz oymak, dedikodu yapmak yanlış işler...” samimi konuşuyordu ki bütün salon gülmekten kırıldı.

Doğru söylüyordu. Şu memlekette bir başarılı kadın yok ki arkasındançirkin atıp tutulmasın. Erkekler için yapılmayan dedikodular, karalamalar kadınlar için yapılır. Erkek en fazla “beceriksizdir”, “salaktır” kadın ise “onunla yatmıştır” “bununla kalkmıştır”... Kadının başarısı nedense illa yataktan geçmiştir!

Daha önce de yazdım. Sevişerek bir yere gelmiş, başarılı olmuş kadın yoktur. Seviştiğiyle kalır sadece. Kim niye güzel sevişiyor diye bir kadını müdür yapsın, koca şirketleri yönettirsin? Erkekler de o kadar aptal değil yani. Kaldı ki üst düzey yönetim kademelerinde kadınlar da var artık. Bulacaksanız başka bir kulp bulmanız gerekecek artık hemşireler!

Ama bulmasak daha iyi olmaz mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.