Şampiy10
Magazin
Gündem

Sığınma evlerine kaynak artırılmalı

İki gün önce Taraf gazetesi muhabiri Tuğba Tekerek, çok iyi bir iş yaptı. Şiddet görmüş gibi karakola gitti ve bir kadın sığınma evine sevkini sağladı. 3 gün boyunca orada kaldı ve izlenimlerini yazdı.

(“Kadın Süründürme Evi” 5 Mart 2013 Taraf).

Konuyla ilgili Aile ve Sosyal Projeler Bakanı Fatma Şahin ile röportajyapmış (14 Şubat 2013 Vatan) ve yine kendi programım “Her Yöne 80 Dakika”da (her Çarşamba Vivet Kanetti, Hilal Kaplan ve moderatörümüz Zeynep Bayramoğlu ile 21.15’te AHaber’deyiz) kadın sığınma evleriyleilgili olumlu konuştuğum için kendimi sorumlu hissediyorum.

Ben hükümetin, kadının statüsü konusunda kararlı olduğuna inanıyorum.

Yasa değişti ve iyi bir yasa geldi. Uluslararası “Kadına Yönelik Önleme Sözleşmesi”ni imzalayan ilk ülke de Türkiye. Aile ve Sosyal Projeler Bakanlığı’nın bütçesi 1,5 milyar liradan 20 milyar liraya çıkartıldı. Bakanlığın da gayretli olduğunu görüyorum. Kadına önleme ve izleme merkezleri (KOZA’lar) açıldı 14 ilde.

Başbakan, konu hakkında yeniden ve sık sık konuşmaya başladı. Polis, hakim, savcı, hemşire, doktor... Hepsi kadına şiddete artık başka türlü bakıyor veya bakmaya mecbur ediliyor. Bunlar iyiye işaret.

Fakat belli ki bakanlık durumun vahametinin farkında değil veya yetişemiyor. Pamuk eller yeterince cebe gitmemiş. Taraf muhabiri Tuğba Tekerek’in “sığındığı” sığınma evinin koşulları bir hayli berbat.

Berbatlığı da en başta kapasite düşüklüğünden geliyor. 20 kişilik yerde 100 kişi sığınmaya çalışıyor. Üstüne sular kesiliyor, tuvaletler pis, üst üste yatmaktan kadınlar ve çocuklar hastalık kapıyor. Tedavi imkanı yok, psikolojik destek bu kadar kişiye elbette layıkıyla verilemiyor. Canlarını kurtarmaya çalışırken bu sefer de kalabalık, hastalık ve pislikle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Kadınların bazıları bu koşullara dayanamayıp çocuğunu alıp evine (ve dayağa) geri dönüyor. Kapasiteyi 5 katına çıkarmak. Demek daha çok para ayrılması gerek. Daha çok merkez, daha çok eleman, daha çok vizyon. Demek sorun sanıldığından çokçokçok büyük. Demek yurt genelinde hepi topu 2500 kişilik “sığınma evi” kapasitesiyle bu işler olacak gibi değil.

Türkiye’nin bu işe verecek parası var. Türkiye’nin bu işe verecek “gönlü” de var. Yavaş yavaş herkes bir ucundan tutmaya başladı.

Esra Erol mesela. Televizyonda evlenme programı hazırlayan, güzel vebir kadın olarak tanırdınız değil mi? Hayır sadece bu değil.

“Umut Evi” diye bir proje başlattı. Çaresiz kadınlar için ücretsiz psikolojik ve hukuki destek veriliyor bu evlerde. Fatih Belediyesi, Bolu Belediyesi ve Düzce belediyesi bünyesinde üç ayrı yerde gönüllü avukatlar ve psikologlar, fiziki, manevi ve ekonomik şiddette uğramış kadınlara çıkış yolu öneriyor. Gelir de Esra Erol’un yazdığı iki kitaptan (“Kara Duvak” ve “Sesiz Gelinler”) geliyor. Esra Erol’un ne mecburiyeti var? Parası, pulu, şöhreti yerinde.

Böyle netameli işler bıçak sırtı gibidir. Kadınların başına bir gün bir iş gelir, Esra Erol Umut Evi’nin gönüllü avukatının tavsiyesi yüzünden oldu derler.

Ben umutluyum. Ama çözüm kadınları değil şiddet gösteren erkekleri evden alabilmek. Sorunun kaynağı gitmeli evden. Mağduru değil. O günlere de geleceğiz.

Yazının devamı...

Bir ağaç dikmek bu kadar mı zor olur?

Bildiğiniz gibi mahallemi ağaçlandırmaya karar verdim. Ağaç, zakkum, sarmaşık... Betonu, duvarı, neyi varsa kaplamak ve iç açan, çiçekli yeşil bir mahalle yaratmak istiyorum.

Hakkını yiyemem, Beşiktaş Belediyesi Arnavutköy’e çok emek verdi.

Belediye Başkanı İsmail Ünal, neredeyse bizzat projenin başında durdu.

Bütün yolları şahane Arnavut kaldırımı yaptırdı, özel tasarım elektrik direkleri diktirdi, o direklere saksılar taktırdı, kaldırımlara babalar diktirdi, istinat duvarlarını taşlarla kaplattı, o duvarlarınçiçekler diktirdi...

Demek istediğim bu mahalleye Beşiktaş Belediyesi gayet iyi bakıyor aslında. Ama ben daha da coşsun, daha da güzelleşsin istiyorum...

Halkımız da katılsın istiyorum.şöyle bir gerçek var: Dehşet gecekondu bir milletiz. Nereye baksam bir Kandahar görüntüsü.

Bakıyorum çatılara... Neler yok ki! Akvaryum, su deposu, lastik, televizyon... Yahu niye çatına atarsın?

Türklerin bu “vazgeçememe” huyu bir acayip. Eşyadan, çöpten, hurdadan... Kapısının önüne de koymaz çöpe de götürmez....

Tapu kadastro memuru gibi dolanıp duruyorum birkaç gündür mahallede.anladım: Yeşillikten harbiden tiksinen bir milletiz. Bir kadının evinin yanında bir boşluk var. Dedim ki buraya bir ağaç ne kadar güzel olur.

“A yok istemem” dedi. “Niye istemezsin?” dedim. “Toz yapar” dedi.

Başka bir yerde bir gecekondu var. Hesap ettim onun bahçesinden bir kaç dal sarmaşık çıkartırsam korkunç bir mezbelelik şahane bir şekilde

“Yok” dedi. “Ben olanı da söktüm. Sümüklü böcek yapar”.

Marul tarlan mı var bre mübarek de sümüklü böcekten endişe ediyorsun? Nereni yiyecek o hayvan?

Biri de dedi ki sarmaşıklardan fare çıkar. Öteki dedi ki ağaçtan kertenkele girer. Biri dedi çiçekli ağaca arı gelir, beriki dedi gölge yapar, biri dedi trafiği engeller! Amca, 45 yıl sonrası için kaygılanıyor!!! Vizyonlamada dünya rekoru!

Bitki sevgimiz ancak boya kutularına, yoğurt kaplarına, kırık kovalara bir şeyler ekip sonra da onu kaldırım üzerine koyacak kadar...

Ben hayatımda ağaçtan sarmaşıktan bu kadar korkan bir başka millet bilmiyorum.

Biz ne zaman böyle olduk? Bu tuhaf “orman hikayeleri” ne zaman aldı başını gitti? Neden mesela bir Yunanın böyle korkuları yoktur da hepsi evlerinin, duvarlarının dibine bir sarmaşık, bir yasemin, bir mor salkım, bir acem borusu diker? Hangi masalın etkisindeyiz biz bu kadar? Üç fasulye?

Bu arada şunu da öğrendim: Büyükşehir Belediyesine izinsiz ağaç dikmek suçmuş. Cezası varmış.

Bir kadın, cebinden para harcayıp ağaç dikmek istiyor ama başaramıyor iyi mi...

Yazının devamı...

İbadet eder gibi sevmek: Müslüm ve Muhterem

1995’di... Hürriyet’te çalışıyordum. Arkadaşımız Gülden Aydın, Müslüm Gürses ve Muhterem Nur ile röportaj yapmıştı. Röportajı yaptıktan sonra gazeteye gelmiş, gözleri dolu dolu “Müslüm’le Muhterem’in” aşkını anlatmıştı bizlere. “Ben böyle bir aşk, böyle bir sevgi görmedim” deyip duruyordu Gülden...

Röportajı yazı dizisi yapmışlardı.

“Devlerin Aşkı.”

3-4 gün sürmüştü...

Etkilenmiştik açıkçası. Ben beraber olduklarını bilmiyordum bile...

Halbuki röportajın yapıldığı gün 15 yıldır beraberlerdi... Benim cahilliğim...

“İbadet eder gibi sevgi” başlığını atmıştı Gülden ilk gün.

Günlerce düşünmüştüm.

Büyük laftı. 25 yaşındaydım. “İbadet eder gibi sevmenin” tadına henüz varamamıştım...

Böyle bir umudum bile yoktu. Mümkün müydü?

Tanıştıklarında Muhterem Nur 48, Müslüm Gürses 27 yaşındaymış...

6 yıl sonra evlenmişler...

33 yıldır süren bir aşktan, sadakatten, emek kıymet vermeden, vefadan, hemşirelikten, koltuk değnekliğinden, imıç meykırlıktan velhasıl bir aşkı aşk yapan her şeyden söz ediyoruz...

Yaş farkını (23 yıl) TERSİNE çevirmenin ne kadar “hayırlı” olduğunu gösteren bir örnektiler ayrıca (“Aralarındaki yaş farkına rağmen” lafını da protesto ediyorum yeri gelmişken. “Rağmen” değil belki de “bu sayede”..)

“Ben Müslüm’le doğdum” diyor Muhterem Nur bir yerde.. Düşünün

Türkiye’nin bir zamanlar en ünlü oyuncusu diyor bunu. Yıldızlara/dan gidip gelmiş, bir kadın diyor... Onunla doğdum diyor.. Önceki yaşamını atıyor...

Aşk, güzel bir şey, onu anlıyor insan...



25 yaşında, aşka dair bilmediğim şeylerdi bunlar... İbadet eder gibi sevebilmeli. İnsan aşkla yeniden doğmalı.

Ah bir de kaybetmesi olmasa...

Yazının devamı...

Köyümün kahramanı oldum!

Büyük denizlerin ufak balığı olmaktansa küçük denizlerin büyük balığı ol!

İki gündür mahallenin kahramanıyım!

Niye? Ceviz ağacımızı kurtardığım için!

Hatırlarsanız Arnavutköy’ün 60 yıllık ceviz ağacı Yılmaz Ulusoy’un inşaatı yüzünden az daha gümbürtüye gidiyordu.

Mahallecek nöbet tuttuk. Mahallenin gazetecisi olarak da yazı yazdım. Böylece kesilmesine engel olduk.

Derneğimiz (Arnavutköylüler Derneği) yazılarımı ve ceviz ağacı mücadelemiz ile ilgili basında çıkan diğer haberleri toplayıp bir fotokopi hazırlamış.

Bütün apartmanlara dağıtmış.

Kendi yazımı kendi evimin önünde görünce pek mutlu oldum...

Sonra komşular ziyaretime geldi.

Dizim sakat olduğu için gelirken çorba da getirdiler.

Köyümüzün “ağaç kurtarıcısı” olarak pek gönendim.

Kedi kedi olalı ilk defa kahramandı!



Yeter mi? Yetmez!

Karar verdim, köyümüzü ağaçla donatacağım! Hizmet aşkı içime girdi bir kere! (Roarrr!)

En sevdiğim ağaç da pembe çiçekli manolya ağacı.

Magnolia soulangeana bilimsel adı.

Bebek yokuşunda bir tane var. O kocaman ağaç her yıl Nisan ayında dünyanın en güzel varlığına dönüşür.

İşte şimdi onlardan arıyorum. Mahallem o ağaçlarla anılsın bundan sonra!

Madem belediyelerimiz ağaç dikmiyor, o vakit kendi işini kendin göreceksin!

İnternette aradım, biraz pahalı geldi.

Ucuza pembe çiçekli manolya fidesi bulabileceğim bir yer var mıdır?

Bilenler yazsın ne olur!

İclal Aydın ve Selahattin Duman’a veda

Gazetemizde ayrılık rüzgârları esiyor... Önce İclal Aydın sonra Selahattin Duman...

Bir “kalan” olarak bir tuhaf oluyorsun...

On yıldır beraber yazıyorduk...

On yıldır aynı geminin yolcularıydık, dümencileriydik...

Gayrettepe’deki binamızda ilk toplandığımızda (harbiden) çocuklar gibi şendik...

Ama işte ayrılıklar işyerlerinin doğasında olan bir şey...

Çeşitli nedenlerle bakıyorsun yollar ayrılmış...

Her ikisine de yol açıklığı diliyorum...

Yazının devamı...

El sallayan sevgiliye veda...

Müslüm Gürses ne yazık ki aramızdan ayrılıyor. Yazımı yazarken öldü haberi geldi bir ara. Sonra yalanladılar. Ama belli ki Müslüm Baba gitmek istiyor... Durdurmak imkânsız gibi görünüyor.

Onunla tanışmam “Aşk tesadüfleri Sever” albümüyle oldu... Sevdiğimyabancı şarkıların cover’ını yaptığı bir albümdü. Leonard Cohen’den Bob Dylan’a, David Bowie’den Björk’e Murathan Mungan’ın seçtiğio eşsiz tarzıyla, o dokunan sesiyle yeniden söylemişti. Bu sefer Türk şairlerinin yazdığı Türkçe sözlerle...

“El sallayan sevgiliye veda et ...” dediği “İstanbul’a Veda” şarkısını dinlemediysem en az beş yüz kez dinlemişimdir. Leonard Cohen’den (“Alexandra Leaving”) çok daha güzel, çok daha “içli” söylüyordu.

Yerli yabancı kime dinlettiysem herkes âşık olmuştu.

O albüm, çok uzun zaman “hayat müziğim” olmuştu. Yol müziğim, aşk müziğim, hüzün müziğim, yeniden başlama müziğim...

Yanı başımda olup yıllarca özenle uzak durduğum Müslüm Gürses, evimin, arabamın, sokağımın müziği olmuştu birden...

Yalanım olmasın... Kendi tarzına yakın değilim. Fakat o tarza ne kadar uzaksam bu albümdeki Müslüm Gürses’e de o kadar yakındım.

Bir yorum bu kadar mı dokunur kalbe... Doğu ile batı bu kadar mı güzel erir birbiri içine...

Şu an, hüzünle yazımı yazarken yine o albümü dinliyorum...

“Ömrüm İstanbul’a... Elveda” diyor... Ellll... veda...

Nasıl da güzel söylemiş.... Nasıl da her şarkıyı yeniden yaratmış... Yaşam katmış... Barış Pirhasan da ne güzel yazmış...

Bir keresine bir arkadaşımın pilot sevgilisi gelmişti evime. Kız arkadaşım da benim gibi albümün hastası olmuştu. “Bak şimdi Müslüm Gürses dinleteceğim sana, bayılacaksın” demiştim.

O kadar bağnaz, o kadar kapalı bir adamdı ki “ben onu dinlemem. evden çıkar giderim” demişti.

Hiç tereddüt etmeden “İyi” demiştim. “Çık git o zaman.”

Gitmişti o da.. Arkadaşımı da bir aptaldan kurtarmıştım. Bütün gece Müslüm Gürses’in o albümünü dinlemiştik... Defalarca İstanbul’a veda etmiştik...



“Gece yarısı uyanırsan / Yatağın boş yastığın soğuk / Fener alayları sokaklarda / Aç kapını aç balkona çık...

Bak bırakmış aşk meleği / Kim bilir kiminle uçuyor / Işık saçan kanatlarıyla / Sanki şehir senden kaçıyor

Sakın sanma pişman olur sabaha / Yanılmıştır dönecek sana / El sallayan sevgiliye veda et / Ömrüm İstanbul’a elveda şarapların tadıyla / Uğurla senin olanı / Korkakların tesellisi unutmak / Hatırla senden çok senin olanı...

El sallayan sevgiliye veda et / Ömrüm İstanbul’a elveda”



Hiç dinlemediyseniz, lütfen önyargılarınızı bir kere bırakın ve dinleyin bu şarkıyı...

Yazının devamı...

Hafta sonuna mükemmel iki öneri

- Orman içinde nefes almak için: Ortanca Evleri

İstanbul’dan, diyelim Beşiktaş’tan hepitopu iki saat uzakta, şipşirin bir orman pansiyonu. O kadar sevdim o kadar sevdim ki “tamam artık burada yaşıyorsun” deseler en küçük itirazda bulunmazdım. Bildiğin “Yedi Cücelerin Evleri” sanki.

Güzel olan şey şu: Tek bir damla beton yok! Beton ve çimentonun ne kadar bunaltıcı malzemeler olduğunu, OLMADIKLARI zaman anlıyor insan. Faruk bey her şeyi ahşaptan yapmış. Önce kendi evlerini yapmışlar tamamen ahşaptan. Sonra eş dost gelsin diye 4 evcik kondurmuşlar arazinin çeşitli yerlerine. Duşu tuvaleti, verandası olan gayet sevimli kulübeler... Eş dost derken bir yıldır isteyene de kiralıyorlar.

Fakat en güzel yer mutfağın, oturma odasının ve yemek masasının olduğu büyük camlı sundurma... Ortasına nefis bir kuzine kurmuşlar. Allahım nasıl da özlemişim kuzineyi... veya anneannemin deyimiyle “maşinga”yı... Şömineden çok daha fazla seviyorum maşingayı. Kuzinenin dışında sundukları güzel müzik, bir sürü kitap ve dünyanın en dostane kedi ve köpekleri... Ve bittabi tabiat. Lüks, şatafat ve televizyon meraklılarına çok uygun değil, baştan söyleyeyim de kimsecikler mutsuz olmasın.


Sahipleri Faruk Bey’le ve Nihal Hanım. İstanbul’u bin yıl önce terk etmiş çok tatlı bir çift. Güzel yeğenleri Doğa hanım da telefonun Yer Adapazarı’na bağlı Boğazköy köyü. Konaklama ücreti iki kişi sadece 100 TL. Yemek ve kahvaltı için konuşun.

Doğa Hanım: 0534 7119083
www.gezginsincap.com

- Bir tayla dostluk kurmak için: Büyükannenin Çiftliği



İzmit dolaylarında, akıl almaz bir sevgiyle işletilen bir çiftlik. “Büyükanne” ismi boşuna değil. Arazi hakikaten büyükanneden kalma. Büyük bölümünü satmışlar ama geriye kalan da az buz değil: 22 dönüm.

Beni en çok etkileyen hayvanların mutluluğu oldu. Hayatımda hiç bu kadar cana yakın, dostane ve klişe olacak ama “sevgi dolu” atlar, eşekler, köpekler, kediler ve hatta boğalar görmemiştim. Hangi birine yaklaşsak hepsi büyük bir coşkuyla ve hiç ürkmeden yanımıza geldi. Her biri kendini sevdirmek için yarıştı.

(Hele bir tay var! bkz: Kendini kedi sanan at!) Hepsinin bir hikayesi de var. Köpeklerin büyük çoğunluğu terk edilmiş hayvanlar. Eşek, nesli tükendiği için Kütahyalardan bulunup getirilmiş. Fakat ortam bir barınak havasında kesinlikle değil. Düzenli, bakımlı, temiz... Hayvanların hepsi iyi bakılıyor, hepsi mutlu.

(Atlara binmek mümkün bu arada. Hiç bilmeseniz de öğreten var...)

Kalacak yerler ahşap ve tuğladan yapılma çok güzel evler. Modellerini çok iyi seçmişler. Hepsinin kocaman bir verandası, verandalarında barbeküleri var. İçlerini ben olsam başka türlü döşerdim ama çok da önemli değil. Kışın sıcak, yazın serin...



Yemekleri çiftliğin sahipleri Çimen Hanım ve eşi Deniz bey yapıyor. Bahçede kocaman bir mangalda nefis ızgaralar yapıyorlar. Üstelik “şitake” mantarlarını da kendileri yetiştiriyor. Zaten bir çok şey çiftlikten. İnek sütü, keçi sütü, yumurta, mantar, yoğurt... Kahvaltıda yedi otlu çok özel bir yumurta çıkıyor. Cidden çok güzeldi. www.gezginsincap.com 05344818038











Yazının devamı...

Ben bir ceviz ağacıyım ve yerimde kalıyorum!

Kedi kedi olalı (ben) bir fare tuttu galiba.gün önce bir ceviz ağacından söz etmiştim. Mahallemizin belki de

50 yaşındaki ceviz ağacını Yılmaz Ulusoy’un inşaat firmasının kesmeye veya yerinden sökmeye çalıştığını, mahallelinin buna engel olduğunu anlattım geçen gün. Sonra da sormuştum: Mahallenin ağaçları kimindir?



Yazımın çıktığı gün yani pazartesi Yılmaz Ulusoy aradı. Kurtlar Vadisi ses tonuyla “kaynağına sormadan nasıl yazarsın?” dedi...

Pazar günü GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE ağacı sökmeye kalktıklarında haber kaynağını bulup “beyefendi ağacı söküyor musunuz?” demek ne kadar “gerekeli” ve “manalı” bilemedim ama olsun. “Peki o zaman geleyim yerinize ve bana durumu izah edin” dedim.

Tamam dedi. Anında gittim. Bir ceviz ağacı için... çok mu? Konuşkan bir insan Yılmaz Ulusoy. Ekonomi Dünyası’dan bihaber olduğum için tam olarak kime çattığımı holding kapısından girince anladım. Bu da “turist köşeci” olmanın faydaları... Harikulade bir “monologumuz” oldu...



Yılmaz Ulusoy, 70 yaşında bir işadamı. Of’lu. Meşhur Ulusoy ailesinden. Bayağı hareketli bir iş hayatı olmuş anladığım kadarıyla.

Samsunspor’u da o kurmuş ve başkanlığını yapmış. Denizcilikten başla inşaatçılığa, oradan otelciliğe... Üstelik de bizim mahalled oturuyormuş...

Derin mavi gözlerini siyah uyuz gözlerime dikip uzun uzun ağacı, yeşili, ormanı ne kadar sevdiğini anlattı. 24 bin ağaçlık hatıra ormanlarından, turistik tesislerinde mevcut ağaçları iki üç katına...

Konunun bizim yaşlı ceviz ağacına gelmesi için bir buçuk saat geçmesi gerekti. Bu bir buçuk saat boyunca doğum günü için (14 Şubat 1941 imiş) ona sürpriz olarak hazırlanmış 4,5 kilo ağırlığındaki “Yılmaz Ulusoy... Dostların Kaleminden İş Hayatında 55. Yıl” kitabını inceledik. Onu tanıyanlar, sevenler, ailesi, arkadaşları, ortakları birer sayfa yazı yazmışlar. Kimler yok ki? Kadir İnanır’ından Emel Sayın’ına, Hahambaşı İsak Haleva’dan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a kadar...mutlu olmuş belli ki. Elinden düşüremiyor. Ki düşürmese iyi eder zira cidden ağır...

“Bak Bakan Abdülkadir Aksu ne yazmış!”

“Bak Büyükelçi ne yazmış!”

“Bak Ferdi Tayfur ne yazmış!”

Meşhur ve pek mühim insanlarımızın Yılmaz Ulusoy’u ne kadar sevdiklerini, ona ne kadar kıymet verdikleri bir bir okumaya başlamıştım. Ben ceviz ağacı dedikçe Yılmaz Ulusoy başka bir sayfa açıyordu.

“Bak Dikran Masis ne yazmış! Oku oku...”

Sanırım Yılmaz Bey şöyle bir hisse kapılmamı istiyordu: “Tüm dünya Yılmaz Ulusoy’u seviyor ve ben bir eşeğim. Bir ceviz ağacı için değer miydi...”

Allahtan oğlak burcuydum ve bir köstebek kadar kararlıydım ceviz ağacımızı korumaya. Üstelik de hafızam bir fil kadar da kuvvetli.

(Özetle bir hayvanım) çay, iki bardak su ve 34 Yılmaz Ulusoy hatıratı okuduktan sonra ceviz ağacını yeniden hatırlattım.

“Ceviz de ceviz... Amma tutturdunuz ha.. Orada çiçekli bir ağaç olsa fena mı olurdu yani. Mesela bir manolya...”

“Biz cevizimizi istiyoruz. 60 yaşında bir ağaçtan söz ediyoruz...”

Yine derin mavi gözlerini uyuz siyah gözlerime dikip “ağacınız kalıyor” dedi.



Ceviz ağacımızı kurtarmıştık. :)

35. hatırayı da okuyabilirdim artık.

Yazının devamı...

Mahallenin ağacı kimindir?

Mahallemizde geriye kalmış on, on beş ağaç var. Ve bu ağaçları da kesmek biçmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Yer Beyazgül Caddesi. Meşhur işadamı (the holding) Yılmaz Ulusoy, eski bir Arnavutköy evini restore ediyor. Harika! Hiçbir itirazımız olmaz. Aslına uygun yaparlarsa müteşekkir bile oluruz.

Ev, geçtiğimiz aylarda tamamen yıkıldı. Yerine betonarme temelli yenisi yapılacak belli ki. Hemen yanında kamuya ait bir parsel var. Ve üzerinde de tarihi bir ceviz ağacı. Devasa, harikulade bir ağaç! En az dört beş katlı bir bina büyüklüğünde. Yerine nasıl yakışıyor, nasıl güzelleştiriyor orayı anlatamam...

Bu Pazar, kamyonlar dozerler geldi mahalleye. Bir baktık ağacı söküyorlar!

“Nasıl olur” dedik, Büyükşehir Belediyesi, Park ve Bahçeler Müdürlüğü sökülebilir raporu vermiş!! Asırlık ağaç başka yere taşınabilirmiş!

Neden? İnşaatın temellerine zarar veriyormuş!

Mahalleli ayağa kalktı. “Bu ağaç, binalar gibi tescilli. Boğaziçi İmar’ın izni gerekiyor” dendi.

Ciddi bir gerilim oldu. Polis ve zabıta geldi. Söküm adı altında ağaç cinayeti durduruldu.

Fakat bir saat geçmeden, bu sefer başka bir polis ekibiyle gene geldiler. Ve yine koca ağacı yerinden etmeye kalktılar.

Mahalleli izin vermedi. Kavga gürültü söküm ekipleri geri yollandı.

Fakat niyetleri gayet bozuk. “Gerekirse gece yarısı yaparız ama ille yapacağız” dediler.



Şimdi The Holding bey Yılmaz Ulusoy’un bu durumdan haberi var mı bilmiyorum. Bu saate kadar yoksa bile artık var! Bu beyefendi, kendi adını taşıyan bir holdingin sahibi. İnşaatçı, turizmci, deniz nakliyatçı, otelci, butik otelci vs... Bütün İstanbul’u o restore ediyor. Bizim mahallede de en az üç inşaatı var. İyi ediyor.

Bir de kitabı var. “ÖNEMSİYORUM, ÖNERİYORUM.”

İşşşadamlarının kitap yazma merakı hakkında şimdi iki laf etmek istiyorum istemesine ama yok... Etmeyeceğim. Kitabı da bilmiyorum zaten.

Fakat ironik olan şu: Kitabının gelirini TEMA vakfına bırakmış. Kitaptan kazandığı 20 bin lira ile Tekirdağ’da hatıra ormanı yapılmış. 4000 fidan dikilmiş.

Aman ne güzel!

Da bizim cevizin suçu ne arkadaş?!



Tesadüfen bu ya Hürriyet’ten Onur Baştürk de aynı yazıyı yazmış bugün. Onun da oturduğu Cihangir Mahallesinde de bir ceviz ve incir ağacına girişmişler. Ceviz şimdilik kurtulmuş, incir sizlere ömür.

Yahu bu nasıl mantık anlamıyorum.

Bir hukukçu lütfen bana yazsın. Mahallenin ağaçları kimindir? Toprak sahibinindir diye bir şeyi tanımıyorum ben. Benim nefesim, benim oksijenim nasıl Ahmet Efendi’nin Mehmet Efendi’nin olurmuş?

Üstelik bu seferki kamu arazisi üzerinde! Yani harbiden hepimizin ağacı!



Bizim ceviz ağacı hiç sanmıyorum ki kıyımdan kurtulabilsin.

Bir gece ansızın gelecekler ve gidecek o canım ağaç... Başka yere dikilecek olması (ki zaten tutmaz) beni hiç ilgilendirmiyor. Biz o ağacı olduğu yerde istiyoruz. O ağaçla doğmuş o ağaçla ölmüş insanlar var. 12 yıldır bu mahalledeyim, o ağacı göreyim diye yolumu oradan geçiriyorum.

Benim nefesimi almaya hakkı var mı bir başkasının? Bu da suç değil midir?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.