Şampiy10
Magazin
Gündem

Onları unutmayın

Önümdeki evin çatısına her gün yiyecek atıyorum. Kuşlar yesin diye. Bazen kediler de nasipleniyor attıklarımdan. Bu sabah baktım kar yağıyor, çatıların üzeri tutmadan besleyeyim şunları dedim. Akşamdan kalma ekmekleri attım.

Baktım sığırcık kuşları da geldi. Hem de on on beş tane. Bütün çatıyı kapladılar. Çok nadir gelirler halbuki. Yılda bir ya da iki kere görüyorum sadece.

Demek doğada yiyecek sıkıntısı baş göstermiş dedim. Sığırcıklar bile yemlenmeye benim önümdeki çatıya geldiğine göre...

Aklıma mahallenin kedileri köpekleri geldi. Dedim onlar da girip çıkamaz şimdi çöplere. Onları da beslemek lazım.

Çarşıya indim, mahallenin petşopuna gittim. Açık mama almak için. “Hangisinden istersin?” dedi. “Kaça ve farkları ne?” dedim. “Torbası 5 lira olanlar sokak kedileri için, 7,5 lira olan yarı ev yarı sokaklar için, 10 lira olanlar ev kedileri için” dedi.

“Sokak kedileri için” diye bir kategori olması güldürdü beni. “5 lira, 7,5 lira, 10 lira” diye de gösterebilirdi. “Kalite farkı var” deyip geçebilirdi.

Sokak kedileri için diye bilhassa vurguladı. Mahallemizde demek bol miktarda sokak hayvanı besleyen var ki petşopçu böyle bir kategori yaratmış. “Rahat ol, tek değilsin, hem pratik, zaten ne ki işte 5 lira” kategorisi.

Benim Cascas hangi kategoride acaba diye düşündüm. Çatılarda dolaşan, arada da evime girip alarmı ötüren düdükten söz ediyorum. Yarı ev yarı sokak klasmanına yükselmiş midir? Her sabah, hava girsin diye açtığım yatak odamdaki pencereden çaktırmadan içeriye süzülüyor zira. Sonra bakıyorum çekmecelerden birine girmiş fosur fosur uyuyor. Ben fark edince de coşkulu sitemler ediyor. Yok aslında hiç girmeye niyeti yokmuş da açık bulunca girivermiş de aslında çıkmak için can atıyormuş da yahu neden kapatmışım pencereleri de onu da içeride hapsetmişim de... Böyle her seferinde bir ayar atıyor bir de...

Yine de ev kedisi sayamazdım onu. Hem ben bir cimriyim. Giderek azalsa da halen nekesliğim devam ediyor. Tuttum 5 liralık aldım. Eve geldim. Önce Cascas’ı doyurdum. Sonra kedilerin ulaşabileceği bütün camlarımın önüne döktüm mamadan.

Hiç tanımadığım bir tekir geldi önce. Daha önce çatıda görmemiştim hiç onu. Onu gördüğümü bildiği halde yüzüme bile bakmadan yedi ve yine yüzüme bile bakmadan çekip gitti.

Sonra benden çok korkan uzun tüylü beyaz geldi. O bile gelince anladım ki durum vahim. Bir torba daha almam gerekecek...



Tüm bunları şunun için anlatıyorum: Siz de bir torba mama alın. Bir kap su bırakın evinizin önüne..

Yazının devamı...

Ahlaka aykırı ne demektir?

Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay, karısıyla beraber izlediği “Kibarca Öldürmek” filmindeki bazı diyalogları çok rahatsız edici bulduğu için “+18 de yeterli değil, vizyondan kaldırılsın” dedi.

Sözünü ettiği sahne anladığım kadarıyla karakterlerden birinin hapishanedeki“seks maceralarından” söz ettiği sahne olmalı. Rahatsız edici olduğu muhakkak. Hoş, film zaten baştan aşağı bir “suç” filmi. Şiddet, cinayet, soygun, uyuşturucu, alkol, kumar, fuhuş, tecavüz ne ararsan var. Brad Pitt’in yakışıklılığı dışında filmde “iç açıcı” hiçbir sahne de yok zaten.

Ama bu “rahatsız edicilik” filmin zaten ana konusu. Film tam da bu yüzden çekilmiş. Güncel Amerikan toplumuna eleştiri getiren bir filmin içinde bu diyalogun anlamı ne? Arka planda Obama’nın başka bir Amerika vaat eden seçim konuşmasıduyulurken iki loser neden uzun uzun böyle bir geyik yapıyorlar?

Manasız ve rahatsız edici bulunabilir elbette. Bunda bir beis yok. Sinema salonunda yanımdaki kızın içine de fenalık geldi. Film, dolaylı falan da değil, dimdirek bunu anlatıyor zaten. Nereye varmak istedik, ne olduk... Obama umut vaat ediyor, millet birbirini boğazlıyor...

Kültür bakanımız Günay’ın hangi endişe ile yola çıktığını doğrusu merak ediyorum. Basit bir “kimse rahatsız olmasın” kaygısıyla bir filmi yasaklamaya kalkmak o kalibredeki bir adama yakışan bir şey değil. Bu durumda “çocuk”olduğunu varsaydığı toplumun kötü etkileneceğini sanmış olmalı diye düşünüyorum. Yöneticilik demek böyle tuhaf vehimlere yol açıyor.

“Fareler ve İnsanlar” romanına uygulanmak istenen sansürde de benzer bir sıkıntıvar. Hangi bölümmüş rahatsız edici bulunan diye baktım, karşıma bir karakterin bir başka karaktere bir randevuevi hakkındaki “memnuniyetini” anlattığı bölüm çıktı. Gittikleri o “ev”de ne kadar keyifli vakit geçirdiklerini anlatır da anlatır. Romanın esas karakterleri George ve Lennie’yi de oraya davet eder. Ama George “biz gidemeyiz. Para biriktirmeye çalışıyoruz” diyerek reddeder.

“Yetkililerin” ahlaka “aykırı” buldukları kısım, bir randevu evinin dolayısıyla fuhşun övülmesi anladığım kadarıyla. Romanda neden böyle bir bölüm var? Yazar hakikaten fuhşu mu övüyor? Hayır. George pekâlâ biliyor ki zihinsel engelli arkadaşı Lennie’yi oraya götürürse, kızlardan birine zarar verecek. Çünkü“yumuşak” şeylere karşı bir zaafı var ve severken öldürebilen cinsten. Kendi keyfinden fedakârlık ederek onu zarar verebileceği kişilerden uzak tutmaya çalışır.

Ahlak bir tembellik aracı. Bir kere kurallarını belirliyorsun, bir köşeye koyuyorsun, beğenmediğin, belki de tanımlayamadığın şeylerle karşılaşınca, hemen o köşedeki ahlakı alıp “bu ahlaka aykırı” diyorsun.

Halbuki her şeyi kendi içinde bulunduğu bütünlükle değerlendirmek gerek.

Toplumun ahlakına aykırı ne demek anlamadığım bir şeydir. Diyelim ki film ahlakıma aykırı. Nitekim de öyle. Eeee? Öyle olsun ne olacak? O tip filmleri izleyince, romanlarıokuyunca hiç içimden gelmediği halde, koşa koşa birbirleriyle ilişki mi kuracağım? Kumar mı oynayacağım? Adam mı boğazlayacağım? Veya tersinden sorayım, izlememiş olmak beni durduracak mı? Karılarını döven, öldüren erkekler bu filmleri izledikleri için öyle yapıyorlar? Batakhanelere dadananların “Fareler ve İnsanlar” romanını okumuş ve bundan etkilendiği için orada olma ihtimali milyonda kaçtır?

Bakanlarımızdan, müdürlerimizden ez cümle “yöneticilerimizden” en büyük farkım şu galiba. Bana esas gerçek hayat çok rahatsız edici geliyor. +18 yetmez, kaldırılmalı. Yapabiliyorsanız bunu yapın. Şeker Portakalı’na, Fareler ve İnsanlara sansür, bir “iş” yaptığınızı sanmanıza neden olur ancak.



Hüseyin Çelik’in ombudsman itirafı

Hayko Bağdat’ın İMC kanalındaki “Azı Karar, Çoğu Zarar” programındaki konuk AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve AK Parti sözcüsü Hüseyin Çelik idi. Hayko Bağdat, Hrant Dink’in 301’den mahkum olmasına neden olanlardan biri olan Nihat Ömeroğlu’nun “Kamu Başdenetçiliği” hakkında sorular sordu. Çelik “ben onun bu mahkûmiyetteki rolünü bilmiyordum” dedi. Bunun üzerine Bağdat “Bilseydiniz ne olurdu?” diye sordu. O da “Bilseydik onu ombudsman yapmazdık, başka birini bulurduk” dedi. Bu, hükümet cephesinden gelen ilk itiraf. Dink’in öldürülmesinin yıldönümü olan 19 Ocak’a yaklaşırken dikkat çekici bir gelişme. Hayırlara vesile olması dileğiyle...

Yazının devamı...

Zeze küfretmesin, analar şoke olmasın, çıkalım kerevetine!

Şimdi böyle bir ana tipi var. Çocukçukları aman da hiçbir küfrü işitmesin, ama da hiçbir şekilde aklına seks gelmesin, böyle laboratuar köpeği gibi bir şey olsun istiyorlar.

“Şeker Portakalı” kitabının kahramanı Zeze küfürlü konuşuyor diye bir veli “şoke” olmuş ve kitabı derste okutan öğretmeni şikayet etmiş. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de öğretmen hakkında soruşturma açmış. Bu arada Vasconcelos’un söz konusu kitabı Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 temel eser listesi arasında bulunuyor.

Allah Allah dedim. Ben bu kitabı okumuştum. Bir hayli de mutaassıp ve sıkıcı bir kitaptı.

Neymiş müstehcen bulunan bölüm diye baktım meğer oğlan bir şarkı söylüyormuş şarkıda da “çırılçıplak bir kadın isterdim, çırılçıplak isterdim onu, gece ay ışığında bir kadın bedeni isterdim” lafları geçiyormuş...

Bu imiş velimizin “şoke” olduğu şey! Bu imiş İlçe Milli Eğitim müdürlüğünün “vay sen bu kitabı nasıl okutursun, al sana soruşturma”sının gerekçesi.

Zaten kitapta da babası oğlanı azarlıyor: “Kim öğretti sana bunları? Bir daha dolaşma onunla” diye...

Kaç yaşındaymış peki bu şokecan velinin evladı? 13.

Şokecan veli şöyle buyurmuş: “Türk örf ve ananelerine uymuyor”

Allah Allah?!? Hangi bölümü acaba?

Ay ışığında bir kadın bedeni istemek mi Türk fantezilerine aykırıdır? Türk tercihi kanlı çarşaf üzerinde ölü kadın bedeni mi olmalıydı?

Ya da Türkler mikroenjeksiyonla çoğalıyor, ne demek beden istemek, çıplaklık falan mı demek istiyor?

Veya 13 yaşında Türk çocukları “çırılçıplak” lafını duyunca sapıtıp, sokağa çıkıp anıran, önüne geçene saldıran bir tür müdür? Biz duyunca neden öyle olmadık? Biz has Türk değil miyiz?



Nasıl bir ailedir ki kendi verdiği eğitimden bu kadar şüphelidir? Nasıl bir ailedir ki çocuğunun okuduğu tek bir satır ile (satırda da bir şey yok) yedi düvelin sapığı olacağından korkar? Nasıl bir ailedir ki çevrede olup bitenlerden değil de çocuğunun okulda ders olsun torba dolsun diye okutulan bir kitaptan daha çok etkileneceğini düşünecek kadar saftır? Nasıl bir ailedir ki 13 yaşında bir çocuğun aklından çok daha ötesinin geçtiğinden haberi yoktur?

Çocuğum yok diye bazen o kadar mutlu oluyorum ki anlatamam... Bunlardan bir tanesi benim çocuğumun arkadaşının anası babası olacak mesela ve ben onlara girişmeyeceğim?!?

Ülke velileri kurtulmuş haberiniz yok...

Hadi veli takıntılı, hadi veli tuhaf... Bu satırlar yüzünden ayağa kalkan, öğretmeni soruşturmaya gerek duyan Milli Eğitim Müdürlüğündekiler kimler? İşleri güçleri bu mudur?

Ne güzel...

Yazının devamı...

Savaş biterse Doğu’da turizm nasıl patlar?

Madem görüşmeler sürüyor... Küçük Oteller Kitabı’nın yazarı olarak savaş bittiğinde olabilecek yeni ‘destinasyon’lar, kurulabilecek yeni oteller diye bir hayal kurdum..

- Cilo Mountain Resort: Bugüne kadar gördüğüm en güzel dağlar. Dağlıca’ya (Oramar) varmaya çalıştığımız sırada gördük ve nutkumuz tutuldu... Dağlıca’ya gitmemize izin vermediler. Zaten daha sonra bölge askerlerin esir alınmasıyla sonuçlanan bir baskınla anılır oldu. Yüksekova’dan kolay bir çıkış var.

- Cudi Kisara Nature Lodge: Şırnak ili sınırlarındaki bu güzel dağda, çam ve meşe ağaçları içinde çok güzel bir dağ turizmi olabilir. Ayrıca Kuran’a göre Nuh’un Gemisi de bu dağa konmuş. Yavşaklıkta sınır tanımayanlar için ismi “Judy Nature Lodge” de yapılabilir.

- Dağlıca (Oramar) Yaz kampı: Cilo’nun yüksek eteklerinde bir köy. Ötesi yok. Nefis bir dağ ortamında, Kürtçenizi pratik etmek için daha iyi bir ortam olamaz.

Gündüz eğitim, gece eğlence...

- Van Gölü Shewbash Beach Suites: Van turizme uzak bir kent değil. Deprem vurmasaydı tam gaz da ilerliyordu. Yeni yapılanmada belki plaj da düşünürler. İsim hazır!

- Beytüşebbap Wineyard Mountain Inn: Düşünsenize Türkiye’nin en değerli üzümleri burada yetiştirilip en pahalı şarapları burada üretiliyormuş! Ve biz asma bağlarını hasat zamanı ziyaret ediyormuşuz! Üzüm topluyormuşuz!

- Çukurca Organik Çiflik’te bir haftasonu. Suriye sınırında yer alan bu şirin ilçemizde organik tarım tekniklerini öğrenmenin yanı sıra mayın etrafında slalom, peşmerge izlerini takip, çatışma noktalarına ziyaret gibi faaliyetler de yapabilecekmişiz mesela.

- Kandil Resort: Yurtdışı gezisi olarak düşünmek mümkün. Detaylarına hadi girmeyeyim...



İçeriden bir feryat

Geçen gün “Bir psikopat yetiştirmenin garantili 12 yolu” diye bir yazı yazdım hatırlarsanız. Altına da “eve gelene merhaba diyemeyen 13 yaşında çocuklarımız var. Merhabayı geçtim misafirin yüzüne bakarak “Bu kim! Niye gelmiş? Gönder gitsin” diyen, diyebilen gençlerimiz var. Ve daha da fenası: bunun hiç dert edilmediği ailelerimiz var” diye bir paragraf iliştirdim.

Dünya kadar mektup geldi. Hepsi yazdıklarımı destekliyordu. Herkes çocuklu ailelere gitmekten çekinir olmuş. “Acaba bugün evin çocuğundan hakaret işitmeden yemek yemek mümkün olacak mı?” diye korka korka misafirliğe gidenler mi istersiniz, nasılsa üstümüze bir şeyler dökülecek diye en eski kıyafetlerini giyip gidenler mi, kulağına balmumu tıkaç takıp gidenler mi...

Anne B.’den gelen mektup biraz farklıydı. Hem çok dürüst hem de çok objektif.

Paylaşmadan edemedim. Buyrun “içeriden” bir feryat:



Dünkü yazınızdaki beklentinizin aksine, ben bu dönem gençlerinin belirttiğiniz özelliklerinin farkında olup, kendi çocuğumda olduğunda iltimas geçenlerden değilim. Yazdığınız her satırın altına imzamı atarım.

13 yaşında bir kızım var, karı koca iyi üniversitelerden mezun, çalışan ve etrafımızdaki her türlü politik, sosyal gelişmelere duyarlı ve okuma alışkanlığı olan tipleriz. Düşündük ki kızımız da bizim gibi ülkesinde olan bitene az da olsa duyarlı olacak, hassasiyet gösterecek fakat gelgelelim, sizin de yazdığınız gibi senelerdir insanüstü bir gayret göstermemize rağmen bilgisayar-cep telefonu-müzik döngüsünü kırmak imkânsız gibi. Bu neslin çocuklarının boş zamanlarını gazete veya kitap okuyarak değerlendirme alışkanlığı yok. Hep derler ya siz yapın çocuklara örnek olun diye, bu kural bizde geçersiz.

Dediğiniz gibi gelene gidene karşı inanılmaz bir duyarsızlık: sanki hepsi afyon çekmiş gibi. Senelerdir gösterdiğimiz çabalarla “merhaba” ve “güle güle” demeyi öğrendi. (13 yaştan bahsediyoruz) Ev içi sorumluluklarını da alıyor (yatak toplama, sofra kurma kaldırma...) Şaka gibi ama vardığımız noktada bunlara sevinir olduk. Emin olun bu tipler bize de size göründüğü kadar sevimsiz görünüyor. Anne-babalarımız gibi görünmek istemem ama bizler (yaş 43) mahalle aralarında oynayıp, daha az konforlu hayatlar sürüp, gerektiğinde dayağımızı da yiyip mutlu çocukluklar yaşayan tiplerdik. Teknoloji, TV bunları duyarsız, salak bir kıvama getirdi. Tüm Türk toplumunu yaptığı gibi..

Sevgiyle kalın B.

Yazının devamı...

Kastırma cumhuriyeti

Yılbaşı gecesini, Nişantaşı’nda bir evde geçirdim. Herkesin bir tekne sahibi olduğu, herkesin çocuğunun yurtdışında okuduğu, İngilizce ve Fransızca’nın su gibi aktığı bembeyaz bir Türk eviydi. Şöyle diyeyim: Sofrada Rus salatası yoktu. Onun dışında dünyanın en lezzetli nesi varsa hepsi vardı. Ben edepsiz varoş kızı rolümle göz doldurmaya çalışırken bol bol da midemi doldurdum... Canan Karatay beni görse tekme tokat girişirdi muhtemelen...

Dışarıdan, Sarıgül’ün dev muhalefet projesi geleneksel Nişantaşı Partisi’nin sesleri geliyordu. Binlerce insan akın akın mahalleye gelmiş, nezih nezih eğleniyordu. Aziz mahallenin bütün masaları rezerve edilmiş, bütün cafeleri zapt edilmiş, bütün garsonları işbaşı edilmiş ve her köşesi bilfiil yılbaşı kutluyordu...

Biz ama evdeydik zira daha beyazdık. Halka karışmak zorunda kalmadık...

Sonra birden bir gümbürtü koptu. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, megafonlu bir araçla sokakları dolaşıyordu. Nişantaşı halkının yılbaşısını, bir seçim coşkusuyla kutluyordu. Camlardan sarkıp geri kutladık biz de. Bir Beşiktaşlı olarak yapmamam gerekiyordu ama genç, fakir aynı zamanda onursuz bir delikanlı olarak...

Burada böyle bir mikro cumhuriyet kuruldu aslında. Avrupa’da halen yaşayan şehir devletler gibi, Nişantaşı da bir yerde “mahalle devlet” sayılır. Kendi presidenti, kendi estetik anlayışı, kendi ekonomisi, kendi yaşam tarzı olan ve bununla da ciddi ciddi kafa tutan bir mahalle devlet... Çiz sınırını, as bayrağını, başvur AB’ye, almayan ne olsun...

Fena mı? Değil. Böyle 20-30 şehir, kasaba, ilçe daha olsa Türkiye dengelenir, mutlu mutlu yaşar gideriz. Bizim sorunumuz aşırı yeknesak, haddinden çok tek tip olmamız.

Marmaris’te yılbaşı kutlaması yapılan bir meydanda, bir delikanlı, seccadesini serip “şükür namazı” kılmış. Vatandaşların bir kısmı önce biraz itiraz etmiş, sonra bakmışlar, yaptığında bir şey yok, delikanlıyı rahat bırakmışlar. Çocuk namazını kazasız belasız kılmayı başarmış.

Seneye Nişantaşı’nda yapılabilir bu eylemcik. “Hoşgörü” kostümünüzü şimdiden hazır edin. Bakalım sıkacak mı bol mu gelecek görelim...

Okur milleti, haberin altına “provokasyon!” diye döşenmiş. “İbadet, şov amaçlı yapılmaz” diye bir de nöbetçi fetvacılar var. İbadetten daha çok “şovu” yapılan bir şey de yoktur herhalde dünyada...

Sevdiğim muhafazakârlardan Murat Menteş güzel bir yazı yazmış Yeni Şafak’taki köşesinde. “Ben, birlikte sevinme fırsatı sunan günlerin, gecelerin ıskalanmaması gerektiğini düşünüyorum.

Farklı inançlardan komşularımızın, arkadaşlarımızın bayram sevinçlerini paylaşmak; barışçı, özgürlükçü, özgüvenli bir yaklaşım gibi görünüyor bana.

Mekke’nin Fethi gibi insanlık tarihi bakımından son derece önemli, kansız, barış ve esenlik yüklü bir olayı; toplumsal ayrışma vesilesi haline getirmemek lazım sanırım.

Santa Claus’a ‘Baba’ dememeyi elbette anlıyorum.

Dansözden kaçmayı, tombalaya el sürmemeyi de.

Fakat her hafta ‘pazartesi sendromu’ yaşayan bir muhafazakar, yılbaşında kendini kasmasa daha iyi olur sanki...



Kasmak.. Ne güzel demiş. Yeni yılın ilk gününde umut verdi Menteş bana..

Niye bu kadar kasıyoruz hakikaten?

Yazının devamı...

Hadi sakinleşelim biraz ha!

Yılın son günü kuafördeydim. Ve az daha sinir illeti bir kadın yüzünden yeni yıla karakolda girecektim. Yapılan işlemi beğenmeyen bir müşteri tam bir saat boyunca terör estirdi. Mıyır mıyır bir sesle hiç durmadan söylendi. İstediği renk bu değilmişmiş, katalogda başka bir şey göstermişmiş, boyayı getirsinlermişmiş, aa nee? Organik de değilmişmiş, aman Allahım başına kimyasal mı sürmüşlermiş, burasını şikayet edecekmişmiş, dükkanı kesin olarak kapattıracakmışmış...

Dırdırlandıkça gaza geldi, gaza geldikçe hırslandı... İtiraz etmeye, sakinleştirmeye kalkan herkesi şahane bir şekilde azarlayıp püskürttü. Saloncak pıstık kaldık.

Ne olacak bu terörün sonu derken... Eline makası alıp saçının bir bölümümü kesmeye başladı! Ucundan da değil ha, ta dibinden!

Sahne gözünüzün önüne geliyor mu? Kuaförde cinnet geçiren bir kadın! Yılbaşı gecesine hazırlanırken üstelik!

Ve sonra koltuğa oturdu, saçını tekrar boyattı. Bu sefer beddua moduna geçmişti. Arka arkaya 30 kere “Allah belanızı versin” dedi.

Bir ara çığlık atasım geldi... Çığlık atıp sonra kadının kalan saçlarını kesip “Al! Artık saç diye bir derdin yok!” demek...



Kadına verip verebileceğim en iyi yılbaşı hediyesi bu olurdu herhalde. Nasıl bir tepki göstereceğini bilmiyorum. Muhtemelen ağlar zırlar, üstüme saldırır, işin içine şiddet girer, karakollara falan düşerdik ama ona artık üzülebileceği bir şey hediye etmiş olurdum.

Zira saçının rengi kötü olmamıştı. İddia ettiği her şey yalandı. Sinirlenmesi tamamen gereksizdi.

Ama madem o kadar üzülmek, sinirlenmek istiyor, o zaman saçsızlığına üzülebilirdi bundan sonra.

Hem kemoterapi tedavisi gören milyonlarca kadınla empati de kurardı.

Belki aydınlanırdı. Hidayete ererdi. Sakinleşirdi. Ne bileyim hayatına yeni bir renk gelirdi...



Bu zalimliği ona yapmadım. Ona bir “iyiliğim” dokunamadı. Ama o, o korkunç ve gülünç haliyle bana ciddi bir iyilik yaptı.

Yılın son günü harikulade bir

öfke ve dertlenme muhasebesi yapmama vesile oldu.

Kadın “Beğenmedim” dediği halinden kat be kat çirkin olmuştu. Öfkelenmese, öfkesini kontrol altına alabilse, gözü öfkeden kapanmasa, durumun kötü olmadığının farkına varır ve öyle bırakırdı her şeyi.

Delirdi ve kendini kelaynağa çevirdi. İğrenç oldu.

En son neye öfkelendiğimi düşündüm. Ben kahvaltı hazırlarken arkadaşım bana yardım etmedi, oturdu gazete okudu diye kızmıştım.

Gerekli miydi? Katiyen değildi.

Gereksiz yere ne kadar çok kalp kırıyoruz, ne çok tat kaçırıyoruz...

Cinnetler geçiriyoruz...

2013 yılı sakinleşme yılı olsun.

Yüzde yüz haklı da olsak kavga çıkarmadan önce bu hakikaten gerekli mi, bu kavga ile değişen bir şey olacak mı diye yeniden düşünelim.

Öfkenin hakiki nedeni o son olay mıdır analizini yapalım. Ve bilin ki çoğu zaman değildir. Öfke, kendimizle olan bir derdin varlığını işaret eder.

2013 öfke analiz yılı olsun...

İyi seneler...

Yazının devamı...

Bir psikopat yetiştirmenin 12 altın kuralı

Zor değil. ABD Houston Polis Departmanı, 12 maddede özetlemiş hadiseyi. Ve el ilanı oalrak dağıtmış. Buyurun yararlanın...

1) Bebeklikten çocuğunuza istediği her şeyi vermeye başlayın. Böylece çocuğunuz, büyüdüğü zaman, dünyanın ona geçim ve yaşam borçlu olduğunu düşünecektir.

2) Kötü sözler kullanmaya başladığı zaman gülün. Böylece kendisinin şirin olduğunu düşünecektir.

3) Ona kendini geliştirmek için hiçbir bilgi ve alan sunmayın. Ondan sonra, 21 yaşına gelince “hadi kendi kararlarını kendin ver” deyin.

4) Sakın “hatalı” kelimesini kullanmayın. Aman, sonra ileride suçluluk duygusu filan geliştirebilir. Böylece çocuğunuz ileri hayatında, tutuklandığı zaman, toplumun hep ona “karşı” olduğunu ve haksız yere yargılandığını düşünmesini öğrenecektir.

5) Yere attığı her şeyi arkasından siz toparlayın. Onun için her şeyi siz yapın ki suçu başkalarına atmak konusunda ustalaşsın.

6) Komşulara, öğretmenlere ve polislere karşı hep onun tarafını tutun. Unutmayın, hepsi çocuğunuza karşı “ön yargılı”.

7) Çocuğunuzun önünde bol miktarda tartışın. Böylece, aileniz bir gün parçalandığında üzülmez.

8) Çocuğunuza istediği kadar harcaması için para verin. Para kazanmanın ne olduğunu öğrenmesine izin vermeyin.

9) Yemek, içecek ve konfor konusunda her ihtiyacını karşılayın. Onun her türlü arzusunu tatmin edin. Böylece kendi istemlerine ulaşmak için uğraşması gerektiğini hiç öğrenmesin.

10) Eline geçirebildiği her basılı kaynağı ve her türlü müziği dinlemesine izin verin. Bir yandan zihni çöple beslenirken, siz çatal bıçaklarının ve kullandığı bardakların temiz olmasına dikkat edin.

11) Başı gerçek bir belaya girdiği zaman, kendinizden şu sözleri söyleyerek özür dilemeyi unutmayın: “Onunla zaten hiçbir zaman ne yapacağımı bilemedim.”

12) Kendinizi üzüntü dolu bir hayata hazırlayın. Büyük ihtimalle yaşayacaksınız.



Aaa! Ne kadar tanıdık değil mi?

Ben bu metni okuyunca ilk olarak “Aha! Bizim Türk usulü çocuk yetiştirmeden söz ediyor!” dedim. Arkadaşımla güldük hatta. Sonra psikolog olan arkadaşım “aslında mevcut şiddet ortamını açıklamıyor mu sence?” dedi. Tekrar okuyunca evet dedim. Bal gibi de açıklıyor.

Nicedir çocuklu arkadaşlarıma gidemiyorum. Aslında şöyle söylemem daha doğru: Bir arkadaşım çocuk sahibi oldukta sonra ben artık onlarla görüşemiyorum.

Daha bugüne kadar bir kere bile çocuklu bir ortamda huzur dolu bir saat geçirmedim. Çocuklarımız akla ziyan bir şımarıklık ve küstahlıkla yetiştiriliyor. Şimdiye kadar gittiğim bir evde bana “merhaba” veya “hoş geldiniz” diyebilen sadece iki çocuğa rastladım. Ben daha çok yüzüme karşı ve nedense sağır olduğumu düşünüp “anne kim bu kadın?” “bu niye burada?” “oturup bununla sohbet etmeyi düşünmüyorsun değil mi?” diyen çocuklarla karşılaştım.

Şimdi bu satırlarımı okur okumaz “benim çocuğum reveransla karşılar hatta su, kahve, çay, muhallebi bile yapıp getirir” diyeceğinizi ve bazılarınızın daha klavyeye yumulup bana acı acı, kekre kekre mailler atacağınızı biliyorum ama durun! Yanılıyorsunuz! Sizin çocuğunuz da aşırı sevimsiz! Olsaydı muhtemelen benimki de çok sevimsiz ve saygısız olacaktı. Çünkü “çocukerkil” bir toplum olduk.

Houston Polisinin listelediği bu 12 maddeye yeniden bakmanızı rica edeceğim. Sadece küstah ve sevimsiz bir çocuk değil, aynı zamanda bir gün “suçlu” olabilecek bir çocuk da yetiştiriyor olabilirsiniz. İfrat ve tefrit arasına bir yerlerde olun.

Yazının devamı...

Her işin başı iyi tasarım

Gündem türlü türlü abidik gubidik şeyle dolu... Bense başka bir şeyden söz etmek istiyorum.

Dün akşam İstinye Park’ta Hobbit filmini izlemeye gittik. Sinemanın fuayesinde “Paper.t.Gg” isminde bir dergi dağıtılmıştı masalara.

Dergide beni çok etkileyen bir tasarım hikayesi vardı. Danimarka’nin başkenti Kopenhagen’deki meşhur denizkızı heykelinin Çin’e, Şangay’a “taşınması”yla ilgili. Hadise yeni değil. İki sene önce olmuş. Fakat fikir o kadar çarpıcı ki iki yıl sonra bile hakkında konuşmaya ve yazmaya değer buldum.

Kopenhag’a gidenler bilirler, şehrin limanında, hemen biraz açıkta, denizin ortasına, bir kaya üzerinde küçük, güzel bir denizkızı heykeli vardır. Mahzun mahzun denize bakar. Gösterişli bir heykel değildir ama zariftir. Ve tam da bu yüzden bir yüzyıldır şehrin sembolü olmuştur. 97 yıl boyunca bombalama, kol, bacak, kafa koparma dâhil türlü türlü saldırılara uğrayan bu heykel (ki bir saldırı da 2004 yılında Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınma ihtimalini protesto için heykele çarşaf giydirilmek suretiyle yapıldı) 2010 yılında seyahate de çıktı!

Danimarkalı mimar Bjarke Ingels, Kopenhag’ın sembolü “Küçük Denizkızı” heykelini alıp Şangay’daki World Expo Fuarı’na taşıdı. Hem de kopyasını falan değil, ta kendisini!

Ingels, Danimarka’yı temsil edecek düz bir bina yerine 3000 metrekarelik bir alan üzerinde, halkaları üstüyse bindirilmiş bir “sekiz” formunda, 12 metre yüksekliğe kadar ulaşan, beyaza boyanmış dev bir çelik konstrüksiyon inşa ediyor. Halkaların en altına da kocaman bir havuz yerleştiriyor. Fantastik bir Kopenhagen kent silüeti oluşturan mimar aynı zamanda ziyaretçilere Kopenhag’ı temsil eden şehir bisikleti, ekolojik piknik, liman gezintisi gibi tecrübeleri de yaşama imkanı tanıyor. Dileyen, yapıyı, kapının önünde duran 300 beyaz bisikletten birini alıp da gezebiliyor...

Kopenhag’daki küçük denizkızımız da buradaki havuzun ortasına, yine kaya üzerine yerleştiriliyor. Daha da fantastiği, havuz suyu da yine Kopenhag’dan getirilen deniz suyuyla dolduruluyor. “Çakma” cumhuriyeti Çin’de, tümüyle gerçek malzemelerden bir yapı! Daha karşıt bir ikili olabilir miydi?

“Küçük Denizkızı”nın Kopenhag Limanı’ndaki yeri de boş bırakılmıyor. Oraya da dünyaca ünlü Çin’li sanatçı Ai Weiwei’ye ait video enstalasyonu konuluyor. Peki ekranda ne var? “Küçük Denizkızı”nın Şangay’daki World Expo Fuarı’ndan canlı video görüntüleri!

“Güle güle” töreniyle uğurlanan heykel, sekiz ay sonra yine Kopenhaglıların katıldığı kocaman bir “hoş geldin” töreniyle karşılanıyor.

Bjarke Ingels, bu sıra dışı mimari tasarımıyla tam 5,5 milyon ziyaretçiyi Şangay’daki Danimarka Pavyonu’na çekmeyi başarıyor. Bu ziyaretçilerin yarısı eminim bir gün Kopenhagen’e gidecektir.

Hakikaten iyi bir tasarım görmek istiyorsanız “Bjarke Ingels” diye gugıllayın derim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.