Şampiy10
Magazin
Gündem

Ctrl + Z

Bu sabah, sokakta dolaşırken bir hurdacıdan bisiklet aldım... Öyle hiç bisiklet almak aklımda yokken...

Olay şöyle gelişti: Her cumartesi olduğu gibi mahalle arkadaşlarımla bir yerlerde kahvaltı ettik. Türkiye’nin en pahalı öğününün kahvaltı olduğu şu günlerde...

Üstelik ben gıda intolerans nanesi yüzünden ne ekmek ne peynir ne bal ne kaymak ne de yumurta yiyemezken... Reçellere de şeker var diye yaklaşmazken...

Kişi başı 25 liradan 63 lira bayıldık çıktık... (Hesapta bir tuhaflık var, ben de farkındayım... Ya 11 liralık indirim var ya da 13 liralık bindirim yaptılar)

Yağmur ha bastırdı ha bastıracak öyle pis bir hava... Derken kilisenin önünde hurdacının el tezgahında: Pırıl pırıl bir bisiklet!

“Bu ne?” dedim.

“Bisiklet” dedi hurdacı.

“Ne yapacaksın bunu?” dedim...

“Sana satacağım.. neh neh neh” dedi.

Durum totalman absürd aslında. Bisiklet çocuk bisikleti. Hadi ergen bisikleti diyelim. Ama öte yandan hiç kullanılmamış. Lastiklerinde minnacık bile olsa bir yıpranma yok. Jantlarında tek bir fren izi yok. Ve satıcının dişlerinin yarısı da yok... Dişlerin konuyla bir ilgisinin olmaması gerekiyor ama fakat öyle olmuyor. Espritüel eskici yanında gezgin belediye çöpçüsü ile karşıma geçip eksik dişleriyle kıkır kıkır gülmekteler.

Bu kadarla kalsa yine iyi. Smurf isimli mahalle arkadaşım, yoğun bir şekilde itiraza başladı. Çok alçakmış, katiyen kullanamazmışım, “çık... olmaz... ı ıh... mümkün değil”miş.

Smurf, benim için Hıncal Uluç gibidir. Anti referans. Ne diyorsa aksini yaparım. Hiç şaşmadı şimdiye kadar. Dediğinin tam tersini yaptığım HER durumda kârlı veya mutlu çıktım. Bir bisiklete baktım, bir eksik dişli komik satıcıya bir de kendime. Ergen bisikleti evet ama ben de zaten kısayım yavu! Bildiğin hobit! Ufak tefekliğim ve bir de ayıptır söylemesi tembelliğimle ünlüyümdür zaten...

Smurf de ısrarla hayır diyorsa... Dahası bu fakir hurdacı beni sabah sabah güldürdüyse... Başladım pazarlığa.. 150’di 75’di, 130’du 90’dı derken 120 liraya kapadık işi.



Nasıl saçma bir mutluluk halidir anlatamam! 23 yıl evvel, rahmetli ve cingöz annem (evde dağınıklık yapıyor diye yokluğumu fırsat bilip) bisikletimi bir hurdacıya 10 liraya satmıştı. Aynı kızı, 23 yıl sonra 100 liraya yine bir hurdacıdan başka bir bisiklet aldı... Tuhaf bir anı geri alması. Bir nevi Ctrl + Z...



Sonra arkadaşımın bisikletçi dükkanına gidip bir sürü aksesuar aldım. Başka yerden de sepet aldım. 100 liralık bisiklete 100 liralık masraf yaptım yani.

Süsleyip duruyorum ama daha bir kere kullandığım yok. Annem, yukarıdan bana bakıyorsa kah kah gülüyordur herhalde. Nerde bineceksin buna a benim salak kızım diyordur. (Buluruz bir yer anneeee!)

Ofisimin ortasında durup duruu şimdi. Yanından gelip geçerken zilini çalıyorum, aynasını düzeltiyorum. Sepetinin içine de bir saksı çiçek koydum. Ana kullanım dışındaki günlerinde çiçeklik vazifesi yapsın lavuk...

Sonra “Ctrl + Z” esprime güldüm... “Ya Mutlu” dedim. “Hayatının bundan sonrası Ctrl + Z’lerle geçecek... Hazırlan...”



Devamı... yok. Bu kadar. Bundan sonra kısa yazılar yazacakmışız... Yeni sayfa düzeni bunu gerektiriyormuş.. Yarın yine bir hap yazıda görüşmek üzere...

Yazının devamı...

Başka bir okul mümkün mü?

Ben burada “Başka bir hayat mümkün” diye yazarken yazarken bir sabah karşıma çıktı: “Başka Bir Okul Mümkün.”

A! Hemen sitelerine girdim. Mevcut eğitim sistemlerinden tatmim olmayan bir grup insan ki aralarında aileler, öğrenciler, akademisyenler de var, alternatif bir okul oluşturma fikriyle bir araya gelmiş. 2 yıl önce dernek kurmuşlar, 2013 Eylül ayında da ilk okullarını açacaklar.

Nedir olacak diğer okullardan farkları? Çocuk Hakları Sözleşme’sinde belirlenen hakları hayata geçirecekler, okullar çocukların hatta komşuların bile dahil olduğu katılımcı bir demokrasiyle yönetilecek, ekolojik dengeye saygılı olacak ve en önemlisi ticari kar amacı gütmeyecek!

(Son madde hakikaten “çılgınca”. Beni ciğerimden yakalayan da bu oldu.)

Mesela nedir? Hayat bilgisi dersleri okul dışında olacak, matematik ve müzik belki bir arada olacak, havuz problemlerinde akıp giden suların hesabı sorulacak, okul bahçesinde ekim dikim yapılacak, sınav odaklı olunmayacak, çocuk dostu, eşitlikçi, özgürlükçü yani mutlu bir ortam sunulacak.

Açıkçası bana heyecan verdi. Önümüzdeki günlerde daha yakından inceleyeceğim.

Bütün bunları niye söylüyorum: Öğretmen arıyorlar. İlgilenen varsa

bilsin istedim.

www.baskabirokulmumkun .net



Allah’ın beni sınadığını düşündüğüm anlar:

1) Durmadan yanlış ölçü alan ustanın 5. gelişinde DE basit bir sinekliği (benim vakamda “kediliği”) takamadığı o an...

2) Banyo sırasında sıcak suyun soğuk suya döndüğü o an...

3) “A basıncı düşmüş, ondan suyu ısıtmıyor” denilen kombinin basınç ayarının yapılmasından yarım saat sonra içindeki tüm suyu odanın içine boşalttığı ve benim bunu yarım saat sonra gördüğüm an...

4) “Mutlu Bey ile görüşebilir miyim?”, “Bey kalmadı hanım verelim”esprili bir tarzda gelişen diyaloğa “Ne diyosunuz hanfendii? Mutlu Beyi arıyorum. Var mı yok mu?” şeklinde azarlar tonda devam eden dişi hanzolara denk geldiğim an...

5) Bunca zamandır bu kadar dikkat etmeme rağmen tartıya çıktığımda 56 bir rakam gördüğüm an...

6) Facebook’ta okurum diye sanıp tanımadığım birinin arkadaşlık teklifini kabul ettikten sonra “melaba tanışıyor musunuz? Kendinden bahsetsene biraz? Ne iş yapıyorsun?” şeklinde mesaj aldığım an... Lan okurum değilsen, beni hayatında hiç duymamışsan neden arkadaşlık teklif ediyor, bir de üstüne dürtüklüyorsun? Ufak da olsa şöhret olduğumu sanırken ohooo..

Yazının devamı...

Bir tas ılık süttür barış

43 yıllık hayatımın hiçbir dönemimde bu kadar umut dolu olmamıştım.

Kendimi bildim bileli tek istediğim bu ülkedeki savaşın bitmesiydi.

Bu ülkede Kürtlere yapılan mezalimin farkındaydım. Hiçbir zaman kulaklarımı tıkamamıştım. “Cumartesi Anneleri”nin ne manaya geldiğini başından beri biliyordum.

Kürtlere, devlet eliyle türlü türlü şekillerle eziyet edildiğini, kötü davranıldığını, onların hor görülüp aşağılandığını, gizli veya açık eller tarafından öldürüldüklerini biliyordum ve bundan da hiç memnun değildim.
Hangi nedenlerle dağa çıkıp ellerine silah aldıklarını ve neden acımasızca asker, sivil katlettiklerini biliyordum.

Nedenleri ortadan kaldırmak yerine zulmü arttırıp dağdakini yok etmenin, bağdakini de ateşe atmanın manasızlığını biliyordum.

Hem manasız hem acı dolu hem de kanımızı emen, iliğimizi kurutan bir yara olduğunu biliyordum.

Meselenin “PKK’yı bitirmek” olmadığını, bir “hak” meselesi olduğunu, medeni bir ülke olmak olduğunu biliyordum.

Durumu kavradıktan sonraki 20 yıl boyunca buna seyirci kalmaktan, acının ve kaynak israfının sürgit devam etmesinden müthiş bir ıstırap duyuyordum.

Barışın, ucuz politikalara kurban edilmesinden utanç duyuyordum.

Acının her iki taraf için de büyümesinden ve hadisenin kan davasına dönmesinden hicap duyuyordum.

Gençler dava uğruna ölürken, askerler evlerinde yetim çocuklar bırakırken bazılarının ölüm üzerinden iktidar ve zenginlik sağlamasını tiksindirici buluyordum.

Düpedüz acı çekiyordum.

Hükümetin adımlarını yavaş ve mahcup ve hep bir ileri iki geri buluyor, yapılanların da değerinin bilinmediğini düşünüyordum.

Umudumu yitirmiştim. Sonsuza dek böyle gidecekmiş gibiydi...



Yılbaşından beri olana bitene bakınca... “Allahım!” dedim.

OLABİLİYORMUŞ!

Daha yolun başındayız ama yola girdik ya!

Facebook’larda, Twitter’larda insanların kimi nefret kusuyorsa da biliyorum ki giderek marjinalleşecekler.. Giderek sesleri kesilecek.

Barışı sevecekler!

Binlerce can kurtulacak!
Gençler askere (veya dağa) derin endişe ve yeisle uğurlanmayacak bundan sonra! Kimse linç edilmeye kalkılmayacak!

Birbirimiz affedeceğiz.

Evet yapacağız bunu..



Büyük şair Yannis Ritsos’un dediği gibi...



Gördüğü düştür barış.

Ananın gördüğü düştür barış.

Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman,

Ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,

Yangının eritip tükettiği yüreklerde tomurcukları belirdiği zaman umudun,

Rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,

Boşa akmadığını bilerek, kanlarının,

Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış

Ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır...

Yolumuz açık olsun..

Yazının devamı...

Üstün kamu, yararını doğaya bıraksın!

Önümüzdeki günlerde TBMM Genel Kurulunda görüşülecek olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısına karşı “Tabiat Kanunu Girişimi” imza kampanyası başlattı.

1) AB’ye uyumlu olsun diye kanunun yeniden yazılmasına karar verildi. Fakat 7 yıllık çalışmadan sonra ortaya çıkan sonuç AB İlerleme raporunda “endişe verici” şeklinde değerlendirildi. Yani AB ile uyumlu olmadığı gibi korumacı hiç değil.

2) Kanun tasarısı iddia edildiği gibi Sivil Toplum Kuruluşları (STK) beraber hazırlanmadı. 2003 yılında Bakanlık ve STK’lar ortakyaptılar, bir yasa taslağı hazırladılar ancak 2010 yılında Meclise sunulan yasa tasarının bu taslakla ilgisi yok.

3) Kanun tasarısının KORUMA yönü son derece zayıf ama KULLANMA yönü gayet kuvvetli.

4) Kritik hükümler gelecekte hazırlanacak yönetmeliklere bırakılmış durumda.

5) Mevcut koruma alanların statüleri yeniden değerlendirilecek. Mevcut korum alanlarının sınırları değişebilecek, kısman veya tamamen farklı statü kapsamına alınbileceği VEYA koruma kararlarının kaldırılabileceği belirtiliyor. Türkiye’de 40 milli park, 1272 Doğal Sit alanı var. Birçok alan mevcut koruma statüsünü kaybedebilir.

6) “Doğal Sit” statüsü ortadan kalkıyor. Doğaya zarar veren birçok müdahale, koruma kurulları ve mahkemelerce Doğal Sit alanı mevzuatına dayanarak engellenebilmişti. Şimdi mevcut “Doğal Sit Alanları”nın ne olacağı belirsiz.

7) “Üstün kamu yararı” diye bir “gerekçe” var yasa taslağında. Bunun ne olduğu net değil. Suistimale açık. Milli güvenlik mi? Salgın hastalık mı? Yoksa “yatırım” adı altında otoyol, sanayi tesisi, enerjitesisi veya otel mi? Bir Milli Park’ın ortasına veya yakınına “üstün kamu yararı” gerekçesiyle nefis bir termik santral yapılabilecek artık.

8) “Bu kanun kapsamına giren alanlarda Turizm Teşvik Kanunu’na göre turizm merkezi ilan edilecek yerler için Bakanlığın uygun görüşü alınır” diye bir madde var ki “Turizm Teşvik Kanunu, Tabiat Kanunu” manasına geliyor. Çok net bir şekilde her yere otel dikilebileceği manasına geliyor.

9) Milli Parklar Kanunu yürürlükten kaldırılıyor. Onun yerine nasıl bir yönetmelik geleceği belli değil çünkü tasarı yasallaştıktan sonra hazırlanacağı ifade ediliyor. Tam bir sürpriz yani.

10) “Tabii durumuna uygun hale getirilemeyen alanlar buna en yakın yaşama alanına dönüştürülür” maddesiyle hem bir alandaki tahribat meşrulaştırılmış oluyor hem de en yakın yaşama alanı ne demek belli olmadığı için rehabilitasyon çalışmalarını da zaafa uğratmış oluyor.



Top, bundan sonra Başbakan ve 550 milletvekilinde. İleride torunlarınıza “yavrum burası ormanlıktı, ama seçtiğimiz milletvekilleri yasa taslağını okumaya zahmet etmedikleri için şimdi atom santrali” mi diyeceğiz yoksa o ormanda torun mu gezdireceğiz hep beraber göreceğiz.

Yazının devamı...

ODTÜ’de bir zavallılık panayırı

ODTÜ bir nevi sırat köprüsüne döndü. Elini kolunu sallaya sallaya gidemiyorsun artık. Hafızası olan bir üniversite. Söylediğin her lafın, yaptığın her hareketin hesabını soruyorlar. “Yaptım”, “yanıma kâr kaldı”, “unutuldu gitti” yok! Aradan geçsin isterse 5 yıl, günah tüneli ODTÜ bir bir yüzüne çarpar “edim”lerini.. Ve lakin şöyle bir sorun var: Protestonun da zeki olanı güzel.

ODTÜ’de bir teoloji sempozyumu düzenlenmiş. Konularına bakınca sempozyumu Akitçilerin basması beklenirken...

Aa! Feministler basmış! Niye? Çünkü konuşmacılardan biri Sevan Nişanyan.

Nişanyan, karısının (ablam oluyor) üzerine dışkısını döktüğü o meşum 2008 yazında, hadiseyi basına yansıtan ve kendilerine Feminist Kolektif diyen bir grup kadının üzerinden anti feminizm yapmıştı.

“Feminizmin çirkin bir nefret ideolojisi olduğunu düşünüyorum “ demiş idi. “Ben bir halt yedim. Kadınlar da bu yüzden benden nefret etti” yerine “feminizm nefret ideolojisidir” demek gülünç elbette. Feminist olsun olmasın kadınlar (ve erkekler) durduk yerde, mesela erkeksin, mesela esmersin, mesela Ermenisin diye seni protesto etmedi. Bir halt yedin! İnsanlar senden cinsiyetinden değil yaptığından dolayı nefret ettiler.

Ha entel olduğun için daha çok lime lime edildin, doğru. Aynı hareketi bir kadın kocasına yapsaydı... Ne kadar ayıplanırdı bu da başka bir adaletsizlik.. Kadının erkeğe uyguladığı psikolojik ve sosyal şiddeti de bilmiyor değiliz. Sevan Nişanyan umurumda değil. Sonradan kendi meşrebince nedamet getirmiş, şimdi ablamla can ciğer kuzu sarması imiş falan... Kitaplarını alıp okuyanlar, “ay ama çok enteresan adam” diyenler, belgeselini çekenler, belgeselinde onu övmekten ağzı düşen kankileri falan..

Hepsi uzak dursun benden... Prensip denen bir şey var. Fakat nedir bu prensibin ölçüsü? ODTÜ’lü feministler “Gelme buraya! Senin gibi bir kadın düşmanı şiddet severi istemiyoruz” diye mail atmış önceden. O da “tehditlere kulak asmam” diye cevap vermiş.

Sonra kızlar akıllara seza bir “parodi” hazırlıyorlar. Nişanyan kürsüye çıkacakken “I love Sevan” diye bir pankartla sahneye fırlıyorlar. Beş on dakika onu ne kadar çok sevdiklerini haykırıyorlar. Nazi selamı veriyorlar. Nazi sembolleri taşıyorlar. Salonu işgal edip boşaltmıyorlar. Ne oluyor derken bir kız öğrenci gelmiş geçmiş en saçma, en zeka yoksunu bildiriyi okuyor.

Özetle şunu diyor: “Madem sen feminizm faşizm dedin, en büyük faşist olarak seni liderimiz seçtik”. Bütün o Nazi selamları falan... Bunun içinmiş. Bir zavallılık panayırı ki harbiden utanırsın...

Karısına (ve dahi kocasına/çocuğuna/arkadaşına) şiddet uygulamış bir adam (veya kadın) senin için hayat boyu “boykot”lu olabilir.

Fakat susturmak? Gelme istemiyoruz demek? Meraklısına terör estirmek? Üstelik de dünyanın en büyük ırkçı katliamlarından birine uğramış bir milletin bir ferdine Nazi selamı ve işaretleriyle gülünç bir “parodi” sergilemek? Zeki ODTÜ’lüler... Hasretle bekleniyorsunuz..

Yazının devamı...

Müzakere jargonunu deşifre etmek

Herkes “kod” isimlerle konuşuyor fark ederseniz. Cin, ruh yerine “iyi saatte olsunlar” dediğimiz gibi. Veya “kanser” yerine “kötü hastalık” diyenler gibi...

Çocuklarından mı bir şeyler gizleyen ebeveynler gibiyiz. “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”ne hala “Kuzey Irak” diyen bir ülkeyiz düşünsenize. Aman aman! O cıs kelimeyi ağzımıza almayalım da “buradakileri” kışkırtmayalım... Üstelik bugün ilk ham petrolümüzü de aldık “Kuzey Irak” adını taktığımız “o” ülkeden. Baktım ismi bir nebze olsun düzelmiş haberde: İrak Bölgesel Kürt Hükümeti deniyor.

“Pekeke” ve “Pekaka” demek gibi bir şey İmralı veya Abdullah Öcalan demek.

Görüşmelere ılımlı bakanlar daha çok kod isimleri kullanıyor. Öcalan yerine İmralı, PKK yerine Dağdakiler diyor. Kendi hazmederken karşı tarafa da “zehir değil ilaç” demeye çalışıyor.

Karşı olanlar, bunu bir mağlubiyet telaki edenler ise, mesela Sözcü gazetesinin köşe yazarları direkt “Abdullah Öcalan”, “Hakan Fidan”, “PKK” diyor. Kıvırtmadan. Tak tak.

Psikolog arkadaşıma sordum, şöyle anlattı:

“Gündemde yer alan tartışmalar ve yazılarda PKK yerine dağdakiler denmesi, Öcalan yerine İmralı kullanılması dinleyici ve okurların bu konuya daha ılımlı bakmasını sağlama çabasıdır. Ilımlı bakmamız, bu olumsuz anlam yüklü kelimelerin nötrü veya olumlusu ile yer değiştirmesiyle sağlanabilir. Medyada da şu aralar aynen bu yapılmakta. Öcalan ve PKK konusunda ılımlı yaklaşan kesim okurlarına ve seyircilerine de aynı yaklaşımı aşılamaya çalışıyor. Bunu yapmak için de yıllar yılı olumsuz anlamla özdeşmiş kelimeleri daha nötr veya olumlusu ile ikame ediyor.”



Çorap markası Penti’nin dilek ağacı diye bir şeyi varmış. Dükkanlarına ağaçlar yerleştiriyormuş, insanlar üzerine dileklerini asıyormuş.

Dilekleri açıp bakınca şöyle ilginç bir tablo çıkmış ortaya: İzmir, İstanbul ve Ankara gibi üç büyük ilde 2013’ten “para” istenirken, Erzincan, Van, Bingöl, Hakkari ve Siirt’te “barış” istenmiş. Özellikle Van’da neredeyse herkes “barış” istemiş ki Van geçen sene çok ağır bir felaket yaşadı. Hani düşünürsün ki dikkat o yöne kaymıştır. Sağlık, ev, para derler..

“Barış” da bir kod isim midir sizce? “Ağbim eve dönsün” mü demek mesela? PKK gelip çocukları, gençleri toplamasın mı demek mesela? Veya kimse karışmasın bize mi demek? Evler aranmasın mı demek? Kimse tutuklanmasın mı demek? Ne demektir “barış” bir Vanlı için?



Bu sefer gelecek mi hakikaten “barış”?

Yazının devamı...

Kar kardeşliği: Yardımsever Türkler

Yokuşta oturmanın da şöyle bir keyfi var: Kar yağdığı zaman Türk şoförlüğünün tüm yeteneklerini görme imkânı doğuyor.

Bildiğiniz gibi Türk şoförü -ki kendisi aynı zamanda en asil duyguların insanıdır - racon bozmamakla meşhurdur. Emniyet kemeri takmamak ve uyarı sinyalni de susturmak için akla hayale gelmeyen şeyler yapar. Park sensörü de neymiş? Gay mıyız biz? Hemen kapatılır.

Hele hele kar lastiği, zincir falan adamı bozar. Karda yolda kalacaksın. Komşu, tanıdık, yoldan geçen yardım edecek.

Kar lastiği yerine paspas, çuval kullanırız biz. Avrupalı olmayalım da ne yaparsan yapalım. Her şey normal çalışırsa tadı kaçar.

Az evvel tam evimin önünde harikulade bir şov vardı. Kar lastiği, zincir, mincir tek bir önlemi olmayan aslan bir Türk şoförü benim yokuşu tırmanmaya kalktı. Elbette ortasına kaldı.

Geri de gidemez zira arkada üç araç daha birikti.

Normalde, mesela taksiden inerken, mesela yüklü pazar arabasıyla çıkarken, mesela birine yol sorarken trafiğin akışını durdurdun diye ortalığı inleten Türk şoförleri ki kendisi aynı zamanda en asil duyguların insanıdır- böyle durumlarda pek sakin, pek yardımseverdir.

“Önümdeki lavuk kar lastiği, zincir ve saire takmadığı için yokuşu çıkamıyor” demez de “arkadan vurdurayım mı ağbii?” diye seslenir....

Mahalleli “ulan ihtiyatsızlığın yüzünden ortalığı egzoza boğdun!” demez de evinden paspas, çuval getirir...

Hatta bizim komşunun yaptığı gibi önce kaportanın üzerine oturur, yetmeyince arabanın arkasına geçer ve aracı yokuş yukarı itmeye kalkar!

Araç arkaya kaysa altında kalacak ama benim yardımsever Türk insanım bunu zevkle yapar!

Tüm bunlar yine çare olmayınca bu sefer evinden kardeşlerini çağırdı. Kızları aracın içine oturttu, erkekleri de aracına sağına solu yerleştirip ittirdi. Yani sadece kendisinin değil ailesinin de canını tehlikeye attı.

Bu şahane gösteri yaklaşık 20 dakika sürdü. Araç düz yere gelene kadar herkes yardım etti. Kimi kol gücüyle kimi çene gücüyle... Normal koşullarda bir araç 20 dakika yolu kapatsa çoktan karakolluk olmuşlardı. Ama hayır. Herkes sabır ve tevekkülle bekledi.

Kar böyle şahane bir şey. Felaket kardeşliğinde hakikaten çok başarılıyız.

Ve ben dün 500 lira verip kar lastiği taktırdım. Hiçbir yokuşta kalmadım, hiçbir yerde sağa sola kaymadım.

Kimseyi 20 dakika bekletmedim. Kimsenin canını tehlikeye attırmadım.

Çok sıkıcıyım çoook...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.