Şampiy10
Magazin
Gündem

Kılıçla şampanya açmak

Önceki gün Burçak Desombre’nin düzenlediği şampanya ve köpüklü şarap tadımına davetliydik.

Yılbaşı öncesi daha güzel bir aktivite olamazdı herhalde.

Şampanya denen şeyi o kadar seviyorum ki içinde yüzebilirim! Ama zengin olmadığım için yüzmeyi bırak, içemiyorum bile. Eh ne yapıyorum o zaman? İçtiğim beyaz şarap öyle ahım şahım bir şarap değilse ki çoğu zaman değil- içine soda katıp kendi şampanyamı üretiyorum. Bkz: Fakir şampanyası. Veya Kaktüs Ertuğrul’un deyimiyle: Sampanya. Noktasız.

Meşhur şampanya markası Bollinger’in sahibesi Lilly Bollinger’in çok sevdiğim bir paragrafı var şampanyayla ilgili: “Şampanyayı mutluyken ve üzgünken içerim. Bazen yalnızken içerim. Arkadaşlarım varken mutlaka içerim. Aç değilsem onunla oyalanırım. Açsam elbette içerim. Aksi takdirde asla dokunmam. Tabii susayana kadar...”

Şimdiye kadar hiç yapmadım ama hayalimde şöyle bir tatil var: Diyelim St Petersburg’a gittik Manita Beyle. Hem de diyelim haziranda.. Günün hiç batmadığı günlerde.. Kahvaltıda bir kadeh şampanya ile başlayalım, biraz şehri gezelim öğlen yemekte iki kadeh daha yuvarlayalım, şehri gezmeye devam edelim. Sonra ikindi vakti bir bardak daha götürelim. Sonra odamıza çekilip biraz uyuyalım. Nasılsa hava kararmayacak, sabaha kadar gezmek mümkün.. Sonra gece uyanalım. Acıkmışsak yemek yiyelim... Biraz daha şampanya tüketelim sonra bir parka gidelim, elimizde Dostoyevski’nin Beyaz Geceleri, parkta çimenlere uzanarak okuyalım... Sonra romanın kahramanının dolaştığı sokakları dolaşalım. Açık bulduğumuz her kafeye oturalım veeee...

Elbette şampanya ısmarlayalım...

Nereye kadar dayanabiliriz, dahası böyle bir şey kaça patlar en ufak bir fikrim yok fakat elbet günün birinde, bir şehirde yapacağım bunu...

Hadi madem yılbaşı geliyor, gelin biraz bu eğlenceli içkiden söz edeyim.

Şampanya aslında yanlışlıkla elde edilen bir içki. Esasında maksat bildiğiniz beyaz şarabı üretmek. Peki şarap nasıl yapılıyor? Hemen bir özet: Üzümler toplanıyor, eziliyor, suyu çıkartılıyor ve kabuklarıyla beraber bir havuzun içinde bekletiliyor. Eskiden kabuğun üstündeki doğal mayayla, şimdi dışarıdan eklenen maya ile o şıranın fermente olması bekleniyor. Fermentasyon sırasına şu oluyor: Maya, şıra indeki şekeri yiyor ve alkol ve karbondioksit üretiyor. Karbondioksit havaya uçuyor geriye alkollenmiş üzüm suyu kalıyor.

Fransa’nın Champagne bölgesinde havaların çok soğuk gittiği bir yıl, şarabın fermantasyonu bitti sanıp (çünkü soğukta maya uykumoduna girer) ve şişelere koyuyorlar. Havalar ısınmaya başlayınca maya uyanıyor ve kalan şekeri yemeye ve karbondioksit üretmeye devam ediyor. Fakat şarap şişede olduğu için gaz içeride kalıyor.

Basınç yüzünden şişeler patlıyor, tıpalar yerinden fırlıyor. Zaten istedikleri de bu değil. Gazlı şarap mı olurmuş! Kalan sağlam şişeleri Almanlara kakalıyorlar. Fakat o yıl da havalar soğuk gidiyor ve yine aynı şey oluyor. Şaraplar yine çöpe gidecek diye hayıflanırken Almanlar “o gazlı şaraptan yine yaptınız mı?” diye mektup yolluyorlar. Gazoz şarapları yine Almanlara yolluyorlar ama gazsız şarap yapmak için ciddi kafa yoruyorlar. Zira o dönemde köpüklü şarap makbul değil, bozuk ürün.

Fakat sonra Almanların zevksiz olmadığı, köpüklü şarabın nefis bir şey olduğu fark ediliyor. Bu sefer tam tersi nasıl daha iyisi yapılabilir, şişe ve mantar tıpalar nasıl daha sağlam olur diye kafa yoruyorlar.

Şarap üreticisi Rahip Dom Perignon mesela ömrünün yarısın şarabı gazsız yapmaya çalışırken sonraki yarısını ise en iyisinden köpüklü şarap yapmaya adıyor. Şimdi adı, nefis bir şampanya markası.

Şampanya ve köpüklü şarap aynı şeydir. Sadece Champagne bölgesinde üretilenlere şampanya denilebiliyor. Geri kalanların adı, daha iyi de olsa köpüklü şaraptır.

Köpüklü şarap, Türklerin sandığı gibi sadece doğum günlerinde patlatılan ve de ziyan edilen bir içki değil aslında. İyi bir köpüklü şarabı yemek sırasında da tüketmek mümkün. Deniz ürünleriyle mesela çok iyi gidiyor. Keza hindi ile de gayet uyumlu.

Köpüklü şarap sanıldığı gibi sallayıp sallayıp da açılmaz. Kibar kibar ve güvenli bir şekilde, mantarı sol elle tutup, sağ eldeki şişeyi döndüre döndüre açılır.

Fakat Burçak Desombre’nin tadımında sabraj (sabrage) diye çok acayip bir yöntem öğrendik. Kılıçla şampanya açmak! Napoleon Bonaparte, “şampanya zafer kazananların içkisi olsun” demiş ve bir zaferinden sonra şişeyi kılıçla açmış, o günden sonra da böyle bir adet doğmuş. Ziyanlıktan başka bir şey değil ama çok havalı.

Yazının devamı...

Bir Noel Kutlaması neye kadir

Sabah Gazetesi dün Hıristiyan vatandaşların Noel’ini birinci sayfadan, hem de gayet değerli bir köşeden (sağ üst) kutladı. Ben daha önce görmemiştim ama sonra arkadaşım olan gazetenin Genel Müdür Yardımcısı Metin Yüksel’i aradım, meğer üç yıldır, her dinin bayramını kutluyorlarmış.

Hem çok şaşırdım hem hoşuma gitti. “Fikir kimden çıkma?” diye sordum Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak’ınmış.

Medeniyet tam da böyle bir şey. Ne kadar güzel, hoş, olumlu bir jest... Hemen fotoğrafını çekip sağa sola yolladım. Şimdi Atina’da yaşayan İstanbullu Rum bir arkadaşıma da yolladım, çok şaşırdı.

Ne hissettin diye sordum, “çok geç de olsa Türkiye’de bir şeyler oluyor diye hissettim” dedi. “Elbet bir Noel kutlamasıyla iş bitmez ancak çok önemli bir adım. Yüzünü güldürüyor insanın. Çok şükür dedirtiyor.”

“Eşit vatandaş mı olunuyor böyle?”

“En azından öyle hissettiriyor. Gazeteler keşke daha önce de böyle şeyler yapabilseydi. Kimse dinimize karışmadı. Noellerde okullarımız tatil olurdu, kiliselerimize giderdik. Askerliğimi yaparken komutan beni çağırmıştı. Dini bayramın varsa izin alabilirsin demişti. Bizi tanıyan Müslümanlar da kutlardı Noelimizi, Paskalyamızı. Ama gazeteden böyle kocaman kocaman görünce, çok etkilendim doğrusu. Toplumun bir parçası olduğunu hissediyorsun. Keşke daha önce de yapılsaydı. Şimdi bu kadar az insan kalmazdı belki. Devlet ayrı bir şey, toplumun istememesi ayrı bir şey. Biz giderken, biraz halka da kırgın gittik. Bize şimdi herkes “niye gittiniz, siz varken çok iyidik” diyor ama giderken niye gidiyorsunuz diyen de olmamıştı. Basında, orada burada sahip çıkan olmamıştı.”

“Bu yüzden mi anlamlı?”

“Evet. Çok geç de olsa... Bir de şu Hürriyet Gazetesinden Türkiye Türklerindir lafı kalksa. Türkiye hepimizindir gibi bir laf olsa...”

“Peki bir Yunan gazetesinde hiç Bayram kutlaması olur mu?”

“Şimdiye kadar olmadı. Gerek Batı Trakyalılar gerek sonradan gelenlerle Yunanistan’da ciddi bir Müslüman nüfus olmasına rağmen hiçbir gazete bunu yapmamıştır.”



Şimdi ne yapacaksınız alıntı-canlar?

Tam da arkadaşlarla geçenlerde “şu Mevlana’dan da olur olmaz her yerde alıntı yapmak çok sıkıcı oldu artık. Evlilik programını açıyorsun, Mevlana, parti kongresine gidiyorsun Mevlana, dükkan açılışına gidiyorsun Mevlana” diye konuşurken al sana haber! Gazetemiz muhabirlerinden Mert İnan’in hazırladığı haber aynen şöyle:

Mevlana ile özdeşleşmiş ünlü 7 öğüt (cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol, şefkat ve merhamette güneş gibi ol, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol, hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, tevazu ve alçak gönüllülükle toprak gibi ol, hoşgörüde deniz gibi ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...) ile ‘Ne olursan ol gel yine gel’, ‘Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok’ sözleri ünlü düşünüre ait değilmiş!! ‘Ne olursan ol yine gel’ rubaisi Ebu Said-i Ebul Hayr’a veya Efdalüddin Kaşani’ye ait imiş.

Birisi Divan’a sonradan eklemiş. 7 öğüdü de hiçbir zaman yazmamış.

Şimdi ne olacak? Kime sarılacaksınız olur olmaz her yerde?

Yazının devamı...

Ne zaman orta yolu bulacağız?

“ODTÜ yan gelip yatma yeri değildir! Gençler bu ülkenin geleceği olacaklardır. Sessiz ve ensesine vur ağzından lokmayı al şeklinde kukla bir gençlik istemiyoruz! Aklını kullanan ve kendini kullandırtmayan gençlik en büyük özlemimiz. Politikacılar üniversitelerden ellerini çekseler, konuşmaya bile gitmeseler...”

“Öğrenci girer anfiye, dersini dinler. Tez yazar. Memlekete faydalı olmak için çabalar. Başbakan geliyor diye rektörlüğü ateşe verene öğrenci mi denir?”
Memleket, ÖDTÜ’deki öğrenci protestosunu ve polisin verdiği tepkiyi işte böyle yorumluyor. Her iki yorum Hürriyet’in internet sitesinde, söz konusu haberin altında yapılan yorumlardan alındı. Bir taraf taşlı sopalı aktif/muhalif öğrenciye “aslan öğrenci” diyor, öbür taraf ise yerinde oturan, etliye sütlüye karışmayan ot öğrenciye “aslan öğrenci” diyor.

Aslan öğrenci olmak hangi yoldan geçer hakikaten? Ben, her iki şekilde de aslan öğrenci olmadım sanırım. Benim zamanımda protesto yoktu, eylemcilik vardı. Eylem dediğimiz de kantinde bir masa üzerinde slogan yazılı bir bez afiş asıp çay içmekti. Eylem de polis gelip o masadakileri götürmeye çalışınca oluyordu. Slogan, çığlık, saçlardan sürükleme, okul önündeki polis otobüsüne bindirilme... Polis bazen hızını alamaz, gitar çalanları, ağaç altında oturanları da götürürdü... Bildiğiniz cezaevi şartları yani. Polis canı ne isterse yapardı. Rektör de dekan da ses çıkarmazdı. Hatta belki de onaylardı. Bilmiyorum.
Bu işkence seanslarına dâhil olmadım hiç. Ama öte yandan “tez” de yazmadım. Yani öbür okurun istediği gibi bir öğrenci de olmadım. Bu nedenle sanırım memlekete bir faydam dokunmadı. Bilmiyorum. Tezlerin memlekete bir faydası dokunduğunu da ilk defa duyuyorum. Demek meraklısı varmış.



Üniversite olayları giderek profesyonelleşiyor farkındaysanız. Manasız da bulsam nispeten sevimli bulduğum “yumurtalı” protestodan çoktan çıkıldı. Artık gerilla stiline geçildi.

Lastik yakılıyor, taşlar hazır ediliyor, ellerde sapanlar. Başbakan’a iletilen bilgi doğru ise kimisinin sırt çantasına Molotof kokteyli de varmış. Masum bir “ifade özgürlüğünden” söz edebilir miyiz hâlâ?! “Canım hiç mi öğrenci olmadınız? Bırakın bağırsınlar çağırsınlar birazcık, ne var!” demeye devam edebilir miyiz?
“Ne” protesto edildi haberiniz oldu mu mesela? Meğer fırlatılan askeri uydu imiş. Başbakan kampüse gelmeseydi yine protesto ederler miydi askeri uydu sahibi olmamızı pek emin değilim ama mesele bu değil...

Açıkçası içinde şiddet olan hiçbir şeye sempati duymuyorum. Taş, sopa, ateş, Molotof oldu mu buz gibi soğuyorum. İsterse dünyanın en haklı protestosu olsun. Ki fırlatılan askeri uydu konusunda ben de aleyhte bir yazı yazmıştım. Şiddette zekâ, bilgi ve akıl bulamıyorum. Elde taş, sopa, Molotof varsa buna artık protesto denmez, düpedüz “saldırı” denir.

Toplumsal olayları yönetmekte başarısızlığıyla meşhur Türk polisi de bir başka akılsız, bilgisiz, zekâsız şiddet gösteriyor. 29 Ekim dâhil her yerde aynı davranıyor. Biber gazlı, coplu, tekmeli, tokatlı şiddet yönetimine şiddet yönetimi denmez bildiğin “karşı saldırı” denir.
Polisten akıl ve beceri beklemeyeli çok oldu ama ODTÜ’lü öğrencilerden açıkçası daha zeki, daha yaratıcı ve daha etkili bir yöntem beklerdim. Öyle bir şey yapsalardı da ikna olsaydık uydunun gereksizliğine... Hakikaten protestoları bu ise...

Başbakan televizyonda köpürdü yine. Taşlı sopalı Molotof kokteyli öğrenci mi olurmuş, buna protesto mu denirmiş. Dahası fırlatılan uydu nedeniyle övünmeleri gerekirken lastik yakmaları hangi akla mantığa sığarmış. Öğrencilere uygulanan şiddeti eleştiren hocalar olmaz olsunmuş. Onları yetiştirdiği gençlik bu ise batarmışız.

Taşlı sopalı Molotof kokteyli öğrenci protestosundan yana değilim ama uydu fırlatılmasından ille de gurur duyulması gerektiğini de düşünmüyorum. Bir hocanın öğrencisine sahip çıkması da tam tersi iyi bir şeydir.

Nasıl olacak da orta yolu bulacağız? Nasıl olacak da bu ülke, ortalığı savaş alanına çevirmeden meramını anlatır hale gelecek? Öğrencisinden başbakanına ne zaman sakin olmasını öğreneceğiz?


Yazının devamı...

Mustafa Sarıgül’ün kurşun askerleri varoşa karşı

Nişantaşı, yine pırıl pırıl. Bu yılki konsept Fındıkkıran Balesi imiş.

Gazeteden okumaya devam ediyoruz: “Ünlü Rus besteci Çaykovski’nin 1891 yılında bestelediği son balesi olan Fındıkkıran Balesi’nden esinlenilerek yaratılan konsept çerçevesinde kurşun askerler, oyuncak ayıcıklar, hediye paketleri ve yılbaşı neşesini yansıtan süslemeler Nişantaşı sokaklarında yerini aldı.”

Ayıcık değil de fare olmasın onlar? Veya zencefilli yılbaşı kurabiyesi adamları? Zira balenin baş figürleri kurşun askerler, kurabiye adamlar ve farelerdir. Clara’nın rüyasında fareler ve kurşun askerler savaşıyordu, ayıcıklarla kurşun askerler değil.

Önemli mi? Değil elbette. Muhabir arkadaş yanlış benzetmiş olabilir. Veya fare sevimli bulunmamış olabilir. Hem zaten şurada Fındıkkıran balesini izlemiş kaç kişi vardır ki koca memlekette?

Maksat Sarıgül’in deyimiyle New York’u, Paris’i, Londra’yı geçmek olsun... Konu da süper, uygulama da... Başkanı da yapanları da tebrik etmek lazım.

“Tamamen çocuklara yönelik yaptık. Herkes alsın çocuğunu gelsin buraya ve bu muhteşem güzellikleri paylaşsın” diyor.

Buraya kadar bravo! Hiç itirazım yok. Sonra şöyle devam ediyor: “Burası aile ortamı olacak o nedenle gençler bizi anlayışla karşılasın, onları başka bir yerde ağırlayacağız. Geçen sene de böyle yapmıştık, herkes çok memnun kalmıştı. Onları gözaltına falan almıyoruz sadece başka yerde eğlenmelerini sağlıyoruz...”

Zurnanın zırt noktası burası oluyor sanırım. Sokaklarımıza Fındıkkıran’ı işleyecek kadar medeniyiz ama “hep beraber” eğlenecek kadar değil. Nasıl tercüme etmek gerekiyor bu paragrafı bilemedim. Nereye alınacakmış o gençler ve daha önemlisi hangi gençler olacakmış onlar?

Başkan gayet kibar bir şekilde şunu söyledi galiba...

a) a) Geçen sene varoşlardan akın akın “halk” geldi, “vatandaş” sokağa adım atamaz oldu. Ortalık leş oldu.

b) b) Semte yakışmadığı düşünülen birtakım gençler hiç niyetlenmesin, alana alınmayacak. Pis pis işler yapmalarına hayatta izin vermem.

c) c) “O” gençler kendilerine Dolapdere taraflarında alternatif eğlence düzenlesinler. Çok taşkınlık yapmazlarsa ses etmeyeceğiz. Hatta “onları orada ağırladık” bile diyebiliriz..

d) d) Oyverenimi mağdur etmem, gerekirse ayrımcılık vs yaparım.

Gizli anahtar kelimeler: Medeniyetler savaşı, varoşların istilası, yılbaşı pandikleri, apartman kapılarına yapılan çişler, halkların bir türlü kardeş olamaması, kod adı:genç

Yazının devamı...

Yavaş Seferihisar’ın hızlı mandalinaları

Geçen gün bir kasa mandalina geldi gazeteye. Açtım baktım, Seferihisar’dan. Belediye Başkanı Tunç Soyer yollamış.

Seferihisar, çok severek izlediğim bir kasaba. Türkiye’nin ilk “Yavaş Şehri”. (Cittaslow) Geçenlerde yine konuşuyorduk kendisiyle “e oldunuz da ne oldu anlatın bana” dedim bana bir kasa mandalina ile cevap verdi.

Meğer anlamı şuymuş:

Seferihisar’da halkın en büyük geçim kaynağı mandalina. Fakat üreticiler mandalina alıcılarına karşı ortak hareket edemediği için alıcılar meyveyi düşük fiyattan alıyor, bazen hiç ödemiyor veya son anda alımı iptal ediyor. Çözüm mandalinanın paketlenerek veya işlenerek katma değerinin arttırılması ama bunun için tesis yok. Dahası mandalinanın kalitesinin arttırılması için toplu hareket edilmediği için her sene Seferihisar mandalinasının değeri daha da azalıyor. İşte bu noktada Seferihisar Belediyesi devreye girmiş ve Mandalina Üretici Birliği’ni kurmuş. Sonra bir mandalina işleme ve paketleme tesisi satın alarak birliğe devretmiş. Birlik çatısı altında hareket eden üreticiler ilk aşamada Rusya’ya ve Sırbistan’a ürünlerini aracısız ihraç etmeye başlamış. Yurtiçinde ve yurtdışında satılamayan mandalinalar ise Seferihisarlı çocuklara mandalina suyu olarak dağıtılmaya başlanmış.

Bana gelen mandalinalar işte onlar.

Seferihisar’ın en büyük köyü Orhanlı köyü de bu üretim seferberliğine katılmış. Orhanlı’da bulunan tarihi taş baskı zeytinyağı tesisi ayağa kaldırılarak Orhanlı Köyü Alınteri Zeytinyağı Fabrikası olarak yıllar sonra tekrar üretime başlamış. Gençlerin önderliğinde kurulan Orhanlı Köyü Derneği tarafından yürütülen çalışmalar sonucu Orhanlı Taş Baskı Zeytinyağı markası altında ve şişelenerek seferipazar.com üzerinden satılmaya başlanmış.

Sonraki proje ise “Doğa Okulu”. Doğa Derneği ile birlikte Orhanlı köyünde yapımına başlanmış bile. Ezbere ve yazılı müfredata değil paylaşmaya ve yaparak öğrenmeye dayanan bir eğitim sistemi olacakmış. Okulda öğretmen-öğrenci olmayacak, herkes öğrenci olarak kabul edilecek.

Hep derim: Başka bir dünya mümkün...

Motosiklete minibüs muamelesi

Dünyanın en motosiklet sevmeyen ülkesiyiz. Nedendir bilinmez onlara hamam böceği muamelesi yaparız. Taksiciler mesela motosikletlileri sıkıştırmak, yoldan çıkarmak, düşürmek için ellerinden geleni yapar. Trafik tıkanmıştır, motosikletli araçların arasından geçmeye çalışır, öldür Allah yol vermezler. Tek bir belediye motosiklet park yeri yapmayı akıl etmez. Yol kenarına park edersin, gelir bir araba üstüne biner. “Yahu bu da bir araç” dersin sana üç tekerlekli oyuncağını yolda bırakmış çocuk muamelesi yapar.

Ama iş para almaya gelince birden adamdan sayılırsın. HGS diye, OGS’den farkı nedir anlayamadığım bir şey çıkardılar. Sırf bu yüzden aylardır 2. Köprünün son dört gişesi kapalı. Etiler tarafından girdiğin anda ayvayı yiyorsun. Bir saat sürdüğü oluyor köprüye varmak. Bir sistem bu kadar mı ağır değiştirilir?

Fakat ben benim meselem bu değil. Bu kadar külfet ne içinmiş diye HSG hakkında bilgi alayım dedim. Sitesine girdim. Her maddeyi okudum. Araç sınıflandırmasına bir fark var mı diye merakla oraya da bastım...

Her yerde üç tekerlekli oyuncak muamelesi gören motosiklet, köprüde ve karayollarında kamyonet, minibüs hatta arazi taşıtı muamelesi görüyor! Aynı ücrete tabi.

Adil değil. Motosiklet, mevcut trafik sıkışıklığına ve park problemine en ideal çözüm. Kullanımı her şekilde desteklenmelidir. Üstelik bilen bilir, soğuk, rüzgâr, yağmur, sıcak gibi ciddi külfetleri de vardır.

Özgür Yücel internette bir kampanya başlattı. Motosikletlilerin köprü ve karayollarından ücretsiz geçebilmeleri için. İmza verip destek olun!

http://www.change.org/tr/kampanyalar/köprü-geçişleri-motosikletler-için-ücretsiz-olmalı

Yazının devamı...

İlk Milli Casus Uydumuzda öğlen yemeği

İlk milli keşif uydumuz Göktürk 2, siz bu satırları okuduğunuz sırada çoktan Çin semalarından uzaya fırlatılmış olacak. Hem de Başbakanımızın da katıldığı bir törenle... Beş altı gün sonra da istihbarat yollamaya başlayacak.

O kadar keskin o kadar keskinmiş ki karayolundaki bir araç rahatlıkla görülebilecekmiş. Üstelik bilgiler açıktan değil, kripto ile yani şifreli yollanacakmış.

Keskin ama paylaşımcı değil... Tam bize göre!

Tarım ve erozyon için de kullanılacak deniyor ama esas işi askeri istihbarat...

140 milyon Türk Lirası’na mal olmuş...

Dünyayı daha güzel seyredebilmek için 140 milyon.

Maksat? Büyük güç olmak.

“Ne mutlu bize” mi demek lazım?

Ben, ülkende onca fakirlik varken nasıl büyük güç olunur onu bilemeyenlerdenim.

Türkiye nüfusunun yüzde 18’i yoksul.

Beşte biri taş devrinden bir tık öte bir hayat yaşıyor. Yani sadece karnını doyurabiliyor. Boğaz tokluğuna akıp giden bir hayat. Bunların bir bölümü ise bildiğiniz açlık çekiyor. Yani boğaz tokluğu bile yok.

Fakirlikte Avrupa’da 38. Sıradayız.

Krizdeki Yunanistan bile 18. sırada.

6 buçuk milyon işsiz var.

Biz şimdi ne olmuş olduk?

Kömür dağıtan casus uydu sahibi büyük güç!



Milli İstihbarat Uydumuz olunca bütün sorunlarımız hallolacak mı?

Bizim sorunumuz istihbarat elde edemiyor olmak mı yoksa o istihbaratı ne yapacağını bilemiyor olmak mı?

Bir yıl önce, 34 vatandaşımızı terörist diye bombalamıştık hatırlarsanız...

Bir yıldır, tam bir yıldır, ne bir açıklama yapıldı, ne adam gibi soruşturması yapıldı ne mahkeme açıldı. Uludere Örtbas Komisyonlarıyla şöyle bir gözümüz boyandı o kadar.

Uludere’nin yıldönümünde casus uydumuz oldu.

Bu durumda ne oluyoruz biz şimdi?

Kendi vatandaşının terörist olmadığını anlayamayan büyük güç.

Kömür bekleyenler şu tarafa, bombalanacaklar bu tarafa geçsin.

Yazının devamı...

Mekanları temizleyen şifacı

Aslıhan Ekitmen, mimar. İTÜ’den mezun güzel bir hanım. 29 yıldır mimarlık yapıyor. Kendine, “mekan insan ilişkisinde başka bir çözüm de var mı?” diye sorduğu gün karşısına “mekan enerjisi temizliği” öğretisi çıkıyor. Gidiyor yurt dışında nedir, nasıl yapılır öğreniyor. Bir yandan
bina inşa ederken, bir yandan mekânları spiritüel açıdan temizliyor!
Sadece evleri değil, beti bereketi olsun diye iş yerlerini de! Meşhur işletmecimiz İzzet Çapa da Aslıhan Hanım’dan danışmanlık alanlardan. Çapa’nın hiç sönmeyen başarısını görünce “acaba?” demeden edemedim
ve kendi evimi de arındırdım. Sonucu merakla bekliyorum.



Tam olarak ne yaptığınızı anlatır mısınız? Ne demek “mekan enerjisi temizliği”?
Yaşadığımız yerlerde fark etmediğimiz bir takım sinyaller, elektrik yükleri var. Bunların bazıları toprağın altında geçen, dünyanın içinde olan doğal hatlar. Doğal hatların da bir kısmı zararlı, bir kısmı değil.
Bu açıklama bilimsel mi spiritüel mi?
Mimarlık okumuş ve 30 yıldır da mimarlık yapmış bir insan olarak size şunu diyebilirim: Bilimsel ve spiritüel aslında aynı şeyler. Ama bu derin konu.
Peki “alan temizliğine” geri dönelim..
Alan temizliği çok eskilere dayanan bir şey. İnsanlar binlerce yıl önce yaşayacakları yerleri buluyorlarmış bu elimdeki aletlerle. En uygun alanları bulup oraya yerleşiyorlarmış. Hiç kuyu açmak için su arayan adamlar görmediniz mi?
Gördüm valla. Elinde bükülmüş tellerden son derece uyduruk bir alet vardı ve suyun sadece yerini değil, kaç metre toprak altında olduğunu ve miktarını bile söylüyordu ki, kazılınca miktar dışındakiler doğru çıktı.
İşte benim anten de aynı mantıkla dönüyor. Kimisi su kimisi altın bulmak için yapar ben enerji bulmak için.

Kavga eden bir çiftin yatak odasında uyuyorsanız, eşinizle aranız bozulabilir

Bizim anlayacağımız şekilde nasıl anlatabilirsiniz bunu?
Nasıl ev tozlanır, mekânların enerji yükü de üst üste biniyor. Eski bir eve girdiğinizde aldığınız o boğucu his sadece toz, kir, havasızlık değil. Üst üste kalmış enerjilerin basıncını da hissediyorsunuz aslında.
Nasıl bir açıklaması var bunun?
Yok. Akılla çözebileceğimiz şeyler değil bunlar. Kalple var olduğunu bildiğimiz şeyler... Mekânların içinde daha önceki yaşamlardan arta kalanlar var. Arta kalan enerjiler. Elektrik yükleri. Manyetik alanlar.
İnsanların yarattığı enerjiler mi bunlar?
Evet. İnsanlar yaratıyor. Bulut halinde havada takılı kalır onlar. O bulutun içine bilmeden girersen etkilenmemen mümkün değil. Çok kavga etmiş bir çiftin yatak odasında yatıyorsan bir süre sonra huzursuzluk, uykusuzluk hissetmeye başlarsın.
Çok sevişmiş, mutlu bir çiftin yatak odasıysa?
Eh şanslısın o zaman. O da mümkün tabii. Bu ev bana çok kısmetli geldi dersin. İşlerin açılmaya, yeni arkadaşlar edinmeye başlarsın. O mekânın enerjisi seni olumlu etkiler.
Aramızdaki fark, yorum farkı mı? Ben “sıkıldım, içim şişti” diyorum, siz “burada olumsuz bir enerji var” mı diyorsunuz?
Her beden her şeyi algılar. Sen bilinçli algılamasan da bilinçaltın algılar. Kediler, köpekler, bitkiler. Hepsi algılar o sinyalleri. Kediler negatif enerji alanlarına gider mesela hep. Bitkiler pozitif enerji alanlarında serpilir. Kavga edilen bir ortamda sen de o bulutun içine girer ve yersiz tartışmalar yapmaya başlarsın. Gül gibi geçinirken başka bir eve taşınıp araları bozulan insanlar biliyorum.

Bedensel ve ruhsal sağlığımızda Feng Şui’nin etkisi yüzde 33

Yeraltı, yerüstü enerjilerini anlıyorum da geçmişten kalan enerjileri anlamıyorum. Nasıl olur da onlar havada bulut gibi asılı kalır?
Kalıyor. 29 yıldır mimarlık yapıyorum. Son derece lüks, ışığıyla, havasıyla mükemmel evler yapıyorum ama 7 ay sonra çift boşanıyor.
Mekândaki “bulutlara” mı bağlıyorsunuz bunu?
Kesinlikle!
İyi ama İstanbul gibi binlerce yıllık bir şehirde mesela... Yüz milyonlarca insanın hepsinin enerjilerinin asılı kaldığını düşünmek çok ürpertici. O “bulutlar” temizle temizle bitmez yahu!
(Gülüyor) Farkına varabildiğimiz, yapabildiğimiz kadarıyla.
Benim ev en az 100 yaşında. Nereden baksan 50-60 kişi yaşamıştır. Öleni, hasta olanı, doğuranı, mutlu olanı, mutsuz olanı, belki intihar edeni, belki tecavüze uğrayanı... Hatta cinayete kurban gideni... Bilmiyoruz ki... Eski ev almamak lazım galiba, ha? Yeni yapılan TOKİ’ler bu durumda en makbulü galiba?
Mekânların sağlığı sadece geçmişle ilgili değil ama. Dekorasyonu var, yönü var, ışığı var, sokağı, mahallesi var, bulunduğu coğrafyası var. Dahası bedensel ve ruhsal sağlığımızda da mekânın rolü de Feng Şui’ye göre yüzde 33. Yani bir bütünün bir parçası benim söz ettiğim. TOKİ’lerde de başka şeyler eksik olabilir.
Siz boş bir insan değilsiniz. Pozitif bilim okumuş biri olarak nasıl oluyor da böyle bir şeye inanıyorsunuz?
Mimarım ve işim insanlara mutlu yaşayacakları mekânlar yapmak. Mekân insan ilişkisi benim için en önemli şey. Bir ev veya iş yeri yapıyorsun ama bakıyorsun bereketi yok! 1986’da New York’ta bir Feng Şui kitabına rastladım. Okudukça karşıma binlerce yıllık bir bilgi birikimi çıktı. Mekânlarla insanların ilişkilerini düzenleyen, coğrafyaların enerjilerinden söz eden. Ben o bilgiyi aldım. Sonra devam ettim. Feng Şui’nin çözemediğini de “mekân temizliği”nin çözdüğünü öğrendim. Benim matematiğim de son derece kuvvetlidir. Matematik beynin sol tarafını kullanır. Beynimin sol tarafı iyise, beynin sağ tarafı da iyi çalışır. Bana göre gayet de örtüşüyor bu ikisi.
Kendiniz faydasını gördünüz mü?
Bir türlü satılamayan bir evimiz vardı. Gayet güzel bir ev ama uyduruk nedenlerle iş hep yarım kalıyor. Annem hekimdi, hiç inanmaz bu işlere. Ona haber vermeden gittim bildiğim ne varsa yaptım evde. On gün sonra annem evi sattı.
İnanmak şart mı?
Olursa daha iyi ama şart değil. Çünkü ben yapıyorum temizliği. Bir iş yerinde pozitif manyetik alan noktası buldum. Toplantıları burada yapın dedim. İnanmıyorlardı böyle işlere. Ama öyle yapmışlar. Sonra teşekkür mesajı geldi.

Rahatsız eden enerjiyi nötralize ediyoruz

Hocaya, papaza rahibe okutup üfletmekten farkı ne bunun?
Dua da bir yöntem. Tuz, su, ses... Kiliselerde buhurdanlık... Uzakdoğu’da iyi otellerde müşteri çıktıktan sonra taşlar bırakırlar. Enerjileri alsın diye. Papazla aramızdaki fark biz neyi aradığımızı biliyoruz. Rastgele hareketlerle yapmıyoruz. Ben en rafine yöntemle arayıp buluyorum.
Enerjileri yok ederken olumlular da güme mi gidiyor?
Yok etmek diye bir şey yok. Evrende hiçbir şey yok olmaz. Direnmekten vazgeçiyoruz diyelim. Direndiğin şey senin dostun olmaz. İyi enerji de kötü enerji de yoktur aslında. Seni rahatsız eden enerjileri kabul ederek nötralize ediyoruz.

Evim nasıl temizlendi?

Aslıhan Hanım’ı evime davet ettim. Geldi, çay sohbetinden sonra eline
L şeklinde demir bir çubuk aldı. Çubuk elinde dönmeye başladı. Bir yerleri işaret ediyordu. Sonra sağ eline minik çekülünü aldı, sol elini de altına koydu. Gözlerini kapatıp evin içinde dolaşmaya başladı. Kısa bir süre sonra bir yorgunluk çöktü üzerine. Esnemeye başladı... Tek tek her köşeye gidiyor, orada duruyor, eline bir şeyler alıyor, inceliyor, sonra gözlerini kapatıyor, bir şeyler mırıldanıyor... Şansıma evim de o gün yol geçen hanına döndü.. Bir marangoz geliyor, bir postacı, bir kurye, bir doğalgazcı.. Sonra Aslıhan Hanım iyice yoruldu. Evim, 100 yıllık enerjisiyle galiba fena halde üzerine çullandı Aslıhan Hanım’ın. Evimi biraz boşaltmam gerekiyormuş. Galiba atma seanslarıma hız vermem gerekecek. Hem fiziksel hem spiritüel temizlik için...

Temizlikten sonra bana ne oldu?

Birinci gün: Kapatmak istediğim defterler vardı. Hakikaten kapandı. Ruhumda kimsenin “bulutu” asılı kalmadı. Ferahladım. Rahatladım.

İkinci gün: İçime ciddi bir “atma” duygusu geldi. Elime geçen her şeyi ne kadar faydalandığıma bakarak atmaya başladım. Beş battal boy çöp torbası eşya attım. Daha da devam ediyorum. Kapımın önü eskicilerin toplanma yeri oldu.

Üçüncü gün: Evimin tüm eksikleri birer birer tamamlanmaya başladı. Gelmeyen marangoz geldi, bir türlü tamamlanmayan ikinci banyo tamamlandı, kesik internetim için servis geldi, hatta gelmişken ricam üzerine delikanlı bilgisayarıma format attı... İki aydır televizyonum çalışmıyordu, elektrikçi geçerken uğrayıp halletti... “Akış” yeniden tesis edildi.
Dördüncü gün: Hâlâ mutlu ve huzurlu bir insanım. Kendimi kandırıyor olabilirim. Fakat... Eee? E olmuş yani?

Yazının devamı...

Kıyamet için hazır mıyız?

21 Aralık 2012 malum: Maya takviminin bittiği gün. Bazıları, bu nedenle o günü kıyamet günü ilan etti. 10 yıldan beri lafı edilip duruluyor. Hesapça bir takım noktalar kıyametten muaf olacakmış. Veya kıyamet günü orada olanları İsa Mesih kurtaracakmış. Örnek: Şirince. Az evvel okudum: Süreyya Yalçın üç gün için Şirince’de bir otele güya 10 bin dolar bayılmış!

O otel sahibine ne mutlu!

Kıyamet türlü şekillerde kopabilir. Kıyamet dünyanın ve insanlığın sonu diye geçiyor literatürde ama belli mi olur belki tam da öyle değildir. Belki çok büyük bir kısmının sonudur. Tarihte olmuş öyle! 70 bin yıl önce, dünya nüfusunun 2000 kişiye kadar düştüğü, insan türünün yok olmasına ramak kaldığı olmuş. Hem de neden? Endonezya’da patlayıp 10 yıl boyunca tüten bir süper yanardağ yüzünden! O kadar çok tütmüş ki duman ve kül, dünyanın bütün atmosferine yayılmış. O kalın duman tabakası yüzünden güneş ışınları yeryüzüne ulaşamamış. 10 yıl boyunca süren kış yüzünden hayat neredeyse durmuş. Tüm gezegende sadece 2000 insan hayatta kalmış. İşte bizler o 2000 insanın torunlarıyız!



Kaldı geriye 6 gün. Kıyamete son bir hafta... Dediğim gibi: Tamamen yok olmayabiliriz. Kalan 2000 kişiden biri olabiliriz. İşte size ipuçları

- Deprem oluyorsa... İlk sarsıntıyı duyar duymaz kendinizi yere atın ve sürünerek binadan çıkın. Deniz kenarındakiler yükseklere kaçsın. Ama sakın koşmayın! Her an önünüzde bir yarık, çatlak açılabilir, koşarsanız kendinizi durduramaz içine düşersiniz.

- Yanardağ patlıyorsa... Kurtulmak imkansıza yakın. Magmadan kaçabilseniz bile zehirli gazlardan kurtulamıyorsunuz. 1991’de Filipinler’de patlayan Pinatubo Yanardağı 18 milyon ton kükürtdioksit püskürtmüş aynı zamanda. Çürük yumurta kokusu duyduğunuz anda maskenizi takın.

- Hortum veya kasırga başlamışsa... Ev içindeyseniz musluklara tutunun. Evde, yere sıkı sıkıya bağlı yegane şey su boruları zira. Sizi uçmaktan kurtaracaktır.

- Yangın oluyorsa... Yangın sırasında ölümler daha çok zehirli gaz boğulmasından oluyor. Evde tıkılı kaldıysanız.. Biliyorum iğrenç bir yöntem ama tek çare şu: Klozetin içine bir hortum uzatın. Uzatabildiğiniz kadar uzatın. Sertçe üfleyip içindeki suyu boşaltın. Şimdi boruların içindeki temiz havayı soluyabilirsiniz.

- Sota bir yere su ve yemek depolayın: Felaket olduktan sonraki ilk dört gün insanlığın “balayı”. Herkes birbirine yardım ediyor. Ama sonra esas kıyamet kopuyor. “Bu benim son şişe suyum” “bu benim son ekmeğim” “son odunum” hissi nedeniyle insanlar insanlıktan çıkıp birbirini öldürüyor. Altı ay kadar herkesten uzak olabileceğiniz bir yer altı mağarası inşa edin bir yerlere...

- Kıyamet koptu ve kalanlar birbirini yiyiyor. Nasıl saklanacaksınız? Kanalizasyon en iyi çözüm. Parklarda ağaçlara da çıkabilirsiniz. Etrafınızda bir diktatör varsa evinin altında mutlaka yiyecek ve suyla dolu çok sağlam bir sığınak vardır. İlk giden kazanır. Daha medeni bir çözüm için hemen atlayın Kanada’nın Horning’s Mills kasabasına gidin. Bruce

Beach isimli dindar bir vatandaş tam 42 adet hurdaya çıkmış okul otobüsü gömmüş toprağın altına. Üzerini de betonla kaplamış. “Nuh’un yer altı gemisi” ismini takmış. Kıyamet sonrası tam 1000 kişi yaşayabiliyormuş ev yapımı sığınağında. Fakat içeriye alınmak için bir takım beceriler gerekiyor. Hayatta kalma yetenekleriniz olsun istiyorlar.

- Bu arada hamam böceklerinin radyasyondan etkilenmediği iddiası yalan. ABD’de test etmişler, hepsi 30 gün içinde ölmüş.

Radyoaktif bir kıyamet olursa onlar da kalmayacak yani.

- Yaz eğlencesi şnorkel, kıyamet günü çok işinize yarayabilir. Kum fırtınası, sel baskını, hatta tsunami sırasında bile işe yarayabilir. Yanınızda tek bir şey alacaksanız o da şnorkel olsun.

- Pencereden baktınız yağmur yağıyor. Tekrar baktınız muazzam bir su kütlesi üzerinize geliyor. Çatıya çıkın. Ama temellerinden sarsılmışsa eviniz, kendinizi sel sularına bırakın daha iyi. Arabaların, ağaçların size çarpmasındansa onlarla beraber akın. Sırt üstü kalmaya çalışın ama başınız değil ayaklarınız önde olsun. Ve çırpınmayın. Sakin bir beden, çırpınan bir bedenden daha çok su yüzeyinde kalıyor. Bu arada inşallah kanalizasyonlardan dışarı fırlamış sıçanlar sizi ısırmaz.

- 6 gün içinde tedarik etmeniz gerekenler: Maske, kask, balta, pala, şnorkel, konserve ve bunları koymak için sağlam ama dikkat çekmeyen bir sırt çantası.

Hepinize iyi kıyametler... İyi olan kazansın..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.