Şampiy10
Magazin
Gündem

10 maddede Nusr-et

- İstanbul’un galiba en popüler steyk lokantası. Kanlı, vahşi ve maceralarla dolu... Nispetiye Caddesi üzerindeki yeni yeri, eskisinden de kalabalık. O kadar ki sanıyorsun içerde düğün var, kapıdakiler de damadın sigaraya çıkmış lise arkadaşları! İnsanlar salkım saçak dışarı taşmışlar... İçeriye girebilmek için kaldırımdaki kalabalığı yarmak gerekiyor.

- Rezervasyon yaptırmış olmak hiçbir şey ifade etmiyor. Sistem tamamen çökmüş durumda. Neden o listeler tutuluyor, neden rezervasyon almış taklidi yapıyorlar anlaşılmaz bir gizem. Her gelen en az bir saat bekliyor. Bekletilen yer de bar değil, kapı önü, ayakta. Mahkemede sıramızı bekliyoruz sanki! Ki Çağlayan’daki adalet sarayının hakkını yemeyeyim, orada hiç olmazsa şık bir bank var.

- Bekleme faslı da enteresan. Girişte Türkçe’si var mı yok mu tam anlayamadığımız, galiba yabancı bir sarışın hanım duruyor. Okunmaz şahane el yazısıyla tuttuğu listeden kendi isminizi define arar gibi bulup gösteriyorsun. Tamam diyor. Yerinden hızla çıkıp yer arıyormuş gibi yapıyor. Beş dakika sonra, o sahne hiç olmamış gibi kürsüsünün arkasına geçiyor. Medeniyetsizlik yapmamak için “e ne oldu bacım?” demiyorsan sen kaybediyorsun. Bir hıyarcan, sana ayrıldığını umduğun masaya lak diye oturuyor. Kural: Ne kadar yırtıcı, carcar, iş bitirici, uyanık olursan o kadar erken oturuyorsun.

- Şaşılacak kadar çok yabancı var. Rezervasyon, masa kapma, laf anlatma mücadelesi sırasında bir ara kendimi New York’ta gibi hissettim. (Her ay oradayımdır ya..) Arabı, Avrupalısı, Amerikalısı ve hatta Korelisi... Yedi düvel Nusret’te kanlı et yemek istiyor. Vay babam vay! Fakat kibar Korelileri bir yere oturtabildiler mi emin değilim...

- Yabancıların daha hızlı oturtulduğunu zanneden (ama yanılan) sarışın, uzun boylu bir Türk kızımız rezervasyonlara (hesapça) bakan yabancı kızla İngilizce konuşmaya başladı: “Bat yani our rezırveyşın vaz at eyt oklok yani. Dis is a skandal yani di mi Keremciğim sen de bir şey söylesene aaaaa!” (Kerem, sen bittin olum!)

- Bekleme sırasına şöyle tuhaf bir şey oldu: Kaldırıma 300 bin liralık bir araba yanaştı. Vale, telaşla aracı almaya gitti. Araçtan inen adam “oooo”lar eşliğinde valeyi şapur şupur yanaklarından öptü! Adam ya dünyanın en kompleksiz zengini ya da.. Neyse.. Bilemedim...

- Sakın ola ki (iş, aşk veya başka bir şey için) ilk randevunuzu orada vermeyin. İşse ortak adayınız kaçar, aşksa sevgili adayınız... Karizmayı o durumda bile dik tutmak sıkı tecrübe ister. Veya risk almayı seviyorsanız verin! Kadın ne kadar sabırlı, ne kadar dayanıklı, zor şartlar altında nasıl tepki verecek, kriz yönetme gücü nedir görün! (İş başvuru testi gibi oldu ya bu, neyse...)

- Yaş ortalaması şaşılacak kadar düşük. 20’lerinde gençler doldurmuş ortalığı. Pahalı bir steyk lokantası değil de Teşvikiye’deki, Bebek’te hamburgercilere benzemiş. Daha da ilginci çoğu erkek erkeğe gelmiş. Anlaşılmaz bir nedenle çok yüksek sesle konuşuyorlar. Arada çok zayıf ve çok yüksek topuklu kızlar gelip gidiyor. Koskoca Nusret’i Bahçeşehir Üniversitesi kantine çevirmişler.

- Onun dışında sandra sarısı saçlı, aşırı estetikli, bu nedenle 110 yaşında görünen ördek dudak kadınlar da her zamanki gibi vardı. Plastik cerrahisinin rezaletlerini topluca incelemek için bulunmaz fırsat...

- Yemeğin hakkını vermek lazım. Harbiden güzel yapıyorlar. Fakat o güzel eti bize dayak yer gibi yedirmeyecek bir alternatif yaratmaları lazım.

- Etine ısrarla en acı hardaldan süren ve her yudumda acı ile zevk arasında komik mi seksi mi karar veremediğim bir şekilde gidip gelen kadın favorimizdi. Pek eğlendirdi bizi... Bu arada bahçede oturacak kadınlara uyarı: Pantolon ve çizmeyle, bayağı dağa çıkar gibi gidin. Üst taraf ısınıyor ama alt taraf do-nu-yor.

Yazının devamı...

Uzlaşamayız

Pazar günü, Fazıl Say’ın bilinmeyen bir “sen”e yazdığı mektubu yayınlandı Taraf Gazetesi’nde...

Aynı gün, çeşitli şehirlerde vereceği Anadolu konserlerine başlamıştı Say. Ben de Bursa’da bu turne kapsamında verdiği ilk konserini izledim...

1800 kişilik salon ağzına kadar doluydu. 1800 kişi hayranlıkla dinledi Say’ı. Defalarca bis istediler, bir selamını almak için dakikalarca kuliste beklediler...

Çok... Çok güzel çalıyor Fazıl Say... “Evet bunu biliyoruz, başka şey söyle!” derseniz başka ne denir bilemiyorum. Uzman değilim, daha ötesini de söylesem, berisini de söylesem bir önemi yok. Galiba. Klasik müziğin de böyle bir dokunulmazlığı var. Sıradan insanlar laf edemiyor.. Ben sıradan bir insanım.

O nedenle bir klasik müzikçi hayatı boyunca tek bir laf yemeden konserden konsere gidebilir. Klasik müzikçilere has “soğuk” selamlarını verip, etliye sütlüye karışmadan, imza, selam, hayranla fotoğraf hadiselerine girmeden “saygın, saygın”yaşlanıp gidebilir...

Fazıl Say, öyle yapmıyor. İrrasyonel olanı seçiyor. Kendisini, laf edilebilir hale getiriyor. Yazık ki ne ettiği lafları taşıyabiliyor ne de yediği lafları.

“Uzlaşabiliriz” demiş hiç de uzlaşmacı bir dil kullanmadığı mektubunda. “Sana öfkeliyim çünkü beni hiç anlamadın” diyor. Onu “öteki”, “elitist”, “batı uşağı”, “kafir” gördüğümüzden dert yanıyor. Eserlerini değerini bilmiyor olmamızdan, uzattığı eli tutmuyor olmamızdan şikâyet ediyor.

1800 kişi hayretle dinliyoruz... Acaba sen kendini öyle görüyor olmayasın?

Beni yalnız bıraktın diyor mahkeme kapılarında. Manipülasyonlar içindeki medyanı dinledin diyor. Lehinde yazan, mahkemesine elinde pankartlarla giden herkes gözlerimiz açık dinliyoruz...

Ülkesi, hayal ettiği ülke gibi olmadığı için çok öfkeli! Ben diyor İtri’yi, Veysel’i, Dede Efendi’yi baş tacı ediyorum sen bana yine arabeskle geliyorsun diyor “Sana kaç kere o kadınla gelme bu eve dedim!” diyen gelin-sevmez kayınvalide edasıyla...

1800 kişi hayatında belki de hiç arabesk dinlemedi. Sadece maruz kaldı...

Hâlbuki arabesk de bitti bu ülkede. Varsa yoksa Türkçe pop... Ki biz bile dönüş yolunda onu dinledik. Özel seçim değil, radyoda o çalıyordu...

Ama mesele o değil elbette. O istiyor ki halka durmadan diskur çeksin, halk da utanıp başını eğsin. Kimse ona laf yetiştirmesin. Öyle insanlar üstü, dokunulmaz, cevap verilmez bir yerde olsun. Sonra tıpış tıpış klasik müzik konserlerine gitsin, klasik müzik çalan radyo kanallarını açsın...

Ama öyle olmuyor işte. Sen birine “düşüksün” dersen o da sana “hadi ordan” der. Sen birine “vatan haini” dersen o da sana aynısını der. Toplum mühendisliğine soyunursan, o da sana 89 yılın birikimiyle “nah” çeker. Ya o lafı etmeyeceksin, ediyorsan da laf yediğinde sinirlenmeyeceksin.



İstanbul’a dönüşte, arabalı vapurda beraber çay içiyoruz. “Ne istiyorsunuz?” diyorum. “Boş salonlara mı çalıyorsunuz? CD’leriniz mi satmıyor? Gazetelerde yer mi almıyorsunuz? Herkesin tapmasını istemek.. Neden?”

“Kimse konuşmasın mı?” diyor. “Niye ben bir laf edince bakanından belediye başkanına, köşecisinden valisine herkes bana saldırıyor?” diyor.

“Belki de ettiğiniz laflar çok sevimsiz olduğu içindir” diyorum.

“Ama gerçekleri söylüyorum” diyor.

“Uzlaşmak bu mudur?” diyorum. “O zaman bu manasız teklif niye?”



Uzlaşamayız Fazıl. Uzlaşamadığımız müziğin değil ama. Kafan.

Yazının devamı...

“Süleyman! İşte seni geçtim!”

Söylenene göre Bizans İmparatoru Justinian, yeniden yaptırdığı Ayasofya kilisesinin içine girip muhteşem kubbesini ve süslerini görünce böyle bağırmış! Sözünü ettiği Yahudi Kralı büyük Süleyman (Solomon). Geçtiğini düşündüğü de Yahudilerin artık olmayan Kudüs’teki büyük mabetleri.

Şimdi Süleyman Mabedi’nden kalan tek duvar meşhur “ağlama duvarı”. Duvarın tepesinde de Müslümanların kutsal yeri Kubbet us Sahra ve Mescidi Aksa yer alıyor.

Mevcut Ayasofya, esasen üçüncü Ayasofya. Birinci ve
ikinciler çok daha küçükler.
Üçüncü Ayasofya’ı yaptıran Justinian. Lakabı “Hiçbir zaman uyumayan imparator”. Alt sınıftan geliyor. Taşralı olduğu için İstanbul usul erkân ve entrikalarını bilmiyor. Ama daha önemlisi takmıyor. Etrafını soylu insanlarla değil yetenekli insanlarla dolduruyor. Çok iyi vergi topluyor. Gücünü de işte bu paradan alıyor.

Elbette memnun olmayanlar da oluyor. Ağır vergi, işsizlik ve başka olayların da tetiklemesiyle Nika isyanı çıkıyor. İsyancılar önce vergici bakanı azletmesini istiyorlar. Sonra bir darbe yapıp Justinian’ın yerine başkasını geçirmek istiyorlar. Justinian önce kaçmayı düşünüyor. Sonra akıllı ve gururlu karısı Theodora “Kaçmak bir imparatora yakışmaz. Erguvan rengi de bir kefen için mükemmel bir renktir!” diyor.

Erguvan, sadece imparatorun kullandığı bir renk. Theodora’nın demek istediği, “İmparatorluk pelerinini giy ve savaş! Ölürsen de pelerin, kefenin olur!”

Justinian, İstanbul’da kalıyor ve savaşa başlıyor. İsyancıları hipodroma çağırıyor. Herkes bir antlaşma, bir müzakere olacağını sanarak silahsız halde hippodroma gidiyor. Justinian hepsini askerlerine öldürtüyor! 30 bin kişi bir günde kılıçtan geçiriliyor. İsyan çok kanlı bastırılıyor.

Suikast ve darbe girişimlerinden kurtulan ve bir hayli de “dindar” olan Justinian ortalık yatıştıktan hemen sonra isyan sırasında çok zarar gören Ayasofya’yı yeniden inşa etmeye karar veriyor. Artık gücünü hem kendi halkına hem de dünyaya göstermesi gerekiyordur. Dahası on binlerce insana da iş vermesi.



Dev Ayasofya, ülkenin en ünlü matematikçi ve mimarına çizdiriliyor. Marmara Denizi’nden Boğaz’a giren herkesin göreceği kadar muazzam olmak zorundadır. İmparatorluğun her yerinden malzeme ve işçi geliyor. Efes’teki Artemis tapınağından sütunlar sökülüyor. Şimdinin betonu denilebilecek çok özel bir harç yapılıyor. Bunun için Rodos’tan gemilerce kil getirtiliyor. Mısırdan dev taşlar, Suriye’den sarı taşlar, Teselya’dan yeşil mermerler... Tam on bin kişi çalışıyor. Ve bin yıl boyunca rekoru kırılamayan en büyük kubbeli kilise, sadece 5 yılda bitiyor!



Harcında iktidar, inkılap, kan ve hırs yatan Ayasofya, çeşitli tamiratlar ve eklemelerle halen duruyor! Tam bin dört yüz yetmiş beş yıldır...

Mesele sadece büyük bir bina yapmak değil. Devrimsel bir bina yapmak. Ayasofya, mimarlık tarihinde önemli bir yer tutar. Hesabı, kitabı her şeyi değiştirmiştir. Osmanlı zamanında da model olarak alınmıştır. Oradan yola çıkarak Osmanlı tarzı oluşmuştur.

Yapabiliyorsak işte böyle bir şey yapalım. Kopya olmayan, Çamlıca’ya yakışan, hayranlık verici ve de yeni bir mimari olsun. Mehmet Ali Birand’ın dediği gibi şu yarışma yeniden ve uluslararası açılsın.

Yoksa ancak “Süleyman, senin kopyan oldum” diyebiliriz. Bu seferki Süleyman ama Kanuni

Sultan Süleyman...

Yazının devamı...

Demokratik değilsiniz.. Eee ne olmuş?

Herkes Çamlıca’daki cami projesiyle uğraşırken...

Kaşla göz arasında bakın ne oldu!

7 yıl evvel Danıştay kararıyla iptal edilen Kadıköy ilçe sınırlarındaki Göztepe Parkı’na cami inşa projesi, iki gün önce İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde (İBBM) yeniden onaylanıp geçirildi. Park ve Bahçeler Müdürlüğüne ait 8 bin metrekarelik alanda 2 bin 500 metrekarelik bir cami yapılacak.

İstanbul’u bilmeyenler için açıklama yapayım. Göztepe Parkı, Anadolu yakasının Marmara Denizi kıyısı boyunca sahip olduğu yegane sağlam zeminli park. Kadıköy Kartal arasında başka yok. Mevcut açık alanların hepsi doldurma. Deprem sırasında çökeceklerdir. Hepsini deniz alacaktır.

Orada camiye ihtiyaç var mı ise gülünç bir soru... Cami eksikliği olmadığı gibi CHP bölgesi...

Konu yeni değil. 7 yıldır gündemde. Proje, İBBM’ye ilk olarak 2005 yılında sunulmuş ve onaylanmıştı. Gerekçe cenaze kaldıracak büyük bir cami olmaması.

Sivil Toplum kuruluşlarının ve vatandaşların açtığı iptal davaları sonucu kısa sürede iptal edildi. İstanbul 5. İdare Mahkemesi, parka yürüme mesafesinde üç camii olduğuna dikkat çekerek, olası bir deprem sonrası için buranın açık alan olarak korunması gerektiğini zira sahil kenarına yapılan parkların tsunami gibi nedenlerle kullanılamayacağını, söz konusu yeşil alanın yapılaşmaya açılmasının “tehlikeli olacağına” karar verdi. Geçen sene (2011) Eylül ayındaki bir İBBM toplantısında da oranın yeşil alan kalması kararı alındı.

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün 28 ™ubat 2007’deki açıklaması şöyle: “Bu konu bitti. Yargının vermiş olduğu karar gelecek için de bağlayıcı. Bundan sonra Göztepe Parkı’na hiçbir tesis yapılamaz. Kadıköy kazançlı çıktı!”

Ama öyle olmadı sayın Başkan! Su uyur, dava insanı uyumaz! Göztepe Park Camii 7 yıl sonra yine karşımızda. Muhtemelen yeniden dava açılacaktır ama “o” hakim artık var mı yerinde dersiniz? Başka hakim aynı kararı verecek midir dersiniz?



Dün twitter’da kıyameti kopardım. “Mesele cami değil, her bulunan açıklığa bina dikilmesi” dedim. Göztepe Parkı, Kadıköy’den Kartal’a kadar yegane sağlam zeminli park. Yegane boşluk. Açıklık. Kıyıdaki güdük çalıları saymaz iseniz ağaçlık kalan tek yer. Ok-si-jen! Ne-fes! Göz dinlenmesi... Mahkeme kararında ifade edildiği gibi deprem sonrası için de çok ama çok elzem.

Elbette hadise anında “cami düşmanlığına” çekildi. Dedim “Yahu yeşil seven bir tane dindar yok mudur?” İki üç “evet ben dindarım, kapalıyım ben de istemiyorum” twiti geldi ama çoğunluk sessiz kaldı. Dindarlar artık karbondiyoksit soluyor galiba...

Kadıköylüler, kendilerine CHP’li bir belediye seçtiler hesapça ama parklarının kaderini tayin edemiyorlar... Ellerindeki yegane açıklığın kaderi Büyükşehire bağlıymış ve parkın kaderi bir güzel “çizildi”. Artık park yok. “Caaanım bir bölümüne yapıyoruz sadece, bu ne cami düşmanlığı?” diyecekler ama otopark olsun diye her taraf betonlanacak.

Ey demokrasi, sen ne güdük bir şeysin! Halk demek sadece çöpleri kimin toplayacağına karar veriyor. Ağaçlarına bile sahip değil aslında. Ne güzel.. Ne güzel... zel... zel...zel...

Bu arada bilgi: Kadıköy’de kişi başına düşen yeşil alan: 1.9 metrekare. Olması gereken: 10 metrekare.



Sabah, bir dostum tane tane anlattı. “Kimseye demokrasi diyerek bir şey anlatamazsın. Bu dev bir sistem değişikliği. Hükümet değil devlet değişikliğinden söz ediyoruz. Taşlar değil dağlar yerinden oynuyor. Bu bir sınıf kavgası. Kimsenin derdi demokrasi, demokrasinin erdemleri, demokratik olmak ve sair değil. Sistemin yıkılması. Mevcut sistemi yıkacaksın ki ayakta kalasın. Sistemi yıktığını da anıtsal binalarla gösterirsin. Binlerce yıldır, her dönemde olduğu gibi... Düşman sathına dikilmiş bir bayraktır onlar. Güçlü varlığının nişanesi.”



Selçuk Erdem’in bir karikatürü vardı. Veteriner çiftçiye “ineğiniz hafıza kaybına uğramış” diyor. İneğin sahibi de “Eee? N’olmuş?” diyor.

Nasılsa kesip yiyecek. İneğin hafızası olsa ne olur olmasa ne olur.

Şöyle çevirebiliriz:

“Beyfendi, yaptığınız demokratik değil.”

“Eee? N’olmuş?”

Yazının devamı...

Yıldız yaralanması

Duruyor. Başucumda. Günlerdir. Ara ara rastgele bir sayfasını açıp okuyorum. Yeniden.

Perihan Mağden romanları böyle oluyor. “Ali ile Ramazan” silindir gibi geçmişti üzerimden. “Yıldız Yaralanması” mutlu sonuyla en azından... Öldürmedi.

Bir genç kızın, hastalıklı derecede hayranı olduğu şarkıcının evine sızmayı başarmasıyla başlıyor kitap. Günlerce gizli gizli yaşıyor malikânede. Yıldız’ının giyinme odasında kürklerin arasında yaşıyor, kimse ortada yokken mutfaktan bir şeyler aşırıyor... derken bir gün Yıldızının kırmızı mayosunu buluyor... giyiyor... dayanamayıp havuza giriyor...

Ve yıldızına yakalanıyor... Fakat kapı dışarı edilmek yerine, Yıldız’ı onu seviyor, yanında kalmasını istiyor. Ona oda hazırlatıyor, yanında gezdiriyor.. Bir nevi nedimesi oluyor genç kız Yıldızının.

Bittabi Yıldızımız mutlu mesut bir aile kızı değil. Gelişi gidişi bol olan bir ilaç ve alkol bağımlısı. Ve tabi ki egosantrizmin doruklarında. Tüm dünya onun oyuncağı... Bizim genç kızımız “Sun” da elbette Teddy Bear’likten nasibini alıyor. Yaklaştıkça Yıldızına yanıyor, yaralanıyor.. Aşk denen marazi bataklıkta debelenip duruyor.



Fakat ne güzel lafları var Perihan Mağden’in... Ne güzel yaşıyorsun baş karakteri... Nasıl da gülünçleştirmeyi başarıyor “yıldızlık kurumunu”.. O İngiltere Kraliçesi muamelelerini... O hanımefendi yıkama yağlama servislerini... Tüm o etrafına bir hayran halesi yaratma ve onun konforunda yaşama numaralarını... Yalan dolan dünyayı... O kadar “gerçek” anlatıyor ki neredeyse alay etmediğini sanıyorsun yazarın. Neredeyse sevgiyle kutsadığını...



Ve de ne güzel anlatıyor sevinci... Nasıl da buluyor o kelimeleri... O metaforları.. Hiç uzatmadan. Neredeyse iki kelime ile. Dan!

Sonra ne güzel uçuruma atıyor mutluluğu. Küt! Bildiğin düşüyorsun. Paraşütsüz. Yine iki kelimeyle.



Kitap bitti ve düşündüm: Kim Yıldız değil? Kim meraklı değil ufacık bir fırsatta Yıldızlaşmaya? Hele ki ufacık bir şöhretleri olmaya görsün... Nasıl da dünya sadece onun kaprislerini çekmek için yaratılmış olur... Nasıl da kurtarıverirler “yüce” ruhlarını her tür vefasal yükümlülükten! Nasıl da “lütuf” görürler kendilerini “sefil” dünyalarımıza! Nasıl da hepimizin aç olduğu bir “ışık” sanırlar kendilerini! Nasıl da rahattır bu yüzden vicdanları! Durmadan konuşurlar, durmadan alırlar alırlar alırlar...

Ah etrafımda ne çok onlardan. Güdük, gülünç yıldız (olma) paralanmaları..

(“Yıldız Yaralanması”, Perihan Mağden. Everest Yayınları)

Yazının devamı...

Tarih ve bamyanın benzerlikleri

Ayşe Hür’ün “Öteki Tarih 2”sini okuyorum. Dün sabah dörde kadar elimden düşmedi. Çoğu yazısını daha önce okuduğum halde yeniden heyecan duydum. Neden bu kadar şevkle tarih okuyorum diye düşündüm. Hiçbir nedeni yok aslında. Bamya sevmek gibi... Sonra aklıma şunlar geldi.

- İkisini de insan belli bir yaşa gelince seviyor.

- İkisi de kötü olduğunda insanda nefret ve ikrah uyandırıyor

- İkisinin de ekşi ayarı tam kararında olmalı. İnsanı sürekli üzen ve utandıran “ekşi” tarih de çekilmiyor limon basılmış bamya da.

- İkisi de ince işçilik istiyor. Kafası koparılmış bamya ne kadar yenmez ise (doğrusu: çok ince bıçakla şapka gibi soyulacak, delik açılmayacak) kaba saba yazılmış tarih de o kadar çekilmez oluyor.

- İkisi de ideolojisiz olacak. “Sağlıklı” diye yenesi bir şey değil bamya. Bamya, bamya olduğu için, çok özel bir sebze olduğu için, iyi yapanı az bulunduğu için yenir. Tarih de vatanseverlik, düşman yaratma, nifak tohumu atma için değil, kendisi yeterince ilginç, heyecanlı ve lezzetli olduğu için yazılmalı ve okunmalı.

- Şekerli olmaz. Her zeytinyağlıya konan şeker nasıl bamyaya yakışmıyorsa tarih de fazla şeker kaldırmaz.



Haytap: El yalayanınız, kuyruk sallayanınız bol olsun

Nasıl başladıklarını biliyorum. Aynı mahalledeyiz yıllarca. Komşuyuz. Hayvan hakları için mücadele veriyorlar.

Şimdi bir el kitabı çıkartmışlar. Hayvan Hakları El Kitapçığı. Kanunen neler yapabileceğimiz anlatılıyor. Mevzuat, acil durumlarda ilk yapılacaklar, başvuru yolları, dilekçe örnekleri, suç duyurusu örnekleri, kendi hayvanına eziyet eden kişi hakkında ne yapılabilir, yerel yönetimin yasal sorumlulukları, sitelerde kedilere kötü muamele halinede soruşturma istek yazısı, köpek dövüşleriyle ilgili bakanlık genelgesi ve benzeri konularda son derece yararlı bilgiler veriyor. www.haytapshop.com adresinden Haytap ürünü alan herkese ve Arnavutköy-Beşiktaş’taki merkezlerini ziyaret edenlere veriyorlar.

Kitapçığın sponsoru ise ilginçtir Canik Belediyesi. Samsun Canik.

Sloganları hoşuma gitti.

- “Devrik kral sürgünde”: Başında bir tac olan bir aslan, demir parmaklılar arkasından bakıyor. “Hayvanat bahçeleri insani ve ahlaki olmayan koşullarda, doğada yaşaması gereken hayvanların, demir parmaklılar arkasında, beton odacıklara hapsedildikleri bir hapishane haline dönüşmüştür. Bu haliyle hayvanat bahçeleri hiç kimseye eğitim ve doğa sevgisi veremez”

- Bir bebeği hiç zehirler miydin, terk eder miydin? Tüm hayvanların bilinci ve duyguları vardır.

- “Pet diye alıyorlar, pat diye bırakıyorlar” Pet Shopların kirli ticaretine ortak olmayın. Can dostlarınızı barınaklardan alın. Pet Shop hayvanı olmak demek küçük kafeslerde günlerce aç ve susuz kalmak, enerjik görünmek için zararlı iğneler yemek, hastalanınca da öldürülmek demek. Siz satın aldıkça bu işkence sürecek.



Bekle beni Nejat

Tüm zamanların en süper gazeteci tavlama işini gerçekleştirmişler. Açıyorsun kırmızı zarfı içinden kırmızı bir dosya çıkıyor. Üzerinde “Beni yakından tanımak istemez misin?” diyor. Sonra kapağı açıyorsun ve Nejat İşler en seksi sesiyle şöyle diyor:

“Selam Mutlucum. Az kalsın Tuğçe diyecektim! Yazılarını okuyorum, gerçekten harikasın. Biliyorum yoğun bir tempon var, fakat bu koşturmaya rağmen harika görünüyorsun. Ama şimdi biraz frene basıp kendine vakit ayırma zamanı. Ben kendine vakit ayırmak istediğin her an anda sana ayak uyduracak, belki de seninle yepyeni oteller keşfedecek yeni ekürinin. Bundan sonra her tür maceraya atılacak... Yeni Clio’yum...”

Bir an Nejat İşler, beni hakikaten okuyor ve beni hakikaten harika buluyor sandım... Metinleri yazan arkadaşlar hakikaten süper bir iş yapmışlar. Başkalarına ne yazdılar ve Nejat onlara nasıl seksi seksi konuştu gel de merak etme şimdi...

Yazının devamı...

Pazar Soruları

Mescit yerine “Dua Odası” deyince... Ne olmuş oluyor? (bkz: İstinye Park AVM) Modern? Laik? Layt Müslüman? Arkadaşım “öyle bir yer ayırmışlar ya sen ona bak” dedi, bir şey diyemedim. Dua odası... Kulağa hoş geliyor tamam ama namaz “dua” mıdır “ibadet” mi? Arada bir fark yok mudur? Böyle bir detay kimsenin umurunda değil mi yoksa?



Spor salonlarına neden sadece zayıflar gelir? İki aydır gidip geliyorum, 38 bedenim ve aralarında en şişman benim, iyi mi! Deniz kenarında yürüyüş yapan şişman da görmüyorum. Nerede ne kadar zayıf, fit, güzel vücutlu varsa onlar haldır haldır yürüyor, onlar haldır haldır yüzüyor, onlar haldır haldır koşuyor. Bir acayiplik var ama anlamadım gitti. Gelin tombik arkadaşlar, gelin. Aramızda sizi de görmek istiyoruz. Aksi taktirde edeleli vicutlarımızı kimin gözüne sokacağız? Sıkı totomuzla kime hava atacağız? Dimdik memişlerle soyunma odasında kimi sinir etmek için cıbıl cıbıl saç kurutacağız? Herkes şahane, herkes güzel olmuyor ki! Kusurlu lazım bize...



Sigarayı bırakmaya bütün organlar çılgınca alkış tutarken neden bağırsak efendi itiraz eder? Bu arkadaş ne zaman kendine gelecek? Bu arada müdür-döt fıkrası doğru galiba. Hani döt beyne isyan edip müdür olmak istemiş. Ama demişler ki sen kim beyin kim, bırak allasen. O da “öyle miiii?” deyip kapıları kapatmış. Beden, dört günde patlama noktasına gelmiş. (Ulan bir fıkrayı kibar kibar anlatmak da amma zor ha!) Onun üzerine “tamam” demişler, “müdür sensin, yeter ki aç kapıyı, rahatlat şu vücudu”.

Dötlerin niye müdür olduğunu anladınız mı şimdi? (Bu arada umarım bir müdür fıkrayı dötünden anlayıp “hadi canım hadi... sen dinlen biraz” demez...)



Kitap Fuarına gitmek bir nevi “hac” mıdır? O kadar yolu hiç üşenmeden tepen o muazzam kalabalık hakikaten çılgınlar gibi kitap alıyor mu? Yazarla sözde tanışmak, ondan imza almak neden mühimdir? O kitaplar daha bir hevesle mi okunuyor? Sevdiğin yazarla tanışmaktan (ve hayal kırıklığına uğramaktan) benden başka kimse korkmaz mı? Diyelim o sırada karnı ağrıyordu veya çok yorulmuştu veya üşümüştü veya yaratılıştan mendebur bir insan ve sana aksi davrandı. O saatten sonra o adamın/kadının kitaplarını yine severek okuyabilir misin? İnsan böyle bir tehlikeyi nasıl göze alır? Zaten en fazla üç yazar beğeniyorum... Sevdiği yazarla tanışmak isteyen ve sonuçlarını göze alanı hakikaten çok cesur ama aynı zamanda çok ihtiyatsız buluyorum... Düşünsenize Paul Auster gelmiş ve bana “isim neydi canım?” diyor. Canım? İsim neydi? Bırrrr... Öleyim daha iyi...



Türkiye Cumhuriyeti çağdaş güzel bir cami yapamaz mı? Türkiye Cumhuriyeti betonu yeşilden daha çok olmayan park yapamaz mı? Türkiye Cumhuriyeti çağdaş güzel bir apartman modeli yaratamaz mı? Türkiye Cumhuriyeti topuklu pabuçla yürünebilen kaldırım döşeyemez mi? Türkiye Cumhuriyeti... Ok... Sustum.

Yazının devamı...

Gülümsemiyorsam şikâyet (nah!) edin

Bir güzellik merkezi olan ProNail, çalışanlarına üzerinde “Gülümsemiyorsam şikayet edin” yazan önlüklerden giydirmiş. Müşterilerin bir bölümü bunu son derece itici bulmuş. Sosyal medyada bununla ilgili bir kampanya yapmaya başlamışlar.

Dedikleri şu:

- Bu çalışanları köle yerine koymaktır, onları aşağılamaktır.

- Dertleri geri bildirim ise bunun birçok yapıcı yolu vardır. Tişörtlere çok daha olumlu mesajlar yazabilirlerdi.

- Giydirmek de giymek de ahlaksızlıktır ve bunun farkında olmamaları daha da fenadır.



Güzellik merkezinin Facebook sayfasında ise şöyle bir açıklama var: “Mağazalarımızda çalışan personelin kullanmış olduğu ‘’gülümsemiyorsam şikayet et’’ yazılı önlükleri kendi rızaları alınarak kullanılmaktadır. Hiçbir çalışana önlükler zorla giydirilmemektedir. Ayrıca bu önlüklerin herhangi bir gerçeklik payı yoktur. Sadece espriden ibarettir.”



Türkiye’de çalışanların genelde gülümsememesi, beş karış suratla iş yapıyor olması, müşteriye nazik davranmak zorunda olduklarını bilmiyor, bilse de umursamıyor olması, işinden ne kadar nefret ettiğini hiç gizlemeye ihtiyaç duymaması beni her zaman çok şaşırtmıştır. Servis veren her işletmede illa ki bir gerginlik vardır ve bu hiç çekinmeden müşteriye yansıtılır. Geleneksel ve küçük işletmelerde “kibarlık sahte gösterisi zahmetine” baştan girilmezken lüks ve pahalı işletmelerde ilk dakikalarda gösterilen sözde kibarlık da zaten ilk krizde buharlaşır gider. Müşteriye afra tafra yapmasalar bile elemanlar kendi aralarında tartışır, surat yapar, arka taraftaki gerginliği illa belli ederler. Tüp bitmiştir, ağda dökülmüştür, yamak kaçmıştır, elemanlara bayram harçlığı verilmemiştir, aşçının yeni aldığı arabasına çarpılmıştır... Bilmek zorunda olmadığımız bilgiler patır patır dökülür önümüze. O kadar alışığız ki buna meraklı meraklı da sorarız: “Ne olmuş? Kim kaçmış?” Hâlbuki sana ne? Senin yegâne talebin kaliteli ve nazik bir servis olmalı.

Türk ve yabancı müşteri hemen ayrılır orada. Türk, gerginliğin veya aksaklığın nedenini öğrenmiştir, empati kurar, sabır gösterir; yabancının ise dünya yıkılsa umurunda olmaz, manikürü, pedikürü hemen ve en iyi şekilde yapılsın ister, ter ter tepinir.



Bütün bunların ışığında “gülümsemiyorsam şikâyet edin” yazılı bir tişört giydirmek...

Problemli bir cümle olduğu kesin ama “köle yerine koymak”? “Elemanı aşağılamak”? “İnsan haklarına aykırı”? Açıkça biraz abartılı bir yaklaşım.

“Paranla rezil olmak” lafı bu ülkenin lafı. Ve sık sık da tecrübe ettiğimiz bir durum. Başka dillerde var mı bilmiyorum. Dünya paralar veriyoruz felaket servislere. Müşteriyi koruyan bir girişim galiba beni rahatsız etmedi.

Gel gör ki manasız. Bu ülke şikâyetlerin değerlendirilmediği bir ülke. Elemanı şikâyet etmek, sadece ve sadece daha da kötü bir servis almana neden olur. Zira açık açık “bu kadın, senin için böyle böyle dedi” denecektir, sen de mimleneceksindir. Bir daha adım atamazsın oraya. Tükürüklü kahveye razıysan bilemem tabii.

ProNail de zaten açık açık demiş: “Espriden ibaret”

O zaman niye yoruyorsunuz herkesi?

(Bu arada öğrendim: Paranla rezil olmanın Yunanca’da şöyle bir karşılığı varmış: “Na gino rezili, me ton para mu”. Birebir çeviri. Türkçe kelimeleri seçtiniz zaten)



Sigara haince nasıl bırakılır?

- Sigara içen arkadaş/sevgili/eşleri bırakarak...

- Sigara içen başta komşular olmak üzere herkesle kavga edip ne uluorta ne evde sigara içemeyecek hale gelerek...

- Bakkala çakkala “bana sigara satarsanız Allah sizin yedi göbek binbir belanızı versin, başınız felaketten musibetten ibnelikten kurtulmasın, torununuz beş kulaklı, üç burunlu doğsun, medyada her gün cinsi sapık diye resminiz basılsın, televizyon programlarında koca/karı arayacak kadar düşün, milli piyangoda büyük ikramiyeyi kazanın sonra ertesi gün eve hırsız girsin” gibi korkunç ön beddualar ederek ve önce temiz bir sopa yiyerek sonra da asla sigara satın alamaz hale gelerek...

- Twitter’da “Sigarayı bıraktığımın 4. günü. Allah’ım bana mukayyet ol” diye bir tweet atıp sonra “şu an tam karşımdasın, bir sigara yaktığın anda bitiririm seni” şeklinde mesajlar alarak... bkz: 41 bin 990 takipçisi olmak. bkz: Kendi kendine korku imparatorluğu yaratmak. bkz: Salak ben!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.