Şampiy10
Magazin
Gündem

Köşk, Ankara vs...

Köşke iki sene önce de davet edilmiştim. Davetli listesine nasıl ve neden girdiğimi bilmiyorum. Yalana gerek yok: Türkiye’nin mühim yazarlarından biri değilim. Elinden geldiğince hakkaniyetli olmaya çalışan, kendi gibi şöhreti de ufak tefek bir yazarım sadece. Mühim olmak gibi bir gayem de hiç olmadı. Öyle bir gayem olsaydı nasıl olunur onu da bilmiyorum. Her neyse. Okay Bey’in (Gönensin) yorumuna göre Hanımefendi’nin kontenjanından olmalıyım. Âlâ! Benim de kendisine başından beri saygı ve sempatim var. Hem annem yaşasaydı eminim şöyle derdi: “Kızım iltifat etmişler, davet etmişler. Davet edildiğin yere gitmek gerekir.”

Gerçi gündüz olup bitenler çok sinir bozucuydu, bir ara gitmemeyi de düşündüm ama sonra Okay Bey’in otoriter “hadi, hadi”siyle peşine takıldım, gittim.



Resepsiyon denilen şey nedir peki? Adı üstünde bir kabul töreni. Siyasi yorumlar dünkü gazetelerde cayır cayır yapıldı. “Asker türban BDP bir arada” “Devletin zirvesinde barış” “Nihayet medeniyet” vs vs. Eh hakikaten de mühim bir buluşmaydı.

Ama buna buluşma mı demek gerekirdi veya “aynı çatı altında geçici bir süre bir arada bulunmak” mı tartışılır. Hatta tartışılmaz. Tam öyleydi.

Tören şöyle yapılıyor. Herkes elindeki kartta yazan kapıdan köşke giriyor. (Köşkün birkaç kapısı var) Sonra herkes nispeten daha küçük ön salonda toplanıyor. Orada sadece su ikramı yapılıyor. Bir saat kadar orada bekledikten ve herkes herkesi derin derin süzdükten sonra büyük salona açılan kapılar açılıyor. Kapıdan geçmeden önce herkes elindeki anons kartını görevliye veriyor. Anons kartının üzerinde davetlilerin adı ve sıfatı yazıyor. Cumhurbaşkanı ve eşi de salonun içinde, kapıdan 10 metre uzakta duruyor. Tam kapıdan geçer ve Cumhurbaşkanı ve eşine doğru yaklaşırken görevli, isim ve sıfatınızı anonluyor. Önce Cumhurbaşkanıyla sonra Hanımefendi ile kısa bir el sıkışma, hızlı bir “nasılsınız, iyi misiniz”... Hop tamam... Sıradakinin ismi okunuyor. Olay bu kadar. Bütün tantana bundan ibaret. Yeterince mühimsen (mesela genel kurmay başkanı ve eşi) foto muhabirleri şakur şukur foto çekiyor. Değilsen (benim gibi) kös kös devam ediyorsun...



Sonra? Sonrası izzet ikram ve dostlar birbirini görsün. Dostlardan biri gazeteciyse ağızlardan çıkan laflar sonra haber oluyor.

Bu sene, daha az genç davetli gördüm. Ya gelmediler ya liste değişti. AKP’liler eşli, BDP’liler eşsizdi. Asker eşleri zarif ama sanki biraz somurtkandı. Röfle, başörtüsü çekişmesinde röfle galipti.

Peki ne ikram edildi? Galiba her şey! Tepsilerle sürekli ama sürekli bir servis vardı. Geçen seferki kanepeler çok büyük, ısırmak gerekiyor, o da çirkin görüntülere (ve ruj silinmesine) yol açıyor dendiği için (haklılardı) bu sefer ikram edilen her şey tek lokmalıktı. Ağzına atmanla çiğneyip yutman yarım dakika. Hani “muhabbetin arasına girerse ayıp olur”, “biri beni hapur hupur yerken görürse çirkin olur” “ağzımdakini yutana kadar aptal bir boşluk olur” endişesi katiyen yoktu. Hadi kanepeler zaten küçüktür her zaman ama minik kürdan şişler, baş parmağım kadar mini minnacık içli köfteler, ceviz büyüklüğünde minnak hamburgerler hakikaten çok sevimliydi. Evcilik oynarken yaptığımız yiyeceklere benziyordu diyeceğim, umarım kimse yanlış anlamaz. Hepsi de çok lezzetliydi.

Bu arada hayatımda hiç bu kadar sık servise rastlamamışımdır. Hani tepsiyle yiyecek gezdirilen yerlerde daima aç kalınır ya. Burada tam tersine! Sağıma dönüyorum elindeki tepside ızgaralarla bir genç kız “ister misiniz?” diyor. Soluma dönüyorum elindeki tepside içecekler bir delikanlı “ister misiniz?” diyor. Önüme dönüyorum bu sefer başka bir genç kız kanepe ikram ediyor...

Fakat en komik bölüm içecek bölümüydü. Alkollü içecekler beyaz - kırmızı şarap ve viskiydi. Şarap da kanepeler gibi her kadehte tek yudumdu. (Bunun nedenini çok anladığımı söyleyemeyeceğim) Zenginlik, bildiğimiz nedenlerle alkolsüz içeceklerdeydi. İçecekler arasında klasik kola, limonata, portakal suyunun yanı sıra “armut suyu” da vardı mesela. Taze sıkılmış! Sonra narlı bir şerbet vardı. Yine ev, pardon köşk yapımı... Nasıl desem? Tepsiler gökkuşağının tüm renklerinde içeceklerle doluydu. Yiyecek ve içecekte ciddi bir tasarım çalışması yapılmış belli ki...

Gecenin en kadri bilinmeyen aktivitesi canlı müzikti. Sahneye baktığımda bir kemancının sadece hareketlerini görebiliyordum. Ses neredeyse yoktu. Zaten olsaydı da kimse dinlemeyecekti.

Sonra? Sonra topuklu ayakkabılar hanımların ayaklarını vurmaya başladı. Tiryakiler de huzursuzlanmaya. İki saat sonra da ufak ufak kaçılıp Ankara’nın rüzgarlı sokaklarına karışıldı...

Bu kadar...

Yazının devamı...

AKP ne yapmaya çalışıyor?

- İşçi Partisi’ni yeniden tedavüle sokmaya...

- Kılıçdaroğlu’ndan bir kahraman çıkartmaya...

- Sözde mağdurları gerçek mağdur yapmaya...

- Endişeli modernlerin endişelerini haklı çıkartmaya...

- İlla bir taraf tutmaya zorlamaya...

- Ankara’yı gidilesi, miting yapılası turistik bir şehir yapmaya...

- Biber gazı stoklarını eritmeye...

- Gaz maskesi satışlarını arttırmaya...

- “Ya siz de zamanında Kuran’ı yasaklamıştınız” diyenlere karsı “Cumhuriyet Bayramı’nı bile kutlayamaz hale geldik” lafını söyleme imkanı yaratmaya...

- Nevruz kutlamak isteyen Kürtlerle Cumhuriyet kutlamak isteyen Türkleri aynı kaderde ve gazda birleştirmeye... Refahta değil sefillikte eşitlik sağlamaya... Böylece bir ihtimal birlik bütünlüğü sağlamaya... (bkz: yeni yollar denemece)

- “AKP demokrasi yolunda adımlar atmıştır, yetmez ama evet” diyenleri rezil etmeye...

- “Biz de geçmişin mağduruyuz, yapmayız böyle şeyler” diyen samimi inananları mahcup etmeye...

- “İstihbarat aldık, olaylar çıkacak” lafının “olay çıkartacağız” demek olduğunu açıklamaya... Ki bundan sonra bir eylem yapacaksak hazırlıklı olalım diye...

- Biber gazını nötralize eden formülü bulmaya kimyacıları zorlamaya... (evet, niye duruyorsunuz hakikaten? Dünya eylemcilerine, bilhassa komşudakilere -Yunanistan- bir faydamız dokunsun)

- Eski günlerdeki gibi daha organize miting yapma konusunda halkı tahrik etmeye...

- 1 Mayıs’ın pabucunu dama atmaya...

- Kürtlerden daha “cazgır” bir mağdur yaratıp açlık grevlerinden ilgiyi başka yöne çekmeye...

Yazının devamı...

Mezar ziyareti bayram dönüşü

Güzel bir bayram geçirdim. Aile ziyaretli, kurban kesmeli (dakika dakika izledim) el öpmeli, harçlık dağıtmalı (neyse ki çok yeğen yok), yemekli, içmekli, anılar tazelemeli, gülmeli, ağlamalı bir bayramdı...

Çok şükür bu bayram benim çocukluk rezilliklerim (yok peynir yerine bana sabun yedirmişler de ağzımdan balonlar çıkmış da aman ne kadar komikmiş de..) değil de teyze oğlununkiler hatırlanıp bol bol gülündü...

Ah aile! Bir halı gibidir. İyiyse uçan halıya dönüşür, seni uçurur; kötüyse üstüne kapaklanır, altından çıkmak için bir hayat boyu debelenir durursun...



Şimdi dönüş yolundayım. İskelede, feribotun gelmesini bekliyorum...

Bir çocuk düşüyor yanımda. Oğlan çocuğu. En az yedi yaşında var. Canından çok gururu yanıyor galiba. Böyle derinden gelen bir ağlama tutturuyor. Sarışın güzel annesi teselli etmeye çalışıyor. Çantasını, gözlüğünü masama koyup oğlunun yanına çömeliyor. Yüzünü öpüyor, kokluyor, en yumuşak sesiyle bir şeyler söylüyor. Oğlan sakinleşiyor ama mızmızlanmaya devam ediyor. Bir yandan sümüklerini silerken bir yandan annesinin kucağına çıkmak istiyor.

Ah! Diyorum. Yedi yaşında ama hala bebe! Kucak yaşını (ve kilosunu) geçtiğini unutuverdi...

Sonra düşündüm: Kucak yaşını hiç geçer mi insan?



42 yaşındayım ve şu günlerde en çok istediğim şey annemin kucağına çıkmak. Benim yüzümü öpsün, saçlarımı okşasın, kollarıyla sarsın beni... Tatlı sesiyle bana teselli ve yaşama gücü versin... Onun cennet kokusuyla bütün dertlerimi unutayım, derin ama çok derin bir uykuya dalayım...

Yazık ki buna imkân yok. Öleli 12 yıl oldu. Ve ben mezarını ziyaret edebilecek olgunluğa ancak 12 yıl sonra gelebildim. Bundan önceki denemelerde bayılacak gibi oluyordum, hazır oluncaya kadar erteleme kararı vermiştim. İki hafta önce de rüyamda görünce annemi, dedim zamanı gelmiş...



Bayramın ikinci günü, onun sevdiği gibi temiz pak giyinip, hafif makyajımı yapıp gittim kabrine... Önce o oğlan çocuğu gibi derinden bir ağlama tutturdum. Kime ağlıyordum daha çok bilmiyorum. Ona mı, bana mı? Gittiğinde o 57, ben 29 yaşındaydık. Baktım ağlamam durmayacak, içimdeki “ev kadını”yardıma koştu. Annemin mezar taşını temizlemeye başladım. Önce kurumuş yapraklarla giriştim. Sonra mezarına diktiğimiz yediveren gülünün dallarını budadım. Sonra kuşlar için koyduğumuz ve mezar taşının devamı olan mermer tasın yosunlarını temizledim. Baktım doymadım, bu sefer anacığımın başındaki yaşlı selviden dökülen reçineleri sökmeye başladım... Elimdeki tek yardımcı malzeme çantamdaki yarım litrelik pet şişe.

Bir buçuk saat boyunca kendimden geçercesine temizlik yaptım. Elimdeki plastik şişeyle, mezarlığın huzuruna hiç yakışmayacak sesler çıkartıyordum.

Önce, başkaları rahatsız olmasın diye sessiz sessiz olmaya çalıştım, sonra umursamadım. Gelen geçen bana bakıyordu.

Baktım az ileride genç bir adam da benim gibiydi. Çeşmeye gelip gidip doldurduğu pet şişelerle güzel bir mezar taşını temizliyordu.

Galiba ikimiz de geçici bir delilik alemine girmiştik. Ölülerimizle konuşuyor, sanki onların yataklarını temizleyip düzenliyorduk.

Sonra yanıma geldi. O da beni fark etmiş. “Eşiniz mi?” dedi.“Yok annem” dedim. “Sizin?” dedim. “Kızım” dedi... Gözleri yaşlandı, ellerini iki yana kaldırdı, başını sallayarak uzaklaştı... Genç adamın hem acısını hem öfkesini hissettim...



Sonra kızının mezarına gittim.

“Bir fidan idim, soldum, anama babama doyamadan gittim” yazıyordu taşında...

Ah dedim... İnsan anasına hiç doyamıyor ki... Bak bu yaşımda kucağına çıkmak istiyorum. Onun şefkatini yanlış kollarda arıyorum...

Yazının devamı...

Şiddet münferit değildir

İki haber:

Birincisi...

Komutan dayağı sapasağlam delikanlıyı sakat bıraktı. 20 yaşındaki Konyalı Mustafa Can, terhisine bir ay kala, komutanı uzman çavuşM.Ö.’den sopayla yediği dayak yüzünden şimdi iki büklüm. Aldığı darbeler nedeniyle omurgasında birden çok kırık ve disk kayması oluşan Mustafa Can, 6 aydır tedavisi de yapılmadığı için doğru dürüst ayakta duramıyor. Sakatlığımuhtemelen ömür boyu sürecek.

İkincisi...

Adam karısının burnunu kesiyor, saç derisini yüzüyor, iki kolunu birden kırıyor ve sonunda komaya sokuyor. Kadın hastanede ölüm kalım savaşı verirken adam sokaklarda serbestçe geziyor. Kadının akrabaları adamın hastaneye gelip karısını (ve muhtemelen kendilerini de) öldürmesinden korkuyor.



Bu ikisi arasına bir ilişki yok mu sanıyorsunuz?

Şiddet münferit değildir. Şiddet, toplumsal bir vakadır. Bir yerinde olup öbür tarafa sıçramaması mümkün değildir.

Karısını bıçaklayan adam askerde dayak yemiş askerdir. Sevgilisini boğan delikanlı, babasından dayak yemiş, gururu kırık küçük oğlandır. Kızınıdöven anne, kendi annesinden tokat yemiş hınçlı küçük kızdır.

Askerde niye dayak vardır? Askerde neden şiddet, bir eğitim aracıdır? Neden bu çok normalmiş gibi kabul edilir? Neden buna kimse dur demez? Neden buna (son zamanların çok sevilen lafıyla) “Başbakan el koymaz”?



Şiddet münferit değildir. Bir zincirdir. Kadınların derilerinin yüzülmemesini hakikaten istiyorsak erkeklerin de dövülmediği bir askerlik sistemi kurmak gerekir.

Türkiye’nin en eğlenceli 3 şeyi


- Yalan Dünya dizisi

- İşler Güçler dizisi

- MHP: Genel Başkan adayı Seyfi Şahin “Anıtkabir Yunan Akropolüne benzemektedir. Biz bunu değiştireceğiz ve Atatürk’ün kabrini Türk eseri haline getireceğiz. Sütunlar Yunan sütunu gibi. Biz o sütunların köşelerini yuvarlaklaştıracağız, üzerine kubbe koyacağız. Kabrinin üzerine de ‘Ruhuna Fatiha’ yazdıracağız” demiş Çorum’da.

Niye eğleniyorum? Çünkü kripto gibiler. Yarım ve yanlış bilgilerini tamamlamak zihinsel egzersiz gibi. Anladığım kadarıyla Atina’daki meşhur antik yapıdan söz ediyor. Yunan akropolü değil Atina Akropolü ama o da değil (uzak şehir demektir o zira) “Parthenon” demesi gerekiyordu bir kere. Akropol’ün içinde yer alan yapının adı Parthenon. Ayrıca sütunları yuvarlaklaşması Anıtkabir’i Parthenon’a daha çok benzetecektir.

Kubbenin Türk icadı olduğunu nereden çıkardılar acaba? İnsanlığın en eski mimari icatlarından biridir. Fakat yükselişini Roma İmparatorluğuyla yaptı. Tapınak ve kamu binalarında bol bol kullandılar. Roma’da en çok ziyaret edilen yapı Pantheon’dur ve devasa bir kubbesi vardır. Ama Bizans daha da sevdi. Neredeyse tüm binalarını kubbeli yaptı. Ayasofya’nın tepesindeki 55,6 metrelik şey bir piramit değil. Fatiha da hadiseyi Türk’den ziyade İslami ve Arap yapar. Evet neydi derdimiz? Anıtkabir‘i Türkleştirmek... Bravo!

Bir de de’leri da’ları ayrımayı öğrenirlerse “dadından yinmez” olacaklar...

Yazının devamı...

Ezidi?

Kendimi bildim bileli Yezidi diye bilirim. Ansiklopedilere de böyle geçmişti. İsimlerini ilk kez üniversitedeyken, dersimize giren Mete Tunçay’dan öğrenmiştim. “Bu ülkede ne çok çeşit insan var, daha doğrusu vardı, eminim çoğunuz bilmezsiniz” demişti. Bilmiyorduk gerçekten. Doğudaki batıdakileri bilmiyordu, batıdaki doğudakileri...

Sonra bir kaç kez daha Yezidilerin ne olduğunu öğrenmek istemiştim. Kim olduklarına, neye inandıklarına dair bulabildiklerim bir ansiklopedi maddesi kadardı. Ve o da pek açıklayıcı değildi...

Sonra, bundan 14 yıl önce Tur Abdin’de (Mardin/Midyat’ta esrarengiz, olağanüstü bir bölge) bir Yezidi ile karşılaşmıştım. Çok az konuşuyordu. Bir kaç soru sormuştuk, isteksizce cevap vermiş sonra da çekip gitmişti...



Şimdi öğrendik ki kendilerine verdikleri isim çok başkaymış. Bir kere Yezidi değil Ezidi imişler. Ama bu kadarla da bitmiyor.

Ezidiler kendilerini “Ezda” şeklinde tanımlıyorlarmış. “Ezda” Ezidilerin tanrısının binbir isminden geliyormuş. Kürtçe’de “yaratılan, var edilen” anlamında kullanılıyormuş. (Kürtçede “ez” ben demek “da” ise vermek anlamında kullanılıyor). Yezidi kelimesinin ise dini terminolojide veya dilde herhangi bir karşılığı yokmuş.



Taraf Gazetesi’ndeki haber şöyle devam ediyor: Kelimesi bazılarına göre, “Ezidi” kelimesinin Türkçeleşmiş hali. Bazıları içinse Ezidi soyunu, Emevi halifesi Yezid’e isnat ederek Ezidileri aşağılamanın başka bir şekli.

Emevi Halifesi Muaviye’nin oğlu Yezid, Hazreti Ali’nin oğlu ve yetmiş yedi yakınını, kendisini halife olarak tanımadıkları için öldüren kişi. Şiilerle Sünniler arasında mezhep çatışmasını başlatan bu olaydan sonra Müslümanlar arasında bir nefret unsuru haline gelen “Yezid” adı, hakaret anlamında da kullanılıyor. Yezid’in soyundan gelenler anlamında kullanılan “Yezidi” kelimesi ise Ezidileri aşağılama amacını dışa vuruyor.

Peki kimdir (Y)Ezidiler?

Evrenin ve dünyanın, Ezda veya Azda adında bir tanrının görevlendirdiği Melek-i Tavus tarafından yaratıldığına inanan bir din. Wikipedi’deki bilgilere göre hiçbir peygamberi tanımıyorlar. Emevilerin dördüncü halifesinin soyundan gelen Adi bin Musafir, dini Zerdüşlük ilkeleri üzerine kurmuş. İçinde Kürt inançları da var İslam Sufiliği de...

Okudukça şaşırdım, şaşırdıkça okudum. Kıyametin olmadığı bir din. Doğaya saygının ibadet olduğu bir din. Müslümanların sandığı gibi şeytana tapmadıkları gibi adını bile anmak haram. Sonradan Ezidi olmak mümkün değil. Yani tebliğ edilemez dinlerden.

Ezidilerin çoğunluğu Kürt. Ağırlıklı Musul’da yaşıyorlar. Suriye, Türkiye, Gürcistan ve Ermenistan’da da cemaatleri var. Toplam bir milyon kişi oldukları tahmin ediliyor. Türkiye’de 70’lere kadar 80 bin Ezidi varmış. Şimdi sadece 377. Hemen hemen hepsi Almanya’ya göç etmiş.



“Yezidi de olsa yine değer veririz” demiş Başbakanımız.

Ne halklar sevdim zaten yoktular...

Yazının devamı...

Güçlü kadın hurafesi

Adam kadını terk eder. Ve bir kadın için bunda sonra şöyle bir fasıl başlar: Aynı filmi 115 kere seyreder.

Hangi filmi?

Yönetmenliğini kendi yaptığı, başrollerde kendi ve terk eden adamın oynadığı “Nerede Hata Yaptım?” filmini... Epeyi eziyetli bir dönemdir. İlişki çok da uzun sürmemişse her detay filme girer. Film yeniden ve yeniden izlenirken, bir detektif titizliğiyle ilişkinin cartladığı nokta bulunmaya çalışılır.

Şekerini çayına atıp karıştırdığım an mı?

Yoksa “Ben şiir sevmem” dediğim an mı?

Veya ona “canım” dediğim an mı?

Siyasi görüşüne katılmadığım an mı?

Yaptığım yemeği beğenmediği an mı?

Sarhoş olup tökezlediğim an mı?

Coşkuyla teslim olduğum an mı?

“Gömleğini bırak ben yıkarım, bir dahaki gelişinde giyersin” dediğim an mı?

Yoksa 8 bıçaklı, multi fonksiyon, Bosch marka testere, ayırma, zımparalama, yontma, dekupaj aletimi gördüğü an mı?



Film, maç pozisyonlarının ağır çekimde izlenmesi gibi defalarca izlenir. Kritik veya kritik olduğu sanılan anlar defalarca gözden geçirilir. Cümleler defalarca yeniden söylenir. Sonsuz sayıda kombinasyon yapılır ve film yeniden seyredilirken aynı zamanda yeniden de montajlanır.

O cümleyi öyle değil de böyle mi söyleseydim? O an öyle değil de böyle mi davransaydım? Surat asmasaydım da kahkaha mı atsaydım? Kahkaha atmasaydım da surat mı assaydım? Gözyaşlarımı saklasa mıydım? Babamı anlatmasa mıydım? Yetersizlik sendromu konusuna hiç girmese miydim? Sincapların ve martıların çiftleşmesi konusunu çok mu uzattım? Az mı güldüm? Fazla mı konuştum? Çok mu makyaj yaptım?

Ceza sahası içinde hangi kusurlu hareket yapılmıştır çılgın ve beyhude bir çabayla bulunmaya çalışılır.

Erkekleri bilmem ama hemen hemen her kadın bunu yapar. Film durmadan başa sarılır... Ve hayat, hatalı olduğu sanılan, vehmedilen noktadan itibaren yeniden başlasın istenir...



Bu manasız arayışa elbette kadın arkadaşlar da destek verir. Bol çay ve sigara eşliğinde “Nerede Hata Yaptım?” isimli meşhur filmimiz kare kare bu sefer de beraber seyredilir.

Taktik hatası der biri. Annesi olmuşsun der öteki. Çok şımartmışsın der beriki.

Merhametlileri “hata yok bebeğim.. Olduğun gibi davranmışsın işte.. Multi fonksiyonel testereni göstermeyeydin iyi de yapacak bir şey yok...” der.

Ama eninde sonunda oybirliğiyle şu denir: “Güçlü kadınsın. Baktı paranı pulunu kendin kazanıyorsun, zımpara, tesisat, elektrik bile elinden geliyor, hiç bir müdanan yok, senden korktu...”

Bu laf edildiği an beni bir gülme alır. Bu teselliye sığınmak isteyen acılı kardeşlerimi elbette rencide etmek istemem ama kadın tesellileri arasında en palavrasonik önerme herhalde budur. Analarımız zamanında nasıl akla sadece ve sadece “kesin başka kadın var” opsiyonu geliyorsa günümüzde de bu geliyor.

Seda Sayangillerin “beni taşıyamadı, ünlü kadını taşımak zordur” palavarası neyse “Güçlü, kendine güvenen kadından erkekler korkar” palavrası da odur.

Çok büyük bir kültür, sınıf, servet farkı varsa anlarım da aynı çevreden, aynı meslekten seçtiğimiz adamlar da bir kadının evi, arabası, işi ve dekupaj aleti var diye neden “korksun”? Bizler de kocasından nafaka niyetine gökdelenler kalmış, sekiz koruma, beş Bentley’le dolaşan İvana Trump’lar değiliz nihayetinde...



Geçtiğimiz günlerde, yine benzer bir muhabbet geçince kızlar arasında, arkadaşlarımdan erkek olanlara şu soruyu yönelttim: “Siz erkekler kendi aranızda ilişkiler hakkında konuşurken hiç ‘abi kadın kendine çok güveniyordu, çok güçlü geldi bana, korktum, kaçtım’ itirafı yapar mısınız?”

Hayır. Hayatlarında hiç böyle bir hisse kapılmadıkları gibi kimseden de böyle bir itiraf duymamışlar.

Kadınlar birbirlerini böyle teselli ediyor dediğim zaman da şu güzel cevabı verdi biri:

“Böyle bir durum varsa bile erkek dengeyi yataktaki üstünlüğüyle kurar ve rahatlar. Terk etme nedeni bu olamaz... Adamda iş yoksa zaten o güçlü dediğiniz kadın onu kovalar...”



Galiba bütün mesele şuradan çıkıyor: Erkekler, kadınları terk ederken açık sözlü olamıyorlar. “Sorun sende değil, bende” “İlişkiye hazır değilim” “Sen harika bir kadınsın ama ben şuyum, buyum” demekten vazgeçmedikleri sürece kadınlar teselli hurafeleri yaratıyor.

O kadar harikaysak neden gidiyorsunuz o zaman? Mazoist misiniz?

Biraz daha dürüst olunsa acaba daha mı iyi olur?

İçi boş kadın tesellileri top ten

- Senden korktu

- Ağzın laf yapıyor ya, ben bununla baş edemem dedi.

- Erkekler mızmız, muhtaç kadınları seviyor.

- Naz yapacaktın

- Kapatamadığı eski bir defteri vardır

- Ağlayan kadın iş yapıyor abi

- Fazla güzelsin

- Fazla kültürlüsün

- Çok neşelisin

- Süpersin, canavarsın, dehşetin bla bla bla...

Yazının devamı...

Yanıt vermeyen programlar, alınamayan arızalar

Laptopumu camdan aşağıya atmak istiyorum. Durmadan sorun çıkartıyor. Dosyaları kaydetmiyor, kilitleniyor, internette dolaşırken “bilmem ne eklentisi cevap vermiyor” diyor, bir sayfayı kırk saatte açıyor, bazen pat diye bütün programları kapatıyor..

Bir “yanıt verememe” halidir gidiyor. Ve çok iyi biliyorum ki birine götürsem “formatlamak lazım” diyecek. Ve ben, yılandan korkmam formattan korktuğum kadar. Zira illa ki bazı şeyler kaybolacak. Hadi her şeyi bir yerlere kaydettim diyelim esas sinir bozan yaptığın ufak tefek ayarların (ki halk arasında “kişiselleştirme” diyoruz) tümü gidecek. O ufak tefek ayarlamalar da hayatı nasıl kolaylaştırır bilen bilir.

Dahası Türk Telekom mahallenin -çok affedersiniz- içine sıçtı bugünlerde. Telefon kutuları mı ne değişiyormuş hepimizin telefonları kesik. Bu bittabi internetin de kesik olması manasına geliyor. Yemek esnafı, bilhassa evlere servis yapanlar çıldırmak üzere.

Arızayı arıyorum otomatik bir cevap sistemi kurmuşlar. Onu yap, bunu tuşla, buraya hohla, iki takla at.. Tamam hepsini yaptım, cevaba bak: “Almak istediğiniz servisle ilgili telefon numarası değişikliği nedeniyle kaydınız alınamamıştır. Arıza kaydı aradığınız için teşekkür ederiz. Lütfen telefonunuzu kapatmayı unutmayınız”.

Sağ ol, çok iyisin! “Ben beceriksizim, kaydını alamadım, şunu yap veya müşteri temsilcisine bağlayayım” demek yok ama telefonu kapatmayı unutmayacakmışız! Üstelik aradığımız için müteşekkir!

Verdiği cevaptan bir halt da anlaşılmıyor. Arıza kaydın numarası mı değişti? Benim numaram mı değişti? Oradan arıza kaydı alamıyorsan nereden alıyorsun? Arıza olduğu ve seni aradığım için neden bu kadar sevinçlisin? Arıza olunca kimsenin mutlu olmaması gerekmiyor mu teorik olarak? Üstelik ayda beş kere faturanızın paketini değiştirmek ister misiniz diye aramayı biliyorsun!

Demek istediğim formatlayacağız ama sonra bilgisayarı adam etmek için gereken yüklemeleri yapacak internet yok...



Sinirlenmemeye çalışıyorum ama beceremiyorum.

BU ÜLKEDE HER ŞEYİ EN AZ İKİ KEREYAPMAKTAN BIKTIM USANDIM!

Telefon faturam yıllarca “Tiinbekçil” adıyla geldi. Tamam, iğrenç bir soyadım var kabul ediyorum ama bir seferde bu kadar hataya da tahammül edemiyorum. Git gel git gel, 5 kere falan gittim Gayrettepe’ye düzeltsinler diye. Soyadım düzeldi bu sefer de hat bozuldu. Aylarca cızırtı gitsin, internet kopmasın diye uğraştım. Topu en önce tesisata attıkları için daha yeni yapılmış telefon tesisatını yeniden elden geçirttim. Hayır bir türlü düzelmiyor. Gecekondu çözümüne bile gidildi. Yepyeni gıcır gıcır evimin tesisatı by-pass edildi, evin dışından içeriye üstelik pencereden hat çekildi. Pencereyi kapatmak için geceleri kabloyu çıkartıyordum falan.

İşe yaradı mı? Hayır. Yine durmadan kopan bir internet, cızırtıdan konuşulamayan bir telefon...

Her gün, antrenman gibi, ibadet gibi bir yerlere telefon edip iğrenç bir ses tonuyla milletin kafasını matkapladım. D-Smart’ta kaydımın yanında “Dikkat! Cadaloz müşteri. Aman sakin!” diye bir kayıt yoksa ben de ne olayım...

Çenem yüzünden dümdüz olmuş onlarca kafadan, bozulmuş metrelerce sinirden ve berbat geçmiş altı aydan sonra “port bilmem ne hatası” diye bir şey çıktı... Sorun ne benim tesisatımda ne internet sağlayıcımdaymış. Türk Telekom’daymış.

Üç ay önce halloldu olmasına ama ancak her mutluluk gibi bu da kısa sürdü. Şimdi hepten yok.



“Meteliksiz”in yazarı Mark Boyle gibi tümüyle sistem dışına çıkmak üzereyim. O isteyerek ben ise mecbur kalarak. “Başka hayatlar mümkün” diye yazıp duruyordum, hah! Al bana kapak!

Bir şey olur da bugünlerde gidersem öteki dünyaya, mezar taşıma “Program yanıt vermedi, arıza kaydı alınamadı” yaz...ıl...sın... bızzzt bızztt.. “Flash wave eklentisine yanıt verilemedi.. Kapatılsın mı?”

Kapat anasını satayım kapat gitsin.

Yazının devamı...

Türkçe konuşturamadıklarımızdan mısınız?

Türk reklam dahi (olmayan) çocukları, çokçokçok orjinal bir şey keşfettiğini sanıyor. Yabancı bir ünlüyü Türkçe konuşturmak!

Pamela Anderson’la başlayan furya Megan Fox ve Adriana Lima ile devam etmişti... Ve şimdi de Paris Hilton. Elbette o da anlaşılmıyor...

Dün Paris Hilton’lu DeFacto reklamını izledim. Uzun zamandır gördüğüm en kötü reklam filmi. Konu felaket, diyaloglar felaket, oyunculuk akıllara seza.. Fakat daha fenası 1980’lerden fırlamış gelmiş gibiydi. Resmen ürperdim zira 80’li yıllar bende olumlu tek bir his uyandırmaz. Ne o yılları severim ne o yılların modasını ne de o yıllarda çekilmiş filmleri, reklamları vs... Marka, hayatının ilk sansasyonel reklamında imajına dair ne var ne yok batırdı. “Konuşuluyor ya sen ona bak” diyorsa reklam guruları bilemem...

Fakat beni bu “yabancıyı Türkçe konuşturma çabası” bitirecek. Megan Fox dışında bu işi becerebilen olmadı.. Hiçbirinin dediği anlaşılmıyor. On beş çuval dolusu para veriyorsunuz ve mesaj anlaşılmıyor... Adriana ne dedi? Pamela ne demek istedi? İş mi şimdi bu?

Hoş Adriana Lima mesaj verse ne olur, vermese ne olur. O doğaüstü yaratığın bir gülüşü yeter. Keza Megan Fox’un da... Fakat ne yazık ki Paris Hilton için aynısını diyemeyeceğim...

Ama mesele bu değil. Mesele yabancıları abuk subuk da olsa Türkçe konuşurken görmekten aldığımız manasız zevk. Ve bu manasız zevkin yaratıcısı da şimdilerde büyük televizyoncu muamelesi gören Acun Ilıcalı. “Acun Firarda” adındaki süper saçma “seyahat” programını bir ben hatırlamıyorum değil mi? Programın ana teması bikinili üç beş kıza “Türkiye’ye selamlar” “Türkiye’yi seviyoruz” gibi cümleler söyletmekti. Ve bu saçmalık dört beş sezon sürmüştü...

Bir türlü aşamadığımız kompleksimizden midir bütün bu şaklabanlıklar? “Evet dünya para veriyoruz haspalara ama bak çatır çatır da Türkçe konuşturuyoruz” mesajı mı verilmek isteniyor?

Evet ama konuşturamıyorsunuz işte... Sonuç felaket..

Gülenciler başarıyor, reklamcılar başaramıyor...

Türkçe konuşturma şampiyonşip


En uç nokta “Türkçe” neler olabilir diye sizler için düşünüp bu listeyi hazırladım.

- Gisele Bündchen’e “İstiklal Marşı”nı okutmak.

- Angelina Jolie’ye “üç kulhüvellâh bir elham” okutmak.

- Eva Longoria’ya “Dal sarkar kartal kalkar. Kartal kalkar dal sarkar” dedirtmek. Alternatif tekerleme: “Bozalaboz başlı pis porsuk.”

- Antonio Banderas’a “Bahçelerde kereviz.. Hoppa ninna... Biz kereviz yemeyiz... Hoppa ninna...

Bize Fenerli derler...” şeklinde başlayan, o son derece
edepli marşı söyletmek..
Nakarat bölümü bilhassa...

- Lady Gaga’nın o yanık sesinden bir türkü de dinlemek isteriz elbette...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.