Mezar ziyareti bayram dönüşü
.
Vatan Haber
Güzel bir bayram geçirdim. Aile ziyaretli, kurban kesmeli (dakika dakika izledim) el öpmeli, harçlık dağıtmalı (neyse ki çok yeğen yok), yemekli, içmekli, anılar tazelemeli, gülmeli, ağlamalı bir bayramdı...
Çok şükür bu bayram benim çocukluk rezilliklerim (yok peynir yerine bana sabun yedirmişler de ağzımdan balonlar çıkmış da aman ne kadar komikmiş de..) değil de teyze oğlununkiler hatırlanıp bol bol gülündü...
Ah aile! Bir halı gibidir. İyiyse uçan halıya dönüşür, seni uçurur; kötüyse üstüne kapaklanır, altından çıkmak için bir hayat boyu debelenir durursun...
Şimdi dönüş yolundayım. İskelede, feribotun gelmesini bekliyorum...
Bir çocuk düşüyor yanımda. Oğlan çocuğu. En az yedi yaşında var. Canından çok gururu yanıyor galiba. Böyle derinden gelen bir ağlama tutturuyor. Sarışın güzel annesi teselli etmeye çalışıyor. Çantasını, gözlüğünü masama koyup oğlunun yanına çömeliyor. Yüzünü öpüyor, kokluyor, en yumuşak sesiyle bir şeyler söylüyor. Oğlan sakinleşiyor ama mızmızlanmaya devam ediyor. Bir yandan sümüklerini silerken bir yandan annesinin kucağına çıkmak istiyor.
Ah! Diyorum. Yedi yaşında ama hala bebe! Kucak yaşını (ve kilosunu) geçtiğini unutuverdi...
Sonra düşündüm: Kucak yaşını hiç geçer mi insan?
42 yaşındayım ve şu günlerde en çok istediğim şey annemin kucağına çıkmak. Benim yüzümü öpsün, saçlarımı okşasın, kollarıyla sarsın beni... Tatlı sesiyle bana teselli ve yaşama gücü versin... Onun cennet kokusuyla bütün dertlerimi unutayım, derin ama çok derin bir uykuya dalayım...
Yazık ki buna imkân yok. Öleli 12 yıl oldu. Ve ben mezarını ziyaret edebilecek olgunluğa ancak 12 yıl sonra gelebildim. Bundan önceki denemelerde bayılacak gibi oluyordum, hazır oluncaya kadar erteleme kararı vermiştim. İki hafta önce de rüyamda görünce annemi, dedim zamanı gelmiş...
Bayramın ikinci günü, onun sevdiği gibi temiz pak giyinip, hafif makyajımı yapıp gittim kabrine... Önce o oğlan çocuğu gibi derinden bir ağlama tutturdum. Kime ağlıyordum daha çok bilmiyorum. Ona mı, bana mı? Gittiğinde o 57, ben 29 yaşındaydık. Baktım ağlamam durmayacak, içimdeki “ev kadını”yardıma koştu. Annemin mezar taşını temizlemeye başladım. Önce kurumuş yapraklarla giriştim. Sonra mezarına diktiğimiz yediveren gülünün dallarını budadım. Sonra kuşlar için koyduğumuz ve mezar taşının devamı olan mermer tasın yosunlarını temizledim. Baktım doymadım, bu sefer anacığımın başındaki yaşlı selviden dökülen reçineleri sökmeye başladım... Elimdeki tek yardımcı malzeme çantamdaki yarım litrelik pet şişe.
Bir buçuk saat boyunca kendimden geçercesine temizlik yaptım. Elimdeki plastik şişeyle, mezarlığın huzuruna hiç yakışmayacak sesler çıkartıyordum.
Önce, başkaları rahatsız olmasın diye sessiz sessiz olmaya çalıştım, sonra umursamadım. Gelen geçen bana bakıyordu.
Baktım az ileride genç bir adam da benim gibiydi. Çeşmeye gelip gidip doldurduğu pet şişelerle güzel bir mezar taşını temizliyordu.
Galiba ikimiz de geçici bir delilik alemine girmiştik. Ölülerimizle konuşuyor, sanki onların yataklarını temizleyip düzenliyorduk.
Sonra yanıma geldi. O da beni fark etmiş. “Eşiniz mi?” dedi.“Yok annem” dedim. “Sizin?” dedim. “Kızım” dedi... Gözleri yaşlandı, ellerini iki yana kaldırdı, başını sallayarak uzaklaştı... Genç adamın hem acısını hem öfkesini hissettim...
Sonra kızının mezarına gittim.
“Bir fidan idim, soldum, anama babama doyamadan gittim” yazıyordu taşında...
Ah dedim... İnsan anasına hiç doyamıyor ki... Bak bu yaşımda kucağına çıkmak istiyorum. Onun şefkatini yanlış kollarda arıyorum...