Şampiy10
Magazin
Gündem

Ay ışığında deniz banyosu

İnsan neden teknenin yarattığı denizdeki köpüklerden gözünü alamaz? İnsan neden saatlerce ateşe bakabilir? İnsan nasıl olur da her Allah’ın günü günbatımından zevk alır?

Bazen düşünüyorum: Mutlu bir hayatın her akşam güneşin batışını izlemekle bir ilgisi olabilir mi acaba? Veya gün gün ayın tamamlanmasını ve eksilmesini izlemekle?

Beş altı gündür doğanın ortasındayım. Denizden beş yüz metre yukarıda, dağ başında. Güneşi de ayı da görmemi engelleyecek bir şey yok. Ne tepemde, ne sağımda, ne solumda... Küçük Prens gibi, her ikisini de doya doya izliyorum. Batırıyorum, doğuruyorum, bulut arkasına sokuyorum, tamamlıyorum, eksiltiyorum, sarartıyorum, kızartıyorum...

Güneşin sırrına erdim de yıllar yıllar önce, ayınkine bir türlü eremedim. Hani kimisi uçakların nasıl uçtuğunu anlamaz ya ben de ayı anlamıyorum. Her gün başka bir şey yapan, günü gününe uymayan tuhaf bir yuvarlak. Bir bakıyorsun güpegündüz gökte... Bir bakıyorsun nefis bir altın sarısı renkte ufuktan doğuyor... Sonra bir gün bakıyorsun yok... Kaybolmuş... Tamamen... Sonra pat tepende...

Hayır, sanmayın ki anlamaya uğraşmadım. İnternet varken öğrenemeyeceğin şey yok. Her evde, hatta her cepte bir Oxford var artık. Fakat şekillere, tariflere rağmen anlamış değilim. Dün oradaydı, bugün şurada olacak diyemiyorum... Bana astronomi öğreten ne bir babam ne de bir dedem vardı... Belki ondandır. Bilmiyorum... Belki de düpedüz akılsızım... Öyleyse bunu bana lütfen çaktırmayın... İnsanın en öğrenmeye dayanamayacağı şey aptal olduğudur...



Yunan mitolojisinde Ay tanrıçasının adı Selene. Doğa tanrıçası Artemis’in bir başka yüzü. Modern Yunanca’da ay için “fengari” diyorlarsa da dolunay için hala kullanıyorlar bu ismi: Panselinos. Bir gün, bu ay tanrıçası, Bafa Gölü kenarında çobanlık yapan Endimion’a aşık olmuş. Uyumakta olan delikanlıyı yumuşak ışığıyla okşamış. Delikanlı, hiç farkında olmadan Ay Tanrıçası ile sevişmiş. Tanrılarla insanların duygusal ilişki kurmalarına pek hoş bakılmadığı için Selene, babası Zeus’tan onu ölümsüz kılmasını istemiş. Zeus, kızının bu isteğini geri çevirmemiş, delikanlıyı ölümsüz yapmış ama hep uykuda olmak koşuluyla... Her aşk meşkte olduğu gibi burada da bir eksiklik, olmamışlık var gördüğünüz gibi... Çoban bir daha hiç uyanmamış. Tanrıça, sevgilisini almış Bafa Gölü’nün kıyısındaki Latmos (Beşparmak) dağlarında bir tapınağa yerleştirmiş. Ve her dolunayda Endimon’a ışığıyla ulaşmış...

Hikâyenin birkaç versiyonu daha var ama en güzeli bu...



Dün gece ay ışığında denize girdik. İkaria Adası’nın bir başka acayipliği olan “sıcak su plajında”. Taşların arasından sıcak hava çıkıyor ve denizin o kısmını neredeyse 40 dereceye kadar ısıtıyor. Denizin ortasına bir hamam! Bu tabii bilimsel açıklaması. Biz ise Selene’nin denizi bizim için ısıttığını düşünmek istedik. Selene’nin 50 kızından biriymişiz de annemizin şefkatli kucağına atmışız kendimizi... Harika bir tecrübeydi!

Bu gece ay bize nasıl bir oyun oynayacak bakalım....

Yazının devamı...

İkarus’un kanatları altında

Deniz tarafından yükselen bulutlar bir süre sonra bulunduğumuz yere gelerek bizi içine aldı. Gizemli (veya öyle olmasını umduğum) bir sisin içinde yaptık kahvaltımızı. İspanyol baba oğul Carlos ve Carlos’un yaptığına kahvaltı denirse tabii... Bunlar yazık ki Cemal Süreyya’nın “kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” dizesini okumamışlar. Bilseler domatesiyle, peyniriyle, balıyla, reçeliyle, haşlanmış yumurtasıyla ve tazecik toplanmış nanesiyle bu dağ başında kurduğumuz şahane kahvaltımıza burun kıvırmaz, o aptal bisküvilerini kemirmek yerine bize eşlik ederlerdi... Heyhat! Türklerin dünyaya öğreteceği daha çok şey var hamdolsun. Siga siga...

Akdenizlilerle bu kadar çok ortak yanımız varken nasıl olmuş da kahvaltı konusunda Kuzey Avrupalılara benzemişiz anlaşılır gibi değil. Burada bulunduğumuz dünya tatlısı dil okulunda sabahları mutfağı bir biz Türkler, bir de Polonyalılar kullanıyor. Biz Esra ile çay demleyip domates doğrarken Polonyalı çocuk da ekmekleri yağlayıp omlet yapıyor. Fakat Polonyalı çocuğun omlet yaparkenki mutluluğu tam Cemal Süreyya’lık. Gülücükler dağıta dağıta nasıl tatlı çeviriyor havada...

Bu arada şair hakikaten haklı. Güzel bir kahvaltının mutlulukla cidden kuvvetli bir ilgisi var. Kahvaltı sofrasında da yüzü gülen sadece bizle Polonyalı çift. Diğerleri (Yunan ve İspanyollar) bizlerin iştahına hayret ederek mutsuz mutsuz acı kahvelerini yudumluyor, somurtuk somurtuk bisküvilerini kemiriyor sadece. Böyle zavallı bir başlangıçtan sonra nasıl mutlu bir gün geçirmeyi beklerler ki...



İkaria Adası komik bir ada.. Fazla bir şey vadetmiyor. İsmi bir iddiaya göre İkarus’tan geliyor. İkarus’un babası Atinalı bir mimar. Girit kralı Minos için labirent şeklinde bir hapishane inşa ediyor. Bu arada kralın kızı Ariadne, Kralın düşmanı Theseus’a aşık. İkarus’un babası Daidalus, Ariadne’ye Theseus’a yardım etsin diye bir yumak verir. Bunu öğrenen Kral Minos, Daidalus ve İkarus’u kendi inşa ettikleri hapishaneye tıkar.

Yetenekli Daidalus, hapishaneden kaçmak için kendisi ve oğlu için balmumu ve tüylerden birer çift kanat yapar. Ve uçmadan önce de oğlunu uyarır:

“Sakın güneşe yakın uçma. Kanatlarındaki balmumu erir. Sakın denize yakın uçma kanatlarındaki tüyler ıslanır.”

Fakat İkarus, uçmaya başlayınca coşkuya kapılır ve yükselmeye başlar. Yükseldikçe neşelenir, neşelendikçe daha yükselir.. Sonunda babasının dediği olur ve kanatları erir. Kanadı kalmayan İkarus şimdi kendi adıyla anılan İkaria Denizine düşer. Buradaki adaya da İkaria adası denir. İkarus, hırs ve zevkten kendinden geçmenin sembolü olur...



Fakat adanın kaderi başka olmuş. Hiç bir zaman zevkten kendinden geçecek kadar zengin olmamış. Aksine açlıktan toplu ölümlerin bile olduğu fakir bir ada olmuş. Medeniyet çok sonra gelmiş. Öte yandan 1912’de Osmanlı’ya kafa tutup bağımsızlık ilan etmiş. Ve dahası bağımsız olduktan sonra Yunanistan’a da katılmamış. Az ötedeki Furni adasıyla berbaer Bağımsız İkaria Cumhuriyeti’nin ilan etmişler. Beş ay kadar kendi bayrakları, kendi orduları, kendi milli marşları ve pullarıyla bağımsız bir devletçik olmuşlar. Fakat sonra İtalyan Ege İmparatorluğu’nun parçası olma tehlikesinden ve de çok zorlu zamanlar geçirmelerinden dolayı Yunanistan’a katılmaya karar vermişler. (Bir başka iddia bunun zaten Atina’da tezgahlandığı ve İtalyanları durdurmak için yapılan bir oyun olduğu..)

Okudukça ve dinledikçe daha acayip şeyler öğreniyorum ada hakkında. Yunanistan iç savaşı sırasına 20 bin komünisti buraya sürmüşler. Hepsi erkek, hepsi yirmili yaşlarında. Yerli halk ile ters düşmemek için kızlarla hiç bir şekilde flört etmeme kararını almışlar. Tepelerdeki terk edilmiş evlere yerleşip yaşamaya başlamışlar. Bu arada kurmak istedikleri komünist sistemi de (mecburen) burada, kendi aralarında kurmuşlar. Her şey ortak. Eşit emek, eşit ekmek. Para yok.

Fakat adanın kendi komünist geçmişi de var. Daha Osmanlı zamanında insanlar Amerika’ya çalışmaya gitmişler. Ve yıllar sonra, garip bir şekilde “komünist” olarak geri dönmüşler. İç savaş sırasında, ordu, komünistlere karşı savaşmak için asker toplamaya gelince, İkaria’lılar reddetmişler orduya katılmayı ve dağlara kaçmışlar. Ada, halen “kızıl”. Haziran 2012’daki seçimde Komünist parti yüzde 34 oranına oy almış. Yunanistan’ın en yükseği.

Böyle tatlı ve huysuz bir ada...

Yazının devamı...

Başka hayat mümkün mü? - 4

Dağ başında bir köyde, ufacık bir lokantada meşe ağacının altındayız. İki İspanyol, iki Polonyalı, iki Türk, bir Macar, bir Kanadalı ve bir Yunan... Yemek yiyor ve şarap içiyoruz. Bir yandan tatlı tatlı hayat hikâyelerimizi anlatıyoruz. Hepimizi bu dağ başında, bu ihtiyar meşe ağacının altında birleştiren Yunanca öğrenme hevesimiz gibi görünse de aslında biliyoruz ki başka bir şey.

İspanyollardan biri doktormuş. Anestezi uzmanı. Esmer, yakışıklı bir adam. 10 yıl kadar doktorluk yaptıktan sonra bir sabah uyanmış ve yaptığı şeyi çok saçma bulmuş. Hastaneye gitmiş, o günkü işini bitirmiş ve akşamında istifa etmiş. Ve ertesi gün de kendini yollara vurmuş. Birtakım tesadüfler onu İkaria adasına getirmiş. Dört haftadır bilmediği ve üzerinde düşünmek istemediği nedenlerle Yunanca öğreniyor. Başkaca hiçbir derdi olmadığı için de çatır çatır sökmüş... Bir daha İspanya’ya dönmek istemiyor.

Polonyalılar sevgili. Polonya dışında bir hayat istiyorlar. Sırtlarında çadırları altlarında süper külüstür arabaları oradan oraya gezerken kendilerini bu adada Yunanca öğrenirken bulmuşlar.

Macar kız, her Türk erkeğinin hayal ettiği türden meleksi bir sarışın. Doğu Kültürleri bölümünde okuyormuş. Endonezya ve Malezya dillerini öğrenmiş. Şimdi Yunanca öğreniyor. Yunancayı söktükten sonra eminim masterini yaparken Türkçe, doktorasını yaparken Farşça, bir de üstüne Arapça öğrenecektir. Belli ki hayatı boyunca öğrenci kalacak tiplerden. Sonra öğrencilikten emekli olacak... Galiba tarihçi olduğu için Yunanca öğrenmesi gereken Kanadalı ile aralarında bir yakınlık gelişmiş. Birbirlerine mahcup mahcup dokunuyorlar. Birinden biri kendi ülkesine dönmeyecek belli...

Ben... Bildiğiniz gibi...

Sahi... Biz neyden kaçıyorduk anne?



Sabah, öteki İspanyol Ester’i (grubun tek işi olan kişisi) adanın öbür ucundaki havaalanına bıraktık. Havaalanına yakın bir kasabada kahvaltı yaparken yan masada biblo gibi bir delikanlı oturuyordu. Lüle lüle saçları uzamış, uçları güneşten hafif sararmış. Kız arkadaşımla hakkında konuşurken dönüp gülümsedi. Nerelisin diye sorduk İsrailliymiş. Şimdi sıkı durun: 3 yıldır yollardaymış! Yalnız. Sırtında çadırı, müsait bulduğu yerde konaklaya konaklaya dünyanın neredeyse tamamını gezmiş. Sonra beraber gezmeye karar verdik. Ona Mark Boyle’nin Meteliksiz kitabından söz ettim. “Ben de neredeyse öyleyim” dedi. Akşama kadar beraberdik. Sonra onu güzel bir plaja bıraktık ve ayrıldık...

Başka bir hayat mümkün...

Yazının devamı...

Başka türlü bir hayat mümkün mü? - 3

Şişman bir kedi, kıyıdaki tortop edilmiş sarı balık ağlarına dadanıyor... ne yapacak diye merakla izliyorum. Ağlara sinmiş koku belli ki onu baştan çıkarıyor. Bir yandan burnunu sokuştururken bir yandan patisiyle ağları çekiştiriyor. Beş dakika sonra vücudunun yarısı ağların içindeydi. Aradığı balığı mı bulamadı yoksa durum mu hoşuna gitmedi bir süre sonra çıkmak istedi. Fakat ortalığı o kadar karıştırmıştı ki geri dönüşü mümkün olmadı. Panikledikçe durumu daha da berbat etti. Kurtulmaya çalışırken iyice içine girdi. Bir süre sonra ağ yumağıyla hareket etmeye başladı. Sahilde sarı bir ağ yumağı kendi kendine hareket eder gibiydi.

Tepedeki lokantada demlenmekte olan balıkçı nice sonra durumu fark etti. Uzosunu bırakıp söylene söylene aşağıya indi. Miyavlamaktan bitap düşen kedi, kurtarıcısını görünce sustu. Fakat durum tam bir felaketti. Öyle birkaç basit hamleyle çıkacak gibi değildi. Balıkçı küfrede küfrede bütün ağı açtı. Bu arada lokantadaki diğer balıkçılar ve ben gülmekten kırılıyoruz... Sersem kedi, balıkçının gayretiyle üstelik balıkçıyı da tırmalayarak nihayet ağlardan çıkabildi. Hafif mahcup, hafif kırgın bir kenara çekilip hırsla tüylerini yalamaya başladı...

Balıkçı, tekmeyi savurur diye düşünüyordum ama söylenmek dışında bir şey yapmadı... Hatta lokantacıya “yok mu buna verecek bir şey?” bile dedi galiba... Veya ben öyle sanmak istedim...



İki şeyi merak ediyorum.

Bir: Bu kediler tüm dünyaya nasıl böyle yayıldılar? Ada demez, dağ demez, tepe demez, soğuk demez, sıcak demez illa her yerde vardır.

İki: Kediler balığa neden bu kadar düşkündür?

Balık, kedinin kendi kendine avlayabileceği bir şey değil. Kendi kendine avlayamadığı bir şeyi nasıl olur da yaratılıştan sever? Hayatında hiç sokağa çıkmamış en şımarık ev kedisi bile balık kokusunda kendinden geçer. Evde balık pişerken veya balıklı mamanın kutusunu açarken benimkilerin çıkardıkları seslere hayret ederdim. Nedir balık kokusunda onu çılgına çeviren şey acaba?



Ege’nin ortasında, yavaş olmasıyla ünlü İkaria Adası’nın ufacık bir balıkçı köyündeyiz. Selanik’te Yunanca kursunda tanıştığım Mihalis’in misafiri olarak geldik. (Bkz: Bir gezginin en değerli malvarlığı: Bir yerlerde tanışıp onu memleketine davet eden arkadaşları.. “Gel” diyeni asla geri çevirmeyeceksin..)

Adaya iki günde ve tam beş durak yaparak gelebildik. Karadan aynı mesafe taş çatlasa yarım günde gelinirdi. Ama “ada”ya varmak olunca söz konusu olan, vapurları gözleyeceksin. Ve onlar da her saat olmadığı gibi her gün bile olmuyor... Bazen akşam varıp ertesi sabahki vapuru yakaladık, bazen bir başka adaya geçip başka bir vapuru yakaladık... Arada yemekler, içmekler, sohbetler...

Vapurun geleceği limana yakın bir yerde yemeğe oturup demlenip vapur gelince koşa koşa ona binmek dünyanın en eğlenceli şeyi... Bütün lokanta sana el sallıyor... Tabii hesabı ödediysen.. Yoksa küfür sallarlar herhalde...



Lokantacı Türkiye’den olduğumuzu öğrenince cebinden bir beş lira çıkardı. Üzerinde “İkaria Adası’nın çok sevdik. Begüm” yazıyor.

Durduk yerde Begüm hanım ve eşinin buraya balayına geldiği, çok neşeli ve mutlu olduğu, yediklerinden içtiklerinden çok memnun kaldıkları bilgisiyle yükleniyorum. Benden sonra gelecek ilk Türk de durduk yerde “buraya bir gazeteci gelmişti, naha şu köşede oturup yazısını yazmıştı” bilgisiyle yüklenecek. Ve eminim bunu duyunca yüzünü ekşitecek. Zira şaşmaz kural: Türk Türkü yurtdışında (nedendir bilinmez) asla görmek, bilmek istemez.

Başka türlü hayatlar peşinde yolculuğa devam...

Yazının devamı...

Kimlik ifşada ne kadar özgürüz?

Twitter’da Hıdır Geviş ve Sevilay Yükselir arasına şöyle bir tartışma geçti. Hıdır Geviş, “Neşet Ertaş’ın Alevi kimliğinin vurgulanması gerekmez miydi? Önemsiz bir şey midir bu?” dedi. Bunun üzerine Alevi olduğunu hiç gizlemeyen Sabah yazarı Sevilay Yükselir, “Sünni biri öldüğü zaman Sünni şair/besteci öldü” diye vurguluyor muyuz?” dedi. “Ayrıca kendisi de bunu hiç yapmamıştır” dedi.

Hıdır Geviş kötü niyetli bir önerme getirmedi. Neşet Ertaş’ın Alevi kimliğinin sanatı üzerinde yapıcı bir etkisi olduğunu düşünüyordu belli ki. Ve de bunu bir zenginlik addediyordu. Ben de öyle kabul ediyorum. Ancak Hıdır Geviş “azınlık” olmanın tedirginliğini hiç hesaba katmamıştı.



İnsanların yaşarken veya öldükten sonra özelliklerini sayma konusunda ne kadar ileri gidebiliriz? Elimiz ne kadar rahat olabilir?

Doğuştan veya sonradan edinilen kimliklerin bir aşağılama nedeni olmadığı medeni ülkelerde bu sorun olmayan bir şey. Katolik, Protestan, homoseksüel, Yahudi, anarşist ve hatta uyumsuz gibi tanımlamalar kullanılır ve bunun tek nedeni o kişiyi daha iyi anlama/anlatma çabasıdır.

Türkiye’de böyle rahat olabilir miyiz? Olmalı mıyız?



Toplumun “renklerini” göstermek açısından “evet” denilebilir. Böylece “tek tip” olmadığımız insanlara anlatılabilir denilebilir. Ama böyle misyonu edinmiş dahi olsak, ölmüş bir insanın üzerinden bunu yapabilir miyiz? Hakkımız var mıdır buna? İnkâr etsek de kuvvetli bir şekilde ırkçı, ayrımcı olan bir toplumda insanları veya yakınlarını zor durumda bırakmaya mezun muyuz? Zorla, ite kaka olur mu bu iş?

Kaldı ki insan kısım kısım, yer damar damar. İnsanların kimlikleri katmanlı. Ben bir kadınım ama fiziki görünümüm dışında bunun bendeki tezahürü nedir? Çocuğum bile yok. Bundan sonra da olmayacak. Yazar mıyım? Evet, mesleğim. Yarın bıraksam, domates yetiştireceğim desem, o da kalmayacak. Türk müyüm? Neredeyse tek bir Türk âdetini yerine getirmediğim düşünülürse birileri ondan da şüphe duyabilir. Bursalı mıyım? Ailem oralı da hepi topu 7 yıl yaşadım. Ama ölsem Bursalı Türk kadın yazar denilecek benim için. Ve muhtemelen de dünya masraf edilip oraya götürülecek bedenim. Halbuki kimliğimi anlatan tek şey “meraklı” olmamdır.

Burada galiba tek esas, kişinin yaşarken kimliğini ne kadar vurguladığıdır. Aleviliğinin veya başka netameli özelliğinin altını çizmiş olan kişi, kendisinin veya yakınlarının olası bir ithamı göğüsleyebileceğini düşünmüştür. Bunu göze almıştır. Belki çevresi de destek vermiştir.

Ancak vurgulamıyorsa? Altını çizmiyorsa? Kendisi için bile başka kimlikleri daha önemliyse?

İnadına inadına, ite kaka, kafalara vura vura “kimlik” çeşitliliğini vurgulama ve de saygı bekleme işini ancak ve ancak kendi üzerimizden yapabiliriz.

Yazının devamı...

İş başvuru formunda neler sorulabilir?

Bir meşrubat dağıtım şirketi olan “Drinkcity”nin web sitesindeki iş başvuru formundaki sorular şöyle:

- “Müslümanlık hakkında ne düşünüyorsunuz?”

- “İslam dinini seviyor musunuz?”

- “Mezhebiniz ne?”

- “Alkol ve sigara kullanıyor musunuz?”

- “Çalıştığınız iş yerinde firma elemanlarından biriyle duygusal yakınlaşma olabilir mi?”



Nasıl bir elemanın peşinde olduklarını insan az çok çıkartabiliyor. Belli ki dindar, muhafazakâr bir Sünni aranıyor. Yorum yapmayacağım. Bu kadar muhafazakârsan o çakma İngilizce isim nedir diye sormak da gereksiz... Üstelik bir Amerikalıya “drinkcity” desen aklına sadece ve sadece sabaha kadar deli gibi içki içilen bir şehir gelecektir, o da ayrı bir konu...

Merak ettiğim, bu tip soruların sorulması yasal mıdır? Etik midir? İşveren, ne kadar ileri gidebilir? Özel sektör olduğu için hiçbir surette sınır yok mudur? Haftada kaç kez seks yaptığı, ardından gusül abdesti alıp almadığı da mesela sorulabilir mi? Çalışan, kendi hakkında her şeyi söylemek zorunda mıdır? Alevi veya Yahudi veya dinsiz olduğunu saklama hakkı yok mudur?

Veya şeffaf oldukları için şirkete teşekkür mü etmeliyiz? Uygun olmayanlar hiç zahmet etmesin, onca yol tepmesinler diye yapılmış bir zarafet diye mi yorumlamalıyız?



Peki buna karşın şöyle sorular olsa muhafazakar kesim ne diyecektir çok merak ediyorum:

- Hıristiyanlık/Yahudilik/Budizm/Şintoizm hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Hazreti İsa’yı seviyor musunuz?

- Mesai saatlerinde namaz, iftar gibi şeyler olabilir mi?

- Oruç tutma ihtimaliniz var mı?

- Eşinizin kapalı olması olasılık içinde mi?



Şeffaflıksa konu...

Muhtelif sorular

- Ünlenip “acımamış”, “ekşimemiş” tek bir köşe yazarı var mıdır?

- Görgüsüzlükten en çok söz edenin en basit görgü kurallarından habersiz olması nasıl bir paradokstur?

- Peki ya durmadan “manevi derinlik”, “sevgi, saygı”, “toplumsal barış” “kemale ermek” diyenin en geçimsiz, en kibirli, en anlayışsız insan olması?

- Çok vefasız bir toplum olduk diyenin eski arkadaşlarını aramaması, bir başsağlığı, bir geçmiş olsun dilememesi?

- Kişinin değerini “ününe” göre vermek hangi manevi derinliğe girer?

- “Kadınların yaşı yoktur, en güzel yaşı 40’tır, aman da o kırışıkları sakın yok etmeyin” deyip 20’lik kızlarla takılanlar nasıl açıklansın?

- Neden birini küçümsemek için ilk etapta emekçi kadınlar akla gelir? Overlokçu Kezban, Zetina gelini?

“Bidon kafa” halk düşmanlığı oluyor da “overlokçu” niye olmuyor? Kadınları harcamak niye en kolayıdır?

Yazının devamı...

Başka bir hayat mümkün müdür? - 2

Üç gün önce başladığım konuya devam ediyorum.

Para, her şeyle yabancılaşmamıza neden olan bir araç. Hatta şimdi paranın kendisiyle bile bağımızı kopardık. Üç liralık kahve için bile şak! kredi kartımızı uzatıyoruz. Yunanistan’da çoğu yerde kredi kartı geçmiyor. Orada olduğum zamanlarda mecburen paraya geçtim. Parayı yeniden kullanmaya başlayınca bile tüketim alışkanlığım değişmeye başladı. İnsan daha izanlı oluyor alışveriş yaparken.

“Meteliksiz” kitabının yazarı Mark Boyle, başka bir yaşam biçimi olabilir mi diyerek bir yıl boyunca parasız yaşıyor. Ne kazanıyor, ne harcıyor. Takas, atık, ödünç, elden düşme, iş karşılığı ayni ürün alma yöntemiyle üstelik de eğlencesinden de mahrum kalmayarak hayatını idame ettiriyor. Sistemin müthiş müsrifliğini herkese göstermek için 3500 kişinin katıldığı ve herkese düzgün birkaç kap yemeğin verildiği bir “parasız festivali” bile düzenliyor. Yemeklerin ve içeceklerin hepsi ya kendi üretimi ya da yenilebilir ve sağlam olduğu halde paketi bozuk, tarihi geçmiş veya başka saçma bir nedenle çöpe atılacak yiyeceklerden. Bir yılın sonunda insanlardan hiç ummadığı da bir destek alıyor.



Mesele şu: Her şeyin yegâne anahtarı para sanıyoruz. Gerçekten de öyle. Ev sahibiniz haftada 5 saat yoga dersi vermeniz karşılığında size evini kiralamayacaktır. Markete gidip sepeti doldurup “hadi ben size bunun karşılığında güzel bir masaj yapayım” derseniz, kasiyer bir hayli zor durumda kalacaktır. Üç güzel şiiriniz karşılığında sizi Bostancı’ya götürmesi için taksiciyi ikna etmekte de güçlük çekersiniz. Ancak paranın koyu gölgesi karabasan gibi HER noktaya da çökmek zorunda değil.

Mark Boyle, “freeconomy” diye bir anlayış geliştiriyor. “Parasız iktisat” diye çevirebiliriz. İnsanların birbirlerine “parasız” da bir şeyler verebileceğine inanıyor. Becerilerimizi parasız da birilerine öğretebiliriz. Veya “takas” diye bir şey de var mesela. Karşılığını o gün almayabilirsin. Bir gün sen de başkasından bir şey alırsın. Kullanmadığın eşyayı evinde tutmak yerine ilan et, gelsin biri alsın. Sen de bir gün başka bir şey alırsın.

Fakire fukaraya eski eşyalarını dağıtmak (onlardan kurtulmak) dışında bir şey aslında bu. Ben mesela Yunanca öğrenmeye çalışıyorum. Karşıma tesadüfen Yunanistan’dan gelmiş ve ev arayan (ve de parası henüz olmayan) bir Yunan kızı çıktı. Evimde kullanmadığım bir oda var. Bana günde bir saat ders vermesi, hiç olmadı Yunanca konuşması, hiç olmadı ödevlerimde yardım etmesi karşılığı ona odayı kiraladım. Al sana takas! İşin içinde para yok ama her iki taraf da son derece kârlı!



“Ah çok naifsisiniz!” diyenler umurumda değil. “Başka bir dünya mümkün mü?” demedim zaten. Ben “başka bir hayat, başka bir çevre, başka bir duygudaşlık mümkün mü?” diye sormaktayım. “Dünyayı kurtarmak”, “hep beraber selamete ermek” gibi bir beklentim de yok niyetim de...

Fakat şunu da düşünmek lazım. Herkes hesapça “barış” istiyor. Köşe yazarından güzellik kraliçesine, köşedeki manavdan tepedeki başbakana. Öyle gökten insin ve hepimizi örtsün istiyoruz. Toplumsal barış dediğin daha sokağa adımını atar atmaz başlar. Barışı sen yaparsan yaparsın. Göklerden inmez. Değişimi istiyorsan önce sen kendin değişmelisin.

Yazının devamı...

Başka bir hayat mümkün mü? - 1

Kitabın Türkçe’si geçen sene çıkmış. Adı: Meteliksiz. Yazan Mark Boyle. Orjinal ismi “The Moneyless Man”. Kitap bir roman değil. Mark Boyle’nin parasız geçen bir senesinin güncesi.

Mark Boyle İrlandalı bir genç adam. İşletme ve iktisat okumuş, İngiltere’de yaşıyor. Mezun olduktan sonra, daha ahlaklı bir sektör olduğunu düşündüğü için organik gıda şirketlerinde yöneticilik yapmış 6 yıl.

Bir gün arkadaşıyla konuşurken şunu düşünmüler: Dünyada kaynakların tükenmesi, çevresel yıkım, iklim değişikliği karşısında bir şeyler yapmak isteyen kendi gibi binlerce insan var. Peki ama nedir küresel bozulmaya karşı insanın ataleti? Nedir insanları deli gibi tüketmekten vazgeçirtmeyen?

O zaman şu akıllarına gelmiş: Tükettiklerimizle bağımız kopuk. Herkes kendi yiyeceğini, mobilyasını üretseydi bu kadar israf olmazdı. Satın aldığımız spor ayakkabısını üreten Vietnamlı küçük çocuğun yorgun yüzünü görebilseydik belki de almaktan vazgeçerdik. Hayvanların nasıl katledildiğini görseydik belki et yemezdik. Kendi içme suyumuzu kendimiz temizlemek zorunda olsaydık içine pislemezdik.
Peki insanları korkunç üretim süreçlerinden koparan nedir? Para!



Mark Boyle, Mahatma Gandi’nin “Tek kişilik bir azınlık da olsan dünyada görmek istediğin değişimi önce kendin gerçekleştirmelisin” sözünden yola çıkarak “bir yıl boyunca parasız yaşayabilir miyim acaba?” demiş. Fakat bu ailene veya arkadaşlarına sırtını dayayarak, veya kaçak, göçek, yasadışı “beleşe getirme” düşüncesine dayalı bir hayat olmayacak. Ahlaklı ve onurlu bir “parasız” hayattan söz ediyor. Üstelik eğlencesi de olsun, fikirsel gelişim de, sosyalliği de. Kira, elektrik, telefon, su, gaz faturası ödemek istemiyor musun? O zaman şebeke dışına çıkacaksın. Elektriğini, yakıtını kendin üreteceksin. Otobüse, metroya para vermek istemiyor musun?
O zaman yürüyecek veya bisikletebineceksin.

Mark Boyle, haftanın üç günü çalışma karşılığında bir çiftliğin ucunda, elden düşme bir karavan içinde başlıyor parasız hayatına. Yiyeceklerinin bir bölümünü kendi yetiştiriyor, bir bölümünü doğadan topluyor, bir bölümünü de çöp karıştırarak buluyor.

Hemen yüzünüzü ekşitmeyin. İngiltere’de her yıl 18 ton yenilebilir gıda atılıyor. Yani İngiltere’nin sahip olduğu tüm gıda maddelerinin üçte biri çöpe gidiyor. Siz evinizdeki kurumuş ekmek parçasını bile değerlendiriyorsunuz belki ama yanı başınızdaki süpermarketler, tarihleri geçti veya paketleri yamuldu veya kartonu ıslandı veya etiketinde leke var diye her gün tonlarca yiyecek ve içeceği çöpe atıyor.
Ama bir de takas diye bir yöntem var. Bisikletinin bir parçası mı bozuldu? Canı yulaf ezmesi mi istedi? Önce elden düşme var mı diye bakıyor. Yoksa bir iş karşılığı birinden alıyor.

Kış kolay geçmiyor. Noel’de ailesiyle beraber olmak için günlerce otostop çekerek anne evine varıyor. Duş alabilmek için buzları eritmek zorunda kalıyor. Üstelik de vegan (hiç bir şekilde hayvan ve süt yumurta dâhil hayvan ürünleri tüketmeyen kişi) olduğu için doğada yiyecek bulmakta zorlanıyor. Üşüyor. Kız arkadaşı terk ediyor. Bisikletle gitmek zorunda olduğu için şehre inemiyor. Yalnız kalıyor. Ama bu arada kağıdı ve tükenmez kalemi bitince mantardan kağıt ve mürekkep; güneş enerjisiyle çalışan bilgisayarı bozulunca atık malzemeden yeni bilgisayar, elmadan elma şarabı ve bir dolu başka şey yapmayı öğreniyor...
Yazlar daha eğlenceli geçiyor. Doğa coşuyor, her yer ot ve meyve kaynıyor. Arkadaşlarına kendi yaptığı içkilerle partiler veriyor. Sık sık kampa çıkıyor. Ormanlarda bir grup insanla mantar topluyor. Festivallere konuşmacı olarak katılıyor. Kız arkadaşlar ediniyor ve “parasız” centilmenlik hünerlerini sergiliyor...



Parasız hayat olur mu? Başka türlü bir hayat mümkün mü? Yerim dar, yarın ve öbür gün devam edeceğim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.