Şampiy10
Magazin
Gündem

Zetina Gelinlerine kurban ol sen!

Bazı erkeklerin kafası fena halde karışmış durumda.

Bunlardan biri de hiç kuşku yok ki Ahmet Hakan.

Feminizmimi belli ki yüz yıl geriden takip ediyor. Evlenmek istemeyi veya evlenmekten mutluluk duymayı ezik kadın olmakla eş görüyor.



Ağız ishaline tutulmuş kayınpederinin zırvalıklarına cevap yetiştirmek yerine sadece alyansını gösteren Meltem Cumbul’a önce “Kezban” dedi. İtiraz edince beni de “küçük Kezban” yaptı. Sonra niye böyle bir şey dediğini açıklamak için etrafındaki bütün kadınların nasıl da modern, nasıl da güçlü, nasıl da evlenme meraklısı olmadığını, nasıl da hayatı erkek tarafından beğenilme çerçevesinden bakmadığını anlattı... (Bkz: Üç buçuk kişiyle dev Türkiye istatistiği)

Aferin evlat! Geç katılmana rağmen süper bir çevre yapmışsın kendine... Bravo! Annen seninle gurur duyuyor olmalı. Fakat acı haber: Etrafındaki kadınlar pek entel, pek dantel, pek özgüvencan olabilirler ama aynı zamanda fena halde yalancılar...



Her kadın evlenmek veya yalnız kalmak üzerinde düşünür. Hele de işler biraz ters gitsin daha çok düşünür. Okumuşluk, okumamışlıkla ilgisi yoktur bunun. Sevilmeyi, beğenilmeyi, evlenmeyi zaman zaman kafaya takarsın, zaman zaman takmazsın. Bazısı belli eder, bazısı belli etmez. Bazısı ruh hastasıdır bunu hayatının merkezi haline getirir bazısı “önümüzdeki maçlara bakalım” der, işine gücüne devam eder. 25’inde “yemişim erkekleri” demek daha kolaydır da 40’ında daha zordur... Ama hayatımda bunu hiç dert etmedim demiş kadın ya yalancıdır ya da Angelina Jolie’dir... Ki o da Brad Pitt’ini bulur bulmaz 25 tane çocuğu boşuna yapmadı...

Demek istediğim evlenmek istemekte, evlendikten sonra mutlu olmakta, bunu da göstermekte bir beis yok. Ayıp değil. Geçmiş o “hayat erkeksiz çok daha güzel imza: Brigitte Bardot” tripleri. Devir artık “Kariyer de yaparız, evlilik de (geç kalmamışsak) çocuk da” devri...



Etrafındaki kadınların topunun yalan söylediğini söyleme zahmetine katlanmadık. Hadi “hevesini kırmayalım gencin” dedik. Şimdilik yesin bakalım dedik. Bir esprinin canına okudun demedik. “Cevab veremedi” olduk, aldırmadık.

Ama nedendir bilinmez konuya doyamadın. Fol yok yumurta yok bu sefer de “madem o kadar alyans gösterme meraklısısın, git gelinliğinle Zetina dikiş makinesi başında poz ver” dedin.

Hadi bunu da kötü de olsa espri kabul ettik ama sonrası hakikaten fena...

Benim de içinde olduğum bir grup “alyans gösterme meraklısı” bacıyla dernek kuracakmışız, derneğin bildirisinde de “bugüne kadar erkek egemen düzene teslimiyetle suçladığımız Zetina dikiş makinesi gelinlerinden” özür dileyecekmişiz.

Kafa hakikaten çok bulanmış...



Zetina dikiş makinesi başında poz vermek benim için utanç değil olsa olsa bir vefa borcu ödemesi olur...

Zira ben kocasının iki kızıyla bir başına bıraktığı bir terzinin kızıyım. Evimizde Zetina değil ama bir Singer vardı. Burada bulunuyorsam Zetina’ların Singer’lerin başında hayatını iki büklüm geçirmiş bir kadının sayesindedir. Okumuşsam, çalışıyorsam, hayatım boyunca bir an bile bir erkeğin parasını yiyeyim de rahat edeyim diye düşünmemişsem, Singer’inin başında sabahlara kadar çalışan mağrur bir kadın sayesindedir. Sandığının tersine o Zetina’lar, o Singer’ler erkek egemen düzene başkaldırmanın, ona rağmen ayakta kalmanın, baş eğmemenin simgeleridir. Bu ülkede yüz binlerce çocuk, terzi annelerinin Zetina’ları, Singer’leri sayesinde karın doyurdu, giyindi, okudu, adam oldu... Meltem Cumbul’u bilmem ama ben, Zetina gelinlerini bırak küçümsemeyi, öpüp başıma koyarım. Esas Zetina’sı, Singer’i başında poz veren kadından korkacaksın... Pırlantasıyla poz verenden değil..



Ama belli ki senin “alyans”la şahsi bir meselen var. İnsan aynı zırva konu hakkında birer hafta arayla dört kez niye yazar? Bir alyans göstermeyi niye bu kadar takar kafaya? Niye ille cevap yetiştirilsin ister?

Bir düşün. Zira çok sevimsiz oldun. Benim değil ama Zetina kuşağının kalbini kırdın...

Yazının devamı...

Martılar nereye kayboldu?


Dün birden martıların olmadığını fark ettim! Uzun süredir martı beslemiyordum. Hadi dedim bu balık kafalarını onlara vereyim.

Her zaman yaptığım gibi karşı çatıma attım. Normalde daha havada kaparlar. Bu sefer gelen giden yok. Gökyüzünde de yoklar. Bir iki karga geldi, kaptı kafaları.

Sonra sabah altıda uyandım. Bekledim ki martı gürültüsü gelsin kulağıma.

Ama yok! Gelmiyor. Kalktım baktım: çatılar bomboş.

Beni her gün sabahın köründe uyandıran gürültü makineleri ortalarda yoklardı.

Allah allah dedim ve googladım...



“Amatör apartman ornitoloğu piref dır Mutlu Tönbelekçi bir gerçekle daha karşı karşıya kalmıştı! Martılar, yavruları uçmayı öğrendikten sonra tekrar denize dönüyorlar! Ne zamanki çiftleşmek istiyorlar, yuva yapacaklar işte o zaman çatılara gelip yerleşiyorlar...”



Yani martı sesiyle uyanmak için ilkbahara kadar beklemem gerekecek. Fakat ben bu martı denen hayvanın hakikaten hastasıyım. Haklarında ne bulursam okuyorum. Kaybolunca yeniden okudum yeniden heyecanlandım...

Daha önce yazdım mı ben martılar hakkında? Yemin ederim unuttum. Yazdığı yazıları unutmaya başlayınca insan emekli mi olmalı ne? Yazdıysam affedin...

Aslında okudukça martılarla benzediğimizi düşünüyorum. Akıllı hayvanlar. Yalnızlığı sevmiyorlar. Kendi dilleri var. Düşmana karşı plan yapıp beraber saldırıyorlar. Aykırı davrananları sürüden atıyorlar. Evleniyorlar. Bazen boşanıyorlar. Bazılar alet kullanıyor.

Nasıl çiftleşirmişler biliyor musunuz? Ağızdan.. Öpüşüyorlar yani... Üstelik havada uçarken. Yani havada uçarken gagaları birbirine kenetlenmiş iki martı görürseniz bilin ki kavga etmiyorlar! Sevişiyorlar...

Ne kadar fantastik! Sevişirken “uçtum falan” deriz ya.. (Veya talihsizler diyemez) İşte martı kardeşler bunu hakikaten yapıyor.

Dahası martılar bir ömür boyunca tek eşliymiş... Yani bir kere buldular mı birbirlerini ölene kadar terk etmiyorlar. Uçarak seviş ve de üstelik bir ömür beraber ol!

Ama nadiren de olsa boşanıyorlarmış. Kim bilir neden? Aldatma? Sorumsuzluk? Ağız kokusu? Fakat boşanmanın bedeli ağır: Beş altı yıla varan yalnızlıklar. Bizden pek farkları yok yani!

- Çiftleşme zamanı evli eşler birbirini buluyor ve çoğu zaman geçen sene yuva yaptıkları yere geri dönüyor. Yuvayı sağlamlaştırarak veya yeniden yaparak evlilik bağlarını güçlendiriyorlar. Yani seneye karşımda yine bir yuva olacak...

- Bekâr martılar ise bağıra çağıra birbirlerine kur yapıyor. Kavga ediyorlar sandığımız bağırtılar muhtemelen iltifat yani... “Ne güzel uçuyorsun bebeeem auvk auvk auvk”... “Kanadına kurban olayım ben beyk beyk beyk” “vallaha billaha yanığım sana auvk auvk auvk”

- Erkek martılar dişilerden birini ikna etmek için yeni yuva alanları yaratıyor. Bir nevi TOKİ’cilik yapıyorlar yani.

- Yuvayı dişi ve erkek martı beraber yapıyor. Sonra dişi martı üç tane benekli yumurta bırakıyor.

- Yuvayı ve yavruları koruma işini de beraber yapıyorlar. Fakat bu safhada işler her zaman eşit dağılmıyormuş. Yemek getirme işi daha çok erkeğin sırtına biniyormuş. Bazen çiftlerden birinin kaytardığı da oluyormuş. İşte boşanma çıksa çıksa bu aşamada çıkıyordur. “Eve yeterince balık getirmiyor hakim bey” “Yuvayı hep dağınık bırakıyor hakim hanım” “Başka çatılarda görüyorum onu hakim bey”

- Yavru eğitimi iki üç ay sürüyor. Ve anne baba beraber veriyor.

- Yavru uçmaya başlayınca birbirinden ayrılmak yok. Sürüde hep beraber olmaya devam.

Şimdilik bu kadar...

Yazının devamı...

Başka tür gençler de var...

Toplum Gönüllüleri Vakfı’nı hep duyardım da nedir bilmezdim. Arkadaşım Melda aradı geçen gün “35 bin 812 gönüllü genç faaliyet gösteriyor desem ne dersin?” dedi...

Şaşırdım. Böyle afili isimleri olan vakıflar üç beş kişinin sırtına biner, öyle de kalır, sonra da dağılır gider diye bilirdim ben. Öyle değilmiş. 2002’de kurulan vakıf çok doğru bir hedef seçmiş: Gençler! Amaç gençlerin enerjisini toplumsal faydaya dönüştürmek olunca da üniversitelerde kulüp, topluluk veya grup olarak örgütlenmiş. Tüm Türkiye’de 35 bin küsur genç 844 ayrı sosyal sorumluluk projesinde yer almış. Baktım çok da güzel projeler! Hapishanelerdeki mahkumların çocuklarına terapiden tutun köye temiz su getirmeye, veya çocuklara çevre bilinci vermeye kadar giden projeler. Bugüne kadar bu projelerden doğrudan etkilenen insan sayısı: 312 bin 881. Az mı? Değil. Herkes bir ucundan tuta tuta bir yerlere geleceğiz.



Ben, geçtiğimiz hafta Büyükada’daki “çocuklara çevre bilincini aşılama projesine” katıldım bir günlüğüne. “Çevremizi Yeşile Boyayalım” projesi. Yaz olduğu için önce tek tek evlere gidip çocukları davet etmişler, annelerinden izin istemişler. Sonra 15 gün boyunca çocuklara atık nedir, bu atıklar doğada ne olur, ne yapmak lazım diye tatlı tatlı anlatmış gençler. Sonra filmler göstermişler, konuşmacılar gelmiş, hatta kıyı temizliği bile yapmışlar. En sonunda da atık malzemeden bir sergi hazırlamışlar. Karton süt kutularından cüzdanlar mı istersiniz, dev bir “PetMan” mi, kocaman bir atık ahtapot mu...

“Ülkenin gençleri çok şımarık, hiç bir işe yaramıyorlar, çok ilgisiz ve sorumsuzlar” diyenler gelsin Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın gönüllülerini görsün. Başka “tür” gençler de var...

Acımasız “kadın arkadaş” gerçekleri

- Kadınlar birini bulana kadar arkadaştırlar. Evlilik, resmi olarak arkadaşlığın bitme günüdür.

- Evli (veya sevgilili), üstelik de mutlu kadından arkadaş, dost, sırdaş, bir halt olmaz... Varsa yoksa kocalarıdır, sevgilileridir...

- Sır veremezsiz, hemen gider kocasına yetiştirir. Dert anlatamazsın çünkü dinlemeye ne gönlü vardır ne de vakti. Hiç olmazsa bir kahve içimi buluşalım dersin, bakarsın sevimsiz kocası da gelir...

- Evli bir kadının iyi arkadaşı olabilmek için evvela kocasına “yaranman” gerekir. Adam seni severse, bir ihtimal devam edebilirsin arkadaşlığına. Yok sevmemişse -ki geçmişten gelen arkadaşlar nedense sevilmez erkekler tarafından- tarihin tozlu raflarına yallah!

- Kırk yılda bir buluşup, diyelim yalnızlıktan mı şikâyet ettin? Bir de utanmadan “ay ne var canım. Erkek şart mı hayatında! Nedir yani bu erkeklere karşı zaafınız! Her şeyi o mu belirliyor?.. Kız arkadaşlarınla buluş, gez, dolaş” der! “Benim gezip dolaştığım arkadaşım sendin ve bir erkek yüzünden artık arkadaşım değilsin!” demeye kalktığında kavga çıkar. Kavga içinde bol bol “sen zaten..” cümlesi geçer...

- Evli (veya sevgilili) bir kadın ancak boşanmaya karar verince yeniden “arkadaşlığı” keşfeder. Gece yarısı “canım seni çok özledim” şeklinde bir mesaj geliyorsa eski arkadaştan, hiç şüphe yok ki evlilik veya beraberlik çatırdamaya başlamıştır. Zokayı yuttun, eskisi gibi görüşmeye kalktın... Hop barışırlar! Sen yine iyot gibi kalırsın ortada...

- Bütün kız arkadaşların aynı anda evli veya sevgililiyse hakikaten ayvayı yemişsin demektir. Yirmi kere çağırırısın ama bir kere seni çağırmayı akıl etmezler... Neden? Çift çifte dolaşacaklardır illa ki.

Yazının devamı...

Üç süper hafta sonu faaliyeti

15 Eylül 2012 Cumartesi:

“Üzümü dalından ye, şarabı bağında tanı turu”

Düzenleyen uluslararası sertifikalı sommelier’i Burçak Desombre. Burçak ile bu yaz başında Topaz’da bir şarap tadım yemeğinde tanıştık. Cıvıl cıvıl bir insan. Bir faaliyetine katılmadım şimdiye kadar ama çok eğlenceli geçeceğinden eminim. Şarapla bağında tanışmak isteyenler için hazırlanan bu günübirlik gezide Tekirdağ’da “biyodinamik tarım” yapan (ne olduğunu ben de henüz bilmiyorum) “Barbare Bağları”na gidilecek. “Bağından kadehe üzümün yolculuğu” hakkında bilgilendirme yolda başlayacak ve bağda tadım teknikleri ve şarap servisi devam edecek. Barbekünün de dahil olduğu bu özel tur kişi başına 195 TL. burcak@vinipedia.com.tr



16 Eylül 2012 Pazar:

“Prof. Dr. Murat Belge ile Boğaziçi, Yalılar ve İnsanlar tekne turu”

7 yıl önce katılmıştım. Harikulade bir turdu. Üstü açık, özel tutulmuş konforlu bir tekneyle Anadolukavağı’na kadar bütün boğaz, Prof. Dr. Murat Belge’nin rehberliğinde geziliyor. Murat Belge, kendine has üslubuyla Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan günümüze boğazın hikâyesini anlatıyor aslında. Hikaye içinde yalıları, yalılarda yaşayanlar, koylar, köyler, balıklar, mitoloji, kültürler, dedikodular, entrikalar, taktikler, savaşlar, zaferler ve mağlubiyetler hepsi var. Tekne sabah onda Kabataş’tan açılacak, Asya kıyısından devam edip öğlen vakti Anadolukavağı’na yanaşacak, 1,5 saatlik öğlen yemeği molasından sonra bu sefer Avrupa kıyısından yine Kabataş’a, aşağı yukarı 16:30’da geri dönecek. Katılım kişi başına 90 TL. Sabah poğaça ve meyve suyu ikramı dâhil. 0216 3471818 www.istanbultekneturlari.com



21-23 Eylül 2012 Cumartesi Pazar:

“Kazdağı Zeytinbağı’nda Sonbahar Yemek Kursu”

Erhan ve Nejla Şeker’in Kazdağları’nda işlettiği bu sevimli otelden, (basında daha çok Tuncel Kurtiz’in oteli diye geçiyor. Kurtiz, Erhan’ın eniştesi) daha önce de birkaç defa söz etmiştim. Erhan Şeker’i neredeyse 15 yıldır tanıyorum. Hep güzel yemek yapardı ama Kazdağlarına taşındıktan sonra coştu! Geçen sene çok güzel bir yemek kitabı da çıkardı. Yılda iki kere meraklısına yemek kursu düzenliyorlar. İlkbahardaki daha çok tazecik otlar üzerineyken sonbahardaki (av yasağının bitmesi nedeniyle) balık ve deniz ürünleri üzerine. Kurs iki gün sürecek. Alışverişten sonra hep beraber mutfağa girilecek ve bir sofra baştan aşağıya beraber yapılacak. Sonra da beraber yenilecek. Konaklama dahil kişi başına 185 TL. (yarım pansiyon) Sadece kursa katılmak isteyenler içinse kişi başına 85 TL.

Kaçırmayın derim.

www.zeytinbagi.com

0266 3873761

Yazının devamı...

Huzursuzluk Sokağı

ATV’de, Şule Yüksel Şenler’in aynı isimli kitabından uyarlanan “Huzur Sokağı” diye bir dizi başladı.

1969’da yazılan kitabın, bir zamanlar İslami çevre içinde bir efsane olduğunu biliyordum. İslami bir ütopya yaratmaya çalışan, iyiliği İslam içinde, kötülüğü de İslam dışında gören, ak ve kara şeklinde ayrımları olan bir kitap.

1969 yılını bilmiyorum. Daha doğmamıştım. Mahalle hayatının henüz çözülmediği, İstanbul’da bile hemen hemen herkesin herkesi tanıdığı yıllarda “İyilik dolu İslami bir dünya” hayalini kurmak belki çok akla uzak olmayabilir. Ama 2012’de? Kim inanır böyle bir şeye?



Diziyi izlemeye başlayınca şoke oldum. Bu kadarını beklemiyordum. Daha çok Samanyolu TV’de görmeye alışık olduğumuz bir dizi. Bütün başı açıklar “şeytan”, bütün başı kapalılar “melek”. Tek bir istisna yok. Hani inandırıcılık adına başı açıklar arasına yarım iyi, en azından nötr bir karakter bile yok. İstisnasız hepsi içki bağımlısı, istisnasız hepsi kötülük peşinde, istisnasız hepsi sevgi, şefkat nedir bilmiyor, istisnasız hepsi para pul peşinde, istisnasız hepsi dinsiz, imansız, istisnasız hepsi saygısız, kaba ve küstah ama en önemlisi: Mutsuz...

Muhafazakâr olanların ise istisnasız hepsi iyilik peşinde, istisnasız hepsi kibar, hepsi şefkatli, kıçına kadar mini etekliye bile saygılı, istisnasız hepsi rind, hepsi sabırlı, hepsi kadirşinas, hepsi vefalı, hepsi parada pulda gözü olmayan ve en önemlisi: Mutlu.

Bu kadar gülünç bir ak kara ayrımını Samanyolu TV dizileri bile yapmıyor aslında ama hadi eğlence olsun diye “ATV, Samanyolu TV’ye dönmüş. Bütün açıklar şeytan, bütün kapalılar melek” diye bir twitt attım.

“Tek bir yazıyla asılırsın” diye bir laf var ya, işte o tek bir twitle asılırsın”a dönüşmüş. Nedir, ne oluyor demeye gelmeden, “Ne o? Rahatsız mı oldun?”dan , “kapıcı kalsaydık çok mutlu olacaktın di mi?”ye, “al işte bak diziyle bile tehdit olduk”dan “kapa çeneni, en büyük şeytan sensin”e uzanan gayet dar bir yelpazede bir sürü cevap...

Bana hırçın bir şekilde cevap yazanların herhangi bir kesimi temsil ettiklerini düşünüyor değilim. Twitter’da tartışmalı ne yazarsan yaz illa bir takım insanlar küfür kıyamet girişeceklerdir. Kimse kendinden başkasını temsil etmez aslında...

Ama bu kadar bariz olan bir şey için bu kadar tepki de beklemiyordum doğrusu..

Devam edecektim ama şarjım bitti...



Ben Huzur Sokağı olabilecek bir mahallede yaşıyorum aslında. Çoğu insan için Arnavutköy, sahildeki şaşaalı lokantalardan ve köşklerden ibarettir. Hâlbuki mahallenin içinde girince “Huzur Sokağı” atmosferi başlar. İki üç katlı müstakil evler, günü kurtarmaya çalışan esnaf, onların başı kapalı hanımları, namaz vakti dolan camileriyle dizideki gibi bir hayat olmaması için hiçbir neden yoktur.

Ona olan borcunu ödemediğim halde bana aylarca tek bir kelime etmeyen sonra da anlayışla olur böyle diyen beline kadar sakallı, takkeli, cübbeli perdeci bey de vardır bu mahallede, kapıcısını köle olarak kullanan, apartman masraflarını kiracılarına yıkan 7 kere hacı amca da var. Çok laf, hiç iş beleşçi çevreci de var mahallede, bütün hayvanlara sahip çıkan, cebinden tüm parasını veterinerlere veren Kemalist teyze de... Kocası rakıcı, kendi namazında niyazında sevgi dolu kadınlar da var, her yıl bir ağacımızı haklayan yeşil düşmanı büyük dindar adamlar da... Cami çıkışı otopark yüzünden yumruk yumruğa dövüşenler de gördüm, her hafta fakir fukaraya tepsi tepsi yemek yollayan lokantacı da. Aynı apartmanda oturduğumuz halde bir kez bile selam vermeyen kara çarşaflı genç komşum da oldu her köyüne gittiğinde bana neredeyse bütün kışlık erzakımı getiren türbanlı komşum da. Her gün kavga eden de var bir kez bile karısına “hayatım” demeden hitap etmeyen de.. On yıldır, bu mahallede çoğu dindar, çoğu muhafazakâr her tür insan gördüm. Huzur sokaklarda değil. Belki sadece kimi evlerde var..

Şule hanım rahatsız olmasaydı kendisiyle görüşmeyi çok isterdim. 1969 yılında yazdığı kitap hakkında 2012 yılında ne düşünüyor acaba? Romanındaki gibi iyilik dolu İslami bir dünyanın olabileceğine dair umutları hala var mı acaba? Veya hiç oldu mu? Bugün yine yazar mıydı?

Dahası, 2012’de, kitabının dizi yapılmasının ülkeye bir faydası olacağını düşünüyor mu?

Yazının devamı...

Plastik çiçekler kadar sahte ve ölüydük Şemdinli dağlarında

Vatan gazetesi okurları gördü mü bilmiyorum ama geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesi’nde harikulade bir vodvil oynandı.

Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’nun canı birden Şemdinli Dağları’nda piknik yapmak istedi.

Ah niye? Niye geldi birden akıllara bu en ücra şehrimiz? Çünkü BDP Milletvekili Selahattin Demirtaş “Şemdinli dolaylarında 400 kilometrelik bir alan PKK kontrolünde” dedi.

Bu korkunç iddia karşısında kimse ne diyeceğini bilemedi bir süre. Giderek artan sessizlik, kötü şairlerin metaforuyla “kulakları delmeye” başlayınca akıllarına bu olağanüstü “müsamere” geldi. Dağda piknik masası açıp, üzerine beyaz örtü ve plastik çiçek koyup “Türkiye Türklerindir” fotoğrafı çekmek.



Peki nasıl bir Türkiye imiş bu “sahip”?

Kompozisyonumuzdaki ögeler çok önemli: Çay değil kahve! Gazete değil ipad! Dahası mangal ve duman da yok. Olsaydı en fazla zaaarif bir sandviç olurdu ama o BİLE yok!

Yani: Çay yerine kahve içen, acıkmayan, beyaz gömlekli, rahat oturuşu küstahlığa varan, überfit ve über batılı beyaz Türk. Bir kadeh kırmızı şarap da olabilirmiş masada..

Peki plastik çiçekler? Arkadaşlarla çok tartıştık ama hah şudur dediğimiz bir cevap bulamadık.

O da herhalde nerelerde okursak okuyalım alyans, pardon egemenlik söz konusu olunca içimizden fırlayan Kezbanlığı temsil ediyor. (A. Hakan’a bize bu eğretilemeyi kazandırdığı için teşekkür ederiz. Aslında yine metafor demiştim, word programının çok bilmiş düzeltmeni “yabancı dil kökenli metafor yerine mecaz veya eğretileme kullanabilirsiniz” dedi, ben de öyle yaptım..)

Mangal ve çay olmayan bir Türkiye Türklerindir fotoğraf kompozisyonu ne kadar inandırıcıysa işte Hürriyet gazetesi de o kadar inandırıcıdır.



Bilmesek, mesela yaz tatilini Pülümür’de geçiren bir New York Times muhabiri falan olsam ve bu fotoğrafı görüp, altında yazılanları okusam “vay be adamlara bak! Nasıl da ironik bir haber yapmışlar” derdim..

Her şeyle dalga geçmişler derdim. Altındaki yazıda “hiç bir yere gidemedik, bizi bir yere salmadılar, öyle lök gibi kalakaldık” diyorlar ve inadına gidip bu fotoyu çekiyorlar. Dağda iPad esprisine hele bayılırdım. Zira denilene göre şehir merkezinde bile internet bir var bir yok... Dağda nasıl olacak? John Steinbeck’in “elektrik olmayan evde elektrikli süpürgesiyle ağzıyla vuuuu yaparak evini temizleyen karakteri”ne nasıl da güzel gönderme yapmışlar derim.

Fakat hani “şaka ise komik değil, gerçek ise çok komik” diye bir laf var ya... Durum bu: Samimiler...

O fotoğrafı hakikaten egemenlik gösterisi olarak yapmışlar. Üstelik altındaki yazıda “hiç bir yere gidemedik, bütün yollar kapalı” demelerine rağmen.

Neden zahmet ettiniz ki? Bizim buradaki Aydos Dağı’da işinizi görürdü.

Sebati Karakurt da gitar çalan gerilla, Kandil Dağı kampı, ateş etrafında dans eden PKK’lı “günah haberinin” semeresini böyle ödüyorsun herhalde...



Dezenformasyon Daire Başkanı Enis Berberoğlu şimdi nasıl bir kompozisyon düşünüyorlar acaba?

Daha üç gün geçmeden, sözüm ona “hayır hayır buraları kontrol altında! Bak ipad’ım, kahvem, plastik çiçeğim ve bol ceviz yemiş pırıl beynim tıkır tıkır çalışıyor!” mecburi Özkök destekli/açıklamalı fotoşovunun ardından?

Nasıl başka sahte bir kurgu fotoğrafla açıklayacaklar acaba şimdi Beytüşşebbap çatışmalarını? 30 ölümü? PKK’lı cenazesi geçerken indirilen Türk bayraklarını? Askeri araca asılan yine PKK’nın bir kolu olan HPG bayraklarını?

Fakat daha da mühimi: Bunu bir savaşa çevirmeyen Türkiye Cumhuriyeti’ni?



Merakla bekliyoruz...

Yazının devamı...

Onuncu yıl

Sabah Tayfun Hopalı arayıp onuncu yılımıza girdiğimizi haber verdi. Çok şaşıracağımı “A nasıl da çabuk geçmiş! On yıl haa!” diyeceğimi tahmin ediyordu ama ben onuncu yılımıza girdiğimizi gayet iyi biliyordum.

Zira son zamanlarda ne zaman canım sıkılsa emeklilik hayalleri kurmaya başladım. (bkz: Tekaüt Mutlu Teyze) O hesaplar içinde ister istemez Vatan’ın ne zaman kurulduğunu da düşünüyorsun. Demek son zamanlarda yine yapmışım ki onuncu yılımızda olduğumuzu gayet iyi biliyorum. (Yanlış anlaşılmasın. Emeklilik hayallerim gazete yüzünden değil. Ülke gündeminden çok feci yorulmaktan...)

Hayatımda en uzun çalıştığım yer Vatan oldu. Açıkçası kendimden böyle bir “başarı” beklemiyordum. O güne kadar üç dört yılda bir iş değiştiren bir gezgindim. Vatan bana, ben Vatan’a iyi dayandık!

Mecidiyeköy’deki bina henüz kiralanmış, yoğun bir dekorasyon faaliyeti vardı. Ayağımıza kablolar dolanırken iş görüşmesi yapıyorduk. Tayfun Deveci’ye “ne yapacağız?” demiştim, “gazetecilik” demişti. “İyi” demiştim. Memlekette ilk defa “müstear” bir isim transfer olmuştu ve o bendim!



Sonra güzel bir eylül günü başladık. Yeni kurulan bir gazetede çalışmaya başlamak eşi benzeri olmayan bir şey. Sanki kendi gazetenmiş gibi, sanki patron senmişsin gibi, sanki bundan sonra her şey bambaşka olacakmış gibi hissediyor insan. Başka hiçbir yerde duymadığım hislerdi. Erken gelmek, geç gitmek zül değildi artık. Pahalı Nişantaşı’ndan orta karar Mecidiyeköy’e gelmek süperdi. Tirajlar beni ilgilendiriyordu. İnsanlar sağda solda “Vatan” deyince gözlerim parlıyordu. Gazete tutundukça mutlu oluyordum. Çok ama çok iyi gelmişti...



On yıl tatlı acı geçti. Ercan Arıklı ilk kaybımız oldu. Patron değiştikçe binalarımız değişti. Binalar değiştikçe bir kısım insanlar değişti, yeniler geldi... Benim için ilginç bir on yıldı.

- “Tuğçe Baran” olarak başladım, “Mutlu Tönbekici” olarak bitirdim.

- Haber merkezinde sosyal bir muhabir olarak başladım, evde asosyal bir yazar olarak bitirdim.

- Sarışın başladım, bir süre esmer devam ettim, sonunda kumral bitirdim.

- Bekâr olarak başladım, bekâr olarak bitirdim.

- Türkiye’de ayak basmadığım bir tek Yozgat ve Çankırı illeri kaldı.

- Doğu Timor gibi hiç duyulmamış ülkeler dâhil 27 ülkeye gittim.

- Üç ev değiştirdim.

- Üç ameliyat oldum.

- Çeşitli zamanlardan toplam 20 kilo alıp 15 kilo verdim.

Daha nice nice yıllara... Çok iyi bir ikinci on yıl olacağından eminim...


O gün....

- O gün çocuğum olsaydı şimdi bana “anne yaaa... banne yaa...” diye diklenen bir velet olacaktı...

- O gün bir çınar dikseydim şu an on metre olacaktı..

- O günden itibaren her ay kenara 500 lira koysaydım 60 bin liram olacaktı.

- O gün yürümeye başlasaydım, günde 25 kilometreden dünyayı iki buçuk kere dönmüş olacaktım.

Yazının devamı...

Maya’nın kirazları

Yaz bitiyormuş...

Bugün ne okuduysam içinde bu tema saklıydı.

“Yaza veda artık, şeftaliye doymak için son zamanlar...”

“Sonbahar geldi, hava dönüyor artık”

“Çeşme’de çiğ vakti”

“Sonbahar için gezi notları”

“Turşu kurmanın, salça yapmanın tam zamanı...”

Herkes anlaşmış, sanki bana bir mesaj veriyordu...

Al! Bir de mail geldi: “Yazın son günleri! Paris’te sonbahar turu fırsatı”

Telefonuma da “Aracınızın kış bakımını yaptırdınız mı?” diye bir SMS gelmişti sabahtan...



Dün gece dayanamadım, ince yorganımı çıkardım sandıktan. Geceleri pencere açık uyumayı seviyorum. Pike yetmez oldu. Kaç gündür neden direniyordum ki? Bilemedim... Yaza direnmiyoruz da kışa direniyoruz. Sanki direnince daha yavaş gelecekmiş gibi...



“Daha kaç kere kiraz yiyeceğim acaba?” demişti. Onun için yaz demek kiraz demekti. Onun için hayat demek kiraz demekti... Hayata devam ettiğinin, bir sene daha devirdiğinin alameti kucağındaki kiraz kâsesiydi...

Bu yaz kirazın tadına hiç varamadığımı düşündüm. Her sonbahar gelişinde böyle oluyor. Meyveler bitince onları ne kadar az yediğimi fark ediyorum... Ne zamandan beri bu böyle? Galiba meyveleri yıkayıp, soyup koyan annem gittiğinden beri...

Çocukluğumun soğuk İsviçre’sinde ağaçlardan kiraz topladığımız günler geldi aklıma. Ağaca dayanmış ahşap merdivenlerin üzerinde, ellerimizde sepetler, kulaklarımızda birer çift kiraz, poz vermiştik babamım “Topcon” marka fotoğraf makinesine. Herkesin yüzü gülüyor. Mutluymuşuz demek ki...

Allahın soğuk İsviçre’sinde böyle güzel adetler vardı. Çilek zamanı gider çileğini kendin toplardın. Cimrilik olsun, ucuza gelsin diye değil. Keyfini çıkarasın diye...



Sonra Maya’nı memeleri büyüdü...

Ve kirazı ağacından toplamak benim için bitti...

Bizim İsviçre’den Türkiye’ye geliş nedenimiz Maya’nın büyüyen lanet memeleridir. Maya çok güzel bir Yugoslav kızıydı. Artık Sırp mıydı, Hırvat mıydı, Boşnak mıydı, Karadağlı mıydı bilmiyorum. O zaman herkes, (anneannemin deyimiyle) Yoguslav’dı.

Maya, ablamla yaşıttı. Hem güzel hem de fingirdekti. Erken gelişenlerdendi. Babam bir gün eve gelirken onu bir oğlanla fingirderken görmüş. Eve geldiğinde “dönüş” kararını çoktan almıştı... Kendi kızlarının da “yoldan çıkmasını” istemiyordu...

Bazen düşünürüm. Fingirdek güzel Maya şimdi ne yapıyor? Bizim hayatımızı tepetaklak ettiğinin elbette hiç farkında olmadan nasıl bir hayat sürdü acaba? Yugoslavya’ya döndü mü? Savaşı gördü mü? Kendine bir koca buldu mu? Çoluk çocuğu oldu mu? Hâlâ öyle güzel mi? O fingirdek olmasaydı veya babam fingirdekliklerini görmemiş olsaydı hayatım bambaşka olur muydu?

Maya’nı değilse bile birinin memeleri illa büyüyecek ve babam bu sefer onu parktaki banka fingirderken görecekti. Babam paranoyasını gerçekleştirmek için yaşayanlardan... “Ben demiştim!” demek için her şey...

Ama yine de hayatımı milattan önce, milattan sonra gibi “Ve Maya’nın memeleri büyüdü” diye ayırmayı seviyorum... Hem komik hem acıklı...



Yaz bitiyormuş...

Turşu kurmanın, salça yapmanın tam zamanıymış...

İncir ve şeftaliye doymak için son zamanlarmış...

Allah bana bir kiraz mevsimi daha görmeyi nasip ederse, ilk işim bir kiraz ağacına çıkıp, kulağıma kirazdan küpe yapıp fotoğraf çektirmek... Ve sonra da bayılana kadar kiraz yemek... 30 yıl aradan sonra, bir kez daha...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.