Şampiy10
Magazin
Gündem

Kokusuz evlere sızan kokular

Salı günleri Arnavutköy balık kokar. Neden? Çünkü o gün pazar kurulur ve mahallemizin kadınları haftalık balık ihtiyaçlarını pazardan temin eder. Çabuk bozulacağını düşündükleri için de hemen o akşam pişirirler.. İşte bu yüzden, koca bir mahalle her salı mis gibi kızarmış istavrit, hamsi, palamut kokar...



Yemek kokusu, “mutlu ev” kokusudur. Öyle vehmederiz. Koca bir sofrada koca bir aile gelir gözümüzün önüne. Aç kurtlar gibi eve gelen çocuklar, yorgun ama mutlu bir baba, onlar için bütün gün uğraşmış bir anne... Belki bir babaanne... Belki iş aramaya gelmiş bir kardeş... Okumaya gelmiş bir yeğen... Veya bir davet... Çağrılmış arkadaşlar... Maç için toplanmış kankalar... Neşe, muhabbet...



Yalnızları en çok bu kokular ürkütür... Ne yaparsan yap, yemek kokusunun evine sızmasını engelleyemezsin. Görmemek kolay. Kaparsın panjurunu, çekersin perdeni, “mutlu evler” artık kadrajında değildir. Eh sesi de engellersin. Açarsın televizyonu, koyarsın kendi müziğini, sesler dışarıda kalır...

Fakat koku illa ki sızar bir yerlerden. Durduramazsın... Üstelik ses bir an gelir sonra biter. Koku yerleşir. Koltuğuna oturur, kanepene serilir. Bakarsın yatağına da yatmıştır... Yastığına sinmiştir...

Yemek kokusun ancak başka bir yemek kokusu durdurur. Yazık ki yalnızların felaketi de işte budur. Çoğu yalnız yemek yapmaz. “Başkalarının Kokusu” (aynı zamanda Aslı Perker’in Çınar Yayınları’ndan çıkan güzel bir kitabıdır) işte bu yüzden en çok yalnızların evine sızar. Yemek dediğin başkalarıyla güzel. Bütün o sarmalar, dolmalar, kat kat börekler, tek tek mantılar, biri “off çok güzel olmuş” desin diye yapılır. Kendisi için üşenmeyip sarma saran gördünüz mü hiç? Veya biber dolma yapan? Hem demiyorlar mı akşam yemeği olmasa daha iyi diye...

İşte bu yüzden yalnızları en çok yemek kokusu rahatsız eder. Yalnızlıklarını, sofrasızlıklarını, muhabbetsizliklerini en çok o hatırlatır çünkü...



“Biz cenaze evlerine yemek götürürüz” deyince bir Alman arkadaşıma, çok şaşırmıştı. Üzüntüden yemek yapamayacakları farz edilir ve konu komşu sırayla yemek götürür diye anlatmıştım. “Niye komşuya yemeğe gitmiyorlar?” diye sormuştu saftirik Bavyera çocuğu. Çünkü Türkiye’de yedi gün yedi gece taziye kabul edilir, mevlit okunur, ev sahibinin mutlak surette eve olması gerekir diye anlatırken aklıma yemeğin ölümle tezatlığı geldi. Çünkü bazen komşular o kadar çok yemek getirir ki ev mükellef bir lokantaya döner. Kebap da vardır, tavuk da, zeytinyağlı da çorba da, mantı da, börek de... Yas evinde binbir çeşit yemek ve kokusu! Paradoks mu? Tam da öyle!

Belki de bilerek yapılır bu.. Yas evine hayatı yeniden getirmek için. Sofrayı hatırlatmak için. Ölenle ölünmüyor. Sofrayı kurmaya devam etmek gerekiyor.



Yazarken sözlüğe bakayım dedim, neymiş sofranın kökeni. Arapça “sufra” kelimesinden geliyormuş. O da “safar” yani sefer kelimesinden. Yolcu yemeği, azık demekmiş. Sonra üzerinde yemek yenen yer, sini manasına gelmiş. (Kaynak: Sözlerin Soyağacı. www.nisanyansozluk.com)

Allah insanı bereketsiz, muhabbetsiz sofralardan korusun...

Yazının devamı...

Hafif ticari araç almamak için 6 neden

2008’de, bagajı çok geniş diye tuttum bir Caddy aldım. Zira oradan buradan eskici gibi eşya toplamak gibi vazgeçemediğim bir adetim vardır.

Arabanın hiç bir kusuru yok. Yüksek olduğu için, otomatik olduğu için, nefis bir görüş açısı olduğu için, dizel olduğu için, hiçbir yüke bana mısın demediği için, az yakıt yaktığı için arabamı seviyorum. Biraz alçak, asfalt dışındaki yollar için çok uygun değil, Anadolu’da dağ başında kalınca başıma çok iş açtı falan filan ama benim derdim Caddy ile değil. Benim derdim klasmanında.

Bu araçlara “hafif ticari” deniyor. Ama çatır çatır kamyonetten sayılıyor.

Eee. Öyle sayılsa ne olur?

Şu olur: Devlet bu araçlarla mutlak surette “iş” yaptığını farz ediyor. Yok bizim aile kalabalık, kızın bisikleti, oğlanın bebek arabası, yengenin topladığı ıvır zıvır, benim paraşüt, kamp, çadır merakım var laflarını devlet baba “yemiyor”. Beni kandıramazsın diyor. Sen bununla çatır çatır para kazanıyorsun diyor.

Ok. Para da kazanıyor olabilirim. Eee?

Eee’si şu: Para kazanıyorsan veya para kazanma ihtimalin varsa devlet mutlak surette seni cezalandırmak zorundadır. İki kere iki dört. Türkiye’de emeğinle para kazanmak en büyük suç. Hem de bakın nasıl?

- Bu araçların vergisi daha yüksektir.

- Bu araçlara TIR muamelesi yaparlar, birinci köprüden geçemezsin.

- Köprü ve karayolu geçişleri daha yüksektir.

- Hız sınırları daha düşüktür. Normale 90 ise sana 75’dir. (Yine yüklü TIR muamelesi. Fren mesafemiz yüklü olunca daha uzun olurmuş..)

- Her yıl muayene olman gerekir. Ve o bir yıl o kadar hızlı geçiyor ki her yıl illa polise yakalanırsın ve polis de mutlak surette aracını elinden almak ister.

- Ve dün öğrendiğim yeni bir şey: Normal araçlarda 0,50 promile kadar alkole müsaade varken bu araçlarda sıfır olacakmış! Niye? TIR kullanıyoruz ya. Ondan herhalde.




Dün gece 0,15 promil ile ehliyetimi kaptırmış bulunuyorum! Bu aptal kralı bilmediğim için öğleden sonra içtiğim iki kadehin etkisi gece saat 12’de çoktan geçmiştir sanıp aracımı kullandım. Polis durdurdu, büyük bir özgüvenle üfledim ve ayvayı yedim. Dört yıl önce de aynı haltı yediğim için (ama o sefer 0,51 promil çıkmıştı) bu sefer ehliyet 2 yıllığına gitti. 5 yıl içinde aynı suçu yapmayacakmışız. 815 lira para cezasına hiç girmeyeceğim bile...

0.15 promil yahu! Portakalı kabuğuyla yesen aynı sonuç çıkar. Koklasan aynı sonuç çıkar!



“Hafif ticari ama ağır cezai” aracımı tez zamanda satacağım çünkü bıktım usandım. Oraya gidemezsin, buraya park edemezsin, o hıza çıkamazsın, bir buçuk kat vergi verirsin, durmadan muayene olursun, bunun harcı, bunun pulu ve de ben kamyonetçinin zeki çevik ve alkolsüzünü severim durumu.

Üstelik hatırlatayım küçüğü büyüğü de değişmiyor. Yani adı hafif ticari diye geçen bütün modellerde kurallar sabit.

Bilin ona göre alın... Ben aldırmadım yandım.

Yazının devamı...

Lafın yoksa “mağdur” ol

Şahane günlerdeyiz... Herkese ekmek var. Ambulansın arkasına takılan arabalar gibi... Bul bir rüzgar, hafiften saçların uçuşsun “ah ben ne mağdurum!”

Formül çok basit: Söyleyecek lafın yoksa “mağdur” ilan et kendini!



Söylediğin ufuk açıcı hiçbir şey yok. İnkılâp Tarihi kitaplarındaki ezberlenmiş saçmalıklardan başka bir lafın yok. Temsil yeteneğin marjinal. Bol bol nefret suçu işliyorsun. “Muasır medeniyet” ülkelerinde olsa olsa meczuplara ait kabul edilecek fikirlerin var. Orjinal, değişik, bilinmeyen tek bir şey önermemişsin şimdiye kadar... Belki belki en fazla ki ondan da emin değiliz- kimi ulusalcı ve faşistleri tatmin ediyorsun...

Baktın yeterince takan yok, program vasat, kalktı kalkacak... Formül basit: “Beni de susturdular!”

Al sana bayat ekmekleri nasıl değerlendiririz müsameresi..

Gelsin kankaların “onu da susturdular” yazıları, gitsin medya sitelerinde “bir demokrat neferimizi daha kaybettik” kampanyaları, şapkadan kahraman çıkarmalar...

Oysa yaptığın, alt tarafı sabah saatlerinde gazeteleri okumaktan ve laikçi ev hanımlarının pasta sohbetlerinde söylediği “Ay şekerim bu geri kafalı Müslümanlar hepimizi kapatacak, İran olacağız” muhabbeti yapmaktan başka bir şey değil...



Sonra bakıyoruz program yeniden başlamış!

E ne oldu? Hani “susturulmuştun”? Hani seni de “çizmişlerdi”? Hani çokçokçok tehlikeliydin?

Meğer yaz tatiline girilmiş, ortada kovulma falan yokmuş, maaşlar da güzel güzel alınmaya devam edilmiş!

Önemli mi? Değil elbette...

Hayat biter, mağduriyet edebiyatı bitmez! Bu sefer de yanına konandan şikâyetler, mızmızlanmalar, ayılıp bayılmalar... “Ah beni bu hükümet komserine verdiler, halbuki ne doktorlar, mühendisler istemişti” sızlanmaları... “Seni buraya niye koyduklarını biliyoruz” sitemleri... Drama Queen vazife başında!

Hâlbuki öbür arkadaş oraya konulmuş bilmiyoruz... Ortada da hakikaten bir dayak var ama tersine! Sözde mağdur, sözde hükümet komserini her gün dövüyor! Komser değil kum torbası! Her gün aşağılanıyor, küçümseniyor... Mahalle dayağına doymak bilmiyor. Niye? En ufak bir fikrimiz yok! O kum torbası da niye gıkını çıkaramıyor onu da anlamıyoruz. Ezik ezik durmak da bir işmiş demek ki... Sado mazo tuhaf bir gösteri var ortada ve buna Türk medyası deniyor. Harika!



Hoca yemek yerken her yudumdan sonra “oh öldüm” “oh öldüm” diyormuş.

Karşısında oturan da dayanamamış “biraz da biz ölelim hoca!” demiş.

Bir de yazdırılmayan ama kovulmadığı için maaşını tıkır tıkır alan yazarlar var...

“Susma” maaşı! “Satın alınma” maaşı! “Mağdurum” maaşı..

Ne güzel değil mi?... Maaşlı mağdurluk. Böyle bir kadro da var artık Türk medyasında.

Hakikaten harika günlerdeyiz...

Yazının devamı...

2. Lüfer Bayramı

Bildiğiniz ve eminim ki umursadığınız- gibi lüfer tükenmekte. Sebebi basit: Lüferin yavrusu olan çinekop avcılığı yüzünden. Sen henüz ürememiş bir hayvanı durmadan avlarsan bir dahaki senelerde o balıktan nasıl olacak? Uzaydan gelecek değil ya yeni yavrular! Tüketicinin ne kadar etkisi var demeyin! Geçen sene bizim balıkçının kafasını o kadar yedim ki bu yıl satmıyor. Her hafta, sırf satıp satmadığını görmek için pazara gidiyorum. Sattığı an 174’e çakacağım telefonu. Siz de aynısını yapın! Bir şey kaybetmezsiniz!



“Fikir Sahibi Damaklar” oluşumu bu bilinci oturtmak için iki yıldır “Lüfer Bayramı” düzenliyor. Bu yıl 19-21 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek olan bayramda “Balıklı Filmler Festivali”, “İstanbul ve Balığı” paneli ayrıca yavru balıkların satın alınmaması gerektiğini vurgulamak amacıyla “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın” kampanyası sürecince yaşanan tecrübelerin paylaşıldığı “Almıyoruz, Satmıyoruz!” etkinliği yapılacak. Çocuklarla lüferin resmini çizmeyi amaçlayan “Anne bak! Lüfer!” etkinliği de bayramı şenlendirecek etkinlikler arasında.

Bunların yanı sıra 20 Ekim’de gerçekleşecek “İstanbul’un En Baba Lüferi” olta yarışmasında ise eski usullerle lüfer avlanacak. Amatör ve profesyonel tüm balıkçılara açık yarışma için buluşma adresi Haliç Şair Nedim Parkı’ndaki Fener İskelesi. Yarışmada sadece olta ile avlanan, 24 cm ve üstündeki lüferler değerlendirilecek.

Daha çok bilgi için: www.fikirsahibidamaklar.org

Maşuk olmak üzerine

Maşuk, âşık olunan kişi demek. Faydaları da vardır zararları da

- Maşuk olmak dünyanın en konforlu mesaisidir. “Aşkım ayaklarımı ovsana” “Tabi bi’tanem” “Aşkitom çay demlesene” “Hemen hayatım” “Aşkıtellam sabah 7’de başlayan 9 saatlik hunhar mesain bitip iki saat trafikte süründükten sonra beni alıp sinemaya gider misin?” “Ne demek.. Seve seve..”

- Maşuk olmak, birinin kafasını rahat rahat şişirebilme imkânıdır. Sana âşık kişiye sabahtan akşama kadar yaptığın her şeyi tek tek anlatabilirsin, gıkı bile çıkmayacaktır. Anasının üç cümlesine tahammül edemeyen aşıkcan, hatta senden detay bile isteyecektir.

- Maşuk olmak kaprisin dibine vurabilme açık çekidir. Ağla, zırla, şikayet et, naz yap, sonra gül, gülerken yine ağla... Ağlarken “ay tırnağım kırılmış, törpün var mı?” de... Hayır hiç bir noktada sana deli demeyecektir. Dahası seni bir de haklı bulacaktır iyi mi!? (İyi tabee!)

- Maşuk olma hiçbir şeye mecbur olmamak demektir. Aşkım şirketinin eşli davetine makyaj yapmadan gitsem olur mu? “Elbette. Sen zaten doğal daha güzelsin” “Peki öyle ahım şahım giyinmesem?” “Eh o da olur..” “Mesela blucin, kazak?” “Oluuur” “Ya aşkım ben evde kalsam?”

- Maşuk olmak aynı zamanda dünyanın en gerilimli işidir. Zira aşık denilen yaratık “kırılma hücrelerinden” yaratılmıştır. Senin en küçük bir lafından gözyaşı dökmek için aportta bekler. Dünyanın en mutlu kişisi olan aşık, bir dakika içinde dünyanın en mutsuz insanına dönüşebilir. Edeceğin ufacık bir eleştiri, yapacağın minicik bir şaka gözyaşı, küskünlük veya duygularını ifade etme özürlüsü bir danacan ise kızgınlık olarak sana geri dönebilir. Maşuk olmak, sınırları çok iyi bilme sanatıdır. Bir eşekkçe hareketle bütün konfor elden gidebilir.

- Fakat bütün lükslerine rağmen maşuk olmak ancak âşık olunca güzeldir. Elbette sana âşık olana...

Yazının devamı...

Bir karamsardan sonbahar öğütleri

- Son şeftali diye pazarda gördüğün şeftali taklidi yapan şeyleri alma. En kötü şeftaliden bile kötü...

- “Erken dönerim, ceket lazım olmaz” deme... Bağırsağının içindekine kadar donuluyor! Tecrübeyle sabit!

- Nezleliden bucak bucak kaç. Görüşmeye mecbursan öpüşme. Hatta bu mevsim sulu zırtlak her tür temastan kaçın...

- Kış geldi diye makarnanın dozunu kaçırma. Gelen sadece gereksiz kilo olacaktır... Ayrıca makarna mevsimi diye bir halt yok ablacım. Geçmişte kalmış o işler. Ot, pilates, sebze... Böyle.

- Sakın kıyafet alma! Giysilerin ennn kazık olduğu haftalar bu haftalar. Çıplak kal ama aynı cekete iki kat para verme. Bırak esnaf biraz gevşesin. Alırsın yavaş yavaş...

- Manitam yok diye üzülme. Soğuklar artsın, ufak ufak dökülmeye başlarlar... Fakat geç kalırsan da iyisini biri kapar haberin olsun.

- Cam açık uyuma mevsimi KESİN olarak kapanmıştır. Sağ omuz neredeyse felç...

- Eve sokaktan kedi girme mevsimi de KESİN olarak açılmıştır. Yazdan farkı, giren bir daha çıkmıyor. Dün sabah üç tane birden vardı evde!!!!

- Kıvırcık marullar şahane! Alınız, yiyiniz... Rokalarda iş yok.

- Naylon çorap giymek kekoluk değildir! Tekrar ediyorum: Naylon çorap iyidir, güzeldir. Bu sersem çorapsız daha cool fikrini kim icat ettiyse Allah belasını versin. Modacıları çorap propagandası yapmaya çağırıyorum. Kadınları önce anoreksiyadan, şimdi de çorapsızlıktan telef edeceksiniz.

- Kış nedir görmek istiyorsanız Japonya’ya gidin. An itibarıyla saatte 265 kilometre hızla esen tayfunlar ortalığı yıkıyor. Dün yılın 17. tayfunu esmiş.

- Estetik yaptırmanın tam zamanı. “Çok fena grip oldum” diye evde takılır, kimseye çaktırmazsınız durumu.

- Palamutlar şahane! Bugün pazardan kaptım üç tane... Her güne bir tane! Takozun en şahanesini yapmazsam ne olayım... Misafir kabulüm!

- Altın Portakal’dan uzak durun!

- Dizi mevsimi açılmıştır. Kıl kaptıklarınızla kavga etmek için ideal zaman. Telafisi kolay.

- Kötü kitap mevsimi kapanmıştır. Gelsin kaliteli yeni romanlar!

- Spor kulübüne sakın üye olma! İlk yağmurda gitmekten vazgeçeceksin, paran yanacak. Spor kulüpleri, kayıt olup bir daha hiç gelmeyen insanlar sayesinde servet yapıyor. Youtube şahane egzersiz videolarıyla dolu.. Evde takıl.

Yazının devamı...

Mantarların kralı: Tartufo

Türkler için şöyle derler ya: “Yemekte yemek konuşan, öğlen yemeğinde akşam yemeğinin hayalini kuran millet”.

Doğrudur. Yemekte yemek konuşmaya harbiden bayılırız.

Fakat biz yemeğe düşkünsek İtalyanlar için ne demeliyiz bilmiyorum.

Yemekten daha önemli ne var bu topraklarda bilmiyorum...

Tektanrılı döneme geçmeyip 12 Tanrılı dönemde kalsalardı en büyük tanrıları bir elinde parmezanı, bir elinde proşüttosuyla tombik bir Jüpiter olurdu. Tanrıların tüm vazifeleri değişir, kadroya mutlak surette gıda ve ziraat mühendisleri ve elbette gurme aşçılar katılırdı.

Ve Jüpiter’in bir oğlunun adı da kesin “Tartufo” olurdu.

Mantar tanrısı Tartufo!



Türkçede “trüf” diye geçiyor. Fransızcadan girmiş dilimize. İtalyanlar “tartufo” diyor. İngilizler “truffle”. Bir yeraltı mantarı. Yani toprağın içinde, ağaç köklerinin içinde yetişiyor. Gözle görülmediği için toplamak için hayvanlara ihtiyaç var. Eskiden domuzlar kullanılırmış. Eşelemeye başlayınca hayvanı çekerlermiş, insanlar kazmaya devam edermiş. Ancak kenara çekilmeye çok itiraz ettikleri ve oldukça hoyrat olup çoğu mantarı berbat ettikleri için sonradan köpekler kullanılmaya başlanmış. Bir trüf mantarı avcısı köpek çok ciddi paralara yetiştiriliyor. Hayvancağız tüm ağaç altlarını kokluyor ve bulunca sadece patisiyle işaret ediyor. Zira eşelemeye kalkarsa, nazik trüf mantarını parçalayabilir. Kazma işini insan yapıyor.

Trüfün iki çeşidi var: Beyazı ve siyahı. Daha makbul olan beyazı. Benzersiz bir kokusu var. Zaten lezzeti için değil kokusu için toplanan bir mantar. Yemeklere sadece bir kaç gramı katılıyor. Katılıyor da denemez, özel bıçağı ile yemeğin üstüne rendeleniyor. Anormal pahalı bir şey. Dünyanın en pahalı mantarı. O kadar ki geçen sene yumruk kadar bir beyaz mantar 1500 Euro’ya satılmış Alba Trüf Fuarı’nda! (yüz gramı 450 Euro)

Beyaz mantarın en çok çıktığı yer İtalya’nın Alba ve Asti şehirleri. Yılda sadece iki ay çıkıyor. Bu mantarın yüksekyüksekyüksek hatrına her yıl bir Alba Beyaz Trüf Festivali yapılıyor. Bu yılki 6 Ekim - 19 Kasım arasında. İki ay süren bu festivalde Her cumartesi pazar beyaz trüf satışı da yapılıyor.

Fakat öyle lalettayin bir pazar değil bu. Her toplayıcının bir izni olması gerekiyor. Yani öyle alayım elime sepeti çıkayım doğaya yok. Sertifikan ve iznin varsa toplayabiliyorsun. Satış özel bir salonda yapılıyor. Mantarlar ceviz büyüklüğünden başlayıp yumruk büyüklüğüne kadar çıkıyor. Bilmesen trüf olduğunu patates sanabilirsin. Aynı renkte ve yamru yumrulukta. Her beyaz trüfün fiyatı başka. Zira her trüfün kokusu başka. Üç özellik önemli: Kokusu, şekli ve dokusu. Kokusu keskin, şekli yuvarlak ve dokusu esnek ile sert arasında süngersi bir yapıya sahipse (elle bastırılıp anlaşılıyor) o zaman fiyatı çok yüksek oluyor.

Dünyanın en pahalı gıdası olunca elbette kazıklanmak da mümkün. Onun için salonun ortasına uzmanlar koymuşlar. Bir beyaz trüfü beğendin, alacaksın. İrice bir ceviz büyüklüğünde bir mantara satıcı diyelim 250 Euro dedi. Alıyorsun uzmana götürüyorsun. Uzman kokluyor, elliyor ve diyor ki “evet 250 Euro’ya değer”. Veya “değmez” diyor. Yani bu kadar ciddiye alınan bir şey.

Şimdi beyaz trüfün tam zamanı. Festival komitesi, trüf mantarı toplama turları, trüf yemek kursları ve onunla iyi giden şarap tanıtımları yapıyor. İlgileniyorsanız http://www.fieradeltartufo.org. Unutmayın: Türk Hava Yolları’nın Torino’ya direkt seferi var. Alba, Torino’dan sadece bir buçuk saat uzakta.

Arzu nesnesi mantarın tadı ne peki?

İtalyanlar bu beyaz tartufo’ya resmen tapıyor. Zamanı geldiği zaman paracıklarını ceplerine koyup lokantaya gidiyorlar ve tartufolu yemekler yiyorlar. Bir Louis Vitton çanta almak kadar havalı bir şey.

Peki nasıl yeniyor?

Beyaz trüf, pişirilmiyor. Isıya maruz kaldığı zaman o benzersiz keskin kokusu azalıyor, bozuluyor. Diyelim makarna ile yemek istiyorsunuz. Makarna pişirilmiş vaziyette (ama mutlaka sade!) tabakta önünüze geliyor. Sonra hesap makinesi büyüklüğünde çok hassas bir teraziyle beraber sofraya beyaz trüf getiriliyor. Servisi yapan kişi elindeki trüfün gram fiyatını söylüyor önce. Sonra kaç gram istiyorsun diye soruyor. Bütçene ve zevkine göre “şu kadar!” diyorsun. Senin makarnanın üzerine o kadar gramlık beyaz trüf, kornflakes büyüklüğünde ama zar inceliğinde rendeliyor. Olay bu kadar!

Açıkçası ben bu işin sırrını çok anladım diyemem. Bundan iki sene önce yine Roma’da “size çok özel bir yemek getireceğiz” demişlerdi, gele gele üzerine bir iki gram beyaz trüf rendelenmiş sahanda iki göz yumurta gelmişti! Kazıklandığımı sanmıştım ama hayır hakikaten böyle yemeği seviyorlar! Dünyanın en pahalı gıdasını en ucuz şeyin üzerinde!

Kokusu gerçekten çok ilginç. Fakat bu kadar tantanaya değer mi emin değilim. Saklamak, kurutmak, dondurmak da mümkün değil. Topraktan çıktıktan sonra 10 gün içinde tüketilmesi lazım. Bu arada trüf yağı diye bir şey de satılıyor piyasada ama bilin ki o yağın trüfle ilgisi yok. Kimyasalmış.

Yazının devamı...

Sanayi canavarından notlar


Yunanistan’ın en fukara adası İkaria’dan İtalya’nın muhtemelen en zengin şehrine kaygan bir geçiş yaptım. Endüstriyi geçtim, araba tamircisinin bile olmadığı, bu yüzden arabaların yol kenarında çürümeye bırakıldığı bir dünyadan o arabaların çılgın gibi üretildiği bir dünyaya geldim. FIAT’ın merkezi Torino!

Biz Türkler, Torino’yu Hakan Şükür sayesinde öğrendik. Bin yıl evvel, henüz milletvekili olma rüyaları bile kurmazken bu şehrin takımında oynamıştı. (bkz: bir zamanlar yıldızdı)

Fakat esas önemi bu değil. Bu şehir İtalya’nın otomotiv merkezi. Ve aslında endüstriyel İtalya’nın kurulduğu yer. Sadece FIAT değil, Alfa Romeo, Lancia ve Mitsubishi de burada üretiliyor.

İlk fabrika 1899’da kurulmuş. Sonra 1923’de dünyanın en büyük fabrikasını kurmuş Fiat’ın sahibi Agnelli ailesi. İşte bu yazıyı şimdi alışveriş, kültür sanat ve iş merkezine dönüşmüş olan o muazzam binanın tepesinden yazıyorum.



Fabrika binalarını bir “şeye” çevirmek çoğu zaman zordur. Zira hiç bir fabrika estetik değerleri gözeterek inşa edilmez. Fiat’ın ikinci üretim yeri olan Lingotto binası bu zorlukları iyice katlıyor. Bir kere devasa. Hayatımda gördüğüm en büyük tarihi fabrika. Yekpare dev bir kütle. O kadar büyük ki en tepesinde araç test sürüşü için kocaman bir pist bile var. Büyük mimar Le Courbisier “Sanayinin en etkileyici şaheserlerinden biri” demiş bina hakkında.

Fabrikada bir zamanlar 60 bin işçi çalışıyormuş. Tüm dünyadan işçiler akmış şehre. Şimdi sokaklarda gördüğümüz ve şehri rengârenk hale getiren bütün Afrikalılar, Balkanlılar, Araplar o zamanlardan kalma. Şehir giderek büyümüş, zenginleşmiş.

Binada sadece araba üretilmemiş elbette. 2. Dünya savaşı sırasında silah da üretilmiş. Bu neden savaş sırasına fena halde bombalanmış.

Savaş bitince yeniden araba fabrikası olmuş. Ek binalarla iyice büyümüş. Tabii Fiat da. Bina 1970’lerde demode olmaya başlamış. 1982’de de üretim başka yere alınmış. Ortada akıllara durgunluk verici büyüklükte bir bina cesedi kalmış.



Şehir plancıları ve mimarlar şehrin ortasındaki böyle bir devasa kütle ile ne yapacaklarını kara kara düşünmeye başlamışlar. Önce yıkalım demişler. Sonra zenginliklerinin sebebi hikmetine kıyamamışlar ve çok uzun uğraşılardan sonra bir alışveriş ve kültür merkezine çevirmişler. O kadar büyük ki biri beş, biri dört yıldızlı olmak üzere iki ayrı otel bile sığmış içine...



Bana sorarsanız çirkin. Bir “sanayi canavarı” olarak güzelliğini muhtemelen sorgulamazdım ama müze, sanat, alışveriş ve konaklama merkezi olarak ürkütücü. G7 zirveleri için tepesine kondurdukları cam balon bile bir işe yaramamış. Fakat etkileyici mi? Evet. İnsan sanayinin vahşi ilk yüzyılı hakkında anında fikir sahibi oluyor mu? Evet.

Şehirde bir de devasa bir otomotiv müzesi var. Torinolular nedendir bilinmez bu binayı otomotiv müzesi yapmak yerine başka bir bina inşa etmeye karar vermiş. Önümüzdeki günlerde gideceğim zira çok başarılı olduğu yazıyor.

Yazının devamı...

Evimdeki beyaz kedi

Bir beyaz kedi dadandı evime. Her açıklıktan içeriye girmeyi başarıyor. Nasıl da sevimli, nasıl da dost canlısı... Önceleri kaygılanıyordum. Hem oraya buraya hacetini yapacak diye hem de farkında olmadan üzerine cam kapatacağım, kim bilir kaç gün içeride kalacak diye...

Şimdi yeni dert: Alarmı çalıştırıyor. Evde yokken içeriye girip hareket detektörüne yakalanıyor ve mahalleyi birbirine katıyor. Kaç defa eve hırsız girdi diye ta nerelerden kalkıp geldim... Hatta bir keresinde polisi bile yönlendirdim... Karşıma gene bu çıktı...



Şimdiye kadar oturduğum her eve bir kedi illa ki girdi. Kaçıncı katta oturduğumun hiç önemi yok. Beşinci katta oturduğum sırada bir sarman çatıdan giriyordu. Pek iyi anılarımız olmadı onunla.. Üçüncü katta oturduğumda komşunun tekir kedisi balkonundan balkona zıplayıp giriyordu. Onu ise aksine çok seviyordum. Şimdiki evime ise yine karşı çatıdan giriyor. Anlaşılan kedilerin girmeyi sevdiği tipte evlerim oluyor hep. Cam açık olmaya görsün, baş köşeye kuruluyorlar.



Ege Adası’nın ortasındaki tuhaf adadan ancak iki günlük bir yolculukla evime gelebildim. Baktım, bu beyaz yine eve girmiş, “nerede kaldın yahu?” diye miyavlaya miyavlaya yanıma geldi. “Ne işin var elalemin balık ağlarına dadanan kedileriyle” diye de fırçasını attı... Yazılarımı okuyormuş meğer. Veya biri ispiyonladı...



Benim beyaz salağı “Simon’s cat”e benzetiyorum. (Bir kedi çizgi filmi. Youtube’da var) Hep aynı numara. Önce ortalığı birbirine katıyor, sağa sola koşturuyor, kutulara giriyor çıkıyor, onu deviriyor, bunu tırmalıyor sonra ben kızınca “açım yahu!” diyor.

Bu sefer ortalık pek dağılmamış. Demek derdini direkt anlatmayı öğrenmiş. “Açım ben!” yaygarasını basıverdi.



Hayvanlarla ilişki kuramayan insanlar anlayabildiğim türden değil. Eleştirmiyorum. Sadece anlayamadığımı söylüyorum.

Sokak hayvanlarını hesapça doğal parklara koyacaklarmış. Niye? Bazıları rahatsız oluyor diye.

Oldukları yerde kalmalarını isteyenlerdenim. Süs oldukları için değil. Güneş kadar elzem oldukları için. Ruhlarımıza.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.