Kokusuz evlere sızan kokular
.
Vatan Haber
Salı günleri Arnavutköy balık kokar. Neden? Çünkü o gün pazar kurulur ve mahallemizin kadınları haftalık balık ihtiyaçlarını pazardan temin eder. Çabuk bozulacağını düşündükleri için de hemen o akşam pişirirler.. İşte bu yüzden, koca bir mahalle her salı mis gibi kızarmış istavrit, hamsi, palamut kokar...
Yemek kokusu, “mutlu ev” kokusudur. Öyle vehmederiz. Koca bir sofrada koca bir aile gelir gözümüzün önüne. Aç kurtlar gibi eve gelen çocuklar, yorgun ama mutlu bir baba, onlar için bütün gün uğraşmış bir anne... Belki bir babaanne... Belki iş aramaya gelmiş bir kardeş... Okumaya gelmiş bir yeğen... Veya bir davet... Çağrılmış arkadaşlar... Maç için toplanmış kankalar... Neşe, muhabbet...
Yalnızları en çok bu kokular ürkütür... Ne yaparsan yap, yemek kokusunun evine sızmasını engelleyemezsin. Görmemek kolay. Kaparsın panjurunu, çekersin perdeni, “mutlu evler” artık kadrajında değildir. Eh sesi de engellersin. Açarsın televizyonu, koyarsın kendi müziğini, sesler dışarıda kalır...
Fakat koku illa ki sızar bir yerlerden. Durduramazsın... Üstelik ses bir an gelir sonra biter. Koku yerleşir. Koltuğuna oturur, kanepene serilir. Bakarsın yatağına da yatmıştır... Yastığına sinmiştir...
Yemek kokusun ancak başka bir yemek kokusu durdurur. Yazık ki yalnızların felaketi de işte budur. Çoğu yalnız yemek yapmaz. “Başkalarının Kokusu” (aynı zamanda Aslı Perker’in Çınar Yayınları’ndan çıkan güzel bir kitabıdır) işte bu yüzden en çok yalnızların evine sızar. Yemek dediğin başkalarıyla güzel. Bütün o sarmalar, dolmalar, kat kat börekler, tek tek mantılar, biri “off çok güzel olmuş” desin diye yapılır. Kendisi için üşenmeyip sarma saran gördünüz mü hiç? Veya biber dolma yapan? Hem demiyorlar mı akşam yemeği olmasa daha iyi diye...
İşte bu yüzden yalnızları en çok yemek kokusu rahatsız eder. Yalnızlıklarını, sofrasızlıklarını, muhabbetsizliklerini en çok o hatırlatır çünkü...
“Biz cenaze evlerine yemek götürürüz” deyince bir Alman arkadaşıma, çok şaşırmıştı. Üzüntüden yemek yapamayacakları farz edilir ve konu komşu sırayla yemek götürür diye anlatmıştım. “Niye komşuya yemeğe gitmiyorlar?” diye sormuştu saftirik Bavyera çocuğu. Çünkü Türkiye’de yedi gün yedi gece taziye kabul edilir, mevlit okunur, ev sahibinin mutlak surette eve olması gerekir diye anlatırken aklıma yemeğin ölümle tezatlığı geldi. Çünkü bazen komşular o kadar çok yemek getirir ki ev mükellef bir lokantaya döner. Kebap da vardır, tavuk da, zeytinyağlı da çorba da, mantı da, börek de... Yas evinde binbir çeşit yemek ve kokusu! Paradoks mu? Tam da öyle!
Belki de bilerek yapılır bu.. Yas evine hayatı yeniden getirmek için. Sofrayı hatırlatmak için. Ölenle ölünmüyor. Sofrayı kurmaya devam etmek gerekiyor.
Yazarken sözlüğe bakayım dedim, neymiş sofranın kökeni. Arapça “sufra” kelimesinden geliyormuş. O da “safar” yani sefer kelimesinden. Yolcu yemeği, azık demekmiş. Sonra üzerinde yemek yenen yer, sini manasına gelmiş. (Kaynak: Sözlerin Soyağacı. www.nisanyansozluk.com)
Allah insanı bereketsiz, muhabbetsiz sofralardan korusun...