Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadınların giremediği yarımada


40’ımdan sonra yepyeni bir şey öğrenebilir miyim acaba deyip Yunancaya başladım. Meşhur maymun iştahımla çabuk bırakırım sanıyordum ama hayat beni iki yıl sonra Selanik’e bir dil seminerine getirdi.

Bir haftadır buradayım. Değişik bir dil okulu. Türkler ve Yunanlar aynı anda Türkçe ve Yunanca öğreniyor. Öğrenme hızımda bir değişme olmamış, bundan dolayı çok memnun oldum. Pamuk Prensesi okuyabilecek hale geldim mesela. 40’ında dil öğrenmenin de böyle bir durumu var. Yeniden çocuk kitabı okuyorsun. Sırada Küçük Prens var...



Sokakları bomboş Selanik’te dolaşıyorum. Bütün dükkanlar indirime girmiş. “Olas mesi timi”. Her şey yarı fiyatına. Her şey yarı fiyatına fakat alan yok. Zira herkes Halkidiki’deki yazlıklarında... Zaten kimsede de para yok...

İzmir ve Selanik’i hep benzetirler ya... İzmirlilerle Selaniklilerin yaşam biçimleri de benziyor. İzmir’in Çeşme’si neyse Selanik’in Halkidiki’si de o. Temmuz ama bilhassa ağustos ayında neredeyse bir Allah’ın kulu kalmıyor şehirde. Hele Pazar günü gözlerime inanamadım! Selanik değil de Kıbrıs’taki terk edilmiş Maraş şehri sanki... Bomboş! Dükkânlar, kafeler, lokantalar bir daha hiç açılmayacakmış gibi kapalı. Hırsızlar herhalde kol geziyordur diye düşünüyorum. Koca bir apartmanı soysan kimse fark etmeyecek.

Nerede bu koca şehir? Halkidiki’deymiş. Selanik’in doğusunda üç bacaklı kocaman bir yarımada. İki bacağı, “Kassandra” ve “Sithonia” yazlıkçıların cenneti, üçüncü bacak “Ayiyon Oros” ise keşişlerin.

Birçok insanın Halkidiki’de yazlığı var. Kendinin yoksa bile aileden birinin var. Olmadı arkadaşının var. Hiçbiri yoksa al çadırını git. Bizde artık çok az ama Yunanistan’da kamp hayatı hâlâ sürüyor. Birçok yerde kamping görüyorum. Seviyorlar kampçılığı. Bazıları o kadar kalabalık ki sanırsın mülteci kampı! Yasak olmasına rağmen kamp alanı dışında da çadır kuranlar var. Plajda, ormanda. Polis gelip toplatıyormuş, sonra yine kuruyorlarmış...



Halkidiki’deki hayat da Çeşme’deki gibi. “Bugün hangi plaja gitsek”den başka bir derdin olmadığı, plajdan plaja geçilen üç bacaklı kocaman bir yarımada. Her taraf tavernalarla (lokanta), barlarla, diskolarla dolu. Çok güzel koylar ve plajları var. Bir arkadaş bulursam önümüzdeki hafta tekrar gideceğim.

Fakat Halkidiki ilginç bir yer. Üç bacaktan ikisi sabahlara kadar eğlenceden yıkılırken biri ise sabahlara kadar duadan yıkılıyor. En doğudaki bacağın “Agiyon Oros” denilen en ucu manastırlar bölgesi. Kutsal Athos Dağı’nın eteklerinde 20 kadar manastır bulunuyor. Sadece Yunan değil Sırp, Rus ve Bulgar manastırları da bulunuyor. Hepsi doğrudan İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriğine bağlı. En önemli kural: Bölgeye asla ve kat’a kadın giremiyor. Hatta dişi hayvan bile sokmadıkları söyleniyor. Manastırlar bölgesi dış dünyadan uzun bir duvarla ayrılıyor.

Kadın meselesi ilginç. Avrupa Birliği, kadın erkek eşitliği kuralı gereği manastırları kadınlara açmalarını istedi. Manastırlar, “bu bizim bin kusur yıllık geleneğimiz, açmayız” dediler. Bunun üzerine bir sürü tartışma çıktı. Papazlar taviz vermedi. Zafer şimdilik manastırların oldu.

Şimdi müsaadenizle Pamuk Prenses okumaya devam edeceğim... “Ayna ayna, söyle bana bu dünyadaki en manyak köşeci kim?” “Siz tabii ki kraliçem. Her zaman olduğu gibi..”

Yazının devamı...

İnsan ne zaman ölür?

Bir şey öğrenmeyi bıraktığı zaman!

Bundan iki yıl önce Atina’ya gitmiştim. İstanbul’a dönerken uçakta bir tanıdığa rastladım. “Eee” demişti. “Yunanca öğrenecek misin?”

Niye bunu böyle pat diye sormuştu bilmiyorum. Hiç böyle bir şey aklımda yoktu. Türkiye’de Yunanca öğrenilebildiğini bile bilmiyordum. Koltuğuma oturunca aynı soruyu bu sefer kendime sordum. Düşünür müydüm öğrenmeyi?



40’ıma girdiğim yıldı. Yaşayacağım zaman yaşadığımdan daha az olacak artık. Bu gerçek, beynimi ara ara karıncalandırıyordu.

Kendiliğinden gelen cevabım “bu yaşından sonra öğrenemezsin, hem zaten öğrensen ne olacak?” idi.

Bu çok “mantıklı” gibi görünen cevap benim sonumu işaret ediyordu.

İşte o an fark ettim ki ben ölmeye başlamışım. Beynimin kepenkleri ufak ufak inmeye başlamış.

Hayatın yegâne manasının “öğrenmek” olduğuna inanan birinin kuracağı cümle olabilir miydi bu?

Bu yaşımdan sonra öğrensem ne olacakmışmış..

Hem zaten öğrenemezmişim...

Bu leş cümleleri kurduğuma inanamadım!

Demek en önce beyin buruşuyormuş...



Bir saatlik yolculukta kendi “yeni” gerçeğimle yüzleşmenin önce şokunu, sonra hüznünü yaşadım. Annesinde Alzheimer başladığını öğrenen biri gibiydim. Kendimi feci bir şekilde hayal kırıklığına uğratmıştım.

Hem üzüldüm hem utandım.

Mesela Yunanca, İtalyanca, pancar yetiştirme teknikleri, ikebana veya muhasebe değildi. Mesele benim herhangi bir şeyi öğrenmeyi nedensiz reddetmemdi.



Dört ay sonra Yunanca derslerine başladım. İşim müsait, vaktimi deli gibi çalan çocuklarım yok, eh buna ayıracak param da var. Ve en önemlisi bir motivasyonum. 40 yaşımda yeniden âşık olmuştum. Yani ölü değildim ve bunu yepyeni bir şey öğrenerek taçlandırmalıydım.

Kendi öğrenme yöntemimi bu kadar yıl sonra çözmüştüm. Her gün olmak üzere arka arkaya on özel ders olmalıydı. Gevşemene izin olmadan ertesi gün bir kez daha, ertesi gün bir kez daha. O kadar ki bulaşık yıkarken, duş alırken, yürüyüş yaparken fiil çeker hale gelmem lazımdı. Oldu da.

Sonrası arkadaşlar, çorap söküğü gibi geldi. İnternet devrinde bir şeyi öğrenememek diye bir şey yok. Azı paralı çoğu parasız yüzlerce dil öğretme sitesi var. Yunancasından Rusçasına, Arapçasından Svahilicesine kadar... Iphone application’lar var. Kimse “çok istedim ama imkânım olmadı, param yoktu, vaktim uymadı, babam yollamadı” demesin. En aptalından bir bilgisayar ve internet bağlantısıyla insanın yapamayacağı şey yok. Antropologların şu yaşadığımız çağa “internet çağı” ismini takmaları lazım. Bu devre yetişip interneti sonuna kadar kullanabildiğim için kendimi (google deyimiyle) “çok şanslı hissediyorum”.

Bu arada Yunanca hiç kolay bir dil değil. Başka hiçbir dile benzemiyor. Kripto çözmek gibi. Sadece alfabeden söz etmiyorum, dilin kendisi de öyle. Tıp ve felsefe terimleri dışında hiçbir yerden tutturamıyorsun. “Kardia mu” diyor (kalbim) hah diyorsun kardiyoloji! “Pedia” diyor (çocuk) hah diyorsun pediatri! Hiçbir şey tanıdık değil. Pardon! Bir yerden daha tutturuyorsun: Türkçeden! Meğer ne kadar ortak kelimemiz varmış! Bizden onlara, onlardan bizlere yüzlerce kelime geçmiş.



Bu kadar lafı niye ettim?

Size bu satırları Selanik’ten yazıyorum. İki yıl önce uçakta “Yunanca ne işime yarayacak ki, zaten öğrenemezsin” derken şimdi kendimi burada bir dil seminerinde buldum. Türkçe Yunanca tandem (ikili) bir dil semineri. Bir sınıfta Yunanlar Türkçe, bir sınıfta Türkler Yunanca öğreniyor. Sonra bir araya geliyoruz ve her iki dilde konuşuyoruz. Sonra beraber yemeğe çıkıyoruz, bazen beraber film izliyoruz hatta pazar günü beraber Olympos Dağı’na çıkacağız...

Açıkçası başvurumu yaparken beş altı kişi falan oluruz diye düşünmüştüm. Meğer büyük ilgi varmış. Toplam 40 kişiyiz ama başvuruların sadece yarısını kabul etmişler. Başvurumu yaparken nerede kalacağımı da bilmiyordum. Ucuz bir otel arıyordum. Bir gün sonra “adres” zembille indi: Arkadaşımın Selanik’te yaşayan arkadaşı varmış! Kıza sordum, “adres şu, komşudan anahtarı al, istediğin kadar kal” dedi.

Şunu anladım: Allah isteyene yardım ediyor. Bir şeyi öğrenirken “ne işime yarayacak” dememek lazım. Anın keyfini çıkarmak lazım.

Az evvel sokakta bir tabela gördüm. Üzerinde Yunan alfabesiyle “Bit Pazari” yazıyordu. Gülümsedim kendi kendime. Beynim yaşıyor, anın keyfi ise Yunancada Türkçe kelimeleri bulmak..

Yazının devamı...

Çeşme Alaçatı deniz ve yemek notları part tuuu

Balıkçı Hasan: Dalyanköy’de, herkeslerden uzak harika bir yer.

Esas yeri İzmir Kordon’da. Üç dört sene önce yediğim enginarlı vebalığı asla unutmadım. Burası da gayet başarılı..şubesi ilginç bir kombinasyon. Girişte bir club var. Mayonuz yanınıza götürün çünkü sıcak sı havusu var. Yemekten sonra girebilirsiniz. 0232 7240202

Meyhane Şerefe: Alaçatı’nın içinde çok sevimli, çok cana yakın bir restoran. Taze ve çok lezzetli mezeleri var. Kimileri kendi icatları. Sahibi Şeref bey, her İzmirli gibi derin bir Atatürk aşığı. O nedenle bir mezeye Atatürk mezesi ismini vermişler. Çok da güzel bir meze olmuş. Ama zaten Atamızın her şeyi güzel değil mi dostlar... 0232 7160508

Il Fico: Alaçatı içinde kocaman bir incir ağacı altında güzel bir restoran. Sahibi Tony Drusa ve meşhur radyocu, yazar, şarkıcı, ressam velhasıl büyük sanatçı Ayça Şen. Tony, İzmirli İtalyan kökenli Levantenlerden. Çok güzel İtalyan esintili yemekler yapıyor. Az amaTiramisusu hele felaket güzel! 0232 7167406

Dilaila Beach Club: Çeşme civarındaki en güzel beach burası.denize dik inen çok güzel bir koy. Pırıl Otel’in yanı, zaten mülk otelin. Denizin rengi turkuvaz. Denize doğru setler yapmışlar, alt alta üstüste güneşlenme olmuyor. Ama beni tavlayan denizin içi oldu. Sağdaki kayalıklarda envai çeşit balık gördüm.mutlaka derim. Aynı zamanda çok güzel kahvaltı veriyorlar. Neredeyse üç öğün birden. Sabahtan başlayıp gece yarısına kadar kalmak mümkün zira bazı bazı harikulade caz konserleri de oluyor. Hafta içi 20, hafta sonu 30 TL. Kahvaltı da alırsanız 10 TL ekstra. 0232 7221114Çeşme bölgesinin en sevilen kebapçısı şimdi yeni bir yer açtı.en güzel manzarası burada. Güneşi batırmak için daha ideal bir nokra olamaz. Kebaplar mini bir ızgara üzerinde geliyor. Fakat steakları da es geçmeyin. Dövmeden ve az pişmiş getirebiliyorlar.

Yalanlar serisi no 5:

Yeme içme yazan köşeci yalanları

- Çağrılan hiçbir yere gitmiyorum, kendim keşfediyorum...

Kendi paramla yedim içtim...

Hanut değil PR...

(Lokantacıya) Ben normalde yeme içme yazmam, ama siz çok başarılısınız...

Allahtan başka kimseden korkum yok...

Biz olmasak millet sudan çıkmış balığa döner ayol! Laf edeceklerine yatıp kalkıp dua etsinler...

Ay valla ben her zaman öderim ama madem çok ısrar ettiniz...Ehi ehi..

Tamam ödemiyorum ama beğenmediğime de beğenmedim derim.. Her zaman dürüst yazarım...

Yazının devamı...

Çeşme Alaçatı deniz ve yemek notları

“Ramazan ramazan ne bu liste?” diyecekler için hemen mazeretimi söyleyeyim. Bayrama az kaldı. Bayramda ve sonrasında tatil yapacaklara şimdiden yardımcı olmak istedim. Yaz başından beri biriktirdiklerimi yazdım. Oruçluysanız iftardan sonra okumanızı tavsiye ederim.

- L’escargot: Alaçatı’nın en gurme restoranı. Biz tadım mönüsü aldık. Mönü, ismini aldığı salyangozla başladı (L’escargot Fransızca salyangoz demek) Bugüne kadar iki üç kere denediğim bu hayvancığı ilk defa sevdim. Sonra gelen her tabak olağanüstüydü. Enginar ve karides, ev yapımı midyeli spagetti, bezelye yatağında levrek, dana bonfile... Fiyatlar düşük değil, zira en iyi malzemeden yapmaya çalışıyorlar. (Deneme menüsü 140 TL. Tek tabak 40 TL civarı) Fakat durumunuz müsait ise denemenizi tavsiye ederim. 0232 7166700 lescargot.com.tr

- 1850 Hotel & Cafe: Alaçatı’da bu sezon açılmış küçük güzel bir otel ve restoranı. Sahipleri Ankaralı, meşhur Murat Dershanelerinin sahipleri. Yeri gayet pratik: Pazar yerinde. Odalar son derece şık, pırıl pırıl. Fakat bir yemekler çıkarıyorlar, inanmadık! Sabah kahvaltısı zahter gibi Antakya lezzetleriyle zenginleştirilmiş bir şölen. Bu kadarla kalırlar sanırken meğer dört dörtlük bir ekip varmış otelde. Mantısından peynirli ravyolisine, salatasından incir tatlısına yediğim her şey için 100 puan verdim. Bonfileli dürüm resmen bir başyapıt. 1850alacati.com

- Gubiba: Bir başka yeni ve çok güzel bir otel. Sahibesi İzmirli çok hoş bir hanım. Az sayıda ama geniş ve çok rahat odalar yapmış. Havuzlu bahçesi huzurlu. İnsanın çıkası gelmiyor hiçbir yere. Gubiba.com

- Kydonia: Alaçatı Marina’da Harikulade bir dekorasyona sahip bir lokanta. Mottoları “Bir deniz, iki yaka, tek sofra”. Yunanistan lezzetleriyle zenginleştirilmiş yaratıcı ve başarılı bir mutfakları var. Binbir çeşit otun yanı sıra Skordalya, acı-tatlı Niko, Zaho, sakızlı ahtapot, zencefilli karides, Ege otlu balık köfte, arapsaçlı sübye, kuş üzümlü midye, şaraplı kidonya gibi farklı lezzetler sunuyorlar. Rezervasyon şart. 0232 7160765 kydonia.com.tr

- Boubou: Çeşme yarımadasının en güzel koyunda Emre Ergani’nin açtığı beach. Toprak bir yoldan gidiliyor. Bundan sonra bir şey çıkmaz, herhalde kaybolduk derken çıkıveriyor. Sabahtan gece yarısına kadar güm güm müzik yayını yapılıyor. Fakat çok pahalı: Hafta içi 40, hafta sonu 50 TL

- Lavendis: Boubou içinde Yunan lokantası dekorasyonunda havadar, geniş bir restoran. Habertürk yazarı arkadaşım Rahşan Gülşan’ın ısrarıyla Cenk Eren dinlemeye gittim. Dekorasyon ve konum harika. Cenk Eren için bir şey diyemem, tarzı ortada. Ancak ses düzeni ve yemekler için olumlu şeyler diyemeyeceğim. Sonuna kadar açılmış ve ara ara uğultular çıkaran bir ses sisteminde dünyanın en harika sesi ve repertuarı olsa ne olur... Önümüze gelen beş altı meze artık ne zamandır açıktaysa ekşimeye başlamıştı. Sağlam bir humus vardı o da “hu..” aşamasında kalmış, “..mus” olamamış berbat bir bulamaçtı. Sıcakta servis zordur kabul ama beceremeyeceksen yapmayacaksın.

- Dodo: Çeşme’nin en mütevazı beach’i. Akvaryum gibi bir koyda ufak ama cana yakın bir yer. Paşalimanı’nın en ucu. Fazla müdahale edilmemiş. Kayaların üzeri biraz düzeltilip taş kaplanmış. Hem kumluk hek kayalık yeri var. Çocuklu aileler için çok uygun. Benim gibi şnorkeciler için de. Dahası yemekleri bir beach’ten beklenmeyecek kadar iyi. Hafta içi 10, hafta sonu 20 TL alıyorlar.

- Ice Beach: Alaçatı Solto Otel’in önü. Önce frozen’ları iyi diye bu isimde bir yer sandım. Denize girince nedenini anladım: Buzzzz... 20-30 kulaçtan sonra ancak ısındım. Fakat alışınca da çok zevkli. Ama durmaya geliyor. Fakat ikinciye giremiyor. Buna karşın kocaman bir havuz var. Tek kusuru hafta sonu güm güm müzik olayı var. Herkes sağır bir benim kulaklarım mı hassas anlamadım gitti... Hafta içi 20, hafta sonu 30 TL.

Yarın devam ederiz...

Yazının devamı...

Damacana

Damacana skandalı iyi oldu patladı. A Haber Deşifre Programı Mehmet Ali Önel’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Sağlık Bakanlığı devamını getirdi, hızla ayıplı su markalarını açıkladı. Bir hafta önce yazdığım “Bira olmaz, lağım suyu olur” yazım böylece hukuki terimle “geçersiz” ve “hükümsüz” oldu. Bundan dolayı memnumum.

Şimdi ne yapacağımızı kara kara biz tüketiciler düşünsün. Eminim su filtresi firmaları an itibarıyla kapı kapı dolaşıp ürünlerini satmaya çalışıyordur.

Al sana ikinci araştırma konusu: Su filtreleri ne kadar iyi temizliyor? Temizlerken su, su olmaktan çıkıyor, mineralsiz boş bir suya mı dönüşüyor? Orada da mı kazıklanıyoruz?



Fakat beni asıl ilgilendiren meyve sebzelerdeki tarım ilacı kalıntısı. Marka ortaya çıkarmak kolay. Dersin A marka, C marka olur biter. Ama domatesteki, pirinçteki, elmadaki kanser yapıcı tarım ilacı ve sanayi atığı kalıntıları? Tarım ilacı kalıntılı gıdalarla ilgili ne yapılacak? Ne yapılıyor?

Dün Trakya’dayım dedim hatırlarsanız. Ayçiçeği tarlalarından söz etmiştim. Görüntüsel olarak “mutluluk tarlaları” demiştim. İşin edebi kısmını geçersek esasen “mutluluk tarlaları” değil. Trakya’nın toprakları verimli olmasına verimli ama ya suyu? Ergene vadisinin uçsuz bucaksız toprakları Ergene Nehri’nin suyuyla sulanıyor. Trakya Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nün daha geçen ay yaptığı araştırmaya göre nehirde bol miktarda cıva, nikel, kadmiyum, kobalt, bakır, antimon ve arsenik bulunuyor. Tarlalar bu zehirli suyla sulanıyor. Doğduğu yerde tertemiz olan su 150 kilometre sonra fabrikalar yüzünden öldürücü olmaya başlıyor. Yediğimiz pirinç, ayçiçeği yağı işte bu suyla sulanmış mahsuller. Pirinç değil arsenik, çekirdek değil cıva yediğinizin farkında mısınız? Değilsiniz elbette.

Peki Tarım Bakanlığı farkında mı? Sanayi Bakanlığı atık konusunda harekete geçecek mi?

GDO meselesi popüler, GDO’lu olmayan ama içi zehir dolu normal gıdalar nedense popüler değil. Ben de bunu anlamıyorum işte...



Yalanlar serisi no 4: Estetik yalanları

* Bir iki iğne botoks dışında bir şey yok...
* Benim göğüslerim hep dikti...
* Genç görünmek bizde genetik. Anneannem de 70’inde 25’lik gibi görünürdü...
* Yok valla deviasyon ameliyatı oldum...
* Lifting değil piiling yaptırdım...
* Dişlerimi yaptırınca dudaklarım da
kabardı...
* Sporla zayıfladım...
* Yememe içmeme dikkat ediyorum ondan...

Yazının devamı...

Trakya’nın mutluluk tarlaları

Nasıl oluyor bilmiyorum ama yılın her Ağustos’unda kendimi Trakya’da buluyorum. Geçen sene Marmara Denizi’nin kuzeyinden köy köy, ada ada dolaşıp Ayvalık’a inmiştim. Bu sene Selanik’e geçmek üzere bir kaç günlüğüne arkadaşımın ailesinin yazlığına Enez’e geldim...

Bu aylarda Trakya’da olmanın en güzel tarafı ayçiçeği tarlaları. Daha güzel bir manzara düşünemiyorum. Yer gök gülen yüzlerle dolu. Kimi olgunlaşmış, başlarını eğmiş, kimileri genç kızlar gibi şen şakrak. Hani sanki dikkatle dinlesem kızların kahkahalarını duyacakmışım gibi geliyor.

“Mutluluk tarlaları” diyorum ayçiçeği tarlalarına. İnsan ayçiçeği tarlaları arasındayken mutsuz olamazmış gibi geliyor bana. Onlar bana güldükçe ben onlara gülüyorum. Ne bereketli bir yer buraları! Tek bir santim ekili dikili olmayan yer yok...



Geçenlerde @aycasenbaskan twitter’da Türkiye’nin en güzel yeri neresi diye sordu. Cevaplar klasik: Ege Bölgesinden köyler, koylar, sahiller, kasabalar..

Ege sevgisi o kadar baskın ve mutlak ki söyleyeceğin her başka yer kıllık olsun diye söylenmiş gibi duruyor. En fazla Doğu Karadeniz diyebilirisin. Ki Artvin Şavşat’ın doğası güzellikte hakikaten açık ara öndedir. Ölmeden önce bir kez daha görmeyi çok isterim.

Fakat ben Marmara kızıyım. Alplerde doğup Bursa Ovası’nda büyüdüm. Annemden miras tarlam bile vardı bir zamanlar.

Bursa Ovası diye bir şey kalmadı. Bursa beton çukuru oldu. 30 yıl içinde tek bir ağaç bırakmadılar. Evimizin balkonundan gördüğümüz bereketli ovada şimdi padişah isimli yeni ve elbette ki çirkin mahalleler var.

İstanbul burada diye Türkiye’nin en bereketli bölgesini endüstri bölgesi yapmışız. En güzel ovalar fabrika ve evlerin altında. Denizi denizlikten, deresi derelikten çıkmış, üç beş ormanı ayakta kalmaya çalışıyor.

Fakat ben yine de seviyorum. Şehrin dışına çıkabildin mi, tarlalara, yumuşak tepelere ulaştın mı içimi bir mutluluk alıyor. Başka hiçbir yerde duymadım ben bunu. Hele Ege’nin yaz çoraklığında hiç duymadım.

Anladım ki maki, keçi yemez geven, çorak sarı boş araziler bana göre değil. Ege’nin doğası kışın güzel, baharda güzel ama yazın değil. Ben ağaç taklidi yapan çalı değil, çınar gibi hakiki ağaç, boş verimsiz değil işlenmiş toprak seviyorum.



Çok isterdim bu tarlalar ama bilhassa ayçiçeği tarlaları arasından bir bisiklet yolu olsun. Almanya’da görmüştüm. Egzoz dumanından uzakta, tarla, bayır arasından, köyden köye özel yollar yapılmış. Sadece bisikletçiler için.

Bizde hiç olmaz bunlar. Varsa yoksa arabaya doluşup gideriz bir yere. Cam arkasından bakarız her yere. Maksat sadece varmaktır.



Halbuki ne der meşhur şair Kavafis...

“İthaki’ye doğru yola çıktığın zaman... dile ki uzun sürsün yolculuğun... serüven dolu, bilgi dolu olsun... ne lestrigonlardan kork.. ne kikloplardan, ne de öfkeli poseidondan... bunların hiçbiri çıkmaz karşına... düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu ince bir heyecan sarmışsa eğer, ne lestrigonlara rastlarsın, ne kikloplara, ne azgın poseidona... onları sen kendi ruhunda taşımadıkça, kendi ruhun onları dikmedikçe karşına...”

Yazının devamı...

“Masumiyet Müzesi” hakkında fikirlerim

Muazzam bir çalışma olmuş! Başından beri “kitaptan müze” fikrini olağanüstü buluyordum fakat bu kadar güzel uygulanacağını tahmin etmemiştim.

- Bina tam okurken hayal ettiğim gibi. Bordo renginden dar uzunluğuna, sokağındaki yalnızlığından, yüksek binalar arasındaki zavallılığına kadar... Ben biraz daha dökük hayal etmiştim, bu bir hayli bakımlı...

- İçeriye girince ev havasından ziyade profesyonel müze havası hâkim. Çok iyi aydınlatılmış, titizlikle oluşturulmuş harikulade bir müze. İnsan inanamıyor! Sözde Kemal’in sözde Füsun’a ait sözde eşyalarını toplayıp yerleştirdiği sözde olmayan GERÇEK bir müze!

- Orhan Pamuk yazardan ziyade bir güncel sanatçı gibi çalışmış. Kitabı daha yazarken müzede olacak olan cam kutuları tasarlamış. Füsun’un içtiği 4000 küsur sigara izmaritinin sergilendiği koca duvarda, her izmaritin altına o günle ilgili bir notu kendisi eliyle yazmış. Allah’tan el yazısı güzel.

- Cam kutular içinde eşyalar da öylesine konmamış. Her bir kutu başlı başına bir sanat eseri. Arka planı, bazen müzik veya ses efektiyle, bazen videosuyla, bazen gazete kupürüyle, bazen reklam afişiyle, bazen sigara böreğiyle “al evine as” güzelliğinde enstalasyonlar.

- Bir kutuda, Füsun’ların rutubetten kabarmış boyası ve su borusuyla evlerinin bir köşesi bile var! Hani lavabo falan tamam ama evin bir kirişinin parçası?

- Gezerken “Safiye Behar” projesi geldi aklıma. 2005 İstanbul Bienali’nin bir işiydi. Avusturyalı sanatçı Michael Blum, Safiye Behar diye İstanbullu Marksist Yahudi bir karakter yaratmış ve onu Atatürk’ün gizli sevgilisi yapmıştı. Şimdi İKSV binası olan Deniz Apartmanının bir dairesini de sözde sevgili Safiye Behar’ın evi gibi döşemişti. Oturma odasından yatak odasına, piyanosundan Atatürk’ün ona yolladığı sözde aşk mektuplarına kadar yüzlerce eşya, kitap ve sözde belgeyle döşenmiş bir yüzyıl başı dairesi. İnsanların çoğu, bu hikâyenin gerçek olduğunu sanarak ve bugüne kadar böyle bir evin hiç dokunulmadan kalmış olduğuna hayret ederek dolaşıyordu. Çünkü buranın olmayan bir insanın hiç olmamış evi olduğunu öğrenebilmek için tanıtım yazılarının, tanıtım röportajlarının sonuna kadar okumak gerekiyordu ama yeniden anladık ki insanlar sadece başlık ve spot okuyor. Dolayısıyla Safiye Behar’ı ve o daireyi gerçekten var olmuş sanıyorlardı.

- Binanın en üst katında Kemal’in bekâr odası var. Yatağı, komodini, az evvel içtiği suyu, çıkarttığı çorapları, notlarıyla hakiki bir oda yaratılmış. Ancak dürüst olmak gerekirse Kemal’in bekâr odası yerine, Füsunların oturma ve yemek odalarını görmek isterdim. Kitabın 350 sayfası orada geçiyor. Muşamba (mıydı şimdi unuttum) örtüsüyle, tabaklarıyla bir sofra; Kemal’i sinir eden çirkin biblolarıyla bir büfe; o dönemim programlarıyla siyah beyaz bir televizyon, rengi atmış kahverengi bir kanepe... Olsaydı daha iyi olurdu. Sanki.

- Kitabı dört yıl önce okuduğum için hayıflanmadım değil. Birçok teferruatı unutmuşum. Yeniden okumak gibi bir fikir zihnimi bir an yaladıysa da çıkıp gitmesi fazla sürmedi. Çok kalın. Şimdi okuyup hemen ardından müzeye gidecekleri kıskandım.

- Füsun ve Kemal’in suretleri yok. Yan karakterlerin var onların yok. Demek ki kendi hayal gücümüze bırakılmış.

- Doya doya gezmek iki saat sürüyor. Bir kafe olsa (Mesela “Masumiyet Kahvesi”) arada soluklanmak iyi olurdu. Bu arada uyanık bir girişimci hemen civarda bir “Masumiyet Kahvesi” açsa iyi iş yapar.

- Müze o kadar başarılı ki beraber gittiğim arkadaşımla aynı anda “gurur duydum” lafını ettik. Sonra da buna şaşırdık. Yurt dışında dolaştığımız bir müze için “gurur duydum” demeyiz. Ne oldu da dedik? Orhan Pamuk o kadar başarılı bir iş çıkarmış ki milliyetçi refleksimiz devreye girmiş. Hele de ellerinde Hırvatça, Slovence, Yunanca “Masumiyet Müzesi” kitabıyla gelen turistleri görünce...

- Füsun’dan bir hatırası olsun isteyenler için müze dükkanında kelebek küpeler var.

- Sokağa çıkınca bir anda Masumiyet Müzesinin bütün mahalleye yayıldığını düşündük. Zira etraf eskicilerle dolu.

- Kitabın dizisinin yapılacağı konuşuluyor. Bu söylentilerin gerçeklik payı nedir merak ediyoruz. En dizi olamayacak kitabı bu değil mi?

- Civardaki bir emlakçide gördüğümüz bir ilan: “Masumiyet Müzesi Sokağında full eşyalı Kombi + klimalı 1600 TL Kiralık Daire”. Sokağın ismi belli ki artık budur.

- Cuma akşamları 21.00’ye kadar açık.

- Althusser “masum okuma yoktur” der. Masum yazma da yoktur. Hele hele yazdığını masum müze yapmak da yok. Okuyup müzeye gidip röntgenlemek iyice masumiyet dışı. Ve bütün bunları Masumiyet Müzesi’nde yapıyoruz.

- Müzeyi oluşturanların isimleri görünür bir yerde değil. Web sitelerine (masumiyetmuzesi.org) baktım orada da bulamadım. Orhan Pamuk hepsini kendi mi yaptı? Buradan bu mu çıkar?

Yazının devamı...

Memlekette acaba daha kaç Melek var?

Ağrı’daki kan donduran cinayeti biliyorsunuz. 16’sında evlendirilen Melek kız, delirinceye kadar dayak yiyor, sonra daracık bir odaya kapatılıyor, 6 ay boyunca Ağrı soğuğunda, üzerinde incecik bir bez ile açlığa mahkum ediliyor. Nice sonra ağbisi, kız kardeşini görmek istiyor. Önce göstermiyorlar. Düğüne gitti diyorlar. Üsteleyince “Hastalandı o. Kendini oraya kapattı” diyerek yerini gösteriyorlar. Melek kız çoktan ölümcül sürece girmiş. Hareketsizlikten yürüyemez hale gelmiş, vücudunda yaralar açılmış, yaraları kurtlanmış, açlıktan 30 kiloya düşmüş. Ağbisi şikâyetçi oluyor, kızı gelip alıyorlar, hastaneye kaldırıyorlar. Bu arada sevgili arkadaşım Müjgan Halis de gidip yerinde haberini yapıyor.

Melek kız, kurtarılamıyor. Hastanede ölüyor. Ağbisi o kadar fakir ki Ağrı’dan güç bela geliyor Ankara’ya ama cenazeyi alacak ne parası var ne de Türkçesi. Müjgan’dan yardım istiyor. Cenazesini Sabah Gazetesi Ağrı’ya naklediyor, Ağrılı kadınlar da kaldırıyor.



Haberin detaylarını okumamak için çok direndim. Olmadı. Haber beni günlerdir huzursuz ediyordu. Sonunda rüyama girdi.

Ve yatağımdan kalkıp en küçük detayına kadar okumaya başladım. Müjgan’ın yazdığı her satırı okudum.

Nasıl insanlardı bu insanlar? Nerede yaşıyorlardı? Neydi dertleri?

Empati yapacak değilim. Ama insan, bilmek istiyor.

Her şey var hikayede..

Merhametsizlik, vahşet, cehalet...

Ama en çok fakirlik...

En derininden fakirlik...

Taş devri fakirliği...



Kızın ne zaman akıl sağlığını kaybettiğini bilmiyoruz. İlk çocuğunu doğurduğu sırada evden atmışlar. Eksi 30 derece kendi başına doğum yapmış. Bebeği ölmüş. Canlı sandığı bebeğini kucağına alıp evine geri dönmüş. Kocasının ailesi, o noktadan sonra kızın delirdiğini söylüyor.

Sonrası hep dayak, hep işkence. Nasıl olmuşsa iki çocuk daha doğruyor bu arada... Sonra artık ne olduysa kızı tuvalete kapatıp, ölüme mahkzm ediyorlar... 6 ay dayanıyor ve sonunda ölüyor...



Hep beraber feryat ettik: Kızın ailesi neredeydi? Devlet şimdiye kadar neredeydi? Niye kimsenin haberi olmadı?

Nasıl olacaktı? Kızın ailesi İstanbul’da. Babası 4 kere almış kızını oradan ama dediğine göre kız her seferinde kocasına dönmüş. Öldürecekler diye korkmuş. Çocuklarından da ayrı kalmak istememiş. Veya namus belasına kendi ailesi yollamış. Hepsinin ifadesi muğlâk. 6 aydır kızlarıyla ilgilenmiyor olmalarını da böyle açıklıyorlar.. Küsmüşler...



Sonuçta bu ülkede zavallı bir kız, açlığa mahkzm edilmek suretiyle öldürüldü. Dün Taha Akyol’un yazdığı gibi her şekilde suç.

Günlerdir düşünüyorum. Acaba bu ülkede kaç Melek daha var? Kaç kadın daha tuvalete, ahıra kapatılıp, ölüme mahkzm edilmiş? Daha kaç kadın kurtarılmayı bekliyor acaba?

Müjgan Halis mi çıkaracak hepsini ortaya?

Gazetecilerin görevi midir bu?



Şimdi ne istediğimize karar verelim:

Devlet, hamile kalan kadınları izlemek istiyor diye yaygara kopardık. Devlet hamile kalan kadına sağlıkla ilgili her tür soruyu soruyor diye kızdık. “Devlet bir tek pozisyonumuzu sormadığı kaldı!” diye başlıklar attık.

Devlet “bizim” hayatlarımıza hiç bir şekilde karışmasın, hiç haberi olmasın bizden...

Ama sıra “onlara” gelince “nerede bu devlet?”. “Niye haberi olmadı?”



Nasıl olacak bu? Ne yapsın bu devlet? Neresinden başlasın?

Kurtarılmayı bekleyen kadınlara nasıl ulaşılacak?

Hadi ulaştı onları evden nasıl alacak?

Hadi aldı, nerede bakacak?



Hiçbir şey yapılmıyor değil. Devlet, ailesi tarafından töre gereği ölüme mahkum edilmiş kızların kimisine sahip çıkıyor. Şimdi nerede olduğunu söyleyemeyeceğim gizli bir takım yurtlarda barındırıyor. Fakat heyhat! Senin benim yerini bilmediğimiz bu yurtları, eli silahlı ağbiler, erkek kardeşler şıp diye buluyor. Ve kapısında bacasına 24 saat nöbet tutuyor. Olur da kız burnunu dışarı çıkarırsa vursunlar diye. Kızlar hesapça ölümden kurtulmuş oluyorlar ama beterin beteri bir hapis hayatı yaşıyorlar. Zira ne koşullar iç açıcı ne de nefes alabiliyorlar.

Fakat buralarda korunma altına alınan kızlar buzdağının sadece en tepesi. Bir iki kristali.

Türkiye’deki kadınları milyonlarcası öldürülme tehlikesiyle, işkence altında yaşıyor. Ne devletin ne bizlerin haberi var bu kadınlardan. Devlet ve sivil toplum kuruluşları işbirliği yapıp bir çare bulmalı. Milletçe bir şey yapmak zorundayız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.