Şampiy10
Magazin
Gündem

Lağım suyu OK, bira olmaz!


A Haber’de yayınlanan ve Mehmet Ali Önel’in hazırlayıp sunduğu “Deşifre” programında geçen hafta damacana suları işlendi. Program yapımcıları suları analiz ettirdi ve ortaya korkunç bir sonuç çıktı: Piyasadan alınan 55 örnekten 42’sinde yoğun bir şekilde mikrop var. Bu mikroplar lağım suyundaki mikroplarla aynı. Yani suyumuz affedersiniz ama- b.klu.

Haber hızla yayıldı. Başka gazeteler ve televizyon kanalları da konuyu işledi. Bir hafta boyunca hemen hemen her gün bir yerlerde rastladım.

Başbakan, Bilgi Üniversitesi’nin bahçesinde yapılan bir festivalde gençlerin içki içmesi konusunda aradan iki hafta geçtikten sonra şöyle bir açıklama yaptı geçen gün:

“Soruyorum: Bir üniversitenin içinde restoranlarda alkol satışına izin verilebilir mi? Böyle bir şey nasıl olur? Öğrenci oraya gelip alkolü alıp kafayı mı bulacak, ilim alıp kendini mi bulacak?”

Başbakan içki kültüründen gelmediği için “etrafta bira varsa muhakkak alkolik olunur, muhakkak sapıtılır, muhakkak dağıtılır” fikrinden yola çıkarak bunu söylüyor. Kafayı bulmak isteyenlerin üniversiteye ihtiyacı yoktur. Her içki içildiğinde kafa bulunmaz demenin manası yok biliyorum ama yine de demiş bulundum.

Fakat benim burada takıldığım şu:

Başbakanı, bir üniversitenin bahçesinde eğlenmek isteyen gençlerin içtiği bira şahsen ilgilendiriyor ama 15 milyon İstanbullunun b.klu su içmesi hiç ilgilendirmiyor.

Bugün, damacananın içine temiz su doldurmuş olmanın da manalı olmadığını öğrendik. Damacananın bizzat kendisi kanserojen madde imiş! Soğukta ve sıcakta suya geçiyormuş.

Sağlık Bakanlığı konuyla ilgilenirmiş gibi yaptı, program yapımcılarından analiz sonuçlarını istedi ve kendi analizlerini de iki gün içinde yayınlayacağını açıkladı.

Bugün cuma, aradan bir koca hafta geçmiş ve Mehmet Ali Önel’in twitlerinden öğreniyoruz ki analiz manaliz hakgetire...

H H H

Mamafih yine aynı programda başka dehşet gerçekler de açıklanmıştı:

- Meyve ve sebzelerimizin yüzde 75’i kanser yapacak kadar tehlikeli miktarda tarım ilacı ihtiva ediyor.

- Giysilerimizin yüzde 80’i kanser yapıcı boyalarla boyanıyor.

- Balların büyük bölümü sahte.

- Salam sucuklarda et dışında her şey var.

Ancak Başbakanımızı, bir tek bira içmek isteyen gençler şahsen ilgilendiriyor.

B.klu sular içebiliriz, tarım ilaçlı sebze yiyebiliriz, zehirli boyalarla boyanmış elbiseler giyebiliriz, sahte ballar yiyebiliriz...

Yeter ki gençlerimizi biradan uzak tutalım!

Tek derdimiz bu. İlim irfan bir bira yüzünden gelemedi zaten bu memlekete, o da pek yakında hallolacak zaten..

Yalanlar Serisi 3: Ramazan Yalanları


- Şekerim var.

- Tansiyonum var

- Migrenim tutuyor

- Çalışmak daha büyük ibadet

- Oruç, namaz çok önemli değil. Önemli olan kalbin temizliği.

- Hak yiyen yobazlar da oruçla cennete gidecekse varsın ben gitmeyeyim.

- Benim orucumla fakirler doyacak mı?

- Kuranda görmedim ben.

- Çocuk okutuyorum, daha büyük ibadet.

Yazının devamı...

Gürültü Savaşları: Çelebileri ziyaret

Bir iki hafta önce yazdım. Yazlık yerlerdeki gece kulüplerinin sabahlara kadar bangırdatmasıyla ilgili. Yerel idareler yarı çaresiz yarı umursamaz durumda. Hatta bazıları düpedüz gürültüden yana. Kes her sezon bir on bin, otuz bin ceza, al payını, olsun bitsin... Seneye Allah kerim

Çeşme’deki Aya Yorgi Koyu’nda olan biteni de anlatmıştım hatırlarsanız. Çelebioğlu ailesi, bütün uyarı ve şikâyetlerine rağmen ortalığı sabaha kadar inleten işletmeleri protesto etmek maksadıyla “karşı” ses düzeni kurdu. Hafta içi 1’den, hafta sonu 3’ten sonra gelsin Carmina Burana, gitsin Mehter Marşı...

Ses kesilirse ne ala. Onlar da kesiyor. Kesmezlerse devam ediyorlar. (Gürültü Kirliliği Yönetmeliğine göre sınır saat 23:59.)



Geçen hafta Çelebioğlu Ailesi’ni desteklediğimi yazmıştım. Bunun üzerine hoş bir tesadüf oldu, ben de Alaçatı’dayken Çelebioğlu ailesini ziyaret etme imkânım oldu. Şu meşhur “karşı” ses düzenini görmeyi cidden çok istiyordum.

Akşam üstü gittim, Çelebi Holding Başkan Vekili Canan Çelebioğlu Tokgöz, annesi Engin Çelebioğlu ve eşi Ayhan Tokgöz ile uzun uzun sohbet ettik.

Sonra bana bahçeyi gezdirdiler. Zeytin ağaçları, meyve ağaçları, aman ne güzel serviler derken birden karşıma çıktılar.

Görünce kahkahalarla gülmekten kendimi alamadım! Meyve ağaçlarının arasına muazzam bir ses düzeni kurulmuş. Basında Madonna’nın diye yer aldı ama doğrusu Serdar Ortaç’ın kullandığı ses düzeniymiş. Ayrıca satın almamışlar, kiralamışlar.

Öyle üç beş hoparlör değil sözünü ettiğim. Hidrolik kaldıraçlarıyla, yukarı aşağı, sağa sola istenen yöne ses verebilen muazzam bir ses kompleksi.

“Hey güzel Allahım” dedim. Memleketin en güzel koyunda memleketin en saçma durumu yaşanıyor.



Canan Çelebioğlu Tokgöz’ün bana dediği şu: “Bizi eğlence ve turizm düşmanı şımarık bir aile gibi tanıtmaya çalışıyorlar. ‘Karşı yayınımızı’ durduk yerde, keyfi bir şekilde yapıyormuşuz gibi yazılar yazıyorlar. Bakın burada diskonun içinde gibi olunuyor. Dışarıda oturmak hiçbir şekilde mümkün olmuyor. Eve kapanıyor, camları kapatıyor, panjurları aşağıya indiriyoruz, sırf bir parça uyuyabilmek için...”

Bu arada Ege Basını çok tuhaf bir şekilde gürültüden yana taraf tutuyor. Ege Milliyet’ten Erol Yaraş, toplam beş yazı yazdı. Ne kadar taraf tuttuğunu son yazısının başlığı ile ifade edeyim: “Çeşme dağ başı mı?”

Sanırsınız ki Gürültü Kirliliği yönetmeliğine tamamen aykırı sabaha kadar 160 desibellik gürültü yapan kulüplere karşı! Hayır değilmiş! Bu ülkede devlet varmış ve kimse kendini “cezalandırıcı” ilan edemezmiş!

Son cümle ise tüyler ürpertici: “Bugünlerde Aya Yorgi’de çok tatsız olaylar yaşanmasına rağmen, kan dökülmüyorsa, bu Mehmet Özöner’in efendiliğinden kaynaklanıyor.”

Mehmet Özöner, hiçbir mutabakata, hiç bir uyarı ve cezayı umursamadan sabaha kadar bangır bangır ortalığı inleten Marrakech’in sahibi.

Bu nasıl bir cümledir? Ne demek “kan dökülmüyorsa”? Hem ortalığı inletecek hem de adam mı vuracaklar? Yani içlerinden bu geçiyor ama şimdilik “efendilik” mi ediyorlar? Ve bunu böyle sözde “turizm yanlısı”, büyük “kulüpçü dostu” yancılarla mı haber ediyorlar? Basın böyle bir eşkiyalığa nasıl ve neden alet olur?

Ne kadar utanmaz arlanmaz bir şeydir bu... Demek Türkiye’nin hesapça en aydın bölgesi Ege’de işler böyle çözülüyor.

Çeşme, çoktan dağ başı olmuş, kimsenin haberi yok...



“Kenarın Gurmesi” yalanları

- Anneannem de çok güzel eskargot yapardı..

- Trüf mantarını çok severim. Her yemeğe koyarım..

- Sera domatesi ile tarla domatesini bir kilometre öteden ayırt edebilirim.

- Çocukluğumdan beri özel tatlara meraklıyım..

- 20 yıldır hazır çorba boğazımdan geçmedi. Hamburgerin tadını bilmem..

- Bayram yemeğimiz hep ıstakoz olurdu..

- Biz Giritliyiz. Ottan sebzeden anlarız.

- Türkiye’de kimse iyi steyk yapamıyor..

- Deniz suyunda pişmemişse spagetti yiyemiyorum..

- Kıymayı hep bonfileden çektiririm..

Yazının devamı...

Lucca’dan açıklama: Irkçı değiliz

“Irkçı Lukka” başlığı altında yazdığım yazıya Lukka’nın sahibi Cem Mirap’dan itiraz geldi. “Ne benim, ne de işletmemim ırkçı olması mümkün.”

Hatırlarsanız bundan iki hafta önce bir zenci arkadaşım Lucca’dan içeriye alınmamıştı. Sonra ben gelince beraber girmiştik, garsonlar ısrarla beraber misiniz diye sormuşlardı.

Lucca’nın sahibi Cem Mirap, başımıza geleni yanlış yorumladığımızı düşünüyor. “Benim en samimi arkadaşım da zenci, buraya sık sık gelir oturur. Dünyanın her ülkesinden müdavimlerimiz var. Geçen yıl Afrika Günleri yaptık. Biz girişte herkese sorarız” diyor. “Irkçı olsaydık arkadaşınızı sizinle beraber bile almazdık.”

Ben çok ikna olmadım ama açıklamasını koymak boynumun borcu.



Satti Ana tahliye edildi

Örgüt propagandası yapmaktan 22 ay hapis cezasına mahkum edilen ve cezası 2 yıldan az olduğu için ertelenebilecek olduğu halde 11 gün önce cezaevine konan 79 yaşındaki “Barış Annesi” Satti Can, dün tahliye edildi. Adliye çok meşgulmüş, yazı gecikmiş vs vs.

Buna da şükür diyemiyoruz ne yazık ki.

Barış çok uzak...

TRT’nin Kürtçe yayın yapan bir kanalı var, okullara Kürtçe seçmeli ders konulması konuşuluyor ama Diyarbakır’da parklara verilen Kürtçe isimler mahkemece yasaklanıyor.

Barış çok uzak...

Ataşehir’de, başbakanımızın yanlışlıkla “selâtin” dediği dev bir cami açılıyor, hayırlısı olsun (bir tarafına bir servi ağacı dikseler benim bile itirazım olmayacak) ama öte tarafta Mardin Midyat’taki 1650 yıllık Süryani manastırı “Mor Gabriel”in arazisine devlet el koyuyor. Manastıra, hazine arazisi üzerine yapılmış gecekondu muamelesi yapıyor.

Barış çok uzak...



En klişe kadın yalanları

- Su içsem yarıyor...

- Çocuklar biraz büyüsün işe geri döneceğim...

- Riskli günümde değilim, merak etme.. (Gelsin sonra “hamileyimler”)

- Annen ne kadar şeker sevgilim...

- Benim çocuğum yarış atı değil... (Evdeki matematik hocası nereden çıktı hakikaten bilmiyorum)

- Hiç marka takıntım olmadı...

- Gecekonduda yaşayalım dese yaşarım...

Yazının devamı...

79’unda mapusta olmak

79 yaşında hapse atılan Sitti Ana ile rekorumuzu kırdık galiba.

Neymiş Siirtli Sitti Ana’nın peki suçu?

Barış Annesi olmak.

“Barış Annesi mannesi bilmeyiz” biz diyen mahkeme “örgüt propagandası” yapmak suçuyla 79 yaşındaki Sitti Şen’i 22 aya mahkum etti. İki gün önce de cezaevine koymak üzere tutukladı.

Hâlbuki 2 yıldan az cezalar normal koşullarda erteleniyor.

Ama normal koşullar Fırat’ın batısı için geçerli sadece. Doğusu için başka bir hukuk var.

Ve biz “barış” istiyoruz öyle mi?



Gelin bu yaşlı kadının hikâyesini dinleyin.

Kızı Gülistan 1993 yılında mayına basarak öldü. PKK’ya katılan oğlu Mehmet 1996’da çatışmada öldü. Diğer oğlu Abdullah PKK’dan yargılandı, Almanya’da tutuklu. 2000’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir uygulaması olarak köyü yakılıyor. Siirt merkeze taşınmak zorunda kalıyor. Çocuklarının ölümünden sonra Barış Anneleri’ne katılıyor. Gençlerin ölmemesi için eylemlere katılıyor. 2006’da Öcalan’a yönelik tecridi protesto için açlık grevine katılıyor. Sonra gelsin davalar. Geçen haftaki olaylı Diyarbakır mitinginde de tutuklanıyor...



Terörle çok şahane bir mücadelemiz var. İnsanlar başkaldırsın diye özel olarak uğraşılıyor sanki.

İşkence yaptığı için iki defa mahkum olan Sedat Selim Ay, İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne sorumlu müdür yardımcılığına getiriliyor.

Mahkum oluyor ama cezasını çekmiyor. Ve hatta görevinden bile alınmıyor...

Tıkır tıkır devam ediyor işine..

Ve şimdi terörle mücadelede karşımıza çıkıyor.



Ne kadar güzel bir ülke burası değil mi?

Heyecanlı, dinamik, sürprizli...

Heather McElatton’un “Şahane Hatalar” diye çevrilen kitabı gibi...

79’umda huzurevi yerine mapusanede olabilirim mesela...

Üstelik beni tutuklayan aynı zamanda işkencecim...

Ve sonum da hapishanede çıkan bir yangın...

Gelecekten ne umutluyum, ne umutluyum anlatamam...

Yazının devamı...

Gürültü Hakkını Satın Alma Cumhuriyeti

Kuşadası Belediye’sinden mektup geldi. Bütün Kuşadası’nı her yaz yerinden hoplatıp uykusuz bırakan “Jade” denilen gece kulübüne iki defa ceza kesilmiş. 23.11.2011’de 17 bin 94 lira ve 16.06.2012’de 37 bin 694 lira.

Sezon sonunda da bir 20 bin keserler, belediyenin de personel gideri vs çıkar.

Niye böyle küstah küstah konuşuyorum? Çünkü Kuşadası’nda değişen hiçbir şey yok. Geçen cumartesi Kenan Doğulu konseri varmış, ortalık yine savaş alanı. Sabahlara kadar sürmüş ses...

Bütün Kuşadası’nın bir gürültü cehennemine çeviren “Jade”in sahibi Tibet Bey “takdir edersiniz ki” gürültü yapma hakkını satın almış.

Ver parasını, bangırdat diskonu...

Belediyemize bir 50 bin liralık “Jade” katkısı olmuş çok mu...

Başka sözüm yoktur.

Türkiye kimden yanadır?

Suriye meselesi kafamı karıştırıyor.

Suriye’de bir savaş var. Korkunç bir kıyım var. Devlet ayaklananları veya ayaklandığını düşündüklerini çoluk çocuk demeden vuruyor.

Türkiye buna karşı çıkıyor. Esad’ı lanetliyor.

İyi yapıyor.

Ama bu cehenneme odun vermek? Bunu yapıyor muyuz gerçekten?

Dün iki bakan öldürüldü Suriye’de. İntihar saldırısı düzenlenmiş.

Esad, Türkiye’nin parmağı var diyor.

Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve İsrail’in istihbarat
servislerinin işi diyor.
Terör terördür.

Bunu destekliyor muyuz gerçekten?



Uludere’de çoluk çocuk öldüren ve hâlâ özür dilemeyen Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti var ortada.

80 yıldır Kürdünü ezen bir devletimiz var.

17 bin insan kayıp.. Güpegündüz vuruluma hikâyeleri anlatılıyor...

Önce sırf Kürt diye.

Sonra hem Kürt hem solcu diye.

Sonra hem Kürt hem solcu hem PKK’lı diye.

Sonra hem Kürt hem solcu hem PKK’lı hem kaçakçı hem KCK’lı hem BDP’li hem şu hem bu diye...

Kendi canavarını kendi yaratıp sonra onunla savaşan bir devlet bizimki...

PKK kahrolsun, evet ama, kim nasıl yarattı onu?

Sokaktaki neredeyse herkesi içeri alıyorlar.

Mitinglerine izin yok, belediye başkanlarına izin yok, konuşmalarına izin yok...

Hapishanedeki koşulları okumuşsunuzdur Urfa Cezaevi yangınından sonra.

Cehennemden beter.

Oraya giren uslanır mı daha mı bilenir dersiniz?



PKK’ya destek veriyor, barındırıyor, besliyor diye yıllarca soğuk savaş halindeydik Suriye ile.

Öcalan’ı topraklarından çıkarttı, barıştık. Aramızdan su sızmıyordu.

Sonra araya “kanlı Arap baharı” girdi.

Barışımız kısa sürdü.

Suriye Devleti onlarca yıldır halkını ezen bir devlet. Koyu bir istibdat altında yaşadılar durdular.

Son aylarda olup bitenler de korkunç.

Evet ama..

Şimdi biz de onların PKK’sına mı destek veriyoruz?

Kınamak, “çek git” demek, tüm dünyayı ayağa kaldırmak başka, bizzat terörün içinde olmak başka.

Ne devlet terörü olsun ne de muhalif...

Bu işte bir parmağımızın olmamasını diliyorum.

Yazının devamı...

Niye benim gibi insanlar azınlıkta?

Meğer yanlış ata... pardon... kuşa oynamışım.

Bahar aylarında hatırlarsanız kafayı kumrulara takmıştım. İlle de gelsin bir kumru ailesi, yuva kursun evimin bir tarafına istemiştim.

Hatta komik şeyler de yapmıştım. Cam önlerine içi çaput dolu yoğurt kapları, sepetler, terlikler bırakmıştım...

Bir öğleden sonra, penceremden bir çift kumru bile girmişti içeriye. Kendilerine ev bakıyorlardı besbelli ama misafirperverliğin de bir hududu var. O kadarını da kabul etmemiştim.

Hoş, çok ısrar etselerdi onu da kabul edebilirdim. Hayır diyememek, malını mülkünü, parasını pulunu herkese dağıtmak gibi bir huyum var. Enayi miyim veya cennette yerim hazır mı bilmiyorum. Onun hesabıyla yaptığım bir şey değil.

Hiç tanımadığım ama sadece yazıştığım okurlarıma evimi açmışlığım, arabamı vermişliğim var...

Kumrular tekliflerimi kabul etmedi. Pencere önü “çakma” yuvalarım itibar görmedi. Hâlbuki berbat inşaatçılıklarıyla kurdukları güya orijinal yuvalarına göre çok daha muhkem sayılırdı benim önerilerim. Hiç unutmam bir defasına annemin balkonunda, çamaşır iplerinin üzerinde kurmuşlardı! Düşünün yani zekâ ve bilgi birlikteliğinin zavallılığını! Annem altına tül gerip adam etmişti de çoğalabilmişlerdi...



Üç gündür serçe çirp çirp’leri duyuyorum evimin içinde. Allah Allah nereden geliyor bu sesler derken keşfettim. Çatının altında tam köşede minicik bir boşluk varmış, oraya serçeler yuva yapmış! Baktım iki tane “kocaağız” anneciklerini bekliyor...

Nasıl sevindim, nasıl sevindim anlatamam. Evden çıkıp çıkıp yuvaya bakıyorum. Kimsenin bozabileceği bir yükseklikte değil ama yine de merak işte: acaba duruyor mu? Hemen altlarına bir su kabı koydum. Susuz kalmasınlar bu sıcakta diye... Acaba yem de koysam mı diye düşündüm ama sonra aklıma geldi. Kuşların vazifesi böcek, kurt toplamak değil midir?

Sen yem vereceksin, o haşerat da gereksiz yere çoğalacak. Sonra doğanın dengesi olacak Doğan’ın yengesi. (Bu bir fıkradan alıntıdır. Ama bu sıcakta anlatamayacağım.)



Demek istediğim... Ulan niye benim gibi insanlar azınlıkta?

Hadi ülkenin gidişatını ittir edeyim, kendimi börtüye böceğe vereyim diyorum ama memleket aynı zamanda azılı bir tabiat sevmez!

Yok kargalar konup çok gürültü yapıyor diye 250 yıllık çınar ağaçlarını keserler, yok manzara bozuyor diye 150 yıllık servi ağacının köküne asit dökerler, arabam zor giriyor diye meşe ağacını ikiye böler, böcek yapıyor diye çam ağacını keser...

Daha iki gün önce arkadaşım ağlayarak anlattı. Bahçesindeki ağaca âşık olup Sarıyer’de bir ev almış. On yıldır da ağaca bebeği gibi bakıyormuş. Budamasını, toprağını, gübresini özenle yapıp veriyormuş. Bir gün işten eve gelmiş ve ağaç yok!!! Kendi öz be öz, tapulu bahçesindeki ağaçtan söz ediyorum! Ortak bir alandaki değil... Komşusu olacak alçak, TOZ YAPIYOR DİYE ağacı kesmiş!!! Aklınız alıyor mu? Toz yapıyor diye!!! Sinsice bahçeye gir sen ve kes!

Ne yapacaksın? Ne yapabilirsin? Adamı dövsen suçlu olursun. Mahallemdeki ağacı kesiyorlar diye belediyeye telefon ettiğimde alay etmişlerdi benimle. Karakola şikâyet edeyim dedim orada da bir nezarethaneye atmadıkları kaldı beni. Azar kıyamet... Zaten ağaç kesmek dediğin on dakikalık iş.. Ama diyene kadar gitti...

Hoş kimi kime şikayet ediyorsun zaten.. Kaldırıma diktiğim ve dört yaşına kadar getirdiğim yasemin ağacını gözümüm önünde kökleyen belediyenin ta kendisi.. Utanmazlar! Üzerinde çiçekleri bile vardı...

Yazının devamı...

Bari çınarlayın camilerinizi

Bu yazıyı bir çınar ağacının altında yazıyor olmayı çok isterdim ama ne yazık ki ülkemdeki bütün çınarları kestikleri için klima altında yazıyorum.

Yine boşa yazdığımın farkındayım. Şehirlerimize çınar dikelim, bir nebze olsun güzelleşirler, o çınarların altında çay bahçeleri yapalım, kedi, köpek, insan hepimiz doğal bir şekilde serinleyelim...

Diyeceğim ama beni kim dinler ki...

Giderler palmiye dikerler...

Palmiyeden bir tek ben mi hazzetmiyorum? Bir halta yaramayan saçma sapan bir ağaç. Ağaç değil aslında... En tepesinde kelaynak kuşu gibi iki üç adet yaprağı olan bir adet direk! Gölge vermez, serinlik vermez, altında oturamazsın, meyvesi yok... Dahası o yapraklarının illa ki her yıl kesilmesi lazımdır, yoksa daha da çirkin olur... Bir ton zahmeti olup hiç bir manası olmayan bir bitki. Bana estetik de gelmiyor.

Bir de dünyanın parasıdır. Bazıları fidanlıklarda yetiştirilir, bazıları binbir zahmetle gemilerle yurtdışından getirilir.. Sonra bir yıl havalar soğuk geçer, ağaç pat kurur! Hadeeee...

Ama sayfiye belediyeleri, belediye başkanları bayılır palmiyeye... Durmadan, sıra sıra palmiye dikerler. Çürür, kurur, gene dikerler...

Küresel ısınma var, giderek daha sıcak olacağız.. Gölgelere ihtiyacımız var...

Yok! İlla palmiye...



En son ne zaman bir çınar altında oturdunuz?

En son ne zaman mahalle meydanında, çınar gölgesinde içtiniz kahvenizi?

İçemezsiniz çünkü önce çınarları yok ettiler, sonra bir zamanlar gölgelediği meydanları...

Meydansız ve çınarsız kalakaldık...

Yeni yeni, abuk subuk mahalleler yapılıyor... Hepsi de mutlaka “ATA” ile başlamak zorunda! Bir Allahın TOKİ’cisi de meydanlı, çınar ağaçlı bir yerleşim çizelim demez... Sovyetler Birliği mantığı, mümkün olduğunca yaşam sevincini öldüren, insan sevgisizliğini körükleyen, en üst mertebede çirkin, en üst düzeyde ruhsuz, en alt düzeyde estetik olmak zorunda sanki bütün o Ata bilmemneler!

Önünde “Ata” koyunca “medeni” oldu sanıyorlar ama olmuyor...



Tabi ki boşa yazıyorum. Okur sanıyor bir yazıyoruz, memleket yerinden oynuyor.

Yok öyle bir şey.

O kadar yazıldı, itiraz edildi, biz sanıyoruz ki bir kez daha düşünecekler... Meğer Çamlıca’ya cami yapma hadisesi kesinleşmiş hatta “model” seçme aşamasına bile gelinmiş! Bugün gazetem Vatan’da Nebahat Koç’un röportajından öğrendik...

Model “özgün” olacakmış. Tabi tabi. Elbette. Şimdi bu camici arkadaşlarla bizim sözlüğümüz aynı değil biliyorsunuz. Bizim sözlüğümüzde “özgün”, kimseyi taklit etmeyen demek, onların sözlüğünde ise “özgün”, Selimiye’nin veya Süleymaniye’nin hormonlu kopyası demek.

Bakınız: Modern Mimar Sinan dedikleri Ataşehir Mimar Sinan Camii!

Başbakanımızın her İstanbul’a geldiğinde bizzat ilgilendiği bu “kopyalamalara doyamadım” cami, ramazanın ilk cuması açılıyormuş. Gazetemizden İlker Akgüngör arkadaşımız gitmiş yerinde incelemiş. Edirne’deki Selimiye, Süleymaniye’deki Süleymaniye ve Beşiktaş’taki Sinan Paşa camilerinden “iz”ler taşıyormuş!

İz? Çok kibarsınız İlker Bey...

Ama ah evet tabii! Sözlüklerimiz farklıydı di mi! Camici arkadaşların sözlüğünde “iz” kopyala-yapıştırın karşılığı olmalı, “esin”in değil...

Gazetemde “Dünyaca ünlü, ödüllü mimar” olarak tanıtılan sayın mimar Muharrem Hilmi Şenalp de her halde en iyi “copy paste” ödülünün sahibi olmalı!

Zira hormonlu ve kötü bir Selimiye taklidinden başka bir şey göremiyorum fotoğraflarda.

Çamlıca tepesine dikecekleri Tayibiye Camii için aradıkları model de işte bu kadar “özgün” olacak. Bari oldu olacak yeni bir Aya Sofya yapın. Copy paste üstadı Muharrem Hilmi bey şıkşıkşık yapıverir... Yarışmaya ne gerek var..

Dostluk ve kolpacılık sağ olsun.



Ne yaparsanız yapın umurumda değil artık. Anlaşıldı. Sizin gibi olmayanlara hayat hakkı tanımamakta ısrarcısınız. Belli ki savaş açılmış. Gitmemiz isteniyor.

Geçenlerde yazdığım gibi yeni bir “tehcir” dalgası var. Tehcir 2012.

Baştaki konuya dönersek... Sayın Başbakanım... Sizden tek istediğim bu camilerin yanına lütfen servi ve çınar ağaçları diktirin. Kolpacı mimarlarınıza söyleyin köklerin binaya zarar vermeyeceği şekilde bir yer altı duvarı yapsınlar. Fatih Camii’ndeki asırlık çınarlar “sözde” bu yüzden kesildi, bari bunlarda yeşile yer versinler.

Bu yaşama sevincini yitirmiş kadının bu hayatta bir tanecik isteği yerine gelsin. Ağaç da dininize aykırı değil ya!

Yazının devamı...

İstanbul deniz yolunu keşfetti!

Demek ki bal gibi olabiliyormuş!

Bu kadar yıldır “İstanbul’un trafiğini denizden çözelim”deyip duruyordum. Bir kaç kere yazdım da. Önüme gelen İstanbul belediye başkanlarına da bunu söyledim. İnsanları denize dökeceksin!

Ya umursanmadı ya da türlü bahaneler sunuldu. Karı varmış dakışı varmış da yolcu yokmuş da...

Dün yazıyordu gazetede: Köprü bakıma alınıp millet on gündür her gün trafikte 5 saat geçirince, şirketler tekne tutup personelini öyle taşımaya başlamış! Ve köprü trafiği yok olmuş.

Benim de dediğim buydu.



Bu şehir, berbat koşullardayken bile denizi daha çok kullanıyormuş. Deniz kenarında oturuyorum ve mahallemdeki iskeleyi ya bir ya da iki kere kullandım. Kuruçeşme İskelesi çoktan iptal, lokanta olmuş yıllar önce. Aynı şekilde Rumelihisarı İskelesi de...

Utanç verici buluyorum bunu. Tam tersine daha çok iskele, daha çok tekne olacağına korkarım Arnavutköy ve Bebek iskelelerini de yakında iptal edecekler.

Az önce kendim dedim: Arnavutköy’den en fazla iki kere gidebildim bir yere.

İstemediğimden değil. Ama günde sadece iki sefer var. 8.05 ve 8.10. Biri Beykoz’dan, biri Anadolukavağı’ndan uğraya uğraya bizim iskeleye geliyor. Bu ikisinden birini yakaladın mı denizden Beşiktaş veya Eminönü’ne gitmekmümkün.

Anladığım kadarıyla 60, belki 80 yıl önce konmuş bir sefer bu. İnsanların sadece ve sadece Eminönü’nde çalıştığı günlerde Boğaz köylerini şehre bağlamak için.

Sonra bir daha kimse ellememiş tarifelere...

Hiç sefer yok demiyorum. Ama kafa sadece “iki yakayı birleştirmek” için çalışıyor. O da klasikleşmiş noktalardan.

Halbuki Etiler’deki yolcuyu da, Ümraniye’deki yolcuyu da en yakın deniz kenarına taşıyacaksın. Ondan sonra vızır vızır işleyen bir tekne trafiği ile oradan oraya taşıyacaksın.

Sadece Asya ve Avrupa yakaları arasında değil, aynı yakadada işleyecek tekneler. Maltepe’deki Bostancı’ya veya Kadıköy’e denizden gidebilmeli.

Ben mesela neden Beşiktaş veya Kabataş’a günün her saati denizden gidemiyorum akıl alır gibi değil!



“Koyduk ama yolcu yok” diyorlar.

Ben buna katiyen inanmıyorum.

Önce bol bol iskele yapacaksın. Lokantalara kiraladığın iskeleleri yeniden hayata sokacaksın. Sonra bol bol sefer koyacaksın. Öyle kocaman vapurlar değil, hızlı, çevik tekneler. Sonra bu iskelelere iç mahallelerden insan taşıyacaksın. Belediye otobüslerinin 170 kilometrelik hattı olmayacak. Kısa ama sık hatları olacak. Yani mevcut iskelelere sefer eklemekle olmuyor. Bu bir bütün. Kavacık’ta oturan kişi Kadıköy’e mi gitmek istiyor? Taşı Anadoluhisarı’na, oradan da binsin Kadıköy teknesine. Sarıyer’deki havaalanına deniz yoluyla gidebilmeli. Kartal’dakini köprü üstünden Şişli’ye taşıyacağına denizden Kabataş’a taşı. Erenköy’de oturan, Göztepe’de oturan denize on dakikada ulaşmalı. Yıllarım Erenköy’den Kadıköy’e tıklım tıkış minibüslerde geçti. Bazen yarım saat bazen bir saat sürerdi...

Hayır öyle olmamalı! Erenköy, Caddebostan’a taş çatlasa on dakika. Orada bir iskele olsun, bin oradan bir tekneye nereye gidersen git!

İnsanları önce biraz zorlayacaksın. Tabii ki otobüslere alışmış adamı tekneye alıştırmak kolay olmaz. Kur sistemini önce. Sonra yap duyurunu güzel güzel. Nasılsa billboard parasından maşallah hiçbir kamu kuruluşunun gocunduğu yok. Zırva sapan açılışların, yok anneler günü yok babalar günü yok develer günü, bol bol kutlanıyor belediye başkanlarımız tarafından. Halk yeterince bilgilendikten sonra da uzun hat otobüslerini azalt. Bak nasıl alışıyoruz.



Denizden gitmek daha uzun sürüyormuş. Doğrudur. Ama kimsenin püfür püfür yolculuk yapmaktan gocunacağını sanmıyorum. Yeter ki iskeleler sık olsun. O iskelelere ulaşmak kolay olsun. Bostancı’dan Kadıköy’e tekne koyduysan bu otobüs mantığıyla olmalı. Otobüs duraklarının yarısı kadar iskele olmalı. Kabataş Sarıyer arasında bir hat var, arada sadece Beşiktaş’ta ve İstinye’ye uğruyor! O da zaten günde bir kere!

Dünyada bunu böyle yapan bir sürü şehir var. En güzel örneği Venedik. Otobüs büyüklüğünde ufak teknelerle, aynı otobüs hızında yanaşıp ayrılıyorlar dubalar üzerindeki iskelelerden. Turist olarak bile iki günde öğreniyorsun sistemi.

Bunu yeniden öğrenmek için köprünün ölümüne tıkanması gerekti...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.