Şampiy10
Magazin
Gündem

Anne karnına dönmek istiyorum..

Ben geçen sene dolandırıldım. Şikâyetçi oldum. Beni dolandıranın vatandaşlık numarası, adresi, fotoğrafı dâhil gerekli tüm bilgileri verdim.

Sonuç: Sıfır. Ne gelen var ne giden... Gitti beş bin lira.

Arkadaşımın başına çok acayip bir senet dolandırıcılığı geldi. Biri onun adına senet doldurmuş, gitmiş bir güzel de ciro edip bankaya verip parasını almış. Günü gelince banka arkadaşıma gelip parasını istiyor. Arkadaşım parayı mecburen yatırıp mahkemeye gidiyor. Yapan belli. İki yıl sonra mahkeme sonuçlanıyor.

Sonuç: Sıfır. Adam ben “yapmadım diyor” ve beraat ediyor. Gitti on bin lira.

Yine başka bir arkadaşım kredi kartı dolandırıcılığına uğruyor. Dava beş yıl sürüyor. Sonuç: Sıfır. Gitti dört bin lira.

Devletimiz, çok başarılı bir şekilde cenin avcılığı yapıyor, aman sağlıklı hamilelikler olsun, aman sağlıklı doğumlar olsun, aman sağlıklı yetiştirmeler olsun diye yırtınıyor, bu uğurda acayip acayip SMS sistemleri kuruyor, işi “Tebrikler, kızınız hamile”ye kadar vardırıyor...

Ama iş adalete gelince fos.

Vergide de maşallah! Tek bir kuruş eksik ödedin mi canına okuyor! Baktım üç ayrı banka hesabıma birden 394’er lira haciz gelmiş! Ne bu dedim? 1999’da ödemediğim 23 liralık araç vergisiymiş! O olmuş sana 394 lira. Tamam, anladık, atlamışız işte. Üç ayrı hesabıma birden haciz neyin nesi oluyor? Alacaksan birinden al.

Ama iş adalete gelince beş yıl bekle! Bekle ama umudun olmasın. Bu beş yıl içinde söz konusu dolandırıcılar senin gibi bin kişiyi daha dolandırsın, mutlu mesut ve zengin ortalıkta fink atsın ama sen ha bire vergi öde, ha bire borç öde, ha bire sahte senetler öde...

Ben şunu anladım: Bu ülkede yasalarca suç olmayan şeyin cezasını çekiyorsun, yasalarca suç olan şeyin ise keyfini sürüyorsun.

Eyleme mi katıldın? Anayasada yeri var ama olsun. Gir içeriye.

Karakola gidip hakkını mı aradın? Vatandaşlık hakkın ama ye dayağını.

Minik bir şirket kurup vergi mi veriyorsun? Ah en büyük günah! Sisteme dâhil olmuş bir salaksın artık, her yerini yolmadan, iş yaptığına yapacağına pişman etmeden bırakmazlar!

Seviştin mi? Rezil etmeden olmaz.

Ama buna karşın vatandaş vatandaşı dolandırsın hiç önemli değil. “Devlet baba ben çok mağdurum, bu adam/kadın hayatımı kararttı, hakkımı koru” diyorsun, “o borcun onda birini harç olarak yatır bakalım sen önce” diyor. “Sonra da beş yıl bekle... Ondan sonra da bir bardak su iç... Sonra da unut”

H H H

Geçen günlerde twitter’daki en komik twit şuydu:

“E-devlet: Sağlık Bakanlığı: “Kızınız hamile” Orman Bakanlığı: “Karınız piknikte” İçişleri Bakanlığı: “Oğlunuz eylemde” @memediko

Ben galiba annemin karnına geri dönmek istiyorum. Hakkım sadece orada korunuyor gibi görünüyor...

Doğmak kesinlikle en büyük suç...



Hafıza kaybında meslek tarifleri

Asker: Omuzlarımda bir şeyler vardı

Doktor: İnsanların orasını burasını elliyordum

Polis: Elimde bir sopa vardı

Gazeteci: Selülit fotosu çekiyordum

Köşeci: Parmaklarımın altında kımıldayan harfler vardı

Yazının devamı...

Türk tabuları Yunan değil Rum, Türkiye değil Küçük Asya

İki yazdır Yunanistan’ın Ege Adalarını dolaşıyorum. Çoğu zaman tek başıma. Arada Atina’dan sevgilim geliyor gidiyor, sonra tek başıma devam ediyorum. Bir adadan öbür adaya, tam bir avare...

Her yerde karşıma Türkiye izleri çıkıyor. En son Paros adasına karşıma çıkan Ephessus (Efes) Lokantası’ndan söz etmiştim. Sahibi Niko ile Roksana. Roksana’nın babası Rum, annesi Ukraynalı. Babası, mübadeleden sonra Efes taraflarından Yunanistan’a gelmiş. Niko ile Roksana’nın Paros’a geliş hikayeleri karışık, zaten konumuz değil.

Geçtiğimiz kış ders aldığım için az biraz Yunanca biliyorum. En azından tabelaları okuyacak ve anlayacak kadar.

Efes Lokantası, sokak başındaki işaret tabelasında yazan “İstanbul Mutfağı” (Kuzina Politiki) lafıyla dikkatimi çekiyor. Daha dikkatle okuyunca “Küçük Asya’dan lezzetler” cümlesini görüyorum. İlerleyip lokantayı bulunca adının

“Ephessus” olduğu fark ediyorum.

Niko, güler yüzlü bir Atinalı. Bana yemek isimleri ve içindekileri sayacak kadar uzmanlaşmış (ama gerisi zayıf) İngilizcesiyle mutfaklarını anlatıyor.

“İmam” diyor, “doldurulmuş patlıcandır, tamamen vejetaryen”.... “Peinirli” diyor, “üzeri peynirli pizzadır”... “Lahanodolmades” diyor çok özel bir yemektir, lahana yaprağına sarılmış pirinçli kıyma”... “Mantı, ravyoli gibidir ama yoğurtlu...”

Dedim “Niko dur! Dediklerin Türk yemekleri ve sen isimlerini Türkçe söylüyorsun...”

“Küçük Asya” diyor. “Küçük Asya’da Roxana’nın babaannesinin emekleri...” Lahananın, dolmanın, “bayıldı”sı düşmüş imamın, “peinirli” dediği peynirli pidenin hiç bozulmamış Türkçe olduğunu bilmeden...

Ama “Türk”, “Türkiye” lafını asla ağzına almıyor.

Hayır Türk düşmanı değil! Bunu bilerek de yapmıyor zaten. Türk dizilerini de bayıla bayıla izliyor. Üstelik İstanbul’u dizilerdeki gibi sanıyor, bu kış illa gelmek istiyor. (Ona “kadraj” denen namussuz kurumdan, gecekondu, beton, trafik ve 15 milyon insandan bahsetmedim)

Bu, Paroslu Niko’ya has bir şey değil. Hepsi böyle...

Şunu anlıyorum: Bana öyle geliyor ki Yunan milleti için “Türkiye”, Türk dizilerine kadar yoktu! 1924’de mübadeleyle buradan göçenler “Küçük Asya”dan geldiler, yanlarına da anılarını, acılarını ve yemek tariflerini aldılar ve burası sular altında kaldı. Öyle hayali bir “kültürel” yok oluş. Yoksa tepelerinde it dalaşı yapan F16’lar sayesinde askeri varlığımızı hiç bir zaman unutmadılar. Hatta bizi sadece bu sandılar.

Bu yazdıklarım, öyle Yunanlarla oturup konuştuğumuz bir şey değil. Düşmanca bir şeyden de söz etmiyorum. Faşist yöneticilerin ördüğü sanal duvarın yanısıra, herkesin doğusundakini unutmak istemesinden, doğusuna duvar örmesinden söz ediyorum.

(İşbu yazı, Naxos adasından (Türkçesiyle “Nakşa” adası) Syros Adasına giderken, televizyonda “Unutulmaz” dizisi eşliğinde ve “Sıla” dizisinin akşamki bölümünün tanıtımları eşliğinde yazıldı... Vapurda bangır bangır Türkçe! Heh!)

Engin Ardıç’a özel not: Efkaristo poli!



Ayşe Armanlaştıramadıklarımızdan mısınız?


Pazar Hürriyet gazetesine, Hürriyet gazetesinde “kadınları” yükselişiyle ilgili bir röportaj vardı Ayşe Arman tarafından yapılmış. “Yükselen” söz konusu kadınlar Banu Tuna, Cansu Çamlıbel ve Melis Alphan.

Her üçünü de tanırım, severim. Banu ile beraber çalışmışlığımız da var. Hepsine (tam olarak ne olduğunu anlamasak da) yeni pozisyonlarında başarılar dilerim.

Ancak kızları tanımasam, yaptıkları işleri bilmesem, okumasam, Hürriyet’te yükselenin üç “kadın gazeteci” değil, üç çift “bacak” olduğunu sanırdım.

Şaşırtıcı olan Ayşe Arman değil. Ayşe Arman başından beri “dekolte sever” bir arkadaşımız. Kendisi olsun konukları olsun açılsın saçılsın, güzelleşsin, gerekiyorsa foto-shoplansın, böylece haberi/röportajı ilgi çeksin, okunsun konuşulsun istiyor. Devir böyle bir devir. Dünyanın en iyi röportajını da yapsan önce fotoğraf gelir! Bir şekilde kışkırtıcı olmak zorundasın... Kabul etmek gerek ki iyi bir formül ama herkesin harcı değil. Aynı yoldan gitmeyi deneyenlerin (bkz: Helin Avşar) ne kadar başarısız olduğunu da gördük. “İş” de iyi olacak... “Guilty pleasure”ın da bir sınırı var...

Şaşırtıcı olan, Ayşe Arman’ı yıllardır “bu”

nedenle eleştirenlerin ayaklarına birer fetiş ayakkabısı giyip “bacak show” yapmaları.

Demek ki neymiş? Her canlı bir gün Ayşe Armanlaşmayı tadacakmış. Ağdanı yap, ayakkabını al, bekle. Bir gün senin de sıran gelecektir...

Engin Ardıç!a

Yazının devamı...

Hükümet kurulabildi, şezlong bedava

“Bu hafta şezlonglar bedava..”

“Niye?” dedim “Çünkü hükümet kuruldu!”

Atina’nın politika ağırlıklı sıkıcı havasından kurtulmak için kendimi Paros Adası’na attım. Yunanistan’ın bine yakın adasının galibe en sevimlisine... Mikonos’un hemen altında...

Atina’nın böyle güzel bir tarafı var. Pire

Limanı’na gidiyorsun, bir gemiye atlıyorsun,

5-6 saat sonra Ege’nin ortasında bir adadasın.



Yukarıdaki diyalog Paros’un plajlarından birinde geçti. Söyleyen plajda şezlong ve şemsiye kiralayan yakışıklı bir delikanlı.

Fakat şöyle zavallı bir durum var: Hükümet, nihayet aylar sonra kurulabildi diye plaj ahalisine şezlong ve şemsiye hediye etmek istiyor istemesine ama plajda ondan ve benden başka kimse yok!

“Kime? Hayaletlere mi bedava?” dedim “Ben teklifimi yaptım. Onlar yoksa ben ne yapayım...” dedi Yunan usulü “eh...”leyip omuz silkerek...



Türkiye düşürülen uçağıyla uğraşırken burası da gelmeyen ve neredeyse yegâne gelir kaynağı olan turistiyle uğraşıyor. Yerli halktan hiç umutları yok. “Ancak yarısı gelir” diyor konuştuğum araç kiralamacısı. Almanlar bıçak gibi kesilmiş. Tembel dedikleri ve AB nedeniyle “beslediklerini” düşündükleri Yunan milletini bir de turizmle desteklemek istemiyorlar.

Almanya-Yunanistan maçını Paroslularla beraber seyrettim. Hem de nerede? Efes Lokantasında! Futbol meraklısı Angela Merkel ne zaman ekrana gelse ortalık küfür kıyamet gidiyordu! Şimdi Alman ol ve Yunanistan’a gel! Olacak iş değil.

Maç, Yunan halkına iyi bir teselli olacaktı ama yazık ki yenildiler. Hâlbuki çok umutluydular. Saatler öncesinden planlar yapıldı, masalar ayırtıldı... Burada maç sokaklarda seyrediliyor. Atina’da da aynı. Her lokanta televizyonu sokağa çıkartıyor ve koca bir sokak, mahalle veya ada hep beraber seyrediyor. Öyle konsantre olmuşlardı ki maç sırasında çarşıdan çırılçıplak geçseydim kimse fark etmeyecekti. O derece!

Ezik ve bezgin bir halkla maç seyretmek hem çok eğlenceli hem çok hüzünlü oluyor. Gol attıklarında öyle sevindiler ki sanırsın bütün borçları silindi. Yiyince de çöktüler. 3. gol de gelince çoğu maçın sonunu seyretmeden eve gitti.

Ama küfür hadisesi çok şahaneydi. Bir ara ağzımdan “hass....” lafı kaçtı “tabi tabi” manasında onay verdiler. Meğer onlar da “ay ....tir” derlermiş. Türkçe olduğunu bilmeden. İthal ettiğimiz şeye bak!

Bu arada Paroslular dediğim sadece Yunanlıdan oluşan bir grup değildi. Aramızda Kayseri kökenli bir Ermeni, bir Diyarbakırlı Kürt, bir yarı Ukraynalı, bir yarı Selçuk (veya Şirince) kökenli Yunan vardı. Kimi Atina’dan gelmiş, kimi Antalya’dan hepsi 20-30 yıldır Paros’ta yaşıyor. Efes (Ephessus) Lokantası da işete yarı Ukraynalı yarı Yunan kızın. Babası bizim buralardan gelmeymiş. Harikulade bir lahana dolması ve mantı yedim! Paros adasına yemeyi umduğum en son şey lahmacundur, o da vardı.

Paros çok güzel bir ada. Mikonos’a giderseniz buraya da bir kaç günlüğüne gelin derim.

Yazının devamı...

Ceset yanında sevişmek

“Üçüncü dünya ülkesi refleksi” demiş Hürriyet’ten Melike Karakartal üç gün önceki “Olan olur, kalan kalır” yazısında. Felaket haberlerini izleyip, üç dakikalığına üzülmek, “anaların yüreğine taş düştü” demek ve sonra hayatına kaldığı yerden devam etmek... Uyuyorsan uyumaya, oynuyorsan oynamaya, yiyorsan yemeğe devam etmek.

Üçüncü dünya ülkesi refleksi dediği “ceset yanında sevişebilmek”... 30 yıldır bunu yapıyoruz.



İşin yazıp çizmek değilse öyle yapması kolay.

Etrafım, meslektaşlarım hariç neredeyse tamamen böyle. Göz ucuyla televizyona bakıyorlar, felaket haberi varsa, kanal değiştiriyor veya komple kapatıyorlar cihazı. Gazete elbette almıyorlar. Çok lazımsa ayıklayarak internetten okuyorlar... Televizyon seyretmeyen de biliyorum.

O arkadaşlarımdan biri geçen gün “Uludere olayı ne?” diye sordu. Kürtaja kadar varan hikâyeyi bir çırpıda anlattım. Eskiden olsa bilmiyor olmasını ayıplardım. Şimdi ayıplamıyorum. Felaket haberlerinden çok fena yorulmuş bir Türkiye var karşımızda...



Köşecilerin en kıskıvrak kaldıkları günler de bu günler. Aynı şeyleri yüz bin kere yazmış da olsan yeniden yazman lazım. Görmezden gelemezsin. Bir yerinden tutmaya çalışırken farkında olmadan kendi bıkkınlıklarını da ifade ediyorlar aslında.

Hürriyet’ten Tuna Kiremitçi “acılı insanları yayınlamak, mahremin röntgenlenmesidir, terörün PR’ıdır” demiş “Rahat bırakın şehit ailelerini” başlıklı yazısında...

Acılı bir eşin, ana babanın, o halleriyle haber olmak istemeyeceğini söylüyor. İki gün önce Metehan Demir de televizyonda isyan ediyordu. Oğullarının şehit düştüğünü haber vermek için giden askeri yetkililerle beraber televizyon kameralarının da gitmesine. “Artık bu kadarı da çok fazla diyordu” gözleri dolu dolu...

Türk basını ayarı hiçbir zaman tutturamıyor zaten. Biz “üç maymun” yollarından da geçtik. Tuna, çocukluğunu hatırlasın. Yıllarca TRT’nin buz gibi sesinden “çatışma... ölü ele geçirildi.. 7 er şehit” dışında bir haber alabiliyor muyduk? Sanki robotlar savaşıyordu. İsimleri hızla okunur, hızla askerlik için çekilmiş çirkin fotoğrafları gösterilir, “kanları yerde kalmayacak” konuşması... hop... başka haber.

Basın da öyleydi. Çatışmaları ve kayıpları ya hiç görmüyordu ya da üçüncü sayfadan küçük haber şeklinde veriyordu. Aman teröristin istediği “PR” olmasın diye. O zaman “emir” böyleydi.

Sonra “emir” değişti ve artık utanmazlık sınırının çok çok altında bol bol “görüyoruz”... Ancak bu kadarının “iyi niyetli” bir görme olduğunu söyleyemeyeceğim. “Oğlun öldü” haberini alan bir insanı görüntülemenin ahlaklı bir izahı olamaz.

Ahmet Hakan Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in şehit cenazesinde ağlamasını “kıymetli” bulurken Ertuğrul Özkök ise “ son derece moral bozucu” bulmuş. “Paşam, sen ağlarsan Türkiye zırlar” başlıklı yazısında Necdet Özel’e “Moralimizi bozma, git evinde ağla” tavsiyesinde bulunmuş.



Gördüğünüz gibi Türk köşecilik sektörü, bu sıcakta duyarsız olmadığını kanıtlamak için uğraşıp duruyor ama gelip dolaşıp Melike Karakartal’ın dediklerine geliyoruz.

Herkes yorgun, bitkin, bezgin. Değilmiş taklidi yapıyor.

Ama günün zırvalama şampiyonşip birinciliğini müsaadenizle Ertuğrul Özkök’e vermek istiyorum. Çok hızlı bir şekilde emekli olup televizyona göz ucuyla bile bakmayan insanlardan olsa, sanki daha iyi olacak. Metal fena halde yorulmuş.

Yazının devamı...

Yunan seçimleri: Allah Türk spikerlerini korudu!

Bu satırları, başka hüzünlü bir ülkeden yazıyorum: Yunanistan.

Aslında günlerdir buradayım. Seçimleri izlemek için Atina’ya gelmiştim. Bu arada bilgisayarım bozuldu. Tam düzeldi, seçim gözlemlerimi yazayım derken Türkiye’den acı haber geldi...

Hangi taraf daha hüzünlü bilmiyorum. Biri iflas etmiş; bir sis bulutu içinde, gelecekten tamamen umudunu yitirmiş halde... Binlerce insan (geçen sene iki bin kişi) intihar ediyor, şirketler bir bir batıyor, dükkanlar onar onar kapanıyor. (Sadece hap kadar Midilli’de 35 dükkan kepenk indirmiş)

Öbürü ise dünyanın en uzun iç savaşını yaşıyor; durmadan evlatlarını kaybediyor. Doğusuyla batısı ayrı devirlerde yaşayan, sıkıcı muhafazakâr bir ülke mi olsun doğunun yükselen yıldızı mı olsun karar verememiş tuhaf bir ülke...

Yunanistan genel seçimleri şimdiye kadar gördüğüm en sönük seçimdi herhalde.

Ne bir poster, ne bir bayrak ne yüz metrede bir seçim büroları... Çünkü propaganda yapacak para yok! Sadece PASOK’un 85 milyon avro borcu varmış. Yardım edebilecek işadamlarının da parası yok.

Bildiğiniz gibi seçimi yüzde 30 ile Yeni Demokrasi Partisi kazandı. Ama daha dürüst yorum şu: Seçimleri Angela Merkel kazandı.. Yunan arkadaşlarımın yorumu ise şöyle: “(Kemer sıkma politikalarına uymayacak olan) Syriza Birliği kazansaydı bu cuma batardık, Yeni Demokrasi kazandı demek ki ekimde batacağız...”

Durum bu kadar acıklı görülüyor yani. Hiç bir umut yok. Fakat Yeni Demokrasi Partisi’nin kazanmasının bizim açımızdan faydası: Soyadını söyleyebildiğimiz bir liderleri var. Samaras. İlk ismi de zor değil: Andonis. Türk (ve dünya) spikerlerini Allah korudu yani. Irkçı “Altın Şafak” partisi kazansaydı yanmışlardı! Başkanlarının adı: Nikolaos Mihaloliakos!!!



Çanağını kap Atina’ya gel!

Atina’da esnafın yüzü bir nebzecik olsun gülüyorsa geçtiğimiz günlerdeki deli medya trafiği sayesindedir. Yunanistan’ın politikalarına bağlı olarak avronun, dolayısıyla Avrupa Birliği’nin dolayısıyla da dünyanın mali kaderi şekilleneceği için bütün gözler buradaydı. Dünyanın her ülkesinden televizyoncular başkente akın etti. Seçim ne kadar sönük geçtiyse basın o kadar heyecanlıydı.

Kaldığım otel Atina’nın Taksim meydanı olan Sintagma Meydanı’na bakıyor. Bu televizyoncular için bulunmaz bir Hint kumaşı zira parlamento da bu meydanın kıyısında. Parlamentonun karşı tepesinde ise Atina’nın simgesi görkemli Parthenon tapınağı var. Kamerayı pan yaptığın anda hem parlamento hem Parthenon kadraja girebiliyor. Bu yüzden otel, devasa bir basın merkezine döndü. Meydana bakan her odası medyacılar tarafından tutuldu, her balkon da mini birer canlı yayın stüdyosuna döndü. İki gün öncesine kadar her balkonda bir çanak anten, bir kamera, bir spot ve elinde mikrofon tutan dünyanın bir ucundan bir muhabir vardı. Rus, Uruguaylı, Çinli, Alman, Japon, İngiliz, İtalyan benim karşılaştıklarım... Kim bilir daha nerelerden geldiler.. Sadece otel değil. Meydan da öyleydi. “Bu kadar canlı yayını yapacak alt yapı var mıydı Atina’da?” diye soruyorum, yokmuş aslında. Çanak anteni, kamerası, spotu olan herkes Atina’ya çağrılmış. Rodos’tan anten, Patra’dan teknisyen, Girit’ten canlı yayın arabası...

Bu ekipler aynı zamanda otelde kalıyor. Dolayısıyla sadece meydana bakan odalar değil arka odalar da tutulmuş. Sordum 135 odanın 125’i medyacılarınmış. Zaten otelde dolaşırken durumu anlamak mümkün. Odalar ek masalarla ofis durumuna getirilmiş, kapılar ardına kadar açık, koridorlarda yazıişlerinden alışık olduğum bağrış çığırış... Pazar günü bir basın grubuna printer lazım olmuş. Otele sormuşlar. Tamam demiş otel. Bir günlüğüne kiralarız. Ne kadar? 80 Euro!! Gidersin o paraya yenisini alırsın değil mi? Ama pazar günleri Yunanistan ölümüne kapalıdır! Açık tek bir dükkân bulamazsın. Eh o zaman otelci de istemiş “payını”. İstersen kabul etme...

İki yıl önce Atina’ya geldiğimde interneti olmayan kafe çoktu. Ben “var mı?” diye sorunca “niye olsun ki?” dercesine suratıma bakarlardı. Şimdi sırtında bilgisayar, elinde iPhone olan birini görünce “hızlı wi-fi var, buyrun gelin” diyorlar... Fiyatlar da anında yükselmiş.

Ancak dış basın yavaş yavaş gidiyor. Bundan sonra? Allah kerim...

Yazının devamı...

Söylenmesi gereken bütün sözler söylendi


Onların anneleri kürtaj olmadı... İsteyerek doğurdu, severek büyüttü... Ama bu ülkenin toprakları onları koruyamadı...

İsviçre’de doğmuş olsalardı...

Bu gencecik yaşlarında...

Olsa olsa az rastlanan trafik kazalarında ölürlerdi...

Ama Türkiye’de doğunca işler değişiyor.

34 kişilik kaçakçı kervanını gayet güzel gören Heron’lar, 300 kişilik eli silahlı koca bir çeteyi göremiyor...

Oradan buradan oluk oluk akan istihbaratlar, yeri gelince “ben verdim, yok bizim kendi istihbaratımız” diye paylaşılamazken...

Söz konusu PKK baskını olunca ortadan kayboluveriyor...

Gelmemiş oluyor...

Gafil avlanılmış olunuyor...



İnanıyor musunuz?



Geçen gün akademisyenlerden biri Uludere hakkında şunu demişti. (Bir saattir kim demişti diye bulmaya çalışıyorum ama bulamadım.) “Mesele istihbaratın kimden geldiği değil. Mesele istihbaratın beklenmesidir. Yani baskın yapılacaktır, ona göre istihbarat ısmarlanmıştır. Karar istihbarattan sonra değil, öncesinde verilmiştir...”

Bu kadar teknolojik imkana rağmen karakollarımız baskına uğrayabiliyorsa demek ki biz “savunma” yapmıyoruz. Sadece “saldırı” yapıyoruz.

Bilerek veya isteyerek veya imkânımız yok.

Bilmiyorum.



“Bu karakollar sivillerin hayatını karartmak dışında ne işe yarar” diye defalarca sordum, sorduk ama bir Allahın kulu dürüstçe cevap vermedi şimdiye kadar.

Bu karakollara en az 20 kere yolum düşmüştür. Tunceli’sinden, Çemişkezek’ine, Iğdır’ından, Çukurca’sına kadar. Dün baskın gören ve 8 askerimizi kaybettiğimiz Dağlıca Karakolu da bunların içinde.

Hemen hemen hepsine de girdim. Askerlerle, komutanlarla çay içtim, iki sohbet ettim...

Hepsi “gel beni vur!” diyen, düşmanı vurmaya adeta tahrik eden, rüzgârlı, ıssız ve uğursuz noktalarda...

Kum torbalarının arasına taşın toprağın, betonun nöbetini tutuyorlar.

Taşın toprağın ama insanın DEĞİL!

Cansız nöbeti!

Güneş nöbeti!

Rüzgâr nöbeti!

Bir ara bu karakolların kapatılması fikri ortaya atılmıştı.

Madem istendiği zaman havadan bulma ve vurma imkânı var, neden insanları Allahın ıssızlığında “av” olsunlar diye dikiyoruz?

Neden harcıyoruz bu gençleri, yetişmiş komutanları?



Benim umudum uzun süredir yok.

PKK silah bırakmayacak. Belli.

TSK “gel beni vur” karakollarından vazgeçmeyecek. Belli.

Gençler “vicdani ret” yapmayacak... O da belli.

Söyleyecek başka laf kaldı mı?

Yazının devamı...

Esas balığa kürtaj ne zaman bitecek?

Greenpeace’in yürüttüğü “Seninki kaç santim?” kampanyası geçen yılın en ses getiren işi oldu. Birazcık okuması yazması olan bile çinekop ve sarıkanatın lüfer yavrusu olduğunu ve bu ağbi kardeşi yemememiz gerektiğini çünkü henüz yavrulayacak kadar olgunlaşmadıklarını, durmadan yavru yersek çoğalmayacakları için üç beş yılda tüm soyun tükeneceğini öğrendi. Bu sadece lüfer için değil kalkan ve palamut gibi başka balıklar için de geçerli.

Ha öğrendi de ne oldu? Çoğunluk öküz öküz yemeğe devam etti. Kampanyaya iştirak eden sen, ben, yenge olduk. Alçak balıkçılar gırgırla avlamaya devam etti, esnaf tezgahlarında satmaya devam etti, restorancı da pişirmeye devam etti, halk da bir güzel yemeğe devam etti.

İnsanlarımız duyarsız, insanlarımız kötü ama bu yeni bir şey değil. Cennetten kovulduğumuzdan beri bu böyle. Halk böyle diye vazgeçecek değiliz.

Burada kabahatli olan devlettir. Rahme düşmüş çeyrek damla canın BİLE hamisi olduğunu iddia devlet, denizlerin koca canını candan saymıyor. Balıkçılarla papaz olmasın diye (herhalde) yasal avlanma boylarını yeterince yükseltmiyor. Daha önemlisi denetimi yapmıyor. KCK’dan Büşra Ersanlı’yı bile içeri tıkıp bir daha salmayan devlet, denizlerin canına okuyana adam gibi ceza kesmiyor. Yalandan üç beş kuruşunu alıyor, ertesi gün canavarlar yine denizde.



20 Haziran 2012’de, yani altı gün sonra Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Su Ürünleri tebliği için istişare kurulu toplantısı yapacak ve önümüzdeki dört yılın balıkçılık kurallarını belirleyecek.

Konudan anlayan aklı başında herkesin söylediği şu: Son dönemeçteyiz. Bu sefer adam gibi karar aldık aldık. Sonra denizler ebediyen kurumuş olacak. Şimdi canhıraş ne var ne yok toplayan balıkçı da ağlayacak, biz de ağlayacağız, buna dur demeyen, diyemeyen devlet görevlilerinin de yatacak yeri olmayacak....

20 Haziran’daki toplantıdan beklenenler şunlar:

- Çalışmalar yapılmadan önce bakanlığa danışmanlık yapacak bağımsız bir danışma komisyonunun oluşturulması...

- Kalkanın yasal avlanma boyunun 45 santime, palamutun 38 santime, lüferin ise 25 santime çıkartılması. Kalkan içinse avlanma kotasının getirilmesi...

- Denizlerimize büyük gelen av filosunun küçültmeye gidilmesi. Yaklaşık 1750 tekne mevcut. Bunun %90’ı küçük ölçekli, %10’u büyük ölçekli tekneler. Küçültme stratejisi kara listeler oluşturularak daha önce birden fazla ceza almış teknelerin av ruhsatının alınması yoluyla gerçekleşebilir..

- Kıyısal deniz rezervleri ağının kurulması ve deniz koruma bölgeleri oluşturulması...

- Boğazlarda, iç denizlerde, körfezlerde ve koylarda, konaklama ve üreme göçü yapan balıkların sürdürülebilir olmayan avcılık yöntemleriyle avlanmasının yasaklanması. Özellikle Boğazlar, gırgır ağlarına kapalı bölge haline getirilmesi...

- Cezaların caydırıcı hale gelmesi. Yasal boyda olmayan balıklar tezgahlarda rahat rahat satılabiliyor. Yakalanan yasadışı balıklar için kamyon başına kesilen ceza o kadar küçük ki aynı balık az sonra başka yerde satışa sunulabiliyor.

- Kaçak, aşırı ve yasadışı avcılık denizlerdeki denetimler arttırılmalı. AIS cihazlarının (Otomatik tanıma sistemi) 15 metreden büyük bütün balıkçı teknelerinde olması zorunlu. AIS cihazlarının sürekli kullanımı, yasadışı balık avının önüne geçebilmek için hayati öneme sahip. Balıkçılığı düzenleyen kanuna AIS cihazlarının zorunlu kullanımıyla ilgili maddenin eklenmesi gerekir.

- Türlerin stokları ile ilgili çalışmaların yapılması. Ne kadar balık kaldı onu bile bile adam gibi bilmiyoruz.

- Av araçlarına düzenlemeler getirilmesi... Ağların torba kısımlarının balık büyüklüğüne uygun olarak değiştirilmesi, ağ gözlerinin yavru balıkların kaçabileceği şekilde yapılması... Balıkçılıkla beraber ilgili üretim sanayinin (ağ) de aynı şekilde denetlenmesi....

- Tüm bunların sağlıklı ve işlevsel olarak gerçekleştirilebilmesi için gereken eğitimlerin ve teşviklerin sağlanması. Hibe ve teşviklerin düzenlenmesinde ise sosyal, ekonomik ve ekolojik olarak fayda sağlayacak şekilde balıkçılığın merkezindeki kıyı balıkçısı dikkate alınması, hibe ve teşviklerin aşırı avcılığa değil, sürdürülebilirliğe hizmet etmesi için her önlemin alınması....

Yazının devamı...

Selülit terörü

Gülben Ergen’in başına geleni (denizden çıkarken fotoğrafı çekilmiş, bacaklarında selülit varmış) ve sonrasında yazılıp çizilenleri (twitter’da Gülben Ergen isyan etmiş, başta akademisyen ve köşe yazarı Deniz Ülke Arıboğan olmak üzere insanlar destek olmuş) bilin bakalım nerede duydum? Ozon terapi merkezinde! Peki ben orada ne yapıyordum?

Selülitlerimle mücadele ediyordum...

İronik değil mi? Dr. Lale Yeprem, bacaklarımdaki selülitlerime teker teker ozon şırınga ederken (denemediğim bir bu kalmıştı zira) arkadaşım Rahşan Gülşan’ın Habertürk’teki yazısından “ne kadar haklı!..” diyerek söz etti..

Muayenehaneden acılar içinde çıkar çıkmaz (zira her bir bacağa 20’şer iğne yapılıyor) bir Habertürk Gazetesi aldım ve okudum...

Rahşan şöyle yazmış:

“Gülben Ergen’in yaşadığı hayal kırıklığından çok bu haberleri okuyan kadınların yaşadıklarıyla daha ilgiliyim. Ergen’in selülitlerinin bu dille teşhiri, ayıplar, alay eder tonu tüm kadınlara da dokunuyor. Zaten söz konusu vücutlarımız olduğunda yerlerde gezinen özgüvenimiz iyice derinden sarsılıyor. Mükemmel vücut, selülitsiz bacak, Brezilyalıları kıskandıracak popo, reklamdaki kızınki gibi bir gülüş, dizideki kadının porselen teni arayışı altında eziliyor. Üstelik bu baskı sadece yazılı basın ve televizyon ile de gerçekleşmiyor. Sosyal medya dâhil tüm mecralarda kadınlardan mükemmel fizik, akıl dışı bir noda refleksi, insanüstü anlayış abidesi olması bekleniyor.

Ne yazık ki bu topraklarda o aradığınız mükemmel kadın sayısı hayli sınırlı.

Biz bulgurla, ekmekle, kebapla, dünyanın en lezzetli etli bol yağlı yemekleriyle büyüyen insanlarız. Üstelik kadını böyle baskılayan erkek kısmısı da öyle bir dudağı Brad Pitt, diğeri George Clooney tadında Adonis fazlalığı bulunan tipler değiller.

Ama kafalarındaki mükemmel kadın fotoğrafından bir türlü ödün vermiyorlar.

Yaz boyu okuyacağımız selülit, kilo, mükemmel vücut haberleri hep bu terörün bir parçası olacak. Üstelik bu sadece kadınların mutsuzluğu ve bunalımı ile de sonlanmayacak. Hayal dünyaları ile gerçeklikleri uyuşmayan erkekler de mutsuz olacak...”

Bu yapılanlar hakikaten bir çeşit terördür. Hürriyet’ten Cengiz Semercioğlu, pişkin pişkin “tüm dünyada yapılıyor bu haberler” demiş. Tüm dünyada yapılıyor olması neyi değiştirir?

Rahşan’ın dediği gibi mesele Gülben Ergen’in kalbinin kırılması değil sadece. Gülben Ergen gibi ünlüler üzerinden kadınlara durmaksızın “yaşlısınız, çirkinsiniz, şişmansınız, selülitlisiniz, oranız sarkık, buranız şişik” mesajının verilmesidir.

Son derece büyük “zaman” ve “paralar” gereksizce bu uğurda harcanıyor haberiniz yok. Kadınlar ya aç ya da mutsuz dolaşıyor haberiniz yok. Kadınlar bu yüzden ezik veya sinirli oluyor haberiniz yok. Kadınlar sevilesi olduklarına inanmıyor haberiniz yok. Kadınlar onları oldukları gibi seven eşlerine şüpheyle bakıyor haberiniz yok.

Sonra da kalkıp hâlâ “bu kadınlar anlaşılmaz yaratıklar” diyorsunuz!

Bir toplumun kadınları mutsuz ise erkekleri mutlu olabilir mi hiç?




AMK Gazeteciliği!


Aşağıda MEDİZ Kadınların İzleme Grubu tarafından yayınlanan bir çağrısı var. Altına imzamı atarak kamuoyuna duyuruyorum:

“Sözcü Gazetesi tarafından çıkarılan spor gazetesi AMK erkek egemen şiddet ve fanatizmin amiyane küfürlerinden birini isim olarak seçerek kadınlara karşı suç işlemektedir. Kadınların çalışan ve okuyucu olarak yer almaktan imtina edeceği bu ayrımcı gazetecilik anlayışını kınıyor, bu adı seçen tüm sorumluları özür dilemeye ve gazetenin adını derhal değiştirmeye çağırıyoruz.

Gazetenin ismi değişmedikçe hepinizi bu gazeteyi satın almamaya, bu gazeteyi satmamaya, satanları uyarmaya, bu gazeteyi satan bayi ve dükkânlardan alışveriş etmemeye davet ediyoruz.

MEDİZ-Kadınların Medya İzleme Grubu”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.