Şampiy10
Magazin
Gündem

Irkçı Lucca

Sık gittiğim bir yer değil. Dün geceye kadar hepi topu iki kere gitmiştim. Ama bundan sonra adımımı atmam...

Hadise şu: Lucca’da yapılan bir ürün tanıtımı için davet edilmiştim. Aynı gece için bir arkadaşımla yemek planımız vardı. Yemek öncesi bir uğrarız, sonra devam ederiz dedik.

Arkadaşım Sudanlı. Üniversite arkadaşım. Beraber okuduk. 25 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Çok iyi Türkçe konuşuyor. Burada işini kurdu, burada evlendi, burada çocuklarını yaptı, burada evini aldı, burada vergisini ödüyor... Herhangi bir yere de gitmeye niyeti yok.

O, mekâna benden erken geldi. Bana bakmak için içeriye girmeye yeltenmiş ama garsonlar durdurmuş. Durumu açıklamış ama giremezsiniz demişler.

Ben olaydan az buçuk haberli az sonra geldim. Arkadaşım dışarıda bekliyordu. Ne olup bittiğini tam olarak anlamamıştım. “Hadi girelim” dedim, baktım yine aynı şey oldu. Garson, arkamdan gelen arkadaşımı durdurdu. Ben dönüp bakınca garson “beraber misiniz?” diye sordu. Evet deyince, aynı soruyu tekrar sordu. Ve arkadaşım ancak öyle girebildi.

Bütün bunların nedeni ne?

Arkadaşımın derisinin rengi. Afrikalı arkadaşım sevimli, tatlı bir zenci. Üstü başı tertemiz, gayet düzgün. O saatte ben dâhil herkes kapıdan elini kolunu sallaya sallaya girebiliyorken bir tek benim arkadaşım durduruluyorsa...

Bana iki kere peşimden gelerek “beraber misiniz?” diye soruluyorsa...

Bunu ben başka nasıl yorumlayabilirim?

Demek ki bir “zenci”, yanında “beyaz” bir refakatçisi olmadan tek başına Lucca’ya giremiyormuş.

Demek ki Lucca, buzzzz gibi ırkçı bir

işletmeymiş.

Demek ki Lucca, bir daha adım atılmaması gereken bir yermiş.

Mor Gabriel Manastırı gecekonduymuş!


İsviçre, topraklarında yapılacak yeni camilere ancak minaresiz olduğu takdirde izin verince Türkiye yerinden oynamıştı. Minaresiz camii olur muymuş, bu işte batının ikiyüzlülüğüymüş, hani insan hakları, hani inanç hakları, İsviçre ile bütün ilişkileri keselimmiş, zaten halkı da bir acayipmiş, kadınları da şöyleymiş, böyleymiş...

Neredesiniz?

Bu toprakların en kadim topluluğu olan Süryanilerin en önemli manastırı olan

Mor Gabriel’e devlet el koyuyor.

1615 yıldır (yani Türklerin, Müslümanların esamisi okunmazken) Mardin

Midyat’taki o arazi üzerinde olan manastır, 2012 yılında “işgalci” oldu!

Midyat Kadastro Mahkemesi, arazilerin manastırın malı olduğuna dair karar verdi ama kararlı devletimiz Yargıtay’a gitti ve Yargıtay kararı bozdu.

Arazilerin beyannamesi, 1937 yılından beri araziler için
ödenen vergi kayıtları,
Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtları, bilirkişi raporlarına ve Midyat Kadastro Mahkemesi’nin itirazına rağmen Yargıtay, 1615 yıllık Manastır’ı işgalci ilan etti.

Aklınız alıyor mu? Milattan sonra 397 yılında inşa edilen, dünyanın en eski ve yaşayan manastırına devlet gecekondu muamelesi yapıyor!

Kilisenin “ikinci Kudüs” dediği, 1615 yıldır yaşayan manastıra el koymak istiyor.

El koyup ne yapacak dersiniz?

Muhtemelen içi boşaltılmış, kapısında bilet keseceği, ruhsuz bir müze!

Evet neredesiniz olmayan minareler için ortalığı inletenler?

Evet neredesiniz “Kültürler beşiği Anadolu” “Dinler mozayiği Mardin”

“Dinlerarası Diyalog” palavracıları!

Egemen Bağış! Neredesiniz?

Daha ne kadar devam edecek bu topraklarda “etnik temizlik” utancı?

80 yıldır yetmedi mi?

Yazının devamı...

Çelebioğlu ailesini sonuna kadar destekliyorum

Dünkü yazımda söz ettiğim Kuşadası’nı gürültüye boğan disko “Jade”in sahibi Tibet Bey aradı. Pek kibar, pek sempatik. “Taktir edersiniz ki sürekli denetleniyoruz.. Taktir edersiniz ki kurallara uygunuz.. Taktir edersiniz ki Kuşadası turizmine katkı... Taktir edersiniz ki konser olunca biraz volüm kaçabiliyor... Taktir edersiniz ki ses rüzgarla taşınıyor...”

Kendisine de aynı şeyi söylediğim için burada da yazmakta beis görmüyorum: Taktir etmiyorum! Gece kulübü, Demet Akalın, Serdar Ortaç, sabah beşe kadar bangırdatmanın turizme katkısını ne kadar olursa olsun taktir etmiyorum. Kaldı ki olduğunu sanmıyorum ama öte yandan beni de ilgilendirmez. Tibet beyler, Ahmet beyler, Ayşe hanımlar katkı matkı ayaklarına zengin olsunlar umurumda değil. Benim tek derdim vatandaş uyuyabiliyor mu?

Cevap: Hayır...



Aynı durum Bodrum için de geçerli. “Katamaran” diye bir rezillik var. Bodrum Kalesi’nin hemen dibine demirli bir gemi üstü diskosu. Herhalde “hocam biz gürültümüzü açıkta yapacağız, kimsecikler rahatsız olmayacak” diye aldılar 124 yıllık ruhsatlarını ama geminin kıyıdan ayrıldığını kimsenin gördüğü yok bugüne kadar. Ha kalktı ha kalkıyor diye durmadan anons yapılıyor ama sabah beşe kadar bangır bangır orada. Bir gün anlı şanlı Bodrum Kalesi, bu kepaze disko gemisi yüzünden tuz buz olacak, o zaman ne olacak çok merak ediyorum.

Ne oldu tek bir yılcık uygulanabilen 12.00’den sonra gürültü yasağına? 2009’da tak diye çıkmıştı gürültü genelgesi ve pek güzel bir uygulamaydı. Yönetim bastırınca işletmeler kuzu kuzu seslerini kapatabiliyordu. 12.00 oldu mu, Kül Kedisi masalındaki gibi, tak tak tak kapı pencere kapanıyor, ses içeride kalıyordu.

Ne oldu? Ertesi yıl artık ne olduysa yasak kalktı. Daha doğrusu yasağın uygulanması kalktı.



Ama işte bu ülkede herkes Çelebioğulları gibi değil ki...

Çeşme Aya Yorgi koyunda 16 yıldır süren bir savaş var. Çelebioğlu ailesiyle “gürültü makineleri” arasında. Çelebioğlu ailesi yıllar önce, huzurun beşiği diye Aya Yorgi koyundan yer almış ve kendilerine ev yaptırmışlar.

Ben çocukken, Aya Yorgi koyuna yüzmeye giderdik. Gördüğüm en güzel doğa parçalarından biri idi. Sessiz sakin, hakikaten rüya gibi bir yer idi.

Artık değil. Türkiye’de çokçokçok zengin olmak bile bir halta yaramıyor.

1996’dan itibaren, bu eşsiz koy işletmelere açıldı ve Çelebioğlu ailesinde huzur muzur kalmadı.

Çelebi Holding Yönetim Kurulu Başkanı Can Çelebioğlu ve annesi Engin Çelebioğlu, binlerce rica ve şikâyetten sonuç alamayınca kısasa kısas metoduna geçti. Müziği sonuna kadar açan işletmeleri protesto etmek için evlerinin bahçelerine dev kolonlar yerleştirip sabahtan gece yarısına kadar “Mehter Marşı” çaldılar.

Kaos, duble kaosa dönüştü. Bir yaz, yer gök Mehter Marşıyla inledi.

Aradan 16 yıl geçti, değişen bir şey yok. Anne Engin hanım ve kızı Canan Hanım, bu sefer de 210 bin dolarlık bir ses sistemi kurmuşlar. Ve yine Mehter Marşı çalıyorlar. Araya Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım bile girmiş (nedendir bilinmez, gürültü makinelerinden yana olarak) ama protesto devam ediyor.

Tanıdığım ettiğim insanlar değil. Hani tanıdığına yalakalık yapıyor demeyesiniz diye özellikle yazıyorum. Tanımıyorum ama sonuna kadar destekliyorum. Dedikleri de çok net: “Kimsenin kazandığı parada gözümüz yok. Para kazanmalarını isteriz. Ancak bizim de bir yaşam alanımız var ve kendi evimizde rahatça uyumak istiyoruz. Müziği biraz kıssınlar. Her yıl bu sorunu dile getirmekten bıktık”

Kimse bana “ama istihdam, ama yüzlerce insan evine ekmek götürüyor, ama turizm, ama katkı, ama kaliteli eğlence yerine de ihtiyaç var...” mavalını okumasın. Sessiz de güzel güzel para kazanılır, sessiz de yüzlerce insan evine ekmek götürebilir...



Her zaman söylerim, yine söylüyorum:

Türkün eline iki şey vermeyeceksin!

1) Beton

2) Ses açma düğmesi

Yazının devamı...

Umudunu kaybetmemiş enayi vatandaş: MT


Pazar günü anlattığım gibi Kuşadası’nda, sessiz sakin bir sitede, aktif, dinamik ve ultra disiplinli ağbi ve ablalarımla tatil yapmaktayım...

Kendini hala genç sanan biri olarak önce “bu ne yahu! askeri kamp gibi!?” derken baktım o düzene ben de dahil olmuşum. 08:30 sabah denizi, 09:30 kahvaltı, 10:30 ila 13:30 arası ev toplaması/düzenlemesi, 13:30 ila 16:30 arası yazı vakti, 16:30 ila 18:00 aarsı öğlen dinlenmesi, 18:00 ila 19:00 arası akşam yüzmesi, sonra akşam yemeği, sonra yemek sonrası balkon sefası derken 23:30 dolaylarında uyku bastırması ve 24:00’da yatak...



Sair günler “24:00 yatak” faslından sonra “uyku” da geliyor ama cuma ve cumartesi günleri “24:00 yatak, 24:00 ila 05:00 arası işkence” faslı başlıyor.

Niye? Çünkü Kuşadası’nın göbeğinde “Jade” isimli bir gürültü makinesi var. Bazılarının gece kulübü bazılarının disko dediği bu fecaat yer bütün ilçenin canına okumakta. Her cuma ve cumartesi gecesi, 35 derece sıcakta, camlar, panjurlar kapalı, kâbusun geçmesini bekleyerek geçiyor. Ses giderek azalır diye umut ederken bir bakıyoruz ki sabaha karşı daha da açılıyor. Üç beş tane İngiliz, tepinecek diye, üç yüz bin Kuşadalı kriz geçiriyor...

Şehrin göbeğinde böyle bir şeye nasıl izin verdikleri akıl almaz bir şey...

Fakat daha akıl almaz olan ilgili kurumların umursamazlıkları.

Devletinden, hakkından, hukukundan umudunu HÂLÂ yitirmemiş bir “komik kişisi” olarak - Ah beni hep bu güzel umutlar mahvetti - gidelim şikâyet edelim dedim.

“Ohooo... Kaç kişi yaptı bunu... Sonuç yok” dediler.

155 servisi şikâyetlere şu şekilde cevap veriyor: “Bizim elimizde desibel ölçer alet yok. Zabıtada var. Ama onlar da gece çalışmıyor. Biz kaç kere gittik uyardık ama bizi dinleyen yok...”

Dedim “kaymakam bey ile tanışıyoruz, ona gidelim”... Randevu için aradım. Bayan Püskürtme No:1 “dilekçe yazın, bırakın” dedi. Herkese randevu veremezlermiş. Zaten bu onları ilgilendiren bir sorun değilmiş.

Sonra dedi Nuray “E ben de Belediye Başkanını tanıyorum, ona gidelim”. Cebinden aradık, açmadı. Mesaj yolladık, geri dönmedi. Sekreterini aradık, not bıraktı. Geri aranmadık tabii.

Dedim, makamına gidelim. Oraya kadar gelmişken iki dakika görüşürüz herhalde dedik.

45 derece sıcakta atladık dolmuşa gittik. En üst kata, odasına kadar çıktık.

Bir akıllı biz değildik elbette. Odası düğün yeri gibiydi.

Bayan Püskürtme No:2 “Başkan çok meşgul, dilekçe bırakın” dedi. Yine.

“Peki” dedik “dilekçemize ne zaman cevap verilir?”

“Bir iki ay içinde” dedi.

Aaa Ne güzel! Bir iki ay içinde zaten sezon bitiyor. Kışın giderler martıların desibelini ölçerler...



Demek istediğim kim olursan ol, kapılar vatandaşa kapalıdır. Bu ülkede mutlu olmanın koşulu sağır olmak. Yaşlı komşularımın mutluluklarının en büyük kaynağı bu sanırım. Bir 30 yıl daha beklemem gerekecek. Tabii içimdeki sinsi “atipik” hücreler buna izin verirse...

En azından “1 lahmacun 1 ayran 50 lira” vermiyorum diye teselli oluyorum. Türkbükü’nde bir de o dert var. Hem 50 lira veriyorsun hem de kulaklarının ırzına geçiliyor...

Yazının devamı...

Geriatri Tatil Sitesi’nden bildiriyorum!

Şimdi, memleketin en “havasız”, en “cool olmayan” şeyini söyleyeceğim: Bir haftadır Kuşadası’ndayım...

İyice madara olmamak için “tatilimi burada yapıyorum” demeyeyim de “bir arkadaşa bakıp çıkacağım” diyeyim hadi... Zira “havalı” bir köşe yazarı olmanın ilk yolu Alaçatı’dan, sonra da Bodrum’dan “bildirmektir”. “Hem havalıyım ama hem de alternatifim” deniyorsa, biraz biraz Ayvalık’dan da bildirilebilir. Ama o da mutlaka ve mutlaka Cunda’dan olacak. Memleketin geri kalan her köşesi banaldir, demodedir, na-serindir...

Bana komaz... Vakti zamanında Bodrum’dan da bildirdik, Alaçatı’dan da.

Derdimiz hava olsaydı başka nümerolar çekerdik şu hayatta...



“Bir arkadaşa bakıp çıkacağım” hadisesine gelince. Hakikaten de arkadaşım Kuşadası’nda oturuyor. Samos’tan Ada’ya (evet yerliler Kuşadası’na Ada der) geçince iki gün kalır öyle dönerim İstanbul’a dedim.. Ama tipik ben, kalış o kalış.

Arkadaşımın oturduğu site, Türkiye’nin belki de ilk yazlık sitesi. Çok güzel bir koyda, harikulade manzaralı bir yerleşim. Deniz nefis. Hemen aşağıda. Her sabah, kalkar kalkmaz mayolarımızı giyiyoruz, piti piti sahile yürüyoruz. Nuray kırmızı bonesini takıyor, ben yeşil korkunç şnorkelimi ve tam bir saat sabah yüzmemizi yapıyoruz... O iki nokta arasında düz doğru şeklinde, ben ise balık peşinde giderken slalomlar şeklinde...

Abicim maksat denize girmekse al buyur deniz! Dahası kahvaltıdan önce denize giremeyeceksem ne anladım ben sayfiyede olmaktan...



Tabii züğürt tesellisi de bir yere kadar...

Türkiye’nin en eski sitesi olunca sahipleri de Türkiye’nin en eskileri oluyor. Site, “geriatri servisi” gibi. Yaş ortalaması erkeklerde 74, kadınlarda 65. Herkes birbirine benziyor. Önce anlamadım bunu. Sonra aynı amcayı her yerde görmeye başlayınca fark ettim ki yaşlılık bir üniforma gibi! “Aynı” dediğim “amca” başka başka amcalardı. Fakat kiloları, saç kesimleri, saç renkleri, daima tıraşlı oluşları, ütülü bej pantolonları, bej kasketleri, insanın içine fenalık veren yürüyüş hızları, ellerini arkada bellerinin üzerinde birleştirmeleri, kendilerinden emin halleri ve nedendir bilinmez asık suratları o kadar aynı ki ben üç gün boyunca hep tek bir kişiyi gördüğümü sandım. Aynı saatte kalkıyorlar, aynı saatte kahvaltı yapıyorlar, aynı saatte denize gidiyorlar, aynı saatte dönüyorlar, aynı saatte öğlen uykusunu alıyorlar ve aynı saatte yakın gözlüklerini burunlarının üzerine takıp “sudoku” çözüyorlar... Sanırım Alzheimer’a iyi geldiğini düşünüyorlar...

Bunun güzel tarafı: Burada kimse selülitten söz etmiyor. Burada çok başka “kusur”lar var ama onlar da kimsenin umurunda değil..

Kötü tarafı: Yaşlılar aksi oluyor. Saç ne kadar beyazsa... Allaaaaah.... kaç oradan! Günaydın diyorsun, homurtu... İyi akşamlar diyorsun, başka bir homurtu... Homurtu gene iyi! En azından ciddiye aldı, mutluluk verici! Bazen o bile yok. “Sana mı selam vercem lan düdük” der gibi pis pis bakıyor ve geçiyor...

Öyle şen şakrak kahkahaları da sevmiyorlar. Sudokulardan kalkmış beş çift yakın gözlüklü göz, dik dik sana bakmaya başlıyor! Baktın, aldım mesajını, utandım bile hatta biraz, ok, önüne dön, değil mi? Yoook.. O bakış üç paragraf laf etmeden sudokuya hayatta geri dönmüyor! Büyük bir gaflet eseri ikinci kahkaha da mı geldi, eh o zaman yüzüne gürültülü gürültülü kapanan panjuru hak ettin sen, hak ettin! (Ki o panjur, ertesi sabah beşte aynı gürültüyle açılacak ve sen uykunun en tatlı yerinde, yerinden zıplayacaksın...)

Arabamızı farkında olmadan birinin bahçe kapısının üçte birini kapatacak şekilde park etmişiz... Sonra da unutmuşuz... Aman ya Rabbi! “Senin ehliyetin var mı? Senin ailen var mı? Hiç mi terbiye vermediler?.. Dağdan mı indin?.. Gel bari salona park et...” Bir dırdır silsilesi ki koca Ağrı Dağı dayanamaz. Tabii herkes böyle değil çok şükür. Mahmut Beyler de var neyse ki...

Sonraki bölüm: Kuşadası Belediyesi’nden nasıl püskürtüldük?

Yazının devamı...

Sağlı sollu beyaz kol terörü

Dün Hadi Uluengin’in çok hoş bir yazısı vardı Taraf Gazetesi’nde. Hanım arkadaşıyla bir tatil lokantasında yemeğe çıkmış ve garsonların sert, nadan ve “lokma sayar” tavırlarından illallah etmiş.

“Garson haza ayı aleyhisselâm! Bütün feodalliği ve pederşahiliğiyle, önce refakatçime servis yapmak yerine hep benden başlaması ve o servisi dahi yine bir ayı vahşiliği ve köylü hoyratlığıyla gerçekleştirmesi bir yana, hazret masaya dikildi ki gırtlağımızdan lokma sayıyor.

Bazıları manda gibi lagar olur ve dürtmek gerekir ya, bu aksine, iki çatal alıyorsunuz tabağı önünüzden kapıyor. Vermezseniz de kötü kötü bakıyor. Sanki rızkını çalıyoruz.

Dur be adam, şunu ağız tadıyla tıkınalım! Patladın mı?”

Hadi Uluengin, yazısında Kalamış’taki Todori Meyhanesi’nden ve orada adap bilen meyhaneci Yanni’den de söz ediyor. Müşteriyi gözeterek nasıl rahat bıraktığını, nasıl sıkboğaz etmediğini anlatıyor tatlı tatlı.



Bu konu benim de şikâyet ettiğim bir şeydir. Nereden gelen bir adettir bilmiyorum ama Türk lokantalarda durmadan sofra toplanır, durmadan yeni servis açılır. Sağından solunda durmadan beyaz kollar iner çıkar, durmadan kafayı kollamaya çalışırsın. Başını şöyle biraz sağa sola çevirmeye kalk hemen bir “toplayayım mı?” geliverir. Hele ki sofradan bir nedenle kalktın, döndüğünde masayı öldür Allah bıraktığın gibi bulamazsın. Tabak, bardak, kadeh hepsi gitmiş, boşları gelmiştir. Madem topladın, o vakit önüme yeni tabak niye koyarsın? Bırak ferah feza kalsın. Yok! O da olmaz. İlla sağından beyaz bir kol gelecek, tabak koyacak, sonra o beyaz kol yine gelecek çatal koyacak, sonra aynı beyaz kol solundan gelecek bıçak bırakacak...

Diyelim birinci garsonu ikna ettin, o yeni tabağı önüne koydurmadın... Lokantanın en ucundan bir başka garson “hata yapılmış!” paniğiyle muhakkak elinde tabakla koştura koştura gelir. “Yahu istemiyorum!” dersin, onu da püskürtürsün, bu sefer patron kasa arkasından kalkıp elinde bir tabakla gelir... O tabak önünde illa ki duracak, nokta! Senin yüzünden garsonlar da fırça yer, bir de bundan ezilirsin. (Annem de aynısını yapardı, deli olurdum! Annem tabii yeni servis açmazdı, masayı sileyim diye elime bezi tutuştururdu...)

Garsonlarla bu kadar haşır neşir olmanın can sıkıcı başka tarafı da ter kokularını çekmek. Sahte gülücük falan her şeye çare bulundu da buna bulunamadı.



Fakat ben ve anladığım kadarıyla Hadi Uluengin dışında Türk müşterisi buna fena halde alışmış durumda. “Oğlum boşları topla!” “oğlum yeni servis aç!” emri çın çın çınlar lokantalarda.

Fakat işte bu “sağdan soldan inen beyaz kol” meraklısı bu müşteri Yunanistan’a gitti mi kısa devre oluyor...

Şimdi madem Yunan Adalarına gitmek moda, eh ben de iki yazdır adadan adaya hoplaya zıplaya uzman gibi bir şey oldum, o vakit sinirlenmeyin, şoke olmayın, kastî sanmayın diye Yunan taverna (yani lokanta) adabından söz edeyim biraz...

- Kumaş masa örtüsü yoktur. Siz masaya oturunca temiz bir kağıt örtü sizin önünüzde serilir.

- Hemen ardından su ve ekmek otomatik olarak gelir.

- Çatal bıçak daima ekmek sepetinin içindedir ve servis yapılmaz. Kendin alır koyarsın önüne.

- Sipariş almaya gelen garson, her nedense ekmek ve suyu getirdiği hızda gelmez, biraz beklersin.

- O arada mezesinden ana yemeğine kadar bütün bir akşam ne yiyecekseniz topluca saptamakta ve garson geldiğinde hepsini bir defada ısmarlamakta SONSUZ fayda vardır.

- Siparişler öyle meze biraz yensin de sonra ara sıcaklar gelsin de, sonra ana yemek “balıkları attır hocam!” dendikten sonra pişirilsin falan yok.. Tak tak tak hepsi arka arkaya gelir. Masa şölen masasına döner. Masada ufacık bir boşluk kalmaz. İster balık ye ister meze, ister kalamar, sana kalmış.

- İşte ondan sonra kendinizle baş başasındır. Garson bir daha öldür Allah uğramaz. Tek şansın yan masaya yeni müşteri gelmesidir. Onlara örtü, su ve ekmek getirirken eksik siparişini söyleyebilirsin... Tabii eğer garsonu yakalamayı başardıysan.

- Siz hesabı ödeyip masadan kalkana kadar tek bir çöp alınmayacaktır HABERİNİZ OLSUN! Bunun nedeni tembellik değil. Yunan âdetine göre misafir veya müşteri önünden tabak çanak toplamak “kalk, git” anlamıma geliyor. Ayıp addediliyor. Masada boşlardan bir dağ olmuştur ama toplanmaz! Ne zaman kalkarsın, dükkândan çıkarsın, o zaman toplanır. Bazen bunun aşırı abartıldığı da olur. Sakız Adasının batı tarafında bir tavernadayız, lokanta sahibiyle sohbet mohbet epeyi bir oturduk. Daha da oturacağız çünkü benim yazı yazmam lazım. “E hocam artık toplasanız” deyince tavernacı “ya üzmeyin beni, geçin bir başka masaya” deyiverdi. Güldük tabii çünkü Yunanistan bu demek...

- Bir de gerilim yapmayın ne olur. Bütün Yunan lokantacıları bana aynı şeyi soruyor: “Türkler neden bu kadar gergin?” Ünümüz yayılmış yani.

Yazının devamı...

Vampirlerin de sonu gelir

Memleketin kadrolu yılmaz halk düşmanı, Leyla Zana ile başbakanın “barış” namına görüşmesi için aman da aman pek espirik, pek zeki olduğunu sandığı- bir yazı yazmış.

“Başbakan! Bu Zana’kslar Leyla’k rengindedir, kafa yapar, sahte cennet yaratır, hafıza kaybına neden olur, hem cinsel gücü azaltır, üç kere bile yapamazsın, bünyeye almamakta fayda vardır” diye...

Hayır kimsenin iplediği yok çok şükür fakat benim aklım şunu almıyor: bir insan, nasıl olur da savaş sürsün, insanların evlatları sağlı sollu ölmeye devam etsin, memleketin paraları silaha bombaya stingere gitsin, bu arada silah ve uyuşturucu trafiği alttan alttan güzel güzel yürüsün...

Evet bir insan bunu neden ve nasıl ister?

Nasıl bir bünyedir bu?

Neyin kafasıdır?

Hadi kendi tekrar askerlik yapamayacak; dağ başında unutulmuş, yalnız ve zavallı bir karakolda taşın rüzgârın nöbetini tutmayacak bir daha.

Karanlıktan gelen bir kurşunun hedefi olmayacak.

Bir gün askere yollamak zorunda kalacağı bir oğlu da yok.

Yani can pazarında değil.

Anladım ama insan bu kadar mı sevmez halkını?

Bu kadar mı düşmandır milletine?

Hani sırça köşkünde yaşıyor desem değil. Durmadan imza günü yapıyor. O nefret ettiği “halk” karşısında, kuyrukta!

O zırva sapan kitaplarını “senin de oğlun inşallah askere ölür, hah senin de kızın inşallah karnında bebesiyle dul kalır, sen de ağabeyini kaybet” hissiyle mi imzalıyor acaba memleketin her tür AVM’sinde, fuarında, kitapçısında?



Kan, neden istenir ey okur, biri bana bunu açıklayabilir mi?

Gazeteci yazar Avni Özgürel, Neşe Düzel’e verdiği röportajda bu ülkeye barışın bir türlü gelememesinin nedenlerinden biri olarak medyayı göstermişti.

Basını suçlamıştı.

Bazı yazarlar “aman efendim olur mu öyle şey! Abartılı yorum” diye mırın kırın etmişlerdi...

Mırın kırın edecek bir şey yok. Leyla Zana ve Başbakan’ın görüşmesinden bir şey çıkar mı bilmiyorum ama barış niyetiyle yapılmıştır.

Her ikisi de ama bilhassa Leyla Zana, kendi cephelerinin kaz kafalı şahinlerinin şimşeklerini çekmiştir.

O Leyla Zana ki hayatını daha geçen haftalarda okudum (“Yemin Gecesi”, Faruk Bildirici, Doğan Kitap) Kürt olmanın bütün çilesini, ezasını ve cezasını çekmiş bir kadın...

O gitmişse Başbakan’a, o inanmışsa bir şeylerin düzelebileceğine...

Hiç olmazsa burada bir dur.

Ama yooook..

Ufacık bir ihtimal bile olsa, Neo Enver’ler, neo Talat’lar rahatsız!

Vampirler kan istiyor küçük hanım sen burada barış şiirleri yazarken...

Ama gün barışın günüdür...

Kan sevicilerin de sonu gelecektir...

Yazının devamı...

Barış, bir tas sıcak süttür

Bugün, yerimde büyük şair Yannis Ritsos olacak. “Barış” şiirine yer vereceğim. Bunu tembelliğimden değil, bu ülkeye barışın gelmesi umudumun yeniden yeşermesinden yaptım.

Artık barış zamanıdır. Ben Yannis Ritsos’dan daha iyi anlatamazdım...



Barış

Çocuğun gördüğü düştür barış.

Ananın gördüğü düştür barış.

Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir

gülümseyişle döner ya baba

Elinde yemiş dolu bir sepet;

Ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi
gibi

Ter damlalarıyla alnında...

Barış budur işte.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman

Ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,

Yangının eritip tükettiği yüreklerde

İlk tomurcukları belirdiği zaman umudun,

Ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,

Boşa akmadığını bilerek, kanlarının,

Barış budur işte.

Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda

Yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi.

Ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.

Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun

Gökyüzünün dolmasıdır içeriye;

Gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla

Bayram günlerini çalan gözlerimizde.

Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun

gözlerinin önüne tutulan kitaptır.

Başaklar uzanıp, - ışık! ışık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!

Işık taşarken ufkun yalağından.

Barış budur işte.

Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler

Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü

Ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından

Cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;

Barış budur işte.

Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de

Bir kök olduğu zaman

Gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya...

Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman

Dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.

Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden

Zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için

Işıktan çizmelerini çektiğini güneşin.

Barış budur işte.

Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,

İyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.

Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya

kuracağız demesidir;

Ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.

Barış budur işte.

Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde

Mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların

Şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün

içlerine

Büyük karanfilini alacakaranlığın...

Barış budur işte.

Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların

sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde

dünyanın.

Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.

Ve toprakta derin izler açan sabanların

Tek bir sözcüktür yazdıkları:

Barış

Ve bir tren ilerler geleceğe doğru

Kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden

Buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.

Bu tren, barıştır işte.

Kardeşler, barış içinde ancak

Derin derin soluk alır evren.

Tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.

Kardeşler, uzatın ellerinizi.

Barış budur işte.

Yannis Ritsos,

Şiirin orjinal adı “İrini”, çeviren: Ataol

Behramoğlu

Yazının devamı...

Vapurdaki kilise

An itibarıyla bir papaz, bir asker ve çok konuşan bir siville beraber maç seyrediyorum. Hem de nerede? Vapurda!



Takip ettiğiniz gibi, 15 gündür Ege Denizi’nin ortasında bir adadan bir adaya zıplamaktayım. Midilli’den başladım, oradan Atina’ya uçtum, Atina’dan Paros adasına vapurla geçtim, Paros’tan da yine vapurla Naxos adasına, son olarak da Syros’a! Syros’a gelmeye niyetim yoktu ama memlekete dönebilmek için Samos veya Kos adalarından birine geçmek zorundayım ve Atina-Pire’den kalkan Samos veya Kos vapurları da civarımda sadece Syros’tan geçiyor...

Bir “kara” ülkesinin “otobüs çocuğu” olarak Yunanistan’daki bu “vapur dünyası” beni büyülüyor... Feribotların (bilhassa Blue Star şirketinin gemilerinin) bu kadar büyük olması beni afallatıyor. Her gördüğümde yeniden şaşırıyorum. Bir çocuk gibi kalakalıyorum. Başımı en yukarıya kadar kaldırıp gözlerim kocaman, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum...

Dahası, bu devasa feribotların, ada şehirlerinin ta merkezine (ki çoğu kasaba veya kasabadan hallice şehirler), Beşiktaş Üsküdar teknesiymişçesine kolaycacık yanaşmaları, 10-15 dakikada araç ve yolcuları alıp hop diye kalkmaları bana fantastik film sahnesi gibi geliyor...

Ve her seferinde “Bu şimdi Girit’e mi gidecek? Bu şimdi Meis’e mi gidecek? Bu şimdi Atina’ya mı gidecek?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. “Evet” dediklerinde niye o kadar şaşırdığımı da anlamıyorlar... Sizde gemi yok mu diyorlar, “Hayır, biz de asfalt var, otobüs var, otomobil var.. Memleket Ankara’dan yönetildiği için ülkede deniz yok sanılıyor” diyemiyorum.



Maç meraklısı bir papaz bayağı komik oluyormuş. Maç meraklısı imam da vardır muhakkak ama imamlar sokaklarda imam kıyafetiyle dolaşmadıkları için fark edemiyoruz. Yunanistan’da ise papaz isen 24 saat kostümlü dolaşıyorsun. Bele kadar bir sakal, saçlar (neden bilmiyorum) uzun ve atkuyruğu yapılmış, başta silindirik bir şapka ve yerlere kadar uzun simsiyah bir entari. Yani papaz olduğuna dair en küçük bir kuşkun olmuyor.

Ben bittabi maçı izlemiyorum. Papazı izliyorum. Nasıl heyecanlı! Pozisyonlarda ayağa kalkmıyor ama illa ki koltuğunda şöyle bir doğruluyor. Merak ediyorum acaba küfredecek mi diye ama hayır... Şaşırma ve sevinme nidası dışında bir ses çıkmıyor.

Fakat bundan daha komiğini ise Samos adasında, Pitagorio’da görmüştük: Frappe içen papaz sahnesi. Hani çay olsa, Türk kahvesi olsa yadırgamayacağım ama frappe? Şu uyduruk eriyen kahveden yapılan buzlu uyduruk “şey”? Hem kamışla? Olacak şey değil.

Papaz bahsini kapayıp biraz da vapurdan söz edeyim. Bu sefer bindiğim “Anek Lines”. Giritli bir şirketin gemisi. “Blue Star” gemileri kadar yeni ve modern değil. 30 yıl öncesinin dekor ve zevkini yansıtıyor.

Vapur ağzına kadar dolu. Daha çok mülteci kampı gibi bir görüntüsü var. Her boş yerde birileri kıvrılmış, fosur fosur uyuyor. Koltuklar birleştirilmiş, çocuk yatağı yapılmış, koridorlara, merdiven altlarına şilteler, havlular, uyku tulumları serilmiş, ayakkabılar çıkarılmış, sırt çantaları yastık yapılmış... Bildiğin Yeni Delhi!

Şimdi doğruya doğru, gemi yolculuğu uzun sürüyor. Karadan gitsen 4-5 saatte alacağın yolu 10 saatte alıyorsun. Ben ki yolun üçte birinde bindim, 11 saatim var, ta Atina’dan binen 15 saat yolculuk yapacak! E kabin de bayağı pahalı. En güzeli mülteci stil.

Fakat beni esas şoke eden, yerlerde yatan insanlar olmadı. Beni şoke eden, geminin girişinde, resepsiyonun hemen yanındaki ikona duvarı oldu! Bir Ortodoks kilisesinin mihrabı gibi bir duvar hazırlanmış. Denizcilerin azizi Aya Nikola ikonu bir yanda, kucağında İsa ile Meryem Ana ikonu bir yanda, Mikail Melek ikonu tepede, kandili, hatta bağış kutusuyla tam tekmil bir kilisecik! Anladığım kadarıyla tehlikeli olmasa mum da yakacaklar ama bu kadarına izin verilmemiş. Kandil elektrikli zira... Ve daha da komiği, onun önünde de yatan insan var...

Dindar olmakla bağnaz olmak arasında bir fark var. Ama gecenin bu vakti, vapur güzel güzel sallanırken anlatamayacağım...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.