Şampiy10
Magazin
Gündem

İnsanlığın deniz sevdası tarihi

Deniz mevsimi galiba açıldı. “Deniz siftahı yapıldı” twitleri yavaş yavaş gelmeye başladı...

NTV Tarih’in Haziran sayısında Ayşen Gür, “Kaşınan Avrupalılar denizi nasıl keşfetti?” başlıklı bir yazı hazırlamış. Atlas Tarih’te ise mayonun kısa tarihi vardı. Madem halk plajlara koşuyor, vatandaş denize giremiyor, dedim “denize girme modası tarihi” iyi gider pazar pazar...

Sanıldığının aksine “deniz turizmi” sıcak denizlerde değil soğuk denizlerde başlamış. Üstelik keyif için değil sağlık için.

Ortaçağ boyunca insanlar denizden ürkmüş. Zaman zaman uyuz tedavisi için denize giriyorlarmış ama günümüzdeki gibi aşka dönüşmesi İngiliz hekim Richard Russel’in 1753 yılında “Deniz Suyunun kullanımı Üzerine” isimli kitabı sayesinde olmuş. Russel, kolite, inmeye, obeziteye ve vereme karşı deniz suyu içmeyi, denizde yıkanmayı ve her türlü deniz ürünü yemeği önerince müthiş bir moda başlamış.

Modayı takip eden ilk soylu İngiltere Kralı 3. George olmuş. 1783 yılında, porfiri hastalığı yüzünden aklını yitiren kral bütün saray halkıyla birlikte Weymouth kasabasına gidip denize girmiş. Daha sonra Galler Prensi oğlu 4. George Brighton’ı, torunu Prenses Charlotte da Southend’i birer turistik sahil kasabası haline getirmiş.

Ancak denize girmeye karşı çıkanlar da az değilmiş. Karşı çıkanlara göre suya girmek “ahlaksız düşünceleri” ve “ensesti” kışkırtıyormuş. Buna mukabil “deniz banyosu doktorları” ise (evet böyle bir branş varmış) denizin yarattığı erotik duygulara karşı sağlığı geri kazanmanın öneminden söz ederlermiş.

Bütün ahlaki karşı çıkmalara rağmen insanlar denize girmenin sağlık için şart olduğuna ikna olmuş bir kere. Aristokratların ardından orta sınıf için de bir sahil kasabasını birkaç yılda bir ziyaret etmek vazgeçilmez bir alışkanlık olmuş.

Peki nasıl giriliyormuş denize? Doktor kontrolünde! “Banyo makinesi” denilen tekerlekli bir kabinden bir banyocunun yardımıyla en az üç kere denize dalıp çıkılıyormuş.

Denize girme modası sonra Fransa’ya sıçramış. Delilik, romatizma ve depresyon için sahil kasabalarında merkezler açılmaya başlanmış. Tedavi şöyle: “İlk banyolar geldikten iki gün sonra saat 10-17 arasında, denizin yükseldiği sırada yapılır. Günde bir kez denize girilir. Tamamen ve aniden suya daldıktan sonra birkaç egzersiz yapılır, aniden ve koşarak denizden çıkılır...” Niye koşarak çıkılması gerekiyor bilmiyoruz ama deniz illa ki buz gibi olacak!

Deniz turizmi geliştikçe ufak tefek kalkışmalar da olmuş. 1880’de, Hollanda’nın Scheveningen kasabasında, belediye turist çekmek için durmadan yatırım yapıp plajlar açıp sahili banyo makineleriyle doldurunca, tekne sahipleri ve balıkçılar geri plana atılmayı hazmedememiş. Kasabanın, kadın-erkek karma deniz banyoları ve kumar salonlarıyla ahlak dışı bir endüstriye teslim edildiğini öne sürüp plaj alanının kısıtlanmasını istemişler. Sonuç? Seçkin konukları kaba saba kasabalılardan korumak maksadıyla plaj bölgesi demir parmaklıklarla kapatılmış.

NASIL DENİZE GİRİLİRDİ?

Banyo makinesi İngiliz icadı. Dört tekerlekli bir kulübe. Denize atla sürülüyormuş. İsteyen bunları kiralıyor, içine girip soyunuyormuş. İlk zamanlar erkekler çıplak, kadınlar ise haşemaya benzer banyo giysileriyle kulübenin öbür tarafındaki merdivenlerden denize girermiş. Erkekler çıplak girdiğinden kadınlar ve erkekler plajın ayrı yerlerinde, ayrı makinelerden denize giriyormuş. 20. Yüzyıl başında her iki cins için de kapalı deniz kıyafeti standart hale gelmiş.

Mayolar, bugünkü haline yakın 1900’lü yıllarda gelmiş. Ama her yerde aynı hızda değil. 1907’de Amerika’ya gelen Avustralyalı yüzücü Anette Kellerman mesela, mayosu bacaklarını, kollarını ve boynunu gösterdiği için tutuklanmış! 1930’a kadar mayolar daima siyahmış. Renkli mayo 30’lardan sonra çıkmış.

Türkiye’de denize girme modası 1920’lerde sağlık için kurulan “Deniz Hamamları”yla başlamış. Denize girenleri meraklı gözlerden koruyan paravanlı deniz içi havuzları. Açıkta denize ilk girenler ise İstanbul’un işgali sırasına şehre gelen Beyaz Ruslar olmuş. Florya taraflarına yerleştirilen Beyaz Ruslar, sıcaktan kurtulmak için denize girmeye başlayınca İstanbullular onları görmek için akın akın bu kıyılara gidermiş.

Deniz tarihini öğrendiniz, şimdi tombalaklarınızı yapabilirsiniz...

Yazının devamı...

Zifiri karanlıkta (birbirimizi) yemek

Geçen hafta çok çarpıcı bir tecrübe yaşadım.. Zifiri karanlıkta yemek yedim...

Hayır! Elektrikler kesik olduğu için değil. Her şey bildiğiniz bir lokantada gerçekleşiyor. Tek fark: Işık!

Yer: Galata. İşletme: Zifiri Karanlık Lokantası. İşletenler: Galata Diyalog Derneği.

Kapıya geldikten sonra cep telefonunuzu, saatinizi, gözlüğünüzü görevliye verip içeriye giriyorsunuz. Yarı karanlık bir noktada kısa bir süre bekledikten sonra bir başka görevli geliyor, bir iki uyarıda bulunuyor ve sizi tamamen karanlık bir dünyaya sokuyor.

Kapkaranlık koridorlardan geçirdikten sonra kapkaranlık bir salonda, kapkaranlık bir masada yerinize oturtuyor.

“Tabak hemen önünüzde. Sağ çaprazda üç bardak var. Size en uzaktaki su bardağı ve içi dolu. Çatallar tabağın solunda, bıçaklar ise sağda. Ekmek tabağın sol çaprazında. Tuz ve karabiberlik tabağın hemen önünde. Hangisi hangisidir delik sayısına göre belirleyebilirsiniz...”

Bundan sonra kendi başınızasınız... Yanınızda kim oturuyor bilmiyorsunuz. Hatta kimse var mı onu da bilmiyorsunuz. Salonda kaç kişi var onu da bilmiyorsunuz.

Bir fasıl heyeti alaturka müzik çalıyor. Sesingeldiği yöne göre sahne nerede hayal etmeye çalışıyorsunuz.

Sonra ilk yemeğiniz geliyor. Garson omzunuza dokunarak “zeytinyağlı tabağı” diyor.

Geriye yaslanıp masaya koymasına izin veriyorsunuz. Üzerinize dökebilir, hafif tedirgin oluyorsunuz.

Tabakta ne var bilmiyorsunuz. Göz artık yok. Devreye burun giriyor. Ama sair zamanlarda o çok güvendiğiniz burnunuz size ihanet ediyor. Tabakta ne var bilemiyorsunuz. Çatalı bulup rastgele saplamaya başlıyorsunuz. Bir şeye batırdığınızı fark edince çatalı ağzınıza götürüyorsunuz. Heyhat! Lokma çoktan düşmüş! Boş çatalı dişleyince anlıyorsunuz. Bir hamle daha, bir hamle daha derken yediğinizin taze fasulyeolduğunu anlıyorsunuz. Tabak bitti mi bitmedi bilmiyorsunuz ama beş altı boş çataldan sonra yorulup geriye yaslanıyorsunuz. Şarabınızdan veya suyunuzdan bir yudum almaya karar veriyorsunuz. Kadehi devirmeden bulmaya çalışırken bir kez daha tedirgin oluyorsunuz. Başarınca ise mutlu...

Sonra ana yemek geliyor. Şimdi biraz dahatecrübelisiniz. Çatalı lokma düşmeyecek şekilde saplamayı artık biliyorsunuz. Ama bu sefer de hep domates, hep brokoli geliyor. Sonra ete denk geliyor çatalınız. Seviniyorsunuz! Et öbeğini buldunuz! Yerini unutmadan bir lahzada bitirmeye çalışıyorsunuz. Normale göre ne kadar hızlı ve acele yediğinizi farkediyorsunuz.

Müzik bu arada devam ediyor. Garsonlar dans etmeniz için sizi teşvik ediyor. Dans etmeyi sevdiğiniz halde sandalyenize mıhlanmış gibi yapışıyorsunuz. Tuvaletiniz geliyor ama gidemiyorsunuz. Kim olduğunuzu bilmediğiniz yanınızdakiyle sohbet etmeye çalışıyorsunuz. Doğrusu hiç de fena sohbet etmediğinizi fark ediyorsunuz.



Projenin adı “Bir an kör olduğunuzu düşünün”. Amaç görenlere körlük tecrübesi yaşatmak... Yaşıyoruz gerçekten.

Bizi buraya davet eden Turkcell. Bu vesileyle “Engel Tanımayanlar” adı altında sundukları yeni çözümlerini tanıttılar biz basın mensuplarına.

Üç başlık altında toplamışlar engellilere yönelik hizmetlerini: Engelli istihdamı, engelli kullanıcılara yönelik teknolojik çözümler ve engellilere yönelik sorumluluk projeleri.

Turkcell’in çağrı merkezlerinde 500 engelliçalışıyor an itibarıyla. Bunların bir bölümü de evlerinden çalışıyor. Van Erciş çağrı merkez binası, engelli dostu olmasıyla bu alanda örnek olmuş.

Dahası engelli kullanıcılara özel tarifeler vehizmetler getirmişler. Görme engelliler için sesli fatura, sesli haberler, sesli romanlar (Turkcell gönüllüleri okuyor), işitme engelliler için karşı tarafa “abonemiz duyma engellidir” gibi özel anons, internetten görüntülü çağrı merkezi, mağazalarda işaret dilini bilen eleman...

Fakat beni en çok etkileyen proje “Geleceğe Koşanlar Projesi” oldu. Körlerin bisiklete binebildiğini bilmezdim... “Tandem” denilen, iki kişilik bisikletlerle, ön tarafta gören bir bisikletçiyle olabiliyormuş meğer. İşte Turkcell, Tokat, Denizli ve İzmir’de görme engelli okullarda okuyan 50 sporcuyu destekleyerek onları “2012 Paralimpik Oyunlarına” (engelli olimpiyatı) hazırlıyor.

Görme engelli sporculardan biri şöyle diyorröportajda: “Rüzgârı hissetmek çok güzel. Rüzgârı benim yarattığımı bilmek daha da güzel”...

Empatinin giderek azaldığı bu topraklarda güzel bir çaba...

Yazının devamı...

Türk’ün sporla beyhude mücadelesi

Her şeyi çok iyi planlamıştık. Tam iki gün boyunca bunukonuştuk. Dört arkadaş, Yeşim, Barış, Manolis ve ben sabah sekiz buçuk vapurunabinip Büyükada’ya gidecek, önce bisiklet kiralayıp bisiklet binecek, sonra belediyetamamen kaldırmadan- biraz faytonla gezinecek, sonra da paten kayacaktık...Bütün bunlardan sonra da bir yemek yiyip günümüzü taçlandıracaktık... Spordansonra hak edilmiş bir yemek gibisi var mıdır? Yoktur. Tamam mı? Tamam.Vazgeçenin kaşığı kırılsın mı? Kırılsın!

Sekiz buçuk vapuruna elbette yetişmemiz mümkün değildi zirasekiz buçukta daha yataktan çıkmamıştık. Bana kalsa öğlenden önce hareketetmezdim ama Allahtan “çift çifte” diye bir arkadaşlık kurumu var. Yeşim’leBarış’a ayıp olmasın, onları daha fazla bekletmeyelim diye hızla hazırlandık.Tamam, zamanlamada planı tutturamamıştık ama “sporla geçen bir hafta sonu”,“paten kaymak suretiyle bacaklarımda oluşan tatlı bir yorgunluk ağrısı”,“Bisiklet yüzünden popomda meydana gelen morluk” idealimden ve umudumdan henüzvazgeçmemiştim.

Dokuz gibi evden çıkarken sevgilim olacak hergele,patenlerin çok ağır olduğundan şikâyet etmeye başladı. “Ya bunlar da ne kadarağırmış... Vapurda falan hep taşıyacağız... Yürüyüş yapmaya kalksak yük olacak...Gel ada sporumuzu bisikletle sınırlayalım. Söz veriyorum pazar günü bütün günpaten kayacağız...”

Söz ettiği şeyler paten değil de kayak sanki. “Peki” dedim.Listeden silinen ilk madde paten oldu. Dokuz buçuk vapuruna yetişip geçtik adaya. Ah! Ne güzel biryer şu Büyükada! Her seferinde, yaz kış fark etmiyor, kendimden geçiyorum.İstanbul’da mahvetmeyi beceremediğimiz tek yer şu adalar.

“A bak burada kiralıyorlar bisiklet!” derken ben, baktımbizimkiler pıtır pıtır fayton kuyruğuna geçmiş bile! Güneş tepeye çıkmadan dolaşalımmış adayı...

E hadi buna da peki...

Bir saat sonra yine merkezdeydik. Saat bir. Bisiklet içinideal zaman!

Peki önce yemek yesek daha iyi olmaz mıydı?

Olurdu elbette, olmaz mıydı! Mutlu denen obur, yemeği nezaman reddetmiştir?!

Fakat yemekle beraber çok şahane bir şey de yaptık! Öğlen rakısı...

Türk ve Rum halklarını bitiren şey...

Sonrası gelebilir mi?

Gelemedi elbette...



Şunu anladım: Sporcu ruhu başka bir şey. Geninde ya vardı yayoktur. Tüm planlar güneş, gevezelik ve rakıyla altüst oluyor, olabiliyor... Bir kez daha spor yapabilen insanları takdir ettim. Hakikatenzoru başarıyorlar.



Tarım İlaçları eczanelerde BİLE satılacak!

Benim gibi bir avuç insan “tarım ilaçları sonumuzu getirecek”diye yırtına dursun, Tarım Bakanlığı dün itibariyle çılgın bir kararlaeczanelerde tarım ilacı satışına onay verdi. Aşağıda bununla ilgili ZiraatMühendisleri Odasının bir yazısı var. Kamuoyunu bilgilendirmek isterim...

“Avrupa’da yasaklanmış bulunan bazı zirai mücadele ilacıaktif maddeleri halen Türkiye‘de ruhsatlı olarak satılırken, sahte ve kaçakilaç satışının önüne geçilemezken, kalıntı sorunu nedeniyle ihraç edilenürünler gümrük kapılarından dönerken, tüketici ve halk sağlığı ağır bir tehditaltında iken; bu sorunları çözmek yerine, sıkıntıları daha da artıracakşekilde, bitki koruma ürünlerinin eczanelerde, konu uzmanı olmayan eczacılartarafından satılmasına izin veren bir düzenleme yapılmıştır.

En tehlikeli kimyasallar olan tarım ilaçlarının, çocukmamaları, biberonlar ve beşeri ilaçlar gibi insan sağlığını doğrudanilgilendiren ürünlerle yan yana eczanelerde satılması kabul edilemez birdurumdur.

Bilinçsiz ve yanlış kullanıldığında, kanserojen, teratojen,mutajen, sinir sistemini felç edici ve doğrudan ölümlere bile neden olabilensonuçlar doğuran bitki koruma ürünlerinin mutlaka bu alanda eğitim almış uzmankişiler olan ziraat mühendisleri tarafından satılması ve yine ziraatmühendislerinin gözetiminde kullanılması gerekmektedir.”

Başbakanımız hala sezaryene kafayı taksın...

Yazının devamı...

Mini otellerin mini mini kitabı

Herkesin kitabını övdüm, sıra geldi kendi kitabıma.

Türkiye’nin dört bir tarafındaki küçük ve butik otelleri tanıtan rehber kitabım “Küçük Oteller Kitabı 2012” çıktı!

İnsanın kendi kitabını övmesi ayıp biliyorum ama bu yıl harbi çok güzel oldu. Yayınevim Boyut’taki arkadaşlarla çok uğraştık, çok emek harcadık. Tasarımı olsun boyutu olsun tamamen değişti. Acayip şirin, mini mini bir kitap oldu. Kapadokya’dan Karadeniz’e, Mardin’den Alaçatı’ya, Datça’dan Alanya’ya her tarafı dolaştık, kendi zevkimize ve beğenimize uygun otelleri derledik toparladık. Piyasada taklitleri var, lütfen ismimle isteyin kitabı.





“Piyanistin sesini kısın” operasyonu

Fazıl Say, Ömer Hayyam’a atfedilen bir dörtlüğü retweet ettiği için “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama ve halkı din üzerinden tahrik etmek ve kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması” koşuluna bağlı olarak 1,5 yıl hapis cezasıyla yargılanmasına karar verildi.

1- Çok açık ve net: Bu bariz bir “Fazıl Say’ı bir şekilde cezalandıralım” davasıdır. Ortada ne aşağılama var ne de açık ve yakın bir tehlikeye sebep verme. İnsanlar tweeti okuduktan sonra sokağa mı döküldü? Bu tweet ile direk bağlantılı bir şiddet eylemi mi oluştu? Hangi “açık ve yakın” tehlikeden söz ediyoruz?

2- Fazıl Say’ı beğenirsiniz veya beğenmezsiniz hiç önemli değil. Ben fikirlerini beğenmem. Bana göre bayat ve klişe. Ama dediğim gibi HİÇBİR önemi yok bunun! Fikir özgürlüğü diye bir şey var

3- Mahkemelerimiz “Müslümanlığı ve Müslümanlığın kabul ettiği dinleri koruma kollama mahkemelerine” dönüşmüş. İddianamedeki laflara bakın hele: “Say’ın davaya konu tweetlerini,

ifade özgürlüğü çerçevesinde bir eleştiriden ziyade insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya hiçbir katkıda bulunmayan ve üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri olan Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hislerini nedensiz yere inciterek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varıldığı belirtilmişti.”

4- Mahkemeler ne zamandan beri “kamusal tartışmaya yararı bulunan veya bulunmayan” konuları ayıklayıp cezalandırmaya başladı?

5- “Nedensiz yere incitme”nin tersi “nedenli incitme” var mıdır? Öyle olsaydı ses çıkartmayacak mıydılar?

6- Madem dini konulara bu kadar hassaslar Hindular, Budistler, Şintoistler neden dâhil değil konuya? Nereden çıktı “üç din” barajı? Savcılarımız memleket sınırları dışını hiç mi bilmez, merak etmez?

7- Bu arada ateizm çaktırmadan yasaklandı mı? Ne demek Allah, cennet, cehennem kavramlarının manası veya manasızlığı üzerine tartışma yapamamak, fikir öne sürememek? İnsanlık binlerce yıldır bunu yapıyor. Kütüphanelerde binlerce kitap var. Bizim kitapçılarda bile en az on adet bulursunuz. Artık dinsizliğini de mi ilan edemeyecek kimse? Bu ne yahu?

8- Bu ülkede her Allahın günü Yahudileri, Hıristiyanları ve başka inanç sisteminde olanları aşağılayan birileri oluyor. Çalışkan ve hassas savcı Erhan Gülcan bu yazıların müelliflerine tek tek dava açacak mı? Yardımcı olmamı ister mi?

Elimde koca bir bavul dolusu kupür var.

9- “Halkın bir kesiminin benimsediği değerleri alenen aşağılama ve halkı tahrik etme ve kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması” ise hakikaten mesele Başbakan ve bakanları bunu çok çok çok daha iyi yapıyor. Hem de her gün. Bakıyorsunuz bir gün Kürtleri ve seçtikleri vekilleri alenen aşağılıyorlar, sonra bakıyorsunuz başka din ve inanç sisteminde olanlar kişiler ve seçtikleri dinler aşağılanıyor, sonra bakıyorsunuz başka bir kesim hayat biçimleri yüzünden aşağılanıyor, sonra çalışan kadınlar aşağılanıyor sonra bakıyorsunuz işçiler aşağılanıyor.. Sonra da pişkin pişkin “ben düşüncemi söyledim. Hakkım yok mu” diyorlar. Fikir özgürlüğü bakanlar kurulu ile mi sınırlı?




Yazının devamı...

Acımasız kürtaj gerçekleri

- Dünya Sağlık Örgütü’nün tahmini verilerine göre dünyada her yıl uygulanan 46 milyon “isteyerek gebeliği sonlandırma işleminin” (kürtaj) 20 milyon kadarı güvenli olmayan koşullarda uygulanmakta ve bunların sonucunda yaklaşık 80.000 kadın yaşamını yitirmektedir. Bu ölümlerin tamamına yakın kısmı yasaların kürtaja izin vermediği veya aile planlaması hizmetleri sunumunun yetersiz olduğu ülkelerde meydana gelmekte.

- Yasal adı Türk Ceza Kanunları’nda “çocuk düşür(t)me”, Nüfus Planlaması Hakkındaki Kanun’da ise “gebeliğin sonlandırılması”.

- Türkiye’de kürtaja ilişkin hukuki düzenlemelerin gelişimi “tamamen yasak”, “tıbbi zorunluluklar halinde serbest” ve “10. haftaya kadar serbest” şeklinde üç aşamalı.

- 1923-1965 arası tamamen yasak dönemi: Gebeliği sona erdirme her ne sebepten olursa olsun tamamen yasak! Kürtajın yanında gebeliği önleyici tedbirler (doğum kontrol yöntemleri) de bu dönemde yasaklanmış. Hatta propagandasını dahi yapmak yasak. Yani her şekilde doğurman isteniyor! Hatta altı çocuğu hayatta olan kadınlara devlet tarafından para ödülü veya madalya veriliyor. Çıkış noktası, dönemin doğumların artmasını destekleyen nüfus politikaları. Ancak gayet iyi biliniyor ki o dönemde de kürtaj yapılıyor.

- 1965-1983 arası geçiş dönemi: İzlenen doğum yanlısı politikalara bağlı olarak 1955-1960 yılları arasında nüfus artışının en yüksek seviyeye çıkması ve bunun yol açtığı sosyal ve ekonomik sorunların, kadın ve çocuk sağlığının gündeme gelmesi sonucu doğum kontrol yöntemlerine izin veriliyor ve yalnızca “gebeliğin ana hayatını tehdit ettiği veya edeceği, ceninin gelişmesini imkânsız kılan veya doğacak çocuk ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyet teşkil edecek hallerde” kürtaja izin veriliyor. Tıbbi zorunluluklar dışında gebeliğin sonlandırılması halen yasak. Propaganda yasağı ile para ödülü/madalya uygulaması da kaldırılıyor. Ancak gayet iyi biliniyor ki bu dönemde de kürtaj yaygın bir şekilde yapılıyor.

- 1983-2012 Sınırlı Serbesti Dönemi: Gebeliğin sonlandırılması eylemleri belli şartlara bağlı olarak suç olmaktan çıkartılıyor. “Gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine rahim tahliye edilir” hükmü ile kürtaj, Türk Hukuku’nda yasal oluyor. Gebelik süresi on haftadan fazla ise, ancak annenin hayatını tehdit ettiği veya edeceği veya doğacak çocuk ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde, gerekçeli rapor ile kürtaja izin var. Tecavüz sonucu gebe kalınmışsa 20 haftaya kadar izin var. (Kaynak: İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı Öğrencisi Ayşe Aydın Şafak’ın çalışması)

- Türkiye’de kürtaj yasağı fiili olarak uygulanıyor aslında. Kürtaj sadece Aile Planlaması Merkezi bulunan devlet hastanelerinde yapılabiliyor. İstanbul’da sadece iki devlet hastanesinde yapılırken, Van’da hiç. Özel hastanelerin bir bölümü ise yapmıyor.



Bırakın bu “can” severlik numaralarını

Hemen hemen her kadın çocuk sahibi olmak ister. Kürtaj her kadın için acı verici bir süreçtir. Buna karşın kürtaja hiçbir zaman hamile kalmayacak erkekler karşı çıkıyor. Ancak kadını kürtaja mecbur edenler aslında yine erkekler. Gebe bırakan onlar, çocuklarına sahip çıkmayan yine onlar, kürtaj cinayettir diyen yine onlar.

Kürtaj cinayettir diyorsunuz. Peki kadınlara nitelikli sağlık hizmeti götürebiliyor musunuz? Okullarda doğum kontrol yöntemleriyle ilgili eğitim veriyor musunuz? Bu yöntemler kolay ve ucuz erişilir durumda mı? Erkekleri sorumlu yetiştiriyor musunuz? Bu ülkede “gerçek aile bilinci” var mı ki her günahın vebalini yine kadınlar çekiyor? Peki siz “merdiven altı kürtajın” vebalini taşıyabilecek misiniz? Yasakladığınız ve yetersiz sağlık koşullarında kürtaj olduğu için ölecek on binlerce kadın sizi gerçekten ilgilendiriyor mu?

Ceninin yaşama hakkı var da doğmuş, büyümüş olana niye bu hak tanınmıyor? Dağdaki asker, tersanedeki işçi, biber gazı sıkılan vatandaş, hapishanedeki mahkzm, Uludere’deki Kürt, sokaktaki kadın? Bunların yaşama hakkı yok mudur? Peki ya doğanın? Dağdaki kuşun, ayının, tilkinin?

Kimi kandırıyorsunuz... Bırakın bu “can”severlik numaralarını... Termik santrallerle, HES’lerle her yerin canına okumaktasınız. Nükleer santrallerle radyasyona da boğacaksınız evelallah. İki başlı, beş kollu bebelere de siz mi bakacaksınız? Tarım ilacıyla zehirlenmesine izin verdiğiniz halkınız on on beş yıl sonra kanserden sapır sapır dökülürken bakalım yatacak yeriniz olacak mı...

Yazının devamı...

Tehcir 2012

Ülke gündemini kafayı yemeden takip etmek mümkün görünmüyor.

Uludere katliamını “ama siz de kürtaj yaptırıyorsunuz” diyerek anlamadığımız bir mantıkla “hafifletmeye” çalışan bir başbakanımız var.

Sezaryen doğumun dış mihrakların ülke nüfusunu azaltmaya yönelik bir komplosu olduğuna inanan bir başbakanımız var.

Kendi gibi düşünmeyenleri tinerci, alkolik, kürtajcı, darbeci, komplocu, dış mihrakların köpeği diye etiketleyip aslanların önüne atan bir başbakanımız var.

100 yıldan beri bu ülkenin canına okumuş ne kadar kötü alışkanlık varsa hepsi yeniden ve yeniden tekrar edilip duruluyor.

Nazi Almanyası gibi...

Yeterince muhafazakâr, yeterince Müslüman, yeterince Türk değilsen er ya da geç canına okunacaktır...

Önce kalbin kırılarak, sonra itibarsızlaştırılarak, sonra yalnızlaştırılarak, sonra küstürülerek, sonra işinden edilerek, yetmezse uygun bir suç isnat edilerek defterin dürülecektir...

Türkiye’yi giderek “felaket filmlerine” benzetiyorum.

Hani Dünyanın büyük bir felakete maruz kaldığı, ezici çoğunluğun salgın bir hastalığa kapıldığı, sağlam kalan üç yüz beş yüz kişinin duvarlar ardında kendilerini korumaya çalıştığı filmlerden söz ediyorum.

Türkiye’nin maruz kaldığı felaket vicdansızlık, empati yoksunluğu, ırkçılık ve ayrımcılık. Salgın hastalık tüm yurdu sarmış durumda. İster yana ister karşı ol ama sonuçta hastalığın özünde değişen bir şey yok.

Virüsün bulaşmadığı bir kaç milyon insan kaldıysa, işte onlar da dağ başlarına kendilerini atarak, olmadı gündemi takip etmeyerek korumaya çalışıyor.

100 yıldır temelde değişen hiçbir şey yok.

“Tehcir” edilmek istenen bir topluluğun üyesi gibi hissediyorum kendimi.

Başbakan bana her gün “çektir git” diyor. Gözümün içine baka baka “sana bu ülkeyi dar edeceğim” diyor.

Ediyor da.

Bana “boyalı kuş” muamelesi yapıyor.

Kalbim sıkışıyor artık.

Sayesinde azgınlaşan okurun yolladığı imzasız maillerden illallah geldi.

Sayesinde kuduran “yandaş” yayınlarında üç günde bir özel hayatım ifşa edilip hesapça ne kadar hain, ahlaksız bir kadın olduğum kanıtlanmaya çalışılıyor.

Bu kadar uğraşmalarına gerek de yok sonuçta.

Genç yaşımda hastalıklarla boğuşuyorum.

Yarın öbür gün öteki dünyaya çekip gidebilirim.

Sorsan “hak ettiğimi” söyleyecektir Allah bilir. Ama biliyoruz ki kendisi de aynı hastalıkla cebelleşiyor.

Bu kadar kibre, bu kadar insan kırmaya, ülkeyi bu kadar birbirine düşürmeye değen ne var ben bilmiyorum.

Allah katında yeri var mıdır ondan da emin değilim.

Yazının devamı...

Ispanaklı börek: Her devrin ve toplumun birincisi!

Hafta sonu, Ayvalık Belediyesi’nin davetlisi olarak Ayvalık’taydım. Hem Ayvalıklıların hem Midillilerin katıldığı “En İyi Tarif Benimki” yemek yarışmasıyla Ayvalık Zeytin Müzesi’nin açılışı için...

Ege’de biliyorsunuz son on yıldır iki yaka arasında çok yoğun bir gidim gelim var. Gerçi Midilli ve Ayvalık’ın ilişkisi hiçbir zaman kopmadı. Biz, vize sorunu yüzünden pek gidemesek de Midillililer oldum olası Ayvalık’a gelirlerdi. Çocukluğumun yazları Ayvalık’ta geçtiği için bilirim. Perşembeleri pazar alışverişine gelirlerdi. Bazen bakardık küçücük bir teknenin içinde sadece zerzevat değil, buzdolapları, fırınlar, araba lastikleri de konmuş. Çünkü Midilli’nin anakarası hiçbir zaman Atina tarafı olmadı. Her zaman Türkiye oldu... Saçma düşmanlık politikaları ara girse de devam etti bu coğrafi zorunlulukla karışık gönüllülük.

Fakat şimdi ilişkiler iyice ilerlemiş durumda. Midilli Ayvalık’ın kapı komşusu. Artık biliyorsunuz vize engeli de kalktı. Yunan adalar belediyelerinin yoğun ısrarı nihayet sonuç verdi. Hükümet geçen hafta Türkiye ile bir protokol imzaladı.Sadece yeşiller değil normal pasaportlular da rahat rahat gidebilecek. Geçerli bir pasaportla gidip vizenizi gümrükte alabileceksiniz.

“Zeytin Müzesi” eski Vakıflar Zeytinyağlarının binası. (Bir zamanların en iyi yağıydı Vakıflar) Cunda adasına giden yolun üzerinde. Bina bir ay gibi kısa bir sürede müze haline gelmiş. Henüz gerçek anlamda bir müze değil. Birçok eksiği var. Ama zaman içinde tamamlanacaktır mutlaka.

Açılışını Ayvalık’ın Belediye Başkanı CHP’li Hasan Bülent Türközen, Yunanistan Kuzey Ege Adaları Bölge Valisi Nasos Yakalis ve CHP Genel Sekreteri Bihlun Tamaylıgil yaptı. İki tarafın samimiyeti protokole kadar vardı yani...

Müzenin yarısı zeytinyağı, yarısı da ilk zeytinyağcılar hakkında. Ahşaptan eski zeytinyağı sıkım mengenelerinden, küplere, en eski tip sıkım sepetlerinden modern makinelere kadar gidiyor sergilenenler. Öbür tarafta ise Ayvalık’ın ilk tescil edilmiş zeytinyağı markalarının belgeleri var. Komili’sinden Madra’lara kadar gidiyor. Ezici çoğunluğu ya Girit’ten ya Midilli’den gelmiş mübadiller. Cumhuriyet ekonomisi nasıl kurulmuş görüyor insan. Belediye Başkanı Ayvalıklı ailelerden katkı bekliyor haberiniz olsun. Her tür fotoğraf ve belgeyi seve seve kabul edecekler.

Yemek yarışması ise başka bir konu. Ayvalık Belediyesi “gurme turizmini” öne çıkarmak maksadıyla “En iyi tarif benimki” temasıyla iki yıldır yemek yarışması düzenliyor. Bu yılki yarışmaya dördü Midilli’den olmak üzere sekiz kişi katıldı. Birinci Stratos Potas geldi. Hem de neyle? Ispanaklı börek ile! Jüride değildim ama tattım, hakikaten nefis bir börekti. İkinciliği ise asma yaprağında pirinçli enginar ile Benal Satıcı aldı. Tabak enginarın üzerine pirinç koyup üzerini asma yaprağı ile kapatmış. Bütün lezzetler çok güzel karışmış birbirine.



Ayvalık heyecan verici bir şekilde gelişiyor. Yemek yarışması ve Zeytin Müzesi’nde büyük emeği geçen Ayvalık Belediyesi danışmanı Ali Akdamar bize ertesi gün metruk Kırlangıç Yağ Fabrikasını gezdirdi. Ayvalık’ın hemen girişinde deniz kenarındaki arazi şu an belediyenin. Binaların bir kısmı tarihi bir kısmı değil. Eski belediyeler ne var ne yok yıkmak ve o çok değerli alanı konut alanına çevirmek istemişler ama şimdiki belediye çok daha iyi niyetli bir yaklaşım içinde: Fabrika binalarını kültür, sanat, eğitim, spor, yeme içme ve yerel ürünlerin satıldığı bir alışveriş merkezine dönüştürmek. Ali bey anlattıkça gözerimiz parladı. Gerçekleşirse muazzam ve tüm Türkiye’ye örnek olacak bir dönüşüm projesi olacak. Ayvalık bambaşka bir şehir olacak. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Yazının devamı...

Atalarımız kadın erkek pekâlâ güreşiyormuş bre!

Nurcan Kılıç, madalyalı bir güreşçi kızımız, 19 Mayıs’ta, gösteri amacıyla bir erkek sporcuyla güreş tuttu. Ve bu olay oldu. Basın, pornografi iştahıyla görüntüleri bir milyon kere yayınladı.

Hadi basın aşağılıktır. Bilmediğimiz bir şey değil. Ama benim için dananın kuyruğu Samsun Valiliği “Bu etkinlikler sırasında ata sporumuz olan güreş içinde yer almayan bir bayan ile bir erkek sporcunun gösterisi ile ilgili inceleme başlatıldı” demesi oldu.

“Hiç ata sporu bahanesine sığınmayın, sizin derdiniz kadınla erkeğin birbirine dokunması. Bunlar cirit oynasalardı hiç umurunuzda olmazdı ata sporu gelenek görenekleri” diye de yazdım.

Meğer ata sporumuzda kadın erkek pekâlâ güreşirmiş! Okurum Ali Galip Özteber yazmış. “Dede Korkut Hikâyelerini okusalar; Banı Çiçek’in Bamsı Beyrek ile güreştiğini bilirlerdi. Kadın erkek hakkında geçmişimizden çok güzel hikâyedir.”

“Bamsı Beyrek” ve “Banı Çiçek” diye gugılladım. Bingo! Hem de ne güreş!

İşte size Dedem Korkut Hikayeleri “Bamsı Beyrek Destanı”ndan bir bölüm



“Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun

Adım ben verdim yaşını Allah versin”

Kudretli Oğuz beyleri el kaldırdılar dua kıldılar, bu ad bu yiğide kutlu olsun dediler. Ala dağa alaca asker ava çıktı. Birdenbire Oğuz’un üzerine bir sürü geyik geldi. Bamsı Beyrek birini, kovalayıp gitti.

Kovalaya kovalaya bir yere geldi, ne gördü? Yeşil çayırın üzerine bir kırmızı otağ dikilmiş! Otağın önünde erişi verdi, geyiği arka ayağından vurdu. Baktı gördü -bu otağ Banı Çiçek otağı imiş ki Beyrek’in beşik kertme nişanlısı, adaklısı idi- Banı Çiçek otağdan bakıyordu. “Bre dadılar, bu kavat oğlu kavat bize erlik mi gösteriyor?” dedi “varın bundan pay isteyin, görün ne der” . Kısırca Yenge pay istedi.

Beyrek der: Bre dadı, ben avcı değilim, bey oğlu beyim, hepsi size. Ama sormak ayıp olmasın bu otağ kimindir? Kısırca Yenge der: Bey yiğidim, bu otağ Pay Piçen Bey kızı Banu Çiçek’indir. Beyrek’in kanı kaynadı. Kızlar geyiği Banı Çiçek’in önüne getirdi. Banı Çiçek der: Bre kızlar, bu yiğit ne yiğittir? Kızlar der: Vallah sultanım, bu yiğit yüzü örtülü güzel yiğittir, bey oğlu bey imiş dediler. Banu Çiçek der: Hey hey dadılar, babam bana ben seni yüzü örtülü Beyrek’e vermişim derdi, olmaya ki bu ola?

Çağırdılar Beyrek geldi.

Banu Çiçek sordu: Yiğit, gelişin nerden?

Beyrek der: Pay Püre oğlu Bamsı Beyrek dedikleri benim dedi. Kız der: Peki ya ne yapmaya geldin. Beyrek der: Pay Piçen Beyin bir kızı varmış, onu görmeğe geldim. Kız der: O öyle insan değildir ki sana görünsün amma ben Banı Çiçek’in dadısıyım, gel seninle ava çıkalım, eğer senin atın benim atımı geçerse onun atını da geçersin, seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçersin, seninle GÜREŞELİM, beni yenersen onu da yenersin.

İkisi atlandılar, meydana çıktılar. Beyrek’in atı kızın atını geçti. Ok attılar. Beyrek kızın okunu geride bıraktı. Kız der: Bre yiğit benim atımı kimsenin geçtiği yok, okumu kimsenin geride bıraktığı yok, şimdi gel seninle GÜREŞ TUTALIM. Hemen Beyrek attan indi. Kavuştular, iki PEHLİVAN olup birbirine sarmaştılar. Beyrek kaldırır kızı yere vurmak ister, kız kaldırır Beyrek’i vurmak ister. Beyrek bunaldı, der: Bu kıza yenilecek olursam, kudretli Oğuz içinde başıma kakınç, yüzüme dokunç ederler dedi. Gayrete geldi, kavradı kızı sarmaya aldı, memesinden tuttu. Kız kocundu. Bu sefer Beyrek kızın ince beline girdi, sarma taktı, arkası üzerine yere yıktı.

Kız der: Yiğit Pay Piçen’in kızı Banu Çiçek benim dedi. Beyrek üç öptü bir dişledi, düğün kutlu olsun han kızı diye parmağından altın yüzüğü çıkardı kızın parmağına geçirdi.



Nasılmış? “Ata sporu geleneği değildir” argümanı da çöktü. Tarihten referans verirken dikkatli olmak lazımmış. Samsun Valiliğ’ine en derin sevgilerimle.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.